Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

31 Mayıs 2014 Cumartesi

Demokratik Seçimlere Katılmanın Sakıncaları


Bu yazıyı Şeyh Mukbil b. Hadi rahimehullahın, hayatında iken övdüğü bir istikamet üzere iken, şeyhin vefatından sonra menhecini bozan, videoya çıkmaya başlayan, reklam etmemek için ismini zikretmek istemediğim birinin, Şeyh Mukbil’in hayatta iken onayladığı en-Nasiha adlı eserinden tercüme ettim - Ebu Muaz -
Allah’a davete nispet edilen bazı kimselerin Allah yolunda cihad saydıkları şeylerden birisi de, seçimler yoluyla yöneticilerle ve partilerle yönetim hususunda çekişmektir! Bu Allah Azze ve Celle adına ilimsiz olarak söz söylemektir. Zira Allah yolunda cihad olması bir yana, salih gençleri bu kavgaya itmek dahi caiz değildir. Bunun sebepleri şöyledir:

29 Mayıs 2014 Perşembe

Hata Eden Sünnet Ehli Tenkid Edilir, Bid'at Ehli İse Aşağılanır


Fetva Sahibi: Şeyh Rebî b. Hâdî el-Medhalî Hafizahullah
Tercüme: Ebu Muaz
Kaynak: Ebu Ravaha'nın Menhec Hakkındaki Sorularına Cevaplar (s.16-21)
Soru: “Bazı ilim talebelerinin bazı âlimlerimizin kitaplarını sıhhat ve zayıflık açısından tenkid etmeleri hakkında nasihatiniz nedir? Mesela es-Silsile ve Sıfatu’s-Salat kitapları hakkında yaptıkları gibi?

Şeyh Rebî b. Hadî hafazahullah’ın cevabı: “Tenkid kapısı el-Elbâni ve benzerleri için Allah’a yemin olsun açıktır. Buna ne El-Elbâni kızar ne de onun gibi sünneti yüklenen kimseler kızar. Âlimlere saygılı olan, onun zatını hedef edinmeyip ancak hakkı açıklamak isteyen edepli kimsenin tenkidi Sahabe zamanında başlamıştır, sonu da gelmez.



Nitekim Şafii, Malik’i tenkid etmiştir. Ebu Hanife’nin ashabı ve Ahmed de tenkid etmişlerdir. Allah sana bereket versin. Bütün bu mezhepler, farklı ilim dallarında günümüze kadar bu tenkid üzere devam etmiştir.

Ey kardeşler! Tenkid kapısını kapamak caiz değildir. Zira bizler bunun içtihat kapısını kapamak olduğunu söyleriz. Allah size bereket versin.

Kim olursa olsun bir şahsın fikirlerine asla kutsiyet vermeyiz. Selefî ya da değil, hangi şahıs olursa olsun, hata reddedilir.

Lakin hak ve sünnet ehli olduğunu, ihlaslarını, içtihatlarını Allah için, kitabı için, rasulü için, Müslümanların imamları ve geneli için samimiyetlerini bildiğimiz kimselere karşı muamele ile bid’at ve sapıklık ehline karşı muamele farklıdır.

Hafız İbn Receb rahimehullah’ın “el-Farku beyne’n-nasiha ve’t-ta’yir” kitabına bakınız.

Şöyle açıklamıştır: “Hidayetin ve hakkın beyanı zorunludur. Nitekim Said b. El-Museyyeb, İbn Abbas, Tavus, İbn Abbas’ın ashabı tenkid edilmiştir. Onlar tenkid etmişler, onlar da tenkid edilmişlerdir. Hiçkimse: “Bu ta’n/hakarettir” dememiştir. Bunu ancak hevâ ehli söyler. Biz el-Elbani’yi tenkid ettiğimizde hevâ ehlinin yolunu tutmayız ve: “Elbani’yi tenkid etmeyin” demeyiz. Evet, onun hataları din adına yayılmaktadır. İbn Baz’ın hatalarını, İbn Teymiye’nin hatalarını tenkid etmeyin demeyiz.[1]

Yani hatanın hata olduğunun insanlara açıklanması gerekir. Bazen bu hatayı yapan şahsın konumu üstün olabilir. Zira defalarca söylediğimiz gibi, onun hatası, Allah’ın dinine nispet edilir.

Lakin – söylediğim gibi – ehli sünnet ile bid’at ehlinin ayrımını yaparız. İbn Hacer ve başkalarının da dedikleri gibi: “Bid’atçi aşağılanır, onun saygınlığı yoktur” O aşağılanır, çünkü maksadı kötüdür. Bid’atçi, Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi hevâ ehlidir: “Sana Kitab'ı indiren O'dur. Onun (Kur'an'ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab'ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir.” (Al-i İmran 7)

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Onun müteşabih olanlarına tabi olanları gördüğünüz zaman, işte Allah’ın bahsettiği kimseler onlardır. Onlardan sakının.”[2]

Allah Teâlâ onları; fitneyi amaçlamakla nitelemiştir. Apaçık ortada olan muhkemi terk edip müteşabihlere tabi olurlar. Muteşabihe giderler, ona bağlanırlar ve onunla delil getirirler.[3] Hidayet ehli ve hak ehli olan sahabe ve tabiinin; müteşabihleri muhkemlere havale etme yolunu tutmazlar. Muhkemi müteşabihe döndürürler.

Onlar kendi nefislerini saptırmak ve insanları saptırmak için kasten müteşabihe dalarlar ve hevaya tabi olurlar. Neyi hak ederler? Alçaltılmayı ve şu müteşabihlere tabi olanların derecesine kovulmayı hak ederler. Buna davet eder hale geldiği zaman tenkid edilmesi bir yana, fitnesinin derecesine göre[4] öldürülür veya dövülür.[5] İhtiyaç ve zaruret halinde tenkidde sert davranılır.

Mesela Ahmed b. Hanbel rahimehullah şöyle demiştir: “Bir kimsenin Hammad b. Seleme’yi karaladığını görürsen onu Müslümanlığı hakkında itham et” Neden? Çünkü Hammad b. Seleme bid’at ehline karşı sert idi.[6]

Bid’at ehline karşı övülen bu sertlik, kötülenen bir hale gelmemelidir. Bizler sertliği öğütlemeyiz. Lakin şayet nasihat eden kimsede sürçme/sivrilik meydana gelse dahi, bu durum İslam’a ve sünnete bununla destek olmaktan alıkoymaya bir vesile edinilemez.

Şüphesiz heva ehli şu an, mesela “falan kimsede sertlik var” sözüne takılır ve onun kitaplarından uzaklaştırırlar.

Selef; “Falan kimse bid’at ehline karşı şedid/serttir” dedikleri zaman onu kınamak için mi söylüyorlardı? Veya bununla şimdiki heva ehlinin yaptıkları gibi Allah’ın yolundan alıkoymayı mı istiyorlardı?

   İlim ehlinin tenkid edilmesi ve ilim ehlinin birbirlerine yaptıkları tenkidlerle insanlara hatayı beyan etmeleri, bu hatanın Allah’ın dinine nispet edilmesi korkusundandır. Biz buna sadece caiz demiyoruz, bilakis farzdır diyoruz.

İnsanlara hakkı açıklamak ve hak ile bâtılın arasını ayırmak farzdır. “Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kadar kötü!” (Al-i İmran 187)

“İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” (Maide 78-79)

Tenkid, münkere karşı çıkma babındandır. Büyük selefi şahısları hata ettikleri zaman tenkid etmek ve hatalarını açıklamak, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak babındandır. Bu, Allah’ın farz kıldığı hakkı açıklama türündendir. Allah’ın farz kıldığı nasihate dâhildir.[7]

Bu yüzden İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın ve İmran b. Husayn radıyallahu anh’ın ve başkalarının “ifrad”[8] görüşünden dolayı Ömer radıyallahu anh’ı tenkid ettiklerini görürsün.

Bu tenkid mevcuttur ve büyük küçük, önemli önemsiz meselelerde devam etmesi gerekir. Hata açıklanır. Bidat açıklanır. Hata tenkid edilir ve bid’at de tenkid edilir. Bununla beraber sünnet ehli olana saygı belirtilir, isabet eden müçtehidin iki ecir aldığı, hata edene ise bir ecir olduğu kabul edilir. Allah’ın sünnet ehlini tenkidde bize din kıldığı budur. Bid’at ehline karşı ise takınılacak tavır böyle değildir.

