Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

31 Aralık 2010 Cuma

Miladi Takvim Kullanmak

Miladi takvimi kullanmak, kâfirlere dostluk beslemek sayılır mı?

Hamd, yalnızca Allah'adır.
Hayır. Miladi takvimi kullanmak, kâfirlere dostluk beslemek sayılmaz, fakat onlara benzemeye çalışmak sayılır.
Sahâbe -Allah onlardan râzı olsun-, kendi dönemlerinde miladi takvim olmasına rağmen onu kullanmamışlar, aksine miladi takvimi kullanmayı bırakıp hicri takvime yönelmişlerdir. Bu ise müslümanların, kâfirlerin âdetlerinden, gelenek ve göreneklerinden olan şeylerden tamamen ayrı olmaları gerektiğine ve miladi takvimin onların dînlerinin bir sembolü olduğuna bir delildir. Çünkü miladi takvim, Mesih'in (İsa -aleyhisselâm-'ın) doğumunu yüceltmeyi ve bu doğum yıldönümünü yılbaşında kutlamayı sembolize eder. Bu ise, bir bid'attır ve bu bid'atı çıkaranlar da hıristiyanlardır.
Bu sebeple biz, onların bu gelenek ve göreneklerine katılamayız, onları bu gibi şeylere teşvik de edemeyiz.
Eğer biz onların tarihini kullanırsak, bunun anlamı; onlara benzemeye çalışıyoruz demektir.
Allah'a hamd olsun, muhâcir ve ensârın hazır bulunduğu bir zamanda mü'minlerin emiri, râşid halife Ömer b. Hattab'ın -Allah ondan râzı olsun- bizim için koyduğu hicri takvim vardır. Bu takvim bizim için yeterlidir.
Değerli âlim Salih el-Fevzân; "el-Muntekâ", c: 1, s: 257.

Demokrasi Partilerinin Mensupları Ehli Sünnetten Olamazlar

إدخال الحزبيين وأصحاب الديمقراطية في أهل السنة(1)


السؤال: هل الحزبيون وأصحاب الديمقراطية داخلون في أهل السنة؟

الإجابة:

من كان منهم على ذلك عن عقيدة ليس من أهل السنة؛ لأن هذه الأفكار تتعارض مع أهل السنة ومع منهجهم المأخوذ من كتاب الله وسنة رسوله صلى الله عليه وآله وسلم على طريقة السلف الصالح رضوان الله عليهم، والله عز وجل يقول: ﴿فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلالُ﴾; [يونس:32].


(1) المدارس الثلاث-3، دماج - دار الحديث، ولم يذكر تاريخ الفتوى في الشريط.

Şeyh Yahya el-Hacuri Hafazahullah'a soruldu:
Particiler ve Demokrasi görüşünün sahipleri ehl-i sünnet'ten midirler?
Cevap:  Onlardan olanlar akidede Ehl-i Sünnet'ten değildirler. zira bu fikirler Ehli Sünnet ile çelişir. Ehl-i sünnetin menheci Allah'ın Kitabından, Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetinden ve salih selefin (Allah hepsinden razı olsun) yolundan alınmıştır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: "Haktan sonra sapıklıktan başka ne var ki?" (Yunus 34) 
http://www.sh-yahia.net/show_books_40.html

21 Aralık 2010 Salı

Yemeğe Başlarken Nasıl Besmele Çekmeliyiz?

Semura b. Cundub radıyallahu anh’den: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Size bir hadis söylediğim zaman ona ekleme yapmayın! Sözlerin en güzeli şu dört sözdür ki, bunlar Kur’an’dandır. Hangisiyle başlasan fark etmez: “Subhanallah, elhamdülillah, la ilahe illallah ve Allahu ekber..”


Sahihtir. Bkz.: es-Sahiha (346)

Şeyh Elbani Rahimehullah şöyle demiştir:
Hadiste açık edepler ve derin faydalar vardır. Bunların en önemlisi Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisine ekleme yapmaktan yasaklanmasıdır. Hadisin anlamına uygun da olsa rivayet ve naklinde ekleme yapmak yasaklanmıştır. Şüphesiz bu, ecri artırmak amacıyla ibadet içeren bir ekleme yapılması halinde yasaklığın daha öncelikli olduğuna delalet eder. Bu eklemelerin en açığı Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olan zikirlere yapılan eklemelerdir. Mesela yemeğe başlarken besmeleye: “er-Rahmani’r-rahim” ziyadesini eklemeleri buna örnektir. Müslümanın bunu yapması caiz değildir. Zira Nebi sallallahu aleyhi ve sellem: “Bismillah de” buyurmuştur. (es-Sahiha 344) buna ekleme yaparak yemeğe başlarken “Bismillahirrahmanirrahim” demek caiz değildir. Çünkü bu nassa fiil eklemek olur. Bunun yasaklanması daha önceliklidir. Çünkü Nebi sallallahu aleyhi ve sellem fiili öğretirken: “Bismillah de” buyurmuştur. Fiilin vesilesi olan bu öğretimde ekleme yapmak caiz olmadığına göre, asıl amaç olan fiilde ekleme yapmanın yasak olması daha önceliklidir. Görmüyor musun İbn Ömer radıyallahu anhuma, hapşırdıktan sonra Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e salat okumayı ekleyen adama, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in öğrettiği fiile aykırı olması gerekçesiyle karşı çıkmış ve şöyle demiştir: “Ben de Allah’a hamd olsun, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e selam olsun diyorum, lakin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bize böyle öğretmedi. Bizden biri hapşırdığı zaman: “Her durumda Allah’a hamd olsun” dememizi öğretti.” Demiştir. Bunu Hakim (4/265-266) rivayet etmiş ve “İsnadı sahihtir” demiştir. Zehebi de onu onaylar. Dedikleri gibi sahih veya sahihe yakındır. Bkz.: el-Mişkat (4744), el-İrva (3/345)

Geçen açıklamaları iyi anladıysan, bu hadis din ve ibadete ekleme yapmayı reddeden birçok delillerden biridir. Bunu düşün ve aklında tut. Zira – inşallah - muhalifleri ikna etme konusunda Allah seni bununla faydalandıracaktır. Allah bizi de sizi de dosdoğru yoluna hidayet etsin.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Tekfir Meseleleleriyle İlgili Sorular

Sorular:
Esselamu aleykum;

Hocam bayramınız mubarek olsun.
1- Allah'ın hükmüyle hükmetmeyenleri tekfir etmek bizim görevimiz mi?
2-Tekfir etmediğimiz takdirde -fakat kalben buğz ederek ircaya düşmeden tevakkuf yaparak- hata işlemiş mi oluruz?
3- Biz kabirde sorulacak rabbin kim? nebin kim? dinin ne? sorularının haricinde Allah bizi şu kişiyi neden tekfir etmedin diyeceğine dair bir delil var mı?
4- Maide 44'ü Seyyid Kutub'un anladığı gibi anlamak durumunda mıyız? Selef menhecinde başka türlü anlayanlar var mı?
5-Mecliste olanları, okula devam edenleri - öğretmen ve öğrencileri-, devlet kurumlarında memur olarak çalışanları tekfir mi edeceğiz? Bid'a mı işliyorlar?
6-Mecliste deyip sonra karşıdaki muhatabın mecliste bulunan şu kişiyi tekfir ediyor musun? sualine evet diyen biri muayyen tekfirde bulunmuş olmuyor mu?
7-"Cehalet özürdür" kaziyesini Ahmed Ferid'in Bidatçı Tekfirçilere Reddiye kitabında sanki daha farklı anladım. Bu bağlamda sorum şu: Diyelim ki bir adama anlattık. O da inkar etmedi sadece ayete bizim verdiğimiz manada anlam vermediğini -yine diyelim ki tefsir kitaplarından - örneklendirerek anlattı. Bu adam özür sahibi midir? Yoksa bizim gibi düşünmüyor diye tekfir mi edelim?
8- Hocam Türkiye'de insanların nasıl bir din algısıyla yetiştiğini hepimiz biliyoruz. Yanlışı düzeltmek sıfırdan bilgi vermekten daha zor malumunuz. O halde bu insanların anlatıldığı anda hemen kabul edip dönmelerini beklemek doğru mu?
9- Oy kullanmadığı ve oy kullanmanın reddedilmesi gerektiğini söylemesine rağmen oy verenleri tekfir etmemek çelişki değil mi? Meclisi tekfir ediyor- zaruratı bilmek zorunda diyor- fakat oy kullananlar içinde de aynı durumda olanlar var, dendiğinde susuyor. Bu bir çelişki değil mi?
10-Muhammed el-Makdisi'nin Otuz Risalesi tekfirden sakındırıyor mu? Tekfiri özendiriyor mu?Ben karar veremedim.
11- Hucurat 2-7-9-10. ayetleri tekfir için delil midir?
12- Cuma namazlarını devlet camiilerinde namaz kılmak tağuta hizmet midir? Ölünün cenaze namazının camii imamlarına kıldırılması hakeza?
13- Ben şahsi olarak eskiden İbn Arabi, Hallac gibi kişileri tekfir ediyordum, bundan döndüm. Sadece tevakkuf ediyorum. Bu insanlar kendilerini kafir saymıyorlar. Fakat adı müslüman olmayan kafir olan insanlara da tevillerle başka adlar takmıyorum.
14- Hırıstiyan ve Yahudilerden kimse için cennete girer demiyorum ancak böyle demeye getirenlere - açıkça diyeni dinlemedim- sadece buğz ediyorum, tekfir etmiyorum.
Hocam açıkça ve ilmi gizlemeden açıklayacağınızı umuyorum.
Esselamu aleykum.
Cevap:
aleykum selam ve rahmetullah ve berakatuh.
amin, sizin de bayramınız mubarek olsun Allah bizden ve sizden salih amelleri kabul eylesin.
öncelikle bir endişeyi izale etmem gerek. ne internet ortamında ne de bunun dışında inandığımın haricinde bir şey söylemiyorum. ancak bazen yüzyüze anlaşılabilmesi mümkün iken yazı dilinin maksadı ifade edememesi/yanlış anlaşılmaya müsait olması ve bunun teyidinin internet ortamında mümkün olamaması sebebiyle yazılmayan şeyler olabilir.