Bid’at ehli hakkında onların müçtehit oldukları söylemeyiz! Zira onlar Allah’ın şahitliğiyle ve rasulü sallallâhu aleyhi ve sellem’in şahitliğiyle hevaya tabi olan kimselerdir. Bid’atçi sapıktır. Şu an hata eder ve sana: “Bu bir içtihattır” der. Sapmış fırkalar, Cemilu’r-Rahman’ı öldürmeye hükmettiğinde de: “Bu bir içtihattır” dediler.[9] Selefilerin kanlarını kendilerine göre içtihat saydıkları davalarla mubah saydılar. Düştükleri hiçbir sapıklık ve bela yoktur ki “içtihattır” demesinler.

Bu islam’ı cıvıtmak ve bâtılı, sapıklığı ve bid’atleri hakka karıştırmaktır. Hatalarından bile ecir alan müçtehitlerle Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in cehennemle tehdit ettiği bid’atleri eşit görmektir![10]

 Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Şüphesiz o sapıklıktır” ve “İşlerin en kötüsüdür” buyurmuştur.

Bu çözünme ve İslam’a zulüm hakkında Müslümanların basiretli olmaları, hidayet ehlini ayırt etmeleri, onları nasıl tenkid edeceklerini ve hatalarını nasıl açıklayacaklarını bilmeleri gerekir. Yine sapıklık ehline nasıl davranılacağını ve onlarla nasıl muamele edileceğini de ayırt etmelidirler.[11]




[1] Ebu Bekr el-Ferra şöyle demiştir: “Yusuf b. Esbat’a fitnelere dair Vekî hakkında bir şey söyledim. Dedi ki: “O hocasına (Yani Hasen b. Hay’e) benziyor” Yusuf’a dedim ki: “Bunun gıybet olduğundan korkmuyor musun?” Dedi ki: “Neden? ey ahmak! Ben bu kimseler için babalarından ve annelerinden daha hayırlısını yapıyorum. Ben insanları onların çıkardıkları şeylere tabi olmalarından ve kendilerine zararlı olan şeylerden yasaklıyorum” Tehzibu’t-Tehzib, el-Hasen b. Salih b. Hay’in hal tercemesi.
[2] Buhârî (4430) Muslim (6726) Aişe radıyallahu anha’dan
[3] İmam Ahmed, er-Reddu Ale’l-Cehmiyye’de şöyle demiştir: “Bid’atlerin eğriliğine bağlanır, fitnenin gemlerine takılırlar. Onlar Kitap hakkında ihtilaf eder ve Kitaba muhalefet ederler. Kitab’dan ayrılıkta bir araya gelirler. Allah hakkında bilgisizce söz söyler, kelamın müteşabihiyle konuşurlar. İnsanların cahillerini arzularına göre aldatırlar. Saptırıcıların fitnesinden Allah’a sığınırız.” Bkz.: Mecmuu’l-Fetava (15/276)
[4] Hazır bulunanlardan birisi: “Bid’atçi kimse dayakla tazir edilir veya öldürülür” dedin. Bunu kimin uygulayacağını açıklamanızı umuyoruz” dedi. Şeyh Hafizehullah şöyle dedi: “Öldürme cezasını ve bid’at ehlini öldürmeyi şer’i hakim uygular. Tazir cezasını hak edene tazir uygular. Bunu ancak şer’i hakim yapar. Ama halktan fertlere gelince, bu iş onların elinde değildir. Zira bunu yapmaya kalkarlarsa fesada ve fitnelere sebep olur.”
[5] Nitekim Ömer radıyallahu anh bid’atinden dolayı Sabîg’e dayak cezası uygulamıştı. Süleyman b. Yesâr'dan:“Sabîğ isminde bir adam Me­dine'ye geldi ve Kur'an'ın müteşâbih (âyetlerini) sormaya başladı. Bunun üzerine Ömer (radıyallahu anh) ona, (yanına gelmesi için ha­ber) gönderdi. Onun için de hurma sapları hazırlamıştı. (Gelince ona) "Kimsin?" dedi. "Ben, Allah'ın kulu Sabîğ'im." dedi. O zaman Ömer radıyallahu anh, o saplardan bir sap aldı ve: "Ben, Allah'ın kulu Ömer'im!" di­yerek onu dövdü. Başı kanayıncaya kadar ona darbeler vurdu. Sonunda (adam) şöyle dedi: "Ya Emîrelmü'minîn! Yeter! Önceleri ka­famda bulmakta olduğum (kötü düşünceler) yok olup gitti.” Darimi (146)
[6] Nitekim es-Siyeru A’lam’da (7/452) şöyle geçer: Nuaym b. Hammad el-Huzaî Cehmiyye’ye karşı sert idi. Şöyle derdi: “Onlara karşı sert olmasaydım onlardan olurdum…” Mecmuu’l-Fetava (10/301) Belki de bu meselede en güzel kitap, değerli kardeşimiz Halid b. Dahvî ez-Zafirî’nin “İcmau’l-Ulema Ala Hecri Ehli’l-Bid’a ve’l-Ehva” kitabıdır. Zira orada selefte bulunan sertliğin kötülenmeyip, övülen sertlik olduğuna dair bölüm açmıştır. Derim ki: Burada sertlik ile kastedilen; adalet üzerine kurulu olan dinin kayıtlarına bağlılıktır. Nitelim şeyhimiz Allame (Mukbil b. Hadi) el-Vadii rahimehullah’ın şöyle dediğini işittim: “Eğer insaftan ayrılmazsan hasmını gemlemiş olursun.”
[7] Allame b. Baz rahimehullah şöyle demiştir: “Hak ehli ne zaman hata edenlerin hatalarını ve yanlış yapanların yanlışını beyan etmekten susarsa, Allah’ın kendilerine emretmiş olduğu; hayra davet, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama görevlerini yerine getirmemiş olurlar. Münkere karşı çıkmamak, yanlış yapanın yanlışı üzerine devam etmesi ve hakka muhalefet edenin hatasında devam etmesinden dolayı meydana gelecek vebal malumdur. Bu Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın emrettiği nasihat ve hayır üzerine yardımlaşma, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama emrine aykırılıktır. Başarı Allah’tandır.” (Tenbihat Ala Ma Ketebehu’s-Sabuni Fi Sifatillahi Azze ve Celle s. 30)
[8] Muslim’in (1226) İmran b. Husayn radıyallahu anh’den rivayet ettiği şu hadise işaret ediyor: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ile beraber temettü yaptık. Allah’ın kitabında temettu haccı hakkında ayet indi ve Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bunu emretti. Sonra temettüyü nesh eden bir ayet inmedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem de vefat edinceye kadar bundan yasaklamadı. Bir adam (yani Ömer radıyallahu anh) çıkıyor ve görüşüyle dilediğini söylüyor!”
[9] Aynısını Faziletli muhaddis şeyhimiz Mukbil b. Hadi el-Vadii rahimehullah da “Makteli Cemilu’rrahman el-Afgani” kitabında zikretmiştir.
[10] Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bir mümin fasık gibi midir? Bunlar eşit olmazlar.” “Müslümanları mücrimler gibi tutar mıyız? Size ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz?”
[11] Şöyle soruldu: “Eğer tenkid eden kişi,  bid’at ehline reddiye vermekle tanınmış değilse bununla beraber onun kitapları bulunmayıp ancak ilim ehline reddiye veriyorsa nasıl olur?”
Şeyh hafizehullah şöyle dedi: “Ben sözümü güzel maksat ve saygı ile kayıtladım.”
Şöyle soruldu: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in tenkid ederken hata eden sünnet ehlini ismen belirtmediğini öne sürerek, hata eden sünnet ehlinin isminin belirtilmesi daima maslahat ve mefsedete göredir” diyen kimse hakkında ne dersiniz? Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in tenkid hususundaki siyretini ileri süren, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’i ziyaret eden ve ibadeti hakkında soran üç kişi için Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “bazı kimselere ne oluyor” demesini gerekçe gösteren hakkında görüşünüz nedir? Sahihu Muslim’de geldiği gibi bir defasında doğrudan tenkid ederek: “Sen ne kötü hatipsin” buyurmuş, ikinci bir mecliste ona işaret ederek ve isim vererek “Hatiplerden birisi şöyle diyor” demiştir. Bir mecliste hak, isim vermeden açıklanmıştır. “İsim vermek ve vermemek ancak maslahat ve mefsedete bağlıdır. Bazen ilim talebesi gelse “Şeyh Abdulaziz şöyle diyor” dese, İbn Baz onda bidat görse vb. insanlar anlamayıp Şeyh Abdulaziz’in bid’at ehli olduğu düşüncesine düşebilirler. “İnsanlara anlayabilecekleri şekilde anlatın” sünnet ehli olan kimsenin eleştirilmesinde isim vermenin maslahat ve mefsedete bağlı olduğu görüşüne ne dersiniz. Çünkü Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bazen isim vermiş, bazen kinaye yapmıştır?”
Şeyh Hafizehullah şöyle cevap verdi: Maslahat ve mefsedeti gözetmek İslam’da yüce bir esastır. Bu görüş haktan uzak değildir.
Bunu söylememiz, bizim isim belirtmeyi hep haram görmemiz demek değildir. Deriz ki: maslahat ve mefsedet gözetilir. Fakih olan kişi ne zaman isim belirteceğini, ne zaman umumi konuşacağını bilir.
Mesela bu asırda heva hakkında şöyle diyorlar, böyle diyorlar diyerek konuşsan, sözünü kabul etmediklerinde bu nasıl olur? Görüşlerin sağlamasını yapmayı talep ederler ve cilt ve sayfa numarası isterler. İnsanlar bu konuda eserler yazmış ve örf haline gelmiştir. Ama isim vermeden “şöyle dediler, böyle dediler” demek uygunsuz hale gelmiştir. Öncelikle bunu kim söyledi bilinmez. Senin doğru söylediğinden de şüphe edebilirler. “Bu hevadan konuşuyor” derler.
Şuan bizler pek çok zaman şahısların ismini veriyoruz ve kaynağını verip açıklıyoruz. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem: “Sen fitneci misin ey Muaz” buyurmuştur. “Muaviye fakirdir, Ebu’l-Cehm ise kadınları döven biridir” buyurmuştur. Hind, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e kocası Ebu Sufyan’ın ismini belirtmiştir…
Maslahat gerektirdiği zaman hata yapan insanın ismi de belirtilir.