1- Allah'ın hükmüyle hükmetmemek kafirlere ait bir ameldir. bir müslümanda bu fiil sadır olursa onun küçük küfür yani büyük günah işlemiş biri olduğunu anlarız. sahabe ve tabiinden yani ümmetin selefinden gelen rivayetler bu şekilde olduğu gibi, Bera radıyallahu anh'ten gelen rivayette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de bunu açık ifade etmiştir. bu fiilden dolayı tekfir edenler ise sahabe asrından itibaren ancak hariciler olmuşlardır. hicri 3. asır imamlarından Ebu Ubeyd'in İman adlı kitabına bakarsanız bu meselede selefin menhecinin bu meselede açık olduğunu görebilirsiniz.

2- Kendisini islamdan başka bir dine nispet eden, islamdan teberri eden kimseleri tekfir etmek şarttır. hristiyanım diyen, yahudiyim diyen, komunistim, ateistim diyenler ve benzerlerinde durum açıktır. laik'im, demokratım diyenlere gelince, bunların tekfir edilmelerinden önce mutlaka bunun islam ile birlikte olamayacağını, iki dinden birini seçmek zorunda olduklarını açıklamak, ondan sonra tercihlerinin hangisinin olduğunu anlamak gerekir. zira pek çok kimse laiklik ve demokrasinin kişiyi islamdan çıkaran birer din olduğunu bilmemekte, hatta "laik müslümanım", demokrat müslümanım" gibi sözler de edebilmektedirler. tekfir için bu cehalet engelinin ortadan kaldırılması gerekir. bu ortadan kalkıp da islamdan başka tercihte bulunanları tekfir etmemek ise elbette kişinin itikadını tehlikeye sokar.

3- Bizlere vacip olan, şahıslardan ziyade, küfrü küfür olarak bilip ondan sakınmak, iman ve tevhidi bilip gereklerini yerine getirmektir. Bir kimse - günümüzde sulandırılmış kapalı meselelerde olduğu gibi değil! - dinde bilinmesi zaruri olan apaçık küfür bir fiili işlediğinde, kendisini islamdan başka bir dine nispet ettiğinde, bile bile bir ayet inkar ettiğinde, peygamberlik iddia ettiğinde vb. bu gibi durumlarda tekfir edilmezse, bu şüphesiz kulun kabrinde karşısına çıkar. çünkü rabbin kim, peygamberin kim, dinin nedir gibi kabirde sorulacağı bildirilen esasların kapsamındadır. ancak durumu kapalı olan, alimlerin dahi tekfirinde ihtilaf ettikleri kimseleri tekfir etmekten de, elde apaçık bir delil olmadıkça uzak durmak en selametlisidir. böyle bir tekfir yapılırsa yine bu da kabrinde karşısına çıkar. zira bir kimse Allah indinde kafir olmadığı halde ona kafir diyen kimse, hükmü kendi aleyhine döndürmüş olur. Ebu Zer ve İbn Ömer radıyallahu anhum hadislerinde olduğu gibi.

4- Maide 44'ü de tıpkı diğer ayetlerde olduğu gibi Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in açıkladığı, sahabelerin ittifak ettiği şekilde anlamak mecburiyetimiz vardır. Seyyid Kutup gibi selefin menhecinden ayrılıp hatalı anlayanlar için de bağışlanma dileriz.

5- Aslı itibariyle müslüman kabul edilen kimselerde küfür ve şirk amellerinin bulunuyor olması onları bir kalemde tekfir etmemizi gerektirmez. verdiğiniz örnek sınıfların her birinde ayrı durumlar sözkonusu;

a- meclistekiler: bunların herbirini kuşatan küfür/şirk fiili Allah'tan başkası adına yemin etmeleridir. doğrusu bu büyük şirktir. lakin ehli sünnet alimlerinden bir çok kimse Allah'tan başkası adına yeminin küçük şirk olduğunu söylemiş, türkiyede yayınlanan tevhide dair kitapların hemen hemen hepsinde de bu küçük şirk olarak takdim edilmiştir. diğer taraftan bu kimselere kalbinin kastı olmaksızın takiyye icabı yapılan böylesi yeminlerin kendilerine bir zararı olmayacağını telkin eden din adamı kabul ettikleri kimseler vardır. yeminin eden tarafından benimsenen niyete göre değil, yemin ettirenin niyetine göre olması hakkındaki hadis ya çok yaygın değildir, bilinmemektedir, ya da bu hadisin bu gibi meseleleri ilgilendirdiği hakkındaki şuur yerleşmemiştir. yani mesele hüccet ikamesini gerektirmektedir. yine memurların yaptıkları yeminlerde de aynı durum geçerlidir. Meclistekilerin memurlardan ayrı olarak kanun çıkarmada rol alma gibi durumları vardır. Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemenin durumuna yukarıda işaret etmiştim. dolayısıyla bir kimsenin kalbindeki itikadı; islamın ahkamına "çöl kanunları" demesi, "gericilik" gibi sözlerle açık bir küfür ortaya koymadan, sadece ilahi hükmü terk etmeleri, başka kanunlar koymaları sebebiyle tekfir edilemezler. ancak küçük küfür işlemektedirler. Bunların teşri'de bulundukları gerekçesiyle tekfir edilmesi gerektiğini söyleyenler olmuştur. ancak böyle fetva veren alimlere dikkat edilirse, onların haklarında fetva verdikleri kimseler teşri sıfatının yerine geldiği kimselerdir. yani teşri; dinden bir hüküm çıkarmak veya eklemeyi yahut değiştirmeyi ifade eder. sözü geçen ilim ehlinin teşriden bahsettikleri ülkelerde verilen hükümler dini bir mahiyet arz etmektedir. ama türkiyede halihazırda meclisten çıkan kararlar dine bir ekleme, çıkarma, değiştirme ifade etmemektedir. her ne kadar bu ülkedeki kafirler bunu islamın alternatifi olarak yerleştirmek isteseler de müslümanlar için böyle bir durum sözkonusu değildir. bu açıklamalar, bu sistemin böyle devam edebileceği, bunda sakınca olmadığı anlamına gelmemelidir. şüphesiz bunun böyle devam etmesini isteyenler ancak kafirlerdir.

b- Okula gidenler/gönderenler ve öğretmenler: İstiklal marşında ve diğer bazı sebeplerle saygı duruşunda bulunmak, and törenleri, putun karşısında selamlama gibi şirk eylemlerine muhataptırlar. ancak içlerinde tevhid ehli bir çok kimsenin de bulunduğu büyük bir kitle bu sayılanların şirk olduğunu bilmemektedir. bilmek ile kastım deliliyle bilmektir. yoksa mücerret kanaat ortaya koymak değildir. zira kanaatler tarışılabilir ancak açık ve kuvvetli delil tartışılamaz. ona ancak teslim olunur. burada mesele sağlam bir hüccet ikamesine muhtaçtır. hüccet ikamesinden sonra ortaya tekfire mani başka bir durum daha ortaya çıkmaktadır ki o da ikrah halidir. elbette ikrah hali konusunda da bir sürü cehalet sergilenmektedir. ancak mesele sonuç bakımından tekfire mani bir hal arzetmektedir. devlet organları çocuklara el koymak, velileri hapse göndermek gibi tehditlerde bulunmaktadır ve bunu yapabilecek yetki ellerinde vardır, hatta yapmışlardır. ancak burada müslümanların bilinçli olması, onlar tarafından anayasada vaad edilen din ve vicdan hürriyeti maddesini kullanmaları gerekir. zira din ve vicdan hürriyeti islamın da öngördüğü bir husustur. öğretmenlere ve onların pozisyonunda bulunan diğer bütün memurlara gelince, bunların da şirk olan eylemlerden uzak durmaları zorunludur. ama önce neyin şirk olduğu sağlam bir hüccet ikamesiyle, açık delillerle ortaya konulmalıdır. Kişinin sadece kendisini ikna eden delille muhataplarını tekfir etmesi doğru bir hareket olarak görülemez. hülasa, tekfir edilecek kimse; küfrü ve şirki mahiyetiyle bilmesine rağmen onu işleyen kimsedir. buna karar verebilmek için de hüccet ikamesi şarttır. dolayısıyla bu kararı da hüccetin ne olduğunu bilen, muhatabın durumunu bilen bir kimse verebilecektir.

c- Genel olarak memurlar: bunları tekfir edenlerin gerekçesi galiba yemin meselesi. buna da yukarıda değindim. Memur olacak bir müslümanın bu şirkten de sakınması gerekir. memurların tekfir edilmesine ise bir yol yoktur. 1- yemin ettiğinde bunun büyük şirk olduğunu, hatta haram olduğunu dahi bilmiyor olabilir. 2- yemin etmeyi reddetmiş olabilir. Bazıları yemin etmeden memur olunmaz diye biliyorlar. bu doğru değildir. uygulamada bunun bir çok yolları vardır. din ve vicdan hürriyeti maddesi gereğince kendi itikadına göre yemin etmesi de mümkündür. 3- yemin etmemiş olabilir ve hükmen (asalet tasdiki için iki sene geçmesi üzerine) memurluğu onaylanmış olabilir.

6- Evet, muayyen tekfirde bulunmuş olur.

7- Verdiğiniz örnek, cehaletle mazur olan değil, tevil sebebiyle tekfir edilemeyecek kimseye örnektir.

8- Bu tespitiniz gayet yerinde. basit cehaletin değil, mürekkeb cehaletin giderilmesi için mücadele sözkonusuysa hakkın anlaşılması elbette daha fazla zamana muhtaçtır.

9- Oy kullanmayı ve meclisi reddetmenin ne mahiyette olduğu bilinmelidir. bugün oy kullanmak küfürdür diyenler Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hüküm koymaktadırlar. "Biz oy kullanmaya, şu ayetten dolayı küfür diyoruz, oy kullanmak şu ve şu anlama gelmektedir" gibi savunanlara "Lazımu'l-mezheb leyse bimezheb" kaidesini hatırlatırız. yani bir söz veya bir fiilin gerektirdiği muhtemel anlam, o söz veya fiilin kendisi değildir. "oy kullanmak küfürdür ama oy kullanan herkesi tekfir etmiyoruz" diyenler fiil ile faili ayırmak kaidesini dile getirmek istiyorlar. ancak aşağıdaki maddede dile getirdiğiniz gibi, bunu söyleyen arkadaşlar "biz ancak şunları tekfir ederiz" diyerek öyle tarifler yapıyorlar ki, bu tarifin dışında yine kimse kalmıyor, oy kullananların hepsi sonuçta yine aynı hükmün altına giriyorlar.

10- Tekfirden sakındırmaya dair otuz risale kitabını demek ki dikkatli okumuşsunuz. çünkü bu kitap, Kuran ve sünnette küfür olarak açıkça belirtilmeyen bazı fiilleri küfür olarak takdim ettikten sonra, "bu fiillerden dolayı tekfir edilmemelidir, çünkü şu durumlar vardır" diyor. bir önceki maddede belirttiğim gibi, tekfire mani olarak zikredilen halleri incelediğinizde de sonuçta bahsedilen ve icad edilen bu küfür fiillerinden dolayı yine herkesin ya da çoğunluğun tekfir edilmesi gerektiği sonucu anlaşılıyor. Allah Makdisi'yi affetsin, ıslah etsin. bu kitabın yazılması esnasında hislerin kendisine galebe çaldığını düşünüyorum.

11- Bahsettiğiniz ayetler tekfire nasıl, ne açıdan delil oluyor bilmiyorum

12- Cuma ve cenaze namazları hakkında bu yorumlar biraz zorlamayla elde edilmişe benziyor. Aynı düşünce tersine çevrilerek Allah’ın emri olan Cuma namazına engel olanlar taguttur ve cumaları terk eden tagutu desteklemiş olur denilirse bu daha isabetli olur.

13- İbn Arabi ve Hallac gibilerle biz muasır değiliz, küfürlerine bizzat şahit olmadık, lakin onunla muasır olan ilim ehli onların küfürlerine şahitlik ettikleri için onların şehadetlerine tabi oluyoruz. burada şahıslarının durumu değil, ortaya koyduklarının veya kendilerine nispet edilenlerin küfür ve şirk olduğunu bilmek önemlidir. yoksa onların küfürlerini ve şirklerini başka şekilde reddettiği halde, isimleri söylendiğinde onların müslüman olduğunu söyleyen/öyle bilen kimseler, onların küfür işlediğini bilmedikleri için bundan mesul olmayabilirler. çünkü mesul oldukları şey, şirki ve küfrü reddetmeleridir.

14- Yahudiler ve Hristiyanları Allah Teala tekfir etmiş ve yerlerini cehennem olarak belirlemiştir. muayyen bazı şahıslarında istisnalar sözkonusu olursa, buna da hükmedecek olan yine Allah Azze ve Celledir. bu konuda (yahudi ve hiristiyanların cennete girebileceğini iddia konusunda) samimi bir gayret ortaya koyup te'vil ile yanılan tekfir edilmez, hüccet ikame edilir. ancak günümüzdeki ilahıyatçıların çoğunun samimiyetsizlikleri ortadadır. yıllardır aksini savunanların dinler arası diyalog gündeme geldikten sonra rota değiştirmeleri, tevil ile mazur görülmelerini engellemektedir. Allah en iyi bilendir.

bu soruların internet ortamında sorulmasından yahut verdiğim cevaplardan herhangi bir çekincem sözkonusu değildir. nerede sorulursa sorulsun cevabım aynı olur. hatta siz de onaylarsanız, derli toplu sorulan bu soruları, gerekirse soru sahibinin ismi gizli kalmak suretiyle websayfamda da yayınlayabilirim. aynı sorular böylece tekrar tekrar sorulmaz.

Allah ayaklarımızı istikamet üzerinde sabit kılsın, bize hakkı sevdirsin, batıldan uzaklaştırsın.
amin ecmain


Allah razı olsun. Allah cennetiyle ikramlandırsın sizi.

Allah Resulü'nün ve sahabenin bizatihi tekfirleri için haberler sunabilir misiniz? (Örneğin şu adam şöyle yaptı kafir.)
Ebu Ubeyd'in İman kitabını nereden bulabilirim?
Mahkemeleri unutmuşum. Cevabınızı okurken aklıma geldi. Mahkemelere başvurmak, resmi nikahla evlenmek gibi meselelerde de tekfir işletilebilir mi?
Yazıyı sitenizde yayımlayabilirsiniz.
Cevap:
Allah rasulü ve sahabelerden; kendisini islama nispet eden bir kimseyi muayyen olarak tekfir ettiklerine dair örnekler oldukça az. Museylemetul Kezzab bu konuda örnek verilebilir. o ve takipçileri namaz kılıyor, la ilahe illallah muhammedun rasulullah diyorlardı. ancak müseyleme; Muhammed Allah'ın rasulüdür ama ben de Allahın rasulüyüm diyordu. bunun dışında Allah rasulüne bazı münafıkların küfürlerine delalet eden halleri şikayet ediliyor, öldürmek talebinde bulunuyorlar, fakat rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: namaz kılıyor mu diye soruyor, namaz kılanlardan ise öldürülmesini yasaklıyordu. küfrü sabit olduğu halde kendini islama nispet edenlerde uygulama budur. şüphesiz onlar munafıklardır, lakin dünya hayatında onlara müslüman gibi muamele yapılır. fakat nifaklarını açık ortaya koyup, müseylemenin yaptığı gibi küfre davet de sözkonusu olursa o zaman onlarla savaşılır. Yine bu konuda diğer bir delil, İbn Sayyad'ın yanına Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte giden Ömer radıyallahu anh'ın onun hakkında vallahi bu deccaldir, bırak onu öldüreyim demesi karşısında, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin: şayet o deccal ise onu sen öldüremeyeceksin, deccal değilse öldürmende fayda yoktur buyurması da bizim küfür söz ve fiiller işleyenler karşısındaki tavrımızın ne olacağına ışık tutar.
Ebu Ubeyd'in Kitabul İman tercemesi, Kitabiyat yayınlarından: İslam düşüncesinde ilk gelenekçiler/sönmez kutlu kitabının sonunda ek olarak mevcuttur.

Mahkemelere başvurma konusudan Selefin Sabit Akidesinden Cevaplar adlı çalışmamda detaylı olarak bahsettim. burada kısaca şunu söyleyebilirim: herhangi bir meseleyi islamın hükümlerine göre halletme imkanı varken, islama aykırı hüküm veren kişi ve kurumlara başvurmak münafıklıktır. Nisa 60. ayetinde belirtilen durum budur. zulmü def etmenin mevcut mahkemelere başvurmaktan başka yolu yoksa, bu mahkemeden sadece islama uygun olan hükmü kabul etmek, islama uygun olmayan hükmü reddetmek şartıyla başvurulması halinde bu fiilin nifakla ya da küfürle bir alakası yoktur. yine nikah da islamın emrettiği, meşru kıldığı bir fiildir ve resmi dairelerde nikah kıydırmanın islama aykırı bir yönü - bildiğim kadarıyla - yoktur.

11 Kasım 2010 Perşembe

Sigortanın Hükmü

SİGORTININ HAKİKATİ VE HÜKMÜ
 
Kassim Üniversitesi, Şeriat Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Süleyman b. İbrahim Âl Süneyyân
 
Günümüzde yaygın olan ticârî sigortanın hükmü nedir?
Hamd, yalnızca Allah'adır.
1. Ticârî sigortanın her türlüsünün, açık fâiz olduğunda şüphe yoktur. Bu sigorta; parayı, daha az parayla veya daha çok parayla ve iki paradan birisini geciktirmek sûretiyle (sonradan ödemek şeklinde) satmak demektir. Bu alış-verişte, fazlalık fâizi ile erteleme fâizi olmak üzere iki türlü fâiz vardır. Çünkü sigorta sahipleri, insanın parasını almakta ve onun aleyhine belirli bir kaza olduğu zaman kendisine az veya fazla para olarak vereceklerini vâdetmektedirler ki bu, fâizin tâ kendisidir. Fâiz ise, Kur'an-ı Kerim'in ifâdesi ile birçok âyette haram kılınmıştır.
2. Ticârî sigortanın her türlüsü, Kur'an-ı Kerim'in şu ifâdesi ile haram kılınmış olan kumar üzerine kurulmuştur:

" يا أيها الذين آمنوا إنما الخمر والميسر والأنصاب والأزلام رجس من عمل الشيطان فاجتنبوه لعلكم تفلحون "[ سورة الـمـائدة الآية: ٩٠]
"Ey îmân edenler! İçki, kumar, dikili taşlar (tâzim amacıyla kendisine adaklar kesilen putlar), fal ve şans okları, şeytanın işi pisliktir (bütün bunlar, şeytanın insana süslü gösterdiği günahlardır.) (Bu günahlardan) uzak durun ki kurtuluşa (cennete) eresiniz." (Mâide Sûresi: 90)

Bundan dolayı sigortanın her türlüsü, şans oyunudur.
Örneğin sigorta sahipleri sana: "Şu kadar öde. Başına bir olay veya kaza geldiği zaman sana şu kadar veririz" demektedirler. İşte bu, kumarın tâ kendisidir.