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Yeni Risale: Secde ve Cehalet Meselesi

Ebu Muaz el-Çubukâbâdî
Kitabı okumak için başlığa tıklayın

22 Mayıs 2014 Perşembe

İtaatte Şirk Şüphesi

İtaatte Şirk’ten Dolayı Tekfir Edenlerin Şüphelerinin Giderilmesi

Ebu Muâz Seyfullah Erdoğmuş
Hamd âlemlerin rabbi, rahman ve rahîm olan, din gününün sahibi Allah’adır. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ibadete layık hak ilah yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nun kulu ve rasulüdür.
Bundan sonra,
Muhammed suresi 25 ve 26. âyetleri tekfir meseleleri gündeme geldiğinde yanlış mânâlandırılarak zihinlerin karışmasına sebebiyet verilmektedir. Bu ayetlerden hareketle bazıları, münafıkların mürtedler olduğunu, kâfirlere bazı hususlarda itaat edenlerin mürted olacaklarını - ve hatta - kâfirlere bazı hususlarda bile olsa itaatin küfür olduğunu iddia etmektediler. Bu yanlış anlamaların sebebi, bazı tefsir kitaplarında geçen zayıf rivayetler ile bu ayetlerin bu zayıf rivayetlere dayanılarak anlamlandırılmasıdır.
Ancak seleften sahih isnadla gelen tefsirler tespit edildiğinde ortada bir karışıklık olmadığı anlaşılmaktadır. Kâfirlere olan itaat; küfür hususunda olursa küfürde itaattir, fısk hususunda olursa fıskta itaattir, dinde mubah olan bir konuda olursa mubahtır.
Aşağıda açıklanacağı üzere Muhammed suresi 25-26. Ayetlerinde bahsedilen kimseler kitap ehlidir. Onlar, münafıklara: “Size bazı hususlarda itaat edeceğiz” demişlerdir. Bu ayetleri Müslümanların tekfiri hakkında malzeme yapanlar sapıklıkta Haricilerin yollarına tabi olmaktadırlar.

A’raf Suresi 190 Ayeti

Nitekim A’raf suresi 190 ayeti, itaatte şirk ile ibadette şirki ayırmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
فَلَمَّا آتَاهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فِيمَا آتَاهُمَا فَتَعَالَى اللَّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ
Onlara salih bir evlat verince, kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında O'na ortaklar koşmaya başladılar. Allah onların or­tak koştuklarından yücedir” (A’raf 190)
Bu ayette ibadette şirk değil, itaatte şirk zikredilmektedir.
Bu ayet hakkında seleften iki görüş sabit olmuştur:

1. Görüş: Ayette Geçenler Âdem ile Havva’dır ve Bu Şirk İbadette Değil, İtaatte Şirktir

Taberî, sahih isnad ile Katade rahimehullah’tan şöyle rivayet etmiştir:
كان آدم عليه السلام لا يولد له ولد إلا مات، فجاءه الشيطان، فقال: إن سرَّك أن يعيش ولدك هذا، فسمِّه "عبد الحارث"! ففعل قال: فأشركا في الاسم، ولم يشركا في العبادة
“Âdem aleyhisselam’ın doğan çocuğu ölüyordu. Şeytan ona geldi ve: “Çocuğunun yaşamasını istiyorsan “Abdulharis” adını ver” dedi. O da bunu yaptı. Böylece ikisi, ibadette değil, isimde ortak koştular.” Taberi Tefsiri (13/312)
Kurtubî (7/297) şöyle demiştir: “Müfessirler derler ki; Burada sözü edilen şirk, sadece isim vermek ve sı­fatta bir şirkti. Yoksa ibadet ve rububiyet hususunda bir şirk değildi. Meanî ehli derler ki: Âdem ile Havva çocuklarına "Abdulharis" adını vermekle "el-Haris"in Rableri olduğu kanaatine sahip olmuş değillerdir. Onlar bu ismi ver­mekle Haris'in çocuğun kurtuluşuna sebep teşkil edeceği maksadını gütmüş­lerdi. O bakımdan bir kimsenin kendisine misafirinin kölesi adını verecek olur ise, misafiri kendisinin rabbi olduğu anlamında değil, ona itaat etmesi anlamında kullanılır. Nitekim Hâtim şöyle demiştir:
( وإني لعبد الضيف ما دام ثاويا ... وما في إلا تيك من شيمة العبد )
“Ve şüphesiz ki ben yanımda bulunduğu sürece misafirin abdiyim (kuluyum) ve esasen kulların özelliklerinden bende bundan başka bir özellik de yoktur.”

2. Görüş: Ayette Bahsedilen Âdem ile Havva Değildir, Onların Nesillerinden Şirk Koşanlardır

Taberî, hasen bir isnad ile Katade’den şöyle rivayet etmiştir:
كان الحسن يقول: هم اليهود والنصارى رزقهم الله أولاداً فهودوا ونصروا
“Hasen (el-Basrî) şöyle derdi: “Onlar; Allah’ın kendilerini rızıklandırdığı çocuklarını Yahudileştiren ve Hristiyanlaştıran Yahudi ve Hristiyanlardır.” (Taberi Tefsir (13/315)  İbn Kesir de tefsirinde (3/527) bunu sahih görmüştür.
Kurtubi (7/297) şöyle demiştir: Bir grup da bunu şöyle açıklamıştır: “Buradaki ortak koşma, cins olarak Âdemoğullarına racidir ve Âdem aleyhisselam’ın zürriyetinden olan müşriklerin du­rumunu açıklamaktadır. Kabul edilmesi gereken görüş de budur. Buna gö­re “Ona ortaklar koşmaya başladılar” ifadesi, kâfir olan erkek koca ile di­şi kastedilmektedir. Yani, bununla anlatılmak istenen kâfir olan iki cinstir. Bu­na da: “Allah onların ortak koştuklarından yücedir” buyruğundaki ortak koşma fiilinin tesniye olarak değil de çoğul olarak gelmesi delil teşkil etmek­tedir ki, bu da güzel bir açıklamadır…

Tercih:

Taberi seleften gelen her iki kanaate dair rivayetleri aktardıktan sonra şöyle demiştir: “İki görüşten doğruya yakın olanı şöyle diyenlerdir: “Bu ibadette değil, isim vermede ortak koşmadır. Kastedilen Âdem ile Havva’dır. Çünkü tefsir ehlinin icması bu konuda hüccettir.” Yani Âdem ile Havva, çocuklarının adını “Abdülharis" koya­rak Allah Teâlâ'ya kullukta değil, onun isimlerinde ona ortak koşma durumuna düşmüşlerdir. Zira "Kul" manasına gelen "Abd" kelimesi ancak Allah'ın isimle­rinden biriyle birlikte zikredilerek "Abdullah", Abdurrahman" şeklinde insanla­ra isim verilir. Abdülharis" diye isim koymak, Allah'a mahsus olan kullara sahip olma sıfatı başkalarına da vermek olur.
Sonra Taberi bir şüpheye şöyle cevap verir: “Eğer birisi: “Durum anlattığın gibiyse, “Allah onların or­tak koştuklarından yücedir” kavli ne demek oluyor? Burada isminde ortak koşulmasını mı yoksa ibadette ortak koşulmasını mı kastediyor? Eğer “isimlerde” dersen bu “Kendileri yaratılmış oldukları halde hiçbir şey yaratamayanı mı ortak koşuyorlar” ayetine göre fasittir. Şayet “ibadette” dersen, Âdem aleyhisselam Allah’a ibadette mi ortak koşmuş oluyor?” derse, ona şöyle denilir: “Allah onların or­tak koştuklarından yücedir” ayeti zannettiğin gibi değildir. Bu konuda söylenecek olan ancak şudur: “Allah, arap müşriklerinin ve putperestlerin kendisine ortak koştuklarından münezzehtir. Ama Âdem ve Havva hakkındaki habere gelince, bu bahis: “Onlara salih bir evlat verince, kendilerine verdiği bu (çocuk) hakkında O'na ortaklar koşmaya başladılar” cümlesiyle bitmektedir. Sonra yeni bir bahis başlayarak: “Allah onların or­tak koştuklarından yücedir” buyrulmuştur.
Nitekim bana Muhammed b. El-Huseyn tahdis etti, o Ahmed b. El-Mufaddal’dan, o Esbat (b. Nasr)’dan tahdis etti, o es-Suddî’den rivayet etti:
قوله: (فتعالى الله عما يشركون) ، يقول: هذه فصْلٌ من آية آدم، خاصة في آلهة العرب.
Allah onların or­tak koştuklarından yücedir” kavli; Adem aleyhisselam hakkındaki ayetten sonra fasıldır, arapların ilahları hakkındadır.” Taberi Tefsiri (13/315) bu isnad hasendir.

Muhammed Suresi 25. Ayet:

إِنَّ الَّذِينَ ارْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدَى الشَّيْطَانُ سَوَّلَ لَهُمْ وَأَمْلَى لَهُمْ
Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine mühlet verilmiştir
«Emlâ lehum» ifadesinin mânâsı; on­lara mühlet verdi demektir. Yani onlara gönderilecek azap husu­sunda kendilerine mühlet verildi. Bundan maksat Kureyza oğulları ve Nadr oğulları Yahudileridir. Çünkü onlar Kur'an'ın Allah katından geldiğini bildikleri halde hasetlerinden dolayı Kur'an'ın inişinden hoşlanmıyorlardı.

Bu Ayette “Geri Dönenler” İle Kastedilenin Ehli Kitap Olduğu

Taberi; Bişr (b. Muaz) – Yezid (b. Zurey)– Said (b. Ebi Arube) – Katade yoluyla: Katade dedi ki:
(إِنَّ الَّذِينَ ارْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْهُدَى) هم أعداء الله أهل الكتاب، يعرفون بعث محمد نبيّ الله صَلَّى الله عَلَيْهِ وَسَلَّم وأصحابه عندهم، ثم يكفرون به
 Kendilerine hidayet belli olduktan sonra geri dönenler” Allah’ın Ehl-i Kitap’tan olan düşmanlarıdır. Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in nebi olarak gönderildiğini ve yanlarında bulunan ashabını öğrendikten sonra kâfir olmuşlardır.”
Taberi Tefsiri (22/180) isnadı hasendir.

Ayette Kastedilenin Münafıklar Olduklarına Dair Rivayetlerin Zayıf Oluşu

Taberi – el-Huseyn (b. Ferac el-Hayyat) – Ebu Muaz (el-Fadl b. Halid en-Nahvi) – Ubeyd (b. Suleyman) – ed-Dahhak (b. Muzahim) yoluyla rivayet ediyor:
سمعت الضحاك يقول في قوله (إِنَّ الَّذِينَ ارْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِهِمْ) ... إلى قوله (فَأَحْبَطَ أَعْمَالَهُمْ) هم أهل النفاق
“Dahhak’ın şöyle dediğini işittim: “Arkalarına geri dönenler” (Muhammed 25) ile kastedilen nifak ehlidir”
Taberi Tefsiri (22/180) Bu isnadda el-Huseyn b. Ferac el-Hayyat çok zayıftır. Yalanla da itham edilen bir ravidir.
Taberî – Muhammed b. Sa’d (b. Muhammed b. El-Hasen b. Atiyye el-Avfî) – babası (Sa’d b. Muhammed) – amcası (el-Huseyn b. Hasen b. Atiyye) – babası (Hasen b. Atiyye) – babası (Atiyye el-Avfî) – İbn Abbas radıyallahu anhuma yoluyla rivayet ediyor:
قوله (إِنَّ الَّذِينَ ارْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِهِمْ) ... إلى (إِسْرَارَهُمْ) هم أهل النفاق
Arkalarına geri dönenler…” (Muhammed 25) ayetinde geçenler nifak ehlidir.”
Taberi Tefsiri (22/181) İsnadı zayıf raviler zinciridir:
Muhammed b. Sad b. Muhammed b. El-Hasen b. Atiyye b. Sa’d b. Cunade el-Avfî: Hatib dedi ki: “hadiste leyyindir.” Darekuni: “Onda sakınca yoktur” dedi.
Sa’d b. Muhammed b. El-Hasen el-Avfî: çok zayıftır. İmam Ahmed’e sorulduğu zaman: “O cehmî’dir” dedi.
El-Huseyn b. El-Hasen b. Atiyye: İbn Main: “Kadılıkta ve hadiste zayıf idi.” İbn Sa’d, Ebu Hatim ve Nesai: “Zayıf” dediler. İbn Hibban: “Münkeru’l-hadis. Onun haberiyle delil getirmek caiz olmaz” dedi.
El-Hasen b. Atiyye: Buhari onun hakkında: “Bir şey değildir” dedi. Ebu Hatim: “Hadiste zayıf” dedi. İbn Hibban: “Münkeru’l-hadis” dedi.
Atiyye b. Sa’d el-Avfi: zayıftır. İbn Sad: “İnşaallah sikadır, düzgün rivayetleri de vardır. Ancak bazıları onu zayıf gördü” dedi. Ahmed: “zayıf” dedi. Sevri ve Huşeym, Atiyye’nin hadisini zayıf görürlerdi. Nesai: “zayıf” dedi. İbn Hibban: “Çok zayıf” dedi.

Muhammed Suresi 26. Ayet:

ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لِلَّذِينَ كَرِهُوا مَا نَزَّلَ اللَّهُ سَنُطِيعُكُمْ فِي بَعْضِ الْأَمْرِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِسْرَارَهُمْ
Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.”

Allah’ın İndirdiğinden Hoşlanmayanlar İle Kastedilenler Kimlerdir?