Hiç şüphe yok ki sigorta ile kumarı birbirinden ayırmak ve ikisinin ayrı şeyler olduğunu iddiâ etmek, akl-ı selim bir insanın kabul etmeyeceği bir büyüklenme ve hakkı kabul etmemektir.Sigorta şirketlerinin sahipleri bile, sigortanın kumar olduğunu itiraf etmişlerdir.
3. Ticârî sigortanın her türlüsü, başkasını aldatma ve sahtekârlıktır. Aldatma ve sahtekârlık ise birçok hadis ile haram kılınmıştır.
Nitekim bunlardan birisi de Ebu Hureyre'nin -Allah ondan râzı olsun- rivâyet ettiği şu hadistir:
(( نَهَى رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهِ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنْ بَيْعِ الْـحَصَاةِ وَعَنْ بَيْعِ الْغَرَرِ. ))[ رواه مسلم ]
"Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-, çakıl taşının alış-verişini[1] ve (denizdeki balıkları, havadaki kuşları, hayvanın memesindeki sütü satmak gibi) riskli (tehlikeli) alış-verişleri yasakladı." (Müslim)
Hiç şüphe yok ki ticârî sigortanın her türlüsü, aldatma ve sahtekârlığa dayanır. Hatta fâhiş aldatmaya ve sahtekârlığa dayanır.
Bunun içindir ki bütün sigorta şirketleri ile sigorta işiyle uğraşan herkes, vuku bulması ihtimal dışı olan bir tehlikeyi kesinlikle sigortalamazlar. Yani (onlara göre) tehlikenin mutlaka vuku bulup- bulmama ihtimalinin olması gerekir ki kişi o şeyi sigortalatabilsinler.
Aynı şekilde bütün sigorta şirketleri ile sigorta işiyle uğraşan herkes, tehlikenin, ne zaman vuku bulacağını ve zararın miktarının ne kadar olacağını bilmeye de engel olurlar.
Böylelikle sigortada, fâhiş aldatma ve sahtekârlığın üç türlüsü biraraya gelmiş olur.
4. Ticârî sigortanın her türlüsü, insanların mallarını bâtıl ve haksız yollarla yemek demektir. Bu ise, Kur'an-ı Kerim'in şu ifâdesi ile haramdır:
" يا أيها الذين آمنوا لا تأكلوا أموالكم بينكم بالباطل " .[ سورة النساء الآية: ٢٩]
"Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret olması dışında, mallarınızı, bâtıl (haksız) yollarla aranızda (alıp vererek) yemeyin.Kendinizi öldürmeyin.Şüphesiz Allah, size (emrettiği ve size yasakladığı her şeyde) çok merhametlidir." (Nisâ Sûresi: 29)
Bundan dolayı ticârî sigortanın her türlüsü, insanların mallarını bâtıl ve haksız yollarla yemek amacıyla yapılan bir sahtekârlık ve düzenbazlıktır.
Nitekim bu konuda bir Alman uzmanın, titizlikle yaptığı istatiklerin birisinde, sigorta şirketlerinin, insanlara geri verdikleri paranın oranının, aldıklara paraya göre ancak % 2.9 oranına tekâbül ettiği ortaya çıkmıştır.
Sigorta, İslâm ümmetine büyük bir zarardır. Bağları kopan ve sigortaya zorla yönelen kâfirlerin, ölümden nefret edercesine sigortadan nefret ettikleri halde, sigorta işini yapmaları, bizim için bir gerekçe ve mazeret olamaz.
Bu saydığımız şeyler, sigortanın üzerine kurulu olduğu ve İslâm dînine çok aykırı hükümleri içeren yönleridir. Bunun yanında başka birçok aykırı yönleri vardır ki bu aykırı yönleri burada zikretmeye zaman ve yer ayırmak mümkün değildir, zaten onları zikretmeye de gerek yoktur.Çünkü yukarıda İslâm dînine aykırı olduğu zikredilen hükümlerden bir tanesi bile, sigortanın, Allah Teâlâ'nın dîninde en büyük haramlardan ve münkerlerden birisi olması için yeterlidir.
Bazı kimselerin, sigorta şirketlerinin, "Yardımlaşma Sigortası" veya "Dayanışma Sigortası" veyahut da "İslâmî Sigorta" gibi, sigortanın bâtıl hakikatini değiştirmeyen isimlerle, sigortanın ismini değiştirerek onlara süslü göstermelerine aldanmaları, gerçekten üzüntü duyulması gereken şeylerdendir.
Sigorta şirketlerinin, âlimlerin, yardımlaşma sigortası diye adlandırılan sigortanın helâl olduğuna dâir fetvâ verdiklerini iddiâ etmelerine gelince, bu, tamamen yalan ve iftirâdır. Bu konudaki karmaşıklığın sebebi; bazı sigorta şirketlerinin sahiplerinin, âlimlere sigorta ile ilgisi olmayan sahte şeyler arzedip: "Bu, sigorta çeşitlerinden birisidir" demeleri ve onu "Yardımlaşma Sigortası" diye adlandırmalarıdır (ki bu davranış, onların bâtılı süsleyip hak gibi göstermeleridir.) Yine, onların; bu, sadece teberrudan ibâret olup, Allah Teâlâ'nın emrettiği şu sözündeki yardımlaşma kâbilindendir, demeleridir:
وتعاونوا على البر والتقوى [ سورة المائدة من الآية: ٢]
"İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın..." (Mâide Sûresi:2)

Ve insanın başına gelen belâyı hafifletmek amacında olduklarını söylemeleridir. Gerçekte ise, onların "Yardımlaşma Sigortası" diye adlandırdıkları sigortanın, diğer sigorta çeşitlerinden hiçbir farkının olmamasıdır.İki isim arasındaki fark, sadece şekilden ibârettir. İşin hakikat ve özü, sigortanın tâ kendisidir. Bu ise, teberrudan, iyilik ve takvâda yardımlaşmaktan çok uzaktır. Çünkü bu davranışın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşma olduğunda şüphe yoktur. Yoksa bununla insanların başlarına gelen belâları hafifletmek ve bu belâları onarmak, kastedilmemiştir.Aksine insanların mallarını bâtıl ve haksız yollarla soymaktan başka bir şey kastedilmemiştir.Bu sigorta da diğer sigorta çeşitleri gibi haramdır.Bunun içindir ki sigorta şirketlerinin sahiplerinin (hükmünü öğrenmek için) âlimlere arzettikleri şeyin, sigorta ile yakından-uzaktan hiçbir ilgisi yoktur.
Bazı sigorta sahiplerinin, artan paraları iâde ettiklerini iddiâ etmelerine gelince, bu hiçbir şeyi değiştirmez ve sigortayı,fâiz ve kumar olmaktan,aldatma, sahtekârlık, insanların mallarını bâtıl ve haksız yollarla yemek ve Allah Teâlâ'ya tevekkülü ortadan kaldırmak gibi haramlardan kurtarmaz. Sigorta, aldatmaktan ve bâtılı hak göstermekten başka bir şey değildir. Bu konuda daha detaylı bilgi öğrenmek isteyen, "Sigorta ve Hükümleri" adlı kitapçığa başvurabilir.
Dîni için gayret eden, Allah Teâlâ'yı ve âhiret gününü arzulayan her müslümanı, bu konuda Allah Teâlâ'dan korkmaya, ne kadar haramdan uzak olduğu söylenirse söylensin, ne kadar berrak elbiseler içinde süslü gösterilirse gösterilsin, sigortanın her türlüsünden uzak durmaya çağırıyorum. Çünkü sigortanın haram olduğunda şüphe yoktur. Böyle yaparsa müslüman dînini ve malını korumuş olur. Emniyet ve güvenin sahibi Allah Teâlâ tarafından emniyet ve güven içerisinde müreffeh bir hayat yaşar.
Allah Teâlâ, beni ve sizi, dînde bilgili kılmak ve âlemlerin Rabbini râzı ve hoşnut edecek amelleri işlemekte muvaffak kılsın.
[1] Çakıl taşı alış-verişi; âlimler tarafından üç şekilde yorumlanmıştır:
Birincisi: Satıcının alıcıya şöyle demesidir: "Bu çakıl taşını yukarıya attığımda şu elbiselerden hangisinin üzerine düşerse, o elbiseyi sana satmışım demektir. Veya bu çakıl taşını attığımda onun ulaşacağı yere kadar bu tarla veya arsayı sana satmışım demektir."
İkincisi: Satıcının alıcıya şöyle demesidir: "Ben, çakıl taşını atıncaya kadar sen bu malı alıp-almamakta hürsün, attıktan sonra bu malı sana satmışım demektir."
Üçüncüsü: Satıcı ile alıcının, çakıl taşının atılışını alış-veriş olarak kabul etmeleridir. Örneğin alıcının satıcıya şöyle demesidir: "Ben, bu elbiseyi, şu çakıl taşıyla birlikte atarsam, elbise senden şu fiyata satın alınmış demektir." "Müslim'in Şerhi" (Çeviren)
 

29 Ekim 2010 Cuma

Kıyas ve Taklid hakkında Şeyh Yahya el-Hacuri'nin fetvası

Şeyh Yahya el-Hacuri Hafazahullah'ın dinde delilin sadece Kitap ve Sünnet olduğuna ve sahabi dahi olsa kimsenin taklid edilemeyeceğine dair fetvası:
http://www.sh-yahia.net/show_sound_514.html

12 Eylül 2010 Pazar

Ramazan orucunu tutan, ardından Ramazan'dan sonra namazı bırakan kimse

Ramazan ayında Ramazan orucu tutmaya ve sadece namaz kılmaya gayret eden, fakat Ramazan ayı biter bitmez namazı bırakan bir kimsenin orucu geçerli olur mu?