Bu sözü söyleyen Yahudilerdir. Kendilerine söylenenler de Arap müşrikleri veya münafıklardır. Onlar Peygamber'e savaş aç­tıklarında Yahudilerin kendilerine yardımcı olacakları hususu Yahudilerce vaat ediliyordu. Allah’ın indirdiğinden hoşlanmama, Muhammed suresi 8-9. Ayetlerinde Arap müşriklerinin özelliği olarak zikredilmektedir: “İnkâr edenler(e gelince) yıkım onlara! (Allah) onların iş­lerini boşa çıkarmıştır. Böyledir, çünkü onlar, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmamıştır. Allah da onların amellerini heder etmiştir.”
Selef’ten gelen rivayetlere göre ise Yahudiler, münafıklara: “Size bazı hususlarda itaat edeceğiz” demişlerdir:
Taberi – Bişr – Yezid – Said – Katade yoluyla rivayet ediyor:
(ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لِلَّذِينَ كَرِهُوا مَا نزلَ اللَّهُ سَنُطِيعُكُمْ فِي بَعْضِ الأمْرِ) فهؤلاء المنافقون (وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِسْرَارَهُمْ) يقول تعالى ذكره: والله يعلم إسرار هذين الحزبين المتظاهرين من أهل النفاق، على خلاف أمر الله وأمر رسوله، إذ يتسارّون فيما بينهم بالكفر بالله ومعصية الرسول، ولا يخفى عليه ذلك ولا غيره من الأمور كلها.
Bunun sebebi; onların Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: “Bazı hususlarda size itaat edeceğiz demeleridir” ayetindekiler (Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlar) münafıklardır. “Allah onların gizlediklerini biliyor” Yani Allah nifak ehlinden açığa çıkan iki grubun, Allah’ın emrine ve Rasulünün emrine aykırı olan sırlarını bilmektedir. Zira onlar kendi aralarında Allah’ı inkârı ve rasule isyan etmeyi fısıldaşırlar. Onların bu ve başka konulardaki hiçbir halleri Allah’a gizli kalmaz.”
Taberi Tefsiri (22/182) İsnadı hasendir.
Önceki ayet hakkında Katade rahimehullah: “hidayet belli olduktan sonra geri dönenler”; “Kitap ehlidir” demişti Bu ayet hakkında ise Katade: “Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlar”: “Münafıklardır” demiştir.

Toplu Mânâ

Bu iki ayet hakkında seleften gelen tefsirlerden sahih olanla olmayanı tespit ettiğimize göre ayetlerin toplu manası şu şekilde olmaktadır:
Şüphesiz ki, kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, arkalarına dönenleri (kitap ehlini, özellikle Yahudileri), şeytan sürüklemiş ve kendilerine mühlet verilmiştir. Bunun (Şeytanın bunlara yaptıklarını süslü göstermesinin ve Allah’ın bunlara mühlet vermesinin) sebebi; onların (Kitap ehli Yahudilerin), Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara (Arap müşriklerine yahut münafıklara: peygambere düş­manlık konusunda yardımlaşma gibi) Bazı hususlarda size itaat edeceğiz, demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.”
Nitekim verdiğim bu toplu mana, İbn Cureyc rahimehullah’tan rivayet edilmiştir:
İbnu’l-Munzir, İbn Cureyc rahimehullah’tan naklediyor:
فِي قَوْله: {إِن الَّذين ارْتَدُّوا على أدبارهم من بعد مَا تبين لَهُم الْهدى} قَالَ: الْيَهُود ارْتَدُّوا عَن الْهدى بعد أَن عرفُوا أَن مُحَمَّدًا صلى الله عَلَيْهِ وَسلم نَبِي {الشَّيْطَان سوّل لَهُم وأملى لَهُم} قَالَ: أمْلى الله لَهُم ذَلِك بِأَنَّهُم قَالُوا للَّذين كَرهُوا مَا نزل الله قَالَ: يهود تَقول لِلْمُنَافِقين من أَصْحَاب النَّبِي صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَكَانُوا يسرون إِلَيْهِم إِنَّا {سنطيعكم فِي بعض الْأَمر} وَكَانَ بعض الْأَمر أَنهم يعلمُونَ أَن مُحَمَّدًا نَبِي وَقَالُوا: الْيَهُودِيَّة الدّين فَكَانَ المُنَافِقُونَ يطيعون الْيَهُود بِمَا أَمرتهم {وَالله يعلم إسرارهم }
Kendilerine hidayet belli olduktan sonra arkalarına dönenler” Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’i bir nebi olarak tanıma hidayetinden sonra irtidad eden (geri dönen) Yahudilerdir. “Şeytan onları sürüklemiş ve kendilerine mühlet verilmiştir.” Allah’ın onlara mühlet vermesinin sebebi: “Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara” Yani Yahudilerin, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in ashabından olan münafıklara gizlice: “Size bazı hususlarda itaat edeceğiz” demeleridir. Bazı hususlar; onların Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’i nebi olarak bilmeleri ve “Yahudilik de (doğru) bir dindir” demeleridir. Münafıklar emrettikleri hususlarda Yahudilere itaat ediyorlardı.” Allah ise gizlediklerini bilmektedir.” (Suyutî, Durru’l-Mensur 7/503)
Uyarı: Bu yazı, Muhammed suresi 25-26. ayetlerinin nüzul sebebi ile ilgili olarak seleften gelen rivayetler üzerine bir araştırmadır. Tefsirde malum olduğu üzere; sebebin hususiliğine değil, lafzın umumîliğine itibar edilir. Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara bazı hususlarda itaat etmek her hâlükârda kınanmıştır ve bu kâfirlere benzemektir.

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Delillerin Suçlarını İspatladığı Kimselerin, Hasımlarını "Cinli" Diye İtham Etmeleri Yeni Bir Şey Değildir


Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قَالَ إِنَّ رَسُولَكُمُ الَّذِي أُرْسِلَ إِلَيْكُمْ لَمَجْنُونٌ
Firavun şöyle demişti: “Size gönderilen peygamberiniz mutlaka bir cinli (deli)dir.” (Şuara 27)
وَيَقُولُونَ إِنَّهُ لَمَجْنُونٌ
Senin hakkında “O muhakkak bir mecnun (cinlidir)” diyorlardı.” (Kalem 51)
es-Seyyid Muhammed el-Bakuvî (Keşfu'l-Hakayık'ta) şöyle demiştir:
 
Allah Teâlâ buyurur ki: "(Resulüm! Bu müşrikler, alay ederek) sana dediler ki: “Ey kendisine Kur’an indirilen! Sen mecnunsun/cinlisin” (Hicr 6)
 
 "İnsan cehalet ve inat deveranında ne kadar yaman bir hal alır. İlim ve hikmetle dolu, hakkı öğrenmeye, iffet ve namusu öğretmeye çalışan birine “mecnun/cinli” adı takılıyor. Putperestliği akıllı bir iş sanan ve tek ve bir olan Allah’a ibadet etmeyi cahillik sayan kimseler nasıl olur da doğru yola gelebilirler? Bu türlü insanlar hem de o kadar tehlikelidirler ki, yanlarında oturup kalkanları cehennem ateşine sürüklerler. (Ey Dedeciğim! (Bakuvî Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in soyundan olduğu için böyle sesleniyor) Ey Allah’ın Resulü! Bu cahillerin sözlerinden ve yaptıkları işlerden dolayı ne belalara dûçar olmuşsun.. ne mihnetlere düşmüşsün. Ta ki beşer üstü bir sabırla bunlara tahammül ederek bu İslam dinini yaymış ve kemale ulaştırmışsın.) Fakat günümüzde senin koyduğun bu esaslar yıkılıp tekrar cahiliyeye dönülmüştür. İslam’ın sadece resmi kalmıştır. Cehalet ateşi onu yakmış, zalimlerin çengeli de ona takılmış, alıp bir uzak yere götürmüşler. Allah’ım bir “Cami kelime-i İslam” (yani Müslümanları bir araya toplayacak, diyalog kuracak bir birlik sözü) gönder. Ta ki, cehaletin pis tohumu Müslümanların arasından kalksın, yerini ilmin nuru ve marifet alsın.. Amin!"

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Güncel Hâdiselere Müteşabih Deliller Getirmeye Karşı Uyarı


Birçok hadis kitaplarında kıyamet alametleri ve fitnelerle ilgili gaybî haberler zikredilmiştir. Bunlardan büyük bir kısmı zayıf, uydurma rivayetler olup, sahih olanlarının ise bir çoğunun metinlerinde muğlaklık vardır. Zamanın hadiselerinde hakkın ve batılın tespiti için bu tür rivayetleri delil getirmek müteşabihlere tabi olmaktır. Nitekim senelerdir Şam bölgelerinden olan Filistin’de işgalci Yahudilere karşı süren cihada ilgisiz kalınırken Suriye fitnelerinin gündeme gelmesiyle Şam ve Şam ehlinin faziletiyle ilgili hadisleri kullanarak nokta atışı yapılmaya kalkılması buna bir örnektir.
Son zamanlarda İşid ile Nusra örgütleri arasında meydana gelen ihtilaf ile ilgili olarak bağlantı kurulan bir rivayet gündeme getirilmiştir. Söz konusu rivayet Nuaym b. Hammad’ın el-Fiten kitabında, Abbasi’lerin çıkışı başlığı altında, Ali radıyallahu anh’den mevkuf olarak zikredilmektedir. Rivayetin isnadı, metni ve sıhhati hakkındaki açıklama aşağıdadır:
Nuaym b. Hammad, el-Fiten kitabında (no 573); el-Velid (b. Muslim) ve Ruşdeyn (b. Sad) – İbn Lehia – Ebu Kubeyl – Ebu Rûman – Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh isnadıyla rivayet ediyor:
إِذَا رَأَيْتُمُ الرَّايَاتِ السُّودَ فَالْزَمُوا الْأَرْضَ فَلَا تُحَرِّكُوا أَيْدِيَكُمْ، وَلَا أَرْجُلَكُمْ، ثُمَّ يَظْهَرُ قَوْمٌ ضُعَفَاءُ لَا يُؤْبَهُ لَهُمْ، قُلُوبُهُمْ كَزُبَرِ الْحَدِيدِ، هُمْ أَصْحَابُ الدَّوْلَةِ، لَا يَفُونَ بِعَهْدٍ وَلَا مِيثَاقٍ، يَدْعُونَ إِلَى الْحَقِّ وَلَيْسُوا مِنْ أَهْلِهِ، أَسْمَاؤُهُمُ الْكُنَى، وَنِسْبَتُهُمُ الْقُرَى، وَشُعُورُهُمْ مُرْخَاةٌ كَشُعُورِ النِّسَاءِ، حَتَّى يَخْتَلِفُوا فِيمَا بَيْنَهُمْ، ثُمَّ يُؤْتِي اللَّهُ الْحَقَّ مَنْ يَشَاءُ

“Siyah sancakları gördüğünüzde yerinizden ayrılmayın, ne ellerinizi ne ayaklarınızı hareket ettirin. Sonra önem verilmeyen zayıf bir topluluk çıkar. Kalpleri demir parçası gibidir. Onlar devlet ashabıdırlar. Ne ahit gözetirler ne misak. Hakkın ehli olmadıkları halde hakka çağırırlar. İsimleri künyedir, nispeleri şehirlere nispettir. Saçları kadın saçları gibi arkaya salınır. Ta ki aralarında ihtilaf ederler de sonra Allah hakkı dilediğine verir.”
İsnadında el-Velid b. Muslim müdellis olup an’ane ile rivayet etmiştir. Ona mutabaat eden Rişdeyn b. Sad ise zayıf bir ravidir. İbn Lehia ihtilata uğramış bir ravidir. Ebu Kubeyl saduktur. Ebu Ruman’ın hal tercemesini tespit edemedim.  
Hadisin isnadı oldukça zayıftır. Metni kapalıdır. Benzerlik arz ettiği bazı vakalar olsa da, aynı rivayet el-Fiten kitabında daha detaylı bir şekilde, Abbas oğullarının kastedildiğini gösteren, hatta tarih olarak 125 yılını zikreden haliyle, çürük isnatlarla gelmiştir. Allah en doğrusunu bilendir.

15 Mayıs 2014 Perşembe

Erkeklerle Kadınların Medreselerde/Okullarda İhtilatı Hakkında Fetvalar

Erkeklerle Kadınların Medreselerde/Okullarda İhtilatı Hakkında Fetvalar
Tercüme: Ebu Muaz
 