Hamd, yalnızca Allah'adır.

Namaz, İslâm'ın rükünlerinden birisidir.

Namaz, Kelime-i şehâdetten sonra İslâm'ın en önemli rüknüdür.

Namaz, her insanın yerine getirmesi gereken farzlardandır.

Her kim, namazın farziyetini inkâr ederek veya hafife alarak veyahut da tembellikten dolayı onu kılmazsa, kâfir olur.

Ramazan ayında oruç tutan ve sadece Ramazan ayında namaz kılanlara gelince, bu davranış, Allah Teâlâ'yı aldatmaktır. Ramazan'dan başka bir zamanda Allah Teâlâ'yı bilmeyen ve hatırlamayan bir topluluk, ne kötü bir topluluktur. Ramazan dışında namazı bıraktıklarından dolayı onların orucu geçerli olmaz ve onlar, âlimlerin iki görüşünden en doğru olanına göre namazın farziyetini inkâr etmiş olmasalar bile, dînden çıkaran bir küfür işlemişlerdir.

Nitekim Bureyde el-Eslemî'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- bu konuda şöyle buyurmuştur:

(( اَلْعَهْدُ الَّذيِ بَيْـنَناَ وَبَيْـنَهُمُ الصَّلاَةُ، فَمَنْ تَرَكَهاَ فَقَدْ كَفَرَ )) [ رواه مسلم وأحمد والترمذي والنسائي وابن ماجه بإسناد صحيح ]

"Bizimle onlar (münâfıklar) arasındaki sözleşme, namazdır.Her kim, namazı terk ederse, kâfir olur." (İmam Ahmed; hadis no: 22428. Tirmizî; hadis no: 2621. Nesâî; hadis no: 431. İbn-i Mâce; hadis no: 1079. Hadis sahihtir.)

Muaz b. Cebel'den -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- yine şöyle buyurmuştur:



(( رَأْسُ الأَمْرِ الإِسْلامُ، وَعَمُودُهُ الصَّلاةُ، وَذِرْوَةُ سَنَامِهِ الْجِهَادُ فيِ سَبِيلِ اللهِ.)) [ رواه الترمذي بسند صحيح ]

"İşin (dînin) başı; İslâm'dır (kelime-i şehâdettir). Onu (ayakta tuta)n direği; namazdır ve onun en yüksek noktası (zirvesi); Allah yolunda savaştır." (Tirmizî, sahih bir isnadla rivâyet etmiştir. Hadis no: 2616)

Câbir b. Abdullah'tan -Allah ondan râzı olsun- rivâyet olunduğuna göre, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:


(( بَيْنَ الرَّجُلِ وَ بَيْنَ الْكُفْرِ وَالشِّرْكِ تَرْكُ الصَّلاَةِ.)) [ رواه مسلم ]

"Kişi ile küfür ve şirk arasındaki sınır; namazın terkidir." (Müslim; hadis no: 82)

Bu anlamdaki hadisler, pek çoktur.

Başarı, Allah Teâlâ'dandır.
İlmî Araştırmalar ve Fetvâ Dâimî Komitesi Fetvâları; c: 10, s: 140

1 Eylül 2010 Çarşamba

Ey Bînamaz! Düşün bakalım tuttuğun oruç senden yana mı?

Malumdur ki namazın terki kişiyi dinden çıkaran bir küfürdür. Allah rasulü sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı (Allah hepsinden razı olsun) namazın terkinin küfür olduğunda icma etmişlerdir. salih seleften sonra hak yoldan sapanlar namazın terkinin değil de, inkarının küfür olduğunu iddiasında bulunarak Ehli Sünnetin ana caddesinden ayrılmışlardır. Günümüzün hoca kılığında arzı endam eden şaklabanları da "Namazın terki üç mezhebe göre küfür değildir" gibi sözlerle "Namazın terki küfürdür" buyuran Allah rasulünün yolunun terk edilmesi gerektiğini tavsiye etmektedirler! Allah ve rasulünün yolunun önüne mezhepleri geçirmeye çalışan, Dört mezhebin de hak olduğunu - hatta ebu hanife mezhebinin dahi hak olduğunu(!) - iddia eden dalkavuklara Allah layıkıyla muamele etsin! (Amin)
Namazı terk edenin ne orucu, ne haccı, ne zekatı, ne sadakası, ne selamı, ne cihadı hiçbir ameli kabul olmaz. Oruç tutmayı arzu edenler bunu gerçekten Allah'ın kabul etmesi için tutmak istiyorlarsa namaz ile Allah Azze ve Celle'nin huzurunda eğilmek secde etmek zorundadırlar.
Namaz kılmadığın halde tuttuğun oruçları insanlar kabul edebilirler, hatta laik demokratik gayri islami devletin resmi kurumu olan Diyanet'in sinek kaydı traşlı, kadın mı erkek mi, gâvur mu müslüman mı belirsiz, gravatlı papyonlu hoca(!)ları ile ilahıyatçı(!)  olarak özel yetiştirilmiş sünnet düşmanı, dili fasih kalbi kekeme şarlatanları da kabul edebilirler. Ama Alemlerin rabbi olan Allah böyle bir oruca MÜNAFIK ORUCU der bilesin! Çünkü sen namazı terk etmekle seni dinden çıkaran küfrü kalbinle benimsediğin halde, insanlara "senin de müslüman olduğun" zannını vermek için oruç tutmaktasın!
Allah için söyle, Namaz mı kılmak zor?
Yoksa insanların "Terbiyesize bak mübarek gün oruç yiyor" demesine katlanmak daha zor olduğu için mi tutuyorsun orucunu? 
Eğer cennet ve cehennem'in insanların elinde değil, yalnız Allah'ın hükmünde olduğuna - hatta cennet ve cehennemin varlığına - gerçekten iman etseydin, Allah'ın asla affetmeyeceği "NAMAZI TERK" fiilini işlemekle birlikte insanların asla affetmeyeceği "Orucu Terk" fiilerinden herbirinin değerini gerektiği yere koyar, önce namazı terk cürmünü işlemez, sonra da namaz kılmadığın halde sahtekarca oruç tutma cürmünü işlemezdin!
Yok eğer "namaz kılmayanlar da oruç tutabilir" diyen, tribünlerden atılan fıstıklarla beslenen politikacılara aldandıysan, bundan sonra gözünün önüne bak, gözünün önünde yalnızca Allah'ın kitabı ve Rasulünün sünneti olsun!