Selef'in Menhecinde Yürümek İsteyen Muasırlara Çağrı, Uyarı ve Nasihat

Son günlerde hadis ehlinden ve ilim ehlinden olmayan, bununla beraber kendilerini selefiliğe nispet eden bazı kimseler; “tekfir”, “cehaletin mazeret olup olmaması”, “hüccetin ikamesi” gibi mevzulara dalmışlar, şu an Suud’da bulunan tevhid ve sünnet ilimlerinde yetersiz olan ve adlarına “şeyh” denilen kimselerin zelle kabilinden sözlerini din edinmeye davet eder olmuşlardır. Bunun neticesinde kendilerini İslam’a nispet eden kimseler, yetkisiz kimseler tarafından tekfir edilmiş, hatta bu kimselerin tekfir edilmeleri dinin rükünlerinden sayılır hale gelmiştir. Bu Müslümanlar, sanki bir hristiyanı, bir yahudiyi tekfir eder gibi, “Müslümanım” diyen insanları tekfir etmektedirler. Allah bu ümmeti, aralarına kılıç girmesinden muhafaza etsin.
Bu ümmet Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “Birbirinizin boyunlarını vuran kâfirlere (nankörlere) dönmeyin, Allah’ın kardeş kulları olun” vasiyetini terk etmiş, maalesef “cihad meydanı” adını verdikleri her bölgede kendilerini İslam’a nispet eden iki – ya da daha fazla – taraf birbiriyle savaşır olmuştur. Yetmiş üç fırka içinde sadece Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kendilerinden olmayan fırkaları tekfir etmez. Diğer fırkalar ise kendileri gibi inanmayanları tekfir etmişlerdir. Cehmîler ve Rafıziler’in yetmiş üç fırkanın dışında olduklarını hatırlattıktan sonra, şu önemli noktayı da vurgulamakta fayda var:
Ehl-i Sünnet, diğer yetmiş iki fırkaya bid’atlerinden dolayı buğz ve teberri etse de, hatta onlara selamı kesse de tekfir etmez, yanlış yapan kardeş yahut münafık muamelesi yaparlar. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisi ve ashabı gibi itikad etmediği halde kendisini İslam’a nispet eden münafıklara dünya hükümleri bakımından Müslümanlarla aynı muameleyi yapıyor, onlar üzerinde güç sahibi olduğunda onları İslam’ın zahirdeki emirlerine ve yasaklarına riayet etmeye zorluyor, fakat hakikatte arkadaşları olmadığı halde: “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor dedirtmem” diyerek münafıkların öldürülmesini yasaklıyordu.
* "Her Müslüman dininde müçtehit olmak zorundadır" deyişimizdeki müçtehit: ferdî kulluğunda nasıl abdest alacağını, nasıl namaz kılacağını, nasıl dua edeceğini, nasıl oruç tutacağını, zekatı, haccı ve buna benzer yükümlülüklerini bizzat, bağımsız anlayışıyla Kur’an ve sünnet naslarından araştırmak zorundadır. Zira Allah’a ve rasulüne itaat emri, bütün iman edenleri kapsamaktadır. Bu konuda Müslümanın birçok hatalara düşmesi, kendi ulaştığı ilimle başkalarına fetva vermeye kalkmadığı sürece mesele değildir. Hata ettiğine dair delil kendisine ulaştığında bundan dönmek zorunda olduğunu bilmelidir. Bizzat Kur’an ve sünnete muhatap olan kişi anlayamadığı, oturtamadığı, delillerin kendisine karışık geldiği konuları daha iyi bilen ilim ehline sorar.
Soracağı ilim ehlini seçerken de içtihat etmek zorundadır: bu ilim ehli; işinin ehli olmalı, fasık (büyük günahları açıktan işleyen veya küçük günahları açıktan işlemekte ısrar eden) biri olmamalı, aşırılık ve taassub sahibi ve hislerine yenik düşen biri olmamalıdır. Eğer bu şartlara haiz ise, ona Allah’ın ve rasulünün meseledeki hükmünü istediğini beyan etmelidir. Böyle bir müftî’nin Allah’ın dinindeki hükme şahitliğini kabul ederse bu yeterlidir. Bu taklid değil, alimin deliline ittibâdır. Eğer ilmî kabiliyeti varsa bu alimin verdiği delilleri de tetkik eder ki, bu daha faziletlidir.
Şayet fetvasına başvurduğu kimse ilminde ve dindarlığında güvenilir değilse, hevasına ve hislerine yenik düşen, taassup ve aşırılık sahibi biriyse, onun verdiği fetvanın delilini de araştırmak zorundadır. Bunu yapmazsa yine taklidden kurtulmuş olmaz. İbn Abdilberr’in Camiu’l-Beyan, Hatibu’l-Bağdadi’nin el-Fakih ve’l-Mutefekkih gibi eserleri ile bu mevzuda yazılmış diğer kaynak eserlerde geçen rivayetlerde yapılan yönlendirmelerin özeti dediğim şekildedir.
Bu anlattıklarım her mükellef Müslümanın şahsî kulluğu hakkında idi. Bir de Müslümanların genelini ilgilendiren konular vardır ki, cihad, tekfir, tebdî’, tefsîk, had cezaları, bid’at, imamet, davet, maslahat, mefsedet, cehalet gibi meselelerde fetva vermek; içtihat ehli olan, arap dili ve üslubuna vâkıf, tefsir ve hadis ilimleri ile usul bilgisine sahip, nasih-mensuh, umum-tahsis, mutlak-mukayyed, icma edilen hususlar ve ihtilaf edilen hususları bilen, dinde şahitliğine itimad edilen âlimlerin hakkıdır. Böyle olmayan kimselerin bu mevzularda – yetkili âlimlerden hakkıyla nakletmek haricinde - şahsî re’yleriyle konuşmaları, görüş bildirmeleri; bir edepsizlik ve “kendisini ilgilendiren şeyleri terk edip, kendisini ilgilendirmeyen konulara dalmak”tır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Onlara güven yahut korku verici bir haber geldiği zaman, onu hemen yaymışlardır. Hâlbuki o haberi Peygambere ve mü'minlerden olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan (kendi ihtisasları dâhilinde) hüküm çıkaranlar, onu  bilirler (ve daha iyi değerlendirirler)di. Allah'ın, sizin üzerinizdeki fazlu inayeti ve merhameti olmasaydı, çok azınız müstesna (hepiniz de) şeytana uyardınız.” (Nisa 83) Bu ayette açıkça belirtildiği gibi, ehli olmayan kimselerin umumi meselelerde hüküm istinbat etmeye kalkışması, kitap ve sünnete uymak gibi görünse dahi, hakikatte şeytana uymaktır.
Mesela son günlerde güvenilir ilim ehlinden olmayan hevâ ehli, selefine ve mütemekkin ilim ehline muhalefet etmiş, Rum suresi ilk ayetlerinden fasit bir kıyas ile istidlal yaparak, kitapsız kafirlere karşı kitap ehlinin durumunu, demokrasi ve komünizm dahil türlü kitapsız küfre kapı açmış münafık bir güruh olan Chp’li ve benzerlerine karşı bid’at ve şirk akideler taşıyan, sünnet inkarcılarıyla ortaklaşa hareket eden ve kitapsız bir küfür olan demokrasiyi savunan Akp’li güruha kıyaslamış, yine naslar tam aksine delalet ettiği halde, kalbin fiili ile azaların fiili arasında bâtıl bir kıyas bağı kurmuş, sonra hevaları onları oy kullanmanın vacip olduğu itikadına sürüklemiş, şeytan daha da ileri giderek bu kimselere: “Akp’ye oy kullanmayanın imanından şüphe ederim” dedirtmiş, uydurdukları bu din için dostluk ve düşmanlık eder olmuşlar, kendileri gibi düşünmeyenleri de haricilikle itham etme boyutuna gelmişlerdir.
Aba altından sopa gösteren din düşmanlarının oyununa gelen müslümanların, kendi ağızlarıyla demokrasiyi savunmaları ve övmeleri trajikomik bir hadisedir, lakin ibret alan ne kadar da azdır!...
Müslümanların genelini ilgilendiren meselelerde ilim ehlinin hüküm vermesi, sahabenin menhecidir. Nitekim Ömer b. El-Hattab radıyallahu anh: “Kur’an’ın müteşabihleri hususunda sizinle tartışanların yakalarından tutun ve onların Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini bilenlere götürün. Zira Allah’ın kitabını en iyi bilenler, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini en iyi bilenlerdir” demiştir. Ömer radıyallahu anh burada herkesin sünnetlerle istidlal etmesini değil, sünneti iyi bilen ilim ehline müracaat edilmesini emretmiştir.
Ebu Musa el-Eşarî radıyallahu anh, mescidde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve ashabının yapmadığı şekilde; Allah’ı taşlarla zikreden bir topluluk görünce yadırgamış, hayır ile şerrin bir araya geldiği bu duruma bizzat karşı çıkmadan önce, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ilmine başvurulmasını tavsiye ettiği İbn Mes’ud radıyallahu anh’a müracaat etmiştir. Kıssa uzun ve malumdur. Delil getirdiğim kısım, Ebu Musa radıyallahu anh’ın ferdi bir müdahale yapmadan önce ilim sahiplerinden olan İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın muvafakatini araştırmasıdır. Nitekim İbn Mes’ud radıyallahu anh de bu topluluğa karşı çıkarken, onlara ashabın menhecini delil getirmiş, sahabenin uygulamadığı bir ibadet şekli, hayır gibi görünse dahi bunun sapıklık olduğunu açıklamıştır.
Yine birçok sahabenin nasihatlerinde, kitap ve sünneti rehber edinmeyi, bunlarda anlaşılmayan bir şeyle karşılaşılırsa meselenin daha iyi bilen ilim ehline havale edilmesini tavsiye ettikleri sabit olmuştur.
Lakin zaman değişmiş, muasırlar sahabenin bu tavsiyelerine uymamışlar, ilk iş olarak âlimlere müracaat etmişler, dinlerini âlimlerin fetvalarından aldıktan sonra Kur’an ve sünnete ya müracaat etmez olmuşlar yahut da Kur’an ve sünnet naslarını bu âlimlerin yönlendirmelerinden edindikleri taassup gözlükleri ile okumuşlardır.
Söz konusu âlimlerin güvenilir, takva sahibi, işinin ehli âlimler olmaları, onların taklid edilmelerini ve onların fetvalarını din edinmeyi gerektirmez. Zira sahabeler kitap ve sünnet naslarıyla tezkiye edilmiş olmalarına rağmen, onlar kendilerinin görüşlerinin din edinilmesini reddetmişler ve şiddetle karşı çıkmışlardır.
Mesele tekfir ve bu konuda cehaletin mazeretliği gibi bir konu olunca, son zamanlardaki Müslümanlar bu meselelerde İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Muhammed b. Abdilvehhab ve daha başka imamlardan muhtelif, bazen birbirine çelişik gibi de görünen fetvalar naklederek bu meseleyi karara bağlamaya çalışıyorlar.
Bu kardeşlerden ilimle iştigal edenlere çağrı ve uyarı yapıyorum! Gelin, Allah’a ve ahiret gününe imanın gereğini yapalım: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve âhiret gününe inandığınız takdirde, onu, Allah'a ve Peygambere arz edin. Bu, netice itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa 59)
Âlimlerin sözlerinde birbiriyle ihtilaf eden birçok şey getirebiliriz, sizler de getirebilirsiniz. Lakin ihtilafı gidermenin yolu âlimler arasında ve bunların fetvaları arasında tercihler yapıp, mezhebimize uyanı seçmek değildir. Allah Azze ve Celle, çözümü sunmuştur.
* Din; Allah’ın kitabı ve rasulünün sünnetidir. Kitap ve sünnet üzerindeki farklı anlayışların hakemi ise, bu iki vahyin ilk muhatapları olan sahabelerdir. Ancak onlardan sonra onlara güzellikle uyan tabiin ve müçtehid imamlardır. Sonrakiler sahabelere uymazsa nasıl muteber olabilir?
* Meseleleri Kur’an ve sünnete döndürdüğümüzde cahil mazur görülür mü görülmez mi? Görülmez diyen âlimlerin Kur’an ve sünnetten delilleri nedir? Hangi cehalet, kime mazeret, kime değildir, bu meselenin ayrıntılarını da, asıllarını da sadece ve sadece Kur’an ve sünnet naslarından, sahabenin menhecinden ispatlamaya gayret edelim. Sonrakilerin sözlerinden isabet veya hata edeni ancak bundan sonra belirleyebiliriz.
* Kur’an ve sünnet naslarında ve sahabenin menhecinde, cehalet ve hüccet ikamesi mevzuunda; akidevî mesele – amelî mesele yahut tevhidin aslı gibi ayrımları görebiliyor muyuz?
* Kur’an ve sünnet naslarında haklarında nifak ithamı yapılan kimseleri tekfir ve irtidat ile itham etmenin bir dayanağı var mıdır? Yoksa uzun yıllardan beri maalesef ilim ehli olan kimselerin dahi dinin ıstılahları hakkındaki bu hatalarını sürdürecek miyiz? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Firavun şöyle demişti: "Geçmiş nesillerin durumu ne olacak?" (Taha 51) Firavun’un dile getirdiği şüpheye takılı kalmaya devam mı edeceksiniz?
Bu meseleyle ilgili belirtmek istediğim son husus, Muhammed b. Abdilvehhab’ın tekfir konusunda söylediği bazı sözleri aktarmak olacaktır. Bizler hadis ehli olarak Vahhabilik ismini, yani Muhammed b. Abdilvehhab’ı taklid etmeyi, onun adına dostluk ve düşmanlık etmeyi asla caiz görmeyiz. Zira bu dinde fırkalaşmaktır. Lakin Muhammed b. Abdilvehhab’ın kitap, sünnet ve sahabe menhecine uygun olan söz ve amellerini onaylamakla, uygun olmadığını gördüğümüz sözlerini ise reddetmekle mükellefiz. Tıpkı diğer imamlar hakkında olduğu gibi, onun da masum olduğuna itikad etmeyiz, lakin her ilim sahibinin ilminden istifade ederiz. Dinimiz ancak Allah ve rasulü adına dostluk ve düşmanlık etmeyi bize yükler.  