20 Ağustos 2010 Cuma

Teravih Namazı ve Rekat Sayısı

TERAVİH KELİMESİNİN ANLAMI
 
Lügat bakımından "teravih", terviha kelimesinin çoğulu olup nefsin istirahat etmesi demektir. Daha sonra "Teravih", Ramazan gecelerinde kılınan namazların adı olarak yaygınlaştı. Bu namazlarda imam her dört rekâttan sonra oturduğu için, "imam her iki terviha arasında bir terviha miktarı oturur" denilir.
RAMAZAN GECELERİNİ İHYA ETMEK
Ebû Hureyre radıyallahu anh şöyle diyor: "Rasulullah Ramazan gecelerini ihya etmeğe teşvik eder, fakat kesin olarak emretmezdi. Ve şöyle buyururdu: 'Her kim inanarak ve karşılığını Allah’tan bekleyerek Ramazan’ı ihya ederse geçmiş günahları bağışlanır."
"... Ancak kesin olarak emretmezdi" ifadesinde Ramazan'ı ihya etmenin farz olmadığı hususu açıklanmıştır. İmam Nevevî diyor ki: "Bunun mânası şudur: Ramazanı ihya etmeği onlara vacip kıl¬madı ve kesin bir şekilde emretmedi, fakat mendup ve teşvik olarak emretti". Nevevî sonra da şunu ilâve ediyor: "Ramazan'ı ihya etmenin vacip değil mendup olduğu hususunda islâm ümmeti görüş birliğine varmıştır."
"Her kim Ramazan'ı ihya ederse" ifadesinin mânâsı "namaz kılarak ihya ederse" şeklinde anlaşılmalıdır. Bu da gece namazı denebilecek mutlak namazla gerçekleşmiş olur. Bütün geceyi namazla geçirmek şart değildir. Nevevî, "Ramazan'ı ihya etmek teravih namazı kılmakla hasıl olur" diyor.
TERAVİH NAMAZININ CEMAATLE KILINMASININ HÜKMÜ
Zeyd b. Sabit radıyallahu anh’den: “Nebi sallallahu aleyhi ve sellem mescitte hasırdan yapılmış bir oda edinmişti. Namazı o odada kılmıştı. Bir gurup Sahabe yanında toplanmış ve O'nunla birlikte namaz kılmıştı. Sonra bir gece Nebi sallallahu aleyhi ve sellem sesini duymadılar, O'nun uyuduğunu zannettiler. Uyansın ve çıksın diye Ashabdan bazıları öksürmeğe başladılar. Bunun üzerine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem dışarı çıkarak buyurdu ki:
"Yaptığınızı gördüğüm şeye o kadar devam ettiniz ki, bunun size farz olacağından korktum. Size farz kılınmış olsa ona güç yetiremezsiniz. Binaenaleyh siz namazı evlerinizde kılınız. Çünkü farz olan müstesna, kişinin en faziletli manazı evinde kıldığı namazdır"
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir namazı bu genelleme dışında tutmamıştır. Yalnız farzları istisna etmiştir. Teravih namazı ise farzlara dahil değildir.
TERAVİH NAMAZININ REKÂT SAYISI
Aişe radıyallahu anha’dan: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ne Ramazan'da ne de Ramazan'dan başka gecelerde on bir rekâttan fazla namaz kılmış değildir. Önce dört rekât kılardı ki onların güzelliğini ve uzunluğunu sorma. Sonra dört rekât daha kılardı. Onların da güzelliğini ve uzunluğunu sorma. Sonra üç rekât namaz kılardı."
İşte muhakkik hadis ve fıkıh âlimleri bu iki hadisi almışlardır. Onlardan hiç biri Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in ne Ramazan'da, ne Ramazan dışındaki gecelerde sekiz rekâttan fazla namaz kıldığını söylememiştir. İhtilaf, yalnız bu rekâtların uzunluğu, kıraati, vakti ve cemaatle kılınıp kılınmayacağı hususunda vuku bulmuştur.
Teravih, Kıyam-ı Ramazan, Gece namazı ve Ramazan'da Teheccüd namazı hepsi bir tek şeyin anlatımıdır.
Şeyh Ubeydullah el-Mubârekfûrî şöyle diyor: Bilinmelidir ki, teravih, kıyam-ı Ramazan, gece namazı ve Ramazan'da Teheccüt namazı bir tek şeyin anlatımıdır ve bir tek namazın adıdır. Ramazan'da teheccüt teravih namazından başka bir şey değildir. Çünkü Ramazan gecelerinde Rasûlullah'ın, biri teravih diğeri teheccüt olmak üzere iki çeşit namaz kıldığına dair sahih veya zayıf hiç bir rivayet sabit olmamıştır. Ramazan dışındaki teheccüt, ramazanda teravihtir. Nitekim Ebû Zer ve diğerleri¬nin hadisi buna delâlet eder.”
Bedreddin el-Aynî de kesin bir şekilde şunu söylüyor: “Aişe radıyallahu anha'nın, "Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Ramazan'ın son on günü¬ne ulaşınca diğer zamanlarda görülmeyen bir ibadet gayreti içerisine girerdi" şeklindeki ifadesinde anla-tılmak istenen şey, namaz rekâtlarında bir artırma olmayıp, O'nun son on gündeki namazların rukûlarını, secdelerini, kıyam ve ka'desini uzun yapmasıdır”
Teravih Namazının Yirmi Rekat Olduğuna Dair Rivayetin Zayıflığı
Teravih namazının yirmi rekât olduğunu savunan görüşün sahipleri Ömer radıyallahu anh'den nakledilen, "Onun cemaati Ubey b. Kâb'ın arkasında yirmi rekât teravih kılmak için bir araya getirdiğini” bildiren habere ve zayıf olduğu hususunda ittifak bulunan merfû bir hadise istinat ettiler. Merfû hadis zayıf olduğu için İbn Kudâme ve benzeri muhakkik âlimler, görüşlerine delil getirmek konusunda bu hadisi zikretmemişlerdir.
Eğer bu hadis sahih olsaydı, birinci görüş sahipleri aleyhine kesin delil olurdu ve muhakkik âlimler mutlaka onu zikrederlerdi. Bununla birlikte biz, önce bu hadisi zikredeceğiz, sonra Ömer b. el-Hattâb'dan bu konuda rivayet edilen haberleri nakledeceğiz.
İbn Abbas radıyallahu anhuma şöyle söylemiştir: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, Ramazan'da yirmi rekât namaz ve vitir kıldırdı".
Hafız Zeylaî şöyle diyor: Hadis, İmam Ebû Bekir b. Ebû Şeybe'nin dedesi olan Ebû Şeybe İbrahim b. Osman sebebiyle illetlidir. Ebû Şeybe'nin zayıf olduğunda ittifak vardır. İbn Adiy el-Kâmil’de, onu gevşek addetmiştir. Ayrıca hadis, Ebû Seleme b. Abdurrahman'dan nakledilen sahih hadise muhalifir. Zeyla'î sonra da Aişe radıyallahu anha'nın sahih hadisini zikrediyor.
Heysemî’de şöyle diyor: Hadisi Taberânî, el-Kebîr ve el-Evsat’ta nakletmiştir ki, isnadında Ebû Şeybe vardır ve zayıftır
Hafız İbn Hacer el-Takrib’de Ebû Şeybe İbrahim b. Osman'ın metruk olduğunu, Şeyh İbnu'l-Humam da onun zayıf olduğunu söylemişlerdir
Beyhakî de diyor ki: Hadisi Ebû Şeybe İbrahim b. Osman el-Absî el-Kûfî tek başına rivayet etmiştir, o da zayıftır
Bu hadisin senedi Ebû Şeybe üzerinde dönüp duruyor. Çünkü hadisi kitabına alanların hepsinin isnadı ona dayanıyor. Birisi kalkar da hadisin başka bir isnadının daha olduğunu söylerse sakın bu seni yanıltmasın. Çünkü Taberânî ve Beyhakî hadisin isnadında Ebû Şeybe'nin tek kaldığını açıkça ifade etmişlerdir. Hafız Zehebî de el-Mîzân'da bu hadisin, Ebû Şeybe'nin münkerlerinden biri olduğunu söylemiştir. Hafız İbn Hacer ise geniş ilmine rağmen hadisin başka isnadını bulamamış ve kesin bir ifadeyle şöyle demiştir:
“Ebû Şeybe'nin İbn Abbas'dan naklettiği hadise gelince, onun isnadı zayıftır ve hadis, Aişe radıyallahu anha'nın, Sahîhân'da rivayet edilen hadisine aykırıdır. Halbuki Aişe radıyallahu anha Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in gece halini başkalarından daha iyi bilir"
Hanefî âlimlerinden bazılarının da dahil bulunduğu müctehid imamların ve muhakkiklerin bu açıklamalarına rağmen Şeyh Yusuf el-Bennûrî el-Hanefî, teravih rekâtlarının sayısının sekiz olduğunu söyleyenlere şiddetle ve öfkeyle hücum etmiş, onları söz ve beyanda safsatacı olmakla ve münasebetsizlikle, inançta sapıklıkla, ümmetin salihlerine karşı düşmanlıkla itham etmiş, sonra şöyle demiştir: "Birinci söz bizi şuna götürür: Gerçi İbrahim b. Osman Ebû Şeybe zayıftır, fakat Hz. Ömer zamanında ve sonraki devirlerde ümmetin uygulaması onun rivayetini kuvvetlendirmektedir. İkinci söz de bizi, olayı farklı durumlara hamletmeğe sevk eder. Nitekim Hafız İbn Hacer başka bir münasebetle buna işaret etmiştir. Teamül ve başka şeyle kuvvetlendirildiği için bazan zayıf hadisle amel edilebilir”
Bundan sonra da -söz düellosundaki başarısızlığı sebebiyle cidden bitkin kalmış olacak ki- şöyle diyor: "Bize kadar sağlam bir isnadla ulaşmamış da olsa yirmi rekât uygulamasının mutlaka merfû bir aslının olması gerekir"
Bu söz, makul deliller getirememekten kaynaklanan uydurma bir kaidedir.
Teravih namazının rekâtları hususunda Ömer b. el-Hattâb'dan rivayet edilen haberler