13 Mayıs 2014 Salı

Şeyh el-Elbânî Rahimehullah’ın Pantolon Hakkındaki Fetvaları

Şeyh Salih el-Bekrî Hafizehullah’ın Tenbihu’r-Rical adlı risalesinden naklederek tercüme eden: Ebu Muaz
Şeyh el-Elbani rahimehullah’a: “Pantolon giymenin hükmü nedir?” diye soruldu.
Şöyle cevap verdi: “Pantolon Müslümanların bu zamanda uğradıkları musibetlerdendir. Bunun sebebi kafirlerin Müslümanların ülkelerine savaş açmaları ve âdetleriyle gelerek Müslümanların da onları taklid etmeleridir. Bazı Müslümanlar bunu benimsemişlerdir. Bu konu uzundur. Lakin kısaca şöyle diyebilirim:
Pantolon giymekte iki afet vardır:
Birincisi: Avreti belli etmektedir. Özellikle geniş ve örtücü olan uzun elbise giymeden pantolonla namaz kılanın kalçaları gibi avret yerleri hatta secde ederken kalçalarının arası belli olur. Maalesef bu özellikle cemaatle namazda şahit olunan bir durumdur. Kişi önünde pantolonlu birinin kalçaları ve uyluklarını görür. Hatta bundan daha kötüsü de olur. Bu pantolondaki birinci afettir ki avreti belli etmesidir. Kadınlar bir yana, erkeğin dahi avretini belli eden elbise giymesi caiz değildir. Bu konuyu Hicabu’l-Mer’eti’l-Muslime kitabımda açıklamış bulunuyorum.
İkinci afet: pantolonun kafirlerin elbisesi olmasıdır. Asırlar boyunca hiçbir zaman pantolon Müslümanların kıyafeti olmamıştır. Nitekim Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “Kıyametten önce sadece hiçbir ortağı olmayan Allah’a kulluk edilmesi üzere kılıçla gönderildim. Rızkım mızrağımın gölgesinde kılındı. Zillet ve küçüklük emrime muhalefet edenleredir. Kim bir kavme benzerse onlardandır” buyurduğu sabit olmuştur. Muslim’in Sahih’inde şöyle gelmiştir: Bir adam Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve selam verdi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem ona: “Bu elbise kafirlerin elbisesidir. Onu giyme” buyurdu.” Bu yüzden pantolon giymekle müptela olan her Müslümanın, bunun üzerine; Pakistan’lı veya Hindistan’lı kardeşlerimizin giydikleri gibi uzun bir ceket veya diz kapaklarına kadar inen uzun gömlek giymeleri gerekir. Hakikatte bu, pantolonun Müslümanın avretini belli etmesini gizler.”
Yine şöyle demiştir: “Mescide girdiğimde namaz kılan, bazısı Kitap ve sünnet davetini benimsemiş olan gençleri görmem beni çok üzmektedir. Önümde namaz kılanlara hayret ettim! Müslüman mı namaz kılıyor yoksa bir münafık mı namaz kılıyor diye şaşırıyorum! Neden mi? Çünkü adına pantolon denilen kafir elbisesini giymiş! Uylukları ve kalça kasları bellidir! Bazen secde ettiğinde iki uyluğu arasındaki, arkasındakilere belli olmaktadır. Bu islamî bir elbise midir ey cemaat! Allah Azze ve Celle için hayır, kesinlikle değil! Lakin bu takliddir. Burada taklitten çok çok şikayet ederiz. Meğer daha da kötü bir taklide müptela olmuşuz! Zira nasıl olabilir? Bizler Müslümanları ve din imamlarını taklid etsek, İslam bizden dini doğrudan Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den almamızı ister! Halimize bakın ki bugün kafirlerin imamlarını taklid eder olmuşuz da erkek-kadın-genç fark etmeksizin giyimde bu kanunu koyuyoruz! Herhangi bir araştırma, sorgulama veya tetkik olmaksızın geleni kabul eder olmuşuz!
Şöyle demek hakkımdır: Ben Müslüman ümmetin – genelleme yapmak istemiyorum, ancak onlardan bir kısmını kastediyorum – içinde bulundukları bu konumda oldukları müddetçe İslam’ın izzetini tekrar döndürebileceklerine inanmıyorum.”
Elbani rahimehullah’a şöyle soruldu: “Üzerinde cübbe ve sarık bulunmaksızın şalvar giymek kafirlere benzemek sayılır mı?
Cevap: Soruyu soran bol şalvarları mı kastediyor yoksa bugün pantolon dedikleri şeyi mi kastediyor bilmiyorum. Şalvarın ismi pantolona değiştirilmiştir! Eğer soru sahibi bizim şalvardan anladığımız şeyi kastediyorsa o bol ve geniş bir elbisedir ve bunu bazı Müslümanlar giymeye devam etmişlerdir. Eğer bunu kastediyorsa bu kafirlere benzemek sayılmaz.
Ama üzerinde defalarca tekrar ederek durduğumuz pantolona gelince, o Müslümanların elbisesinden değildir. Zira avreti belli edecek darlıktadır. Ne kadar bollaştırılsa da dardır. Bu isabetli olanın aksidir. Bugünün hayat düzeni maalesef böyledir. Pantolon giymek kafirlere benzemektir, şalvar giymek ise böyle değildir.”
Yine bir kaset kaydında Şeyh el-Elbani şöyle demiştir: “Pantolonda iki musibet vardır:
Birinci musibet: Pantolon giymek kafirlere benzemektir. Müslümanlar geniş ve bol şalvarlar giymeye devam etmişlerdir. Suriye ve Lübnan’da bazı Müslümanlar hala giymeye devam etmektedirler.
Müslümanlar, sömürgeciler yerleşip de kötü etkilerini bırakıncaya kadar pantolon nedir bilmezlerdi. Müslümanlar aptallık ve cahilliklerinden dolayı onlardan görerek benimsediler.
İkinci musibet: Pantolon avreti belli etmektedir. Erkeğin avreti diz ile göbek arasıdır. Namaz kılan pantolon ile oturduğunda Allah’a isyandan olabildiğince uzak olmalıdır. O secde eder, kalçası ise meydandadır! Hatta iki uyluğu arasındaki belli olur!
Bu namaz kılan insan alemlerin rabbinin huzurunda nasıl bu halde durabilir!
Gariptir ki birçok Müslüman gençler elbiselerinin darlığından dolayı vücut hatlarını belli eden kadınlara karşı çıkıyorlar fakat kendilerini unutuyorlar! Zira karşı çıktıkları şeye kendileri düşmektedirler! Bir kadının vücut hatlarını belli eden dar elbise giymesiyle pantolon giyen bir genç arasında fark yoktur! Onun da kalçası belli olur. Erkeğin kalçası da, kadının kalçası da avrettir. Her ikisi de aynıdır. Gençlerin bu musibete karşı uyanmaları gerekir! Bu musibet Allah’ın diledikleri dışında çok yaygınlaşmıştır, onlar da ne kadar azdır!”

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)