Buhârî’nin Sahîh'inde , İbn Şihâb'dan, onun da Urve b. Zübeyr’den rivayet ettiğine göre Abdurrahman b. Abdulkârî şöyle demiş: Bir Ramazan gecesi Ömer b. el-Hattâb'la birlikte mescide çıktık. Bir de baktık ki halk gurup gurup orada burada toplanmış, kimi kendi kendine, kimileri başkasına uyarak namaz kılıyorlar. Ömer dedi ki:
"Şüphesiz bunları iyi okuyan birinin arkasında toplarsam daha güzel olacağını sanıyorum." Sonra karar verip onları Ubey b. Kâb'ın arkasında topladı. Bir başka gece onunla birlikte yine çıkmıştık. Halk imamlarının arkasında namaz kılıyorlardı. Ömer,"Bu ne güzel yeniliktir" dedi. Oradaki cemaat gecenin başlangıcında namaz kılıyorlardı. Ömer, gecenin sonuna doğru kılanları kastederek şöyle devam etti. "Şu anda namaz kılmayıp uyuyanlar, kılanlardan daha üstündür."
İmam Buhârî’nin İbn Şihâb'dan muallak olarak naklettiği bu hadis gerçekte, önceki isnada atfedilmiştir. İmam Mâlik de Muvatta'ında kendi senediyle hadisi benzer bir şekilde rivayet etmiştir.
Ömer b. el-Hattâb, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in birkaç gece kendisine uyarak namaz kılanlara manî olmayışından hüküm çıkarmıştı. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, onların böyle yapmalarını hoş karşılamamışsa bile, bu hoşlanmayış, onlara teravih farz kılınır endişesiyle olmuştur. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettikten sonra artık farz kılınır endişesi ortadan kalkmıştır. Herhalde Ömer radıyallahu anh, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in "Onlara, Allah'ın kitabını en iyi okuyan imamlık yapsın" hadisiyle amel ederek Ubey'i seçmiştir. Çünkü Ömer, "En güzel okuyanımız Ubey'dir demiştir.
"Sonra başka bir gecede onunla birlikte yine çıktık". Bu ifadede Ömer radıyallahu anh'in cemaatle birlikte Ubey'in arkasında namaz kılmadığına işaret vardır. Çünkü onun kanaatine göre, namazı gecenin sonunda evde kılmak daha faziletlidir. Nitekim hadisin sonunda, "Şu anda namaz kılmayıp uyuyanlar daha üstündür" demiştir.
Muhammed b. Nasr, Tavus vasıtasıyla İbn Abbas'dan şöyle naklediyor: İbn Abbas demiş ki: Mescitte Ömer'in yanında duruyordum. Cemaatin gürültüsünü işitti. "Nedir bu?" dedi. "Cemaat camiden çıktı" dediler. Bu olay Ramazanda olmuştu. Bunun üzerine dedi ki: Gecenin kalan kısmı bence geçen kısmından daha efdaldir".
İmam Buhârî, Ömer radıyallahu anh'in bir araya getirdiği cemaatin kıldığı rekâtların sayısını bildirmemiştir. Buhârînin sayı zikretmeyişinde, rekât sayısını belirten haberlerin ona göre sahih olmadığına işaret vardır. Yahut da o, Ömer radıyallahu anh'in sekizden fazla kılmadığı kanaatindedir. Bu sebeble Ömer olayının hemen ardından Aişe radıyallahu anh'nın, "Rasûlullah ne Ramazanda ne Ramazan dışında (ki gecelerde) sekiz rekâttan fazla namaz kılmadı. (Önce) dört rekât daha kılardı ki bunun da güzelliğini ve uzunluğunu sorma. Sonra dört rekât daha kılardı" mealindeki hadisini zikretmiştir.
Bundan dolayı rekâtların sayısı konusunda râvîler arasında ihtilaf meydana gelmiştir.
1) İmam Mâlikin Muvatta’ında , Muhammed b. Yûsuf dan, es-Sâib b Yezid'in şöyle söylediği nakledilir: Ömer b. el-Hattâb, Ubey b. Kâb ve Temim ed-Dârî’ye cemaate on bir rekât namaz kılmalarını emretti. İmam yüzlerce ayet okuyordu. Öyle ki biz kıyamın uzun oluşu sebebiyle bastonlara dayanmak zorunda kalmıştık. Namazdan da ancak şafak sökerken çıkıyorduk.
Hadisi Mâlik vasıtasıyla Beyhakî de rivayet etmiş , ve buradaki Muhammed b. Yusuf'un, Saib b. Yezid'in kız kardeşi oğlu olduğunu açıklamıştır.
Haberi Saîd b. Mansûr Sünen’inde başka bir râvî vasıtasıyla, Abdüllaziz b. Muhammed-Muhammed b. Yusuf- Sâib b. Yezid isnadıyla nakletmiştir.
Hadisin isnadı sağlamdır. Çünkü Muhammed b. Yusuf el-Kindîel Medenî el-A'rec son derece güvenilir bir zat olup H. 140 yıllarında vefat etmiştir. İmam Mâlik'in şeyhidir. Buhari ve Müslim kendisini delil diye kabul etmişlerdir.
es-Sâib b. Yezid, malum Sahabî olup küçük yaşta Peygamber'le birlikte Hacc farizasını yerine getirmiştir. Ayrıca bu hadis Hz. Aişe ve Câbir b. Abdullah'ın hadisleriyle uygunluk arz etmektedir.
Ancak Hafız İbn Abdulberr bu hususta şöyle diyor: İmam Mâlik dışındaki raviler bu hadiste geçen rekât sayısını yirmi bir olarak rivayet etmişlerdir ki sahih olan budur. Hadiste, Mâlik'in dışında on bir ifadesini nakleden hiç bir kimse bilmiyorum. Başlangıçta rekât sayısı on bir olup, sonra bu rekâtlardaki uzun kıraat, cemaat için kısaltılmış, buna mukabil rekât sayısı yirmi bire çıkarılmış olması da muhtemeldir. Fakat kuvvetle tahmin ediyorum ki "on bir" ifadesi hata eseridir.
Zurkanî, İbn Abdulberr'in bu görüşünü şu sözlerle reddediyor: Madem ki onun zikrettiği ihtimali göz önüne alarak iki farklı lafız arasını cemetmek mümkündür, öyleyse "on bir" ifadesi hata değildir. Beyhakî de aynı şekilde bu iki rivayeti cemetmiştir. "On bir ifadesini Mâlik tek başına rivayet etmiştir" görüşü de doğru değildir. Çünkü Saîd b. Mansûr da hadisi bir başka cihetten, Muhammed b. Yusuf’dan, İmam Mâlik'inki gibi nakletmiştir
Nîmevî Asâru's-Sunen'de diyor ki: İbn Abdilberr'in, İmam Mâlik'in yanıldığını söylemesi gerçekten hatadır. Çünkü hadisi Saîd b. Mansûr Sunen'inde Abdülaziz b. Muhammed ed-Derâverdîden, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe Musannef'inde Yahya b. Saîd el-Kattân'dan, bu ikisi de Muhammed b. Yusuf’dan İmam Mâlik'in hadisiyle aynı anlamda nakletmişler ve her ikisi de "on bir" lafzını kullanmışlardır.
Ömer b. el-Hattâb'dan nakledilen bu rivayetler son derece sağlamdır ve bunlarda rekât sayısı "on bir" olarak zikredilmiştir. Çünkü Abdüllaziz b. Muhammed ed-Derâverdî’de güvenilir râvîlerden biridir ve Kutub-i Sitte sahipleri kendisinden hadis nakletmişlerdir. Yahya b. Saîd el-Kattân, hafıza, zabt ve sağlamlık yönünden en başta gelen râvîlerdendir.
EI-Elbânî, Salâtu't-Terâvih risalesinde şunları ilâve ediyor: Aynı şekilde Nîsâbûrînin naklinde İsmail b. Umeyye, Usâme b. Zeyd ve Muhammed b. İshak; İbn Hacer'in naklettiğine göre İbn Huzeyme'nin rivayetinde de İsmail b. Cafer el-Medînî, İmam Mâlik'in lafzına uygun bir haberi, Muhammed b. Yusuf’dan rivayet etmişlerdir. Muhammed b. Yusuf, es-Sâib b. Yezid isnadıyla şöyle naklediyor: Ömer Ramazanda cemaati, Ubey b. Kâb ve Temim ed-Dârî'nin arkasında yirmi bir rekât namaz kılmak üzere topladı ki, her rekâtta iki yüz ayet okurlar ve şafak sökerken namazdan çıkarlardı.
Şeyh el-Mubârekfûrî, diyor ki: Abdurrezzak "yirmi bir rekât" ifadesini nakilde tek kaldı. Bildiğim kadarıyla ondan başka hiç kimse bu ifadeyi nakletmedi. Abdurrezzak ise, her ne kadar mutemet ve hafız ise de, Hafız İbn Hacer'in el-Takrib'de açıkça bildirdiği gibi ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybetmiş, bu sebeple de hafızası karışmıştır. İmam Mâlik ise Hicret Yurdu'nun imamı olarak kalmıştır.
Bilindiği gibi Hafıza karışıklığına uğrayanlar hakkında hüküm şudur: Hafıza karışmasından önce kendisinden hadis alanların hadisi makbuldür. Fakat kendisinden, karışıklıktan sonra rivayet etmiş olan¬ların hadisi alınmaz. Durumu belli olmayan ve hadisi hocasının ihtilatından önce mi sonra mı aldığını bilmeyen kimsenin hadisi de alınmaz. Abdurrezzak meselesi de, özellikle güvenilir râvîlere muhalif rivayette bulununca, ikinci kısma dahildir.
Sonra bu rivayet Hanefîlerin görüşüne de aykırıdır. Çünkü bu hadise bağlanınca ya "teravih on sekiz rekâttır", ya da 'Vitir tek rekâttır" demeleri gerekir.
Yukarıda adı geçen Davud b. Kays es-San'ânî’yi İbn Hibbân es-Sikât’ta (güvenilir râvîler arasında) zikretmiş, İbn Hacer onun makbul olduğunu söylemiştir.
2- Muhammed b. Nasr el-Mervezî hadisi es-Sâib b. Yezid'den isnadsız olarak nakletmiş, o da orada "yirmi rekât" olarak zikretmiştir. Bunun bir benzerini de Beyhakî , Ebû Abdullah Hüseyin b. Muhammed b. Fencûye ed-Dîneverî - Ahmed b. Muhammed b. İshak el-Sunnî - Abdullah b. Muhammed b. Abdulaziz el-Bağavî - Ali b. el-Ca'd - İbn Ebî Zi'b - Yezid b. Hasîfe - es-Sâib b. Yezid isnadıyla rivayet etmiştir.
Mirkatu'l-Mefâtîh sahibi (Aliyyu'l-Karî) şöyle diyor: Yezid b. Hasıfe'nin Sâib b. Yezid'den rivayeti Beyhakî’de iki yolla gelmiştir. Birincisinde Ebû Osman Amr b. Abdullah el-Basrî, diğerinde Ebû Abdillah Hüseyin b. Fencûye vardır ki ikisinin biyografisine de rastlamadım. Durumları bilinmemektedir
Ebû Osman Amr b. Abdullah el-Basrî rivayeti Beyhaki’nin Sunenu’l-Kubrâ’sında mevcut değildir. Fakat Aliyyû'l-Karînin Ebû Abdullah Hüseyin hakkında söylediği "biyografisine rastlanmadı" sözü doğrudur. Çünkü Hafız Zehebî, hakkında herhangi bir şey söylemeksizin, Temmam b. Ebû'l-Huseyin'in hal tercümesini verirken Ebû Abdullah'ın yalnız adını zikretmiştir.
Hafız İbn Hacer , İmam Mâlik'in Yezid b. Hasîfe, es-Sâib b. Yezid isnadıyla yirmi rekât rivayetinde bulunduğunu söylüyor, Şevkânî de ona uyarak "Hadisi Mâlik Muvatta’da rivayet etti" diyor. Görünen odur ki ikisi de bu konuda yanılmıştır. Çünkü Mâlik, Yezid b. Hasîfe'nin bu rivayetini Muvatta'da nakletmemiştir.
Nevevî Yezid b. Hasîfe'nin hadisini zikrediyor, hadisi Beyhakî ve başkalarına nisbet ediyor, fakat Mâlik'e nisbet etmiyor. Ancak bu tesbit Mâlik'in, hadisi Muvatta dışında rivayet etmesine manî değildir. Bununla beraber Esrem'in rivayetine göre Ahmed b. Hanbel Yezid b. Hasîfe'yi mutemet addetmiş, Ebû Davud'un rivayetine göre ise onun hakkında "hadisi makbul değil" (munkeru'l-Hadis) demiştir.
Bunun mânâsı şudur: Yezid b. Hasîfe bu haberi tek başına rivayet etmiştir. Haberi ise diğer arkadaşlarının rivayetine ters düşmektedir. Bu durumda onun muhalefetinden dolayı haberde za'f olduğu or¬taya çıkıyor. Hafız İbn Hacer Fethu’l-Bârî Mukaddimesinde onun hal tercümesi ile ilgili olarak diyor ki: Bu "münkeru'l-Hadis" lafzını Ahmed, hadiste, akranlarından ayrı rivayette bulunan kimseler için kullanır. Bu, onun halinin araştırılmasıyla ortaya çıkar. İbn Hasîfe'yi Mâlik ve bütün imamlar delil kabul etmişlerdir.
Yezid b. Hasîfe'nin rivayeti sahih olmakla birlikte garib ve şazdır. Nitekim Nevevî de buna işaret etmiştir. Çünkü güvenilir râvîlerin rivayetlerine aykırıdır. Ayrıca İbn Hasîfe ve Muhammed b. Yusuf, iki güve¬nilir kişi olarak Sabit b, Yezid'den rivayet ediyorlar. Birinci râvi rivayetinde "yirmi bir", ikincisi "on bir re¬kât" diyor. Bu durumda ikincisinin rivayeti tercih edi¬lir. Çünkü o arkadaşından daha mutemettir. Bunun için Hafız et-Takrîb'de Yezid b. Hasîfe'den bahsederken "mutemettir" (sikatun) diyor. Muhammed b. Yusuf'u tanıtırken "mutemettir, sağlamdır" (sikatun, sebtun) ifadesini kullanıyor. Ayrıca Muhammed b. Yusuf, Sâib b. Yezid'in kız kardeşi oğludur. Bu yakınlığı sebebiyle başkasına nazaran insanlar arasında Sâib'in hadisini en iyi bilen o olmalıdır. Yezid b. Hasîfe ve Muhammed b.Yusuf arasındaki anlaşmazlığın özeti budur.
Bununla beraber bazı Hanefî âlimleri muhaddislere hücuma kalkıştılar ve Ahmed b. Hanbel'in sözüne dayanarak Yezid b. Hesîfe'yi zayıf sayma görüşünü hadis âlimlerinin bütününe nisbet ettiler. Bu sebeple hadis ulemâsını cehalet ve taassubla itham ettiler. Oysa gerçekte hadis âlimleri Yezid b. Hasîfe'yi zayıf addetmediler, belki Muhammed b. Yusuf'un rivayetini onun nakline, yukarıda geçen sebeplerden dolayı, tercih ettiler.
Yezid b. Hasîfe'nin hadisini tercih etmek, ya da sağlam kabul etmek isteyenlerin gayreti başarılı olmamıştır. Nitekim, Şeyh el-Leknevî’nin er-Raf'u ve't-Tekmil’indeki, ondan nakleden Dr.Nûrettin Itr'ın Menhecu'n-Nakd fî Ilmi’l-Hadisi’nin "Munkeru'l-Hadis" bahsindeki ifadesinden de açıkça bu ortaya çıkmaktadır. Doğru yola ulaştıran Allah'tır.
3- İmam Mâlik, Muvatta'da Yezid b. Ruman'ın, "İnsanlar Ömer b. el-Hattâb zamanında yirmi üç rekât teravih kılıyorlardı" dediğini naklediyor.
Ancak hadisin isnadında kopukluk vardır. Çünkü Yezid b. Rûman Hz.Ömer'e yetişmemiştir. O H. 130 yılında vefat etmiş olup İbn Zubeyr, Enes, Abdullah b. Ömer'in iki oğlu olan Ubeydullah ve Salim gibi yalnız Ashabın küçüklerine yetişmiştir. Ne Hafız İbn Hacer et-Tehzib'de, ve ne de Suyûtî İs'âfu'l-Mubatta' biricâli'l-Muvatta'da onun Ömer b. Hattab'la karşılaştığını zikretmemiştir.
Zeylaî onun Ömer'e ulaşmadığını açıklamış, Aynî de hadisin senedinin munkatı' olduğunu söylemiştir.
4- İbn Ebî Şeybe, Veki, Mâlik isnadıyla Yahya b. Saîd'in şöyle dediğini naklediyor: Ömer b. Hattâb bir adama, cemaate yirmi rekât namaz kıldırması için emir verdi.
Yahya b. Saîd'de Ömer radıyallahu anh’e yetişmiş değildir. Nitekim İbnu'l-Medînî, "Onun Enes'den başka hiç bir Sahabîden hadis işittiğini bilmiyorum" demiştir.
5- Yine İbn Ebî Şeybe, Abdulaziz b. Râfî'in şöyle söylediğini rivayet ediyor: Ubey b. Kâb Medine'de Ramazan gecesinde cemaate yirmi rekât teravih, üç rekât olarak da vitir kıldırıyordu.”
Abdulaziz b. Rafî' Ubey b. Kâbla karşılaşmadı. Çünkü Ubey H. 19 veya 32 yılında vefat etmiş, Abdulaziz ise 130 yılında ölmüştür ve hiç kimse onun biyografisinden bahsederken Ubey b. Kâ'b'dan hadis rivayet ettiğini zikretmemiştir. O yalnız küçük Sahabîlerden ve büyük Tabiîlerden rivayette bulunmuştur.
6- Muhammed b. Nasr el-Mervezî Kıyamu'l-Leyl’de haberi şöyle naklediyor. İbn Mes'ûd yirmi rekât teravih kıldırıyor, üç rekâtla da vitir yapıyordu.
Ancak hadisi rivayet eden A'meş, İbn Mes'ûd'a yetişmedi.
7- Beyhakî Ebu'l-Hasnâ'dan şöyle naklediyor: Ali b. Ebî Talib bir adama, cemaate beş terviha, yirmi rekât namaz kıldırması için emir verdi.
Beyhakî bu isnadın zayıf olduğunu söylüyor. Çünkü isnadda Ebu'l-Hasnâ vardır ve İbn Hacer'in et-Takrib’de dediği gibi o meçhuldür, kim olduğu bilinmemektedir.
8- Beyhakî diğer yönden Hammad b. Şuayb, Ata b. es-Sâib isnadıyla Abdurrahman es-Sulemî’nin şöyle söylediğini naklediyor: Ali radıyallahu anh Ramazanda güzel Kur'an okuyanları çağırdı ve onlardan birine, ce¬maate yirmi rekât namaz kıldırması için emir verdi. Ali radıyallahu anh onlara vitir kıldırırdı.
Bu isnadda da Hammad b. Şuayb zayıftır. İbn Maîn ve başkaları onu zayıf addetmiş , Buharî "makbul olmadığını" (fîhi nazar) söylemiştir.
Konuyla ilgili olarak bu naklettiklerimiz dışında başka haberlerde zikrediliyor, fakat araştırıldığında onların da za'ftan hâlî olmadığı anlaşılıyor. Çünkü Ömer b. Hattâb'dan nakledilen sağlam haberler, onun Ubey b. Kâ'b'a, cemaate sekiz rekât kıldırması¬nı emrettiğine delâlet etmektedir ki Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in fiiline uygun olanı da budur. Teravihin sekiz rekâttan fazla olduğunu bildiren haberlerin tamamı ya zayıftır, ya da senedi kopuk olup sağlam değildir.
9- Ebû Davud Suneni’nde Hasan'dan şöyle rivayet ediyor: Ömer b. el-Hattâb cemaati Kâb'ın arkasında topladı. Ubey onlara yirmi gece namaz kıldırmış, gecenin ikinci yarısında da kunut yaptırmıştı. Son on gün içinde cemaatten geri durdu ve evinde kıldı. Bunun üzerine cemaat "Ubey kaçtı" diyorlardı.
Hadisi Ebû Davud tarıkıyla Beyhaki rivayet etmiş , Zeylâi de Ebû Davuddan "Ubey onlara yirmi gece namaz kıldırdı" şeklinde zikretmiştir.
Ancak, bazı güvenilir ve dindar olmayan kimseler kasden Ebû Davud'un Sunen'inin Hindistanda basılan bazı nüshalarının kenarında "Başka nüshalarda yirmi gece yerine yirmi rekât ibaresinin yer aldığını" not düşmüşlerdir.
İlk olarak bu, Deyûbend'deki Dâru'l-Ulûm Üniversitesi'nde Hanefi'lerin imamı olan Şeyh Mahmud Hasan'ın, Ebû Davud'un Süneni üzerine yaptığı haşiyede yer almıştır. Sonra bir adım daha atıldı ve "yirmi rekât ibaresini asıl metne koydular, kenarına da "bir başka nüshada yirmi gece lafzıyla zikredilmektedir", şeklinde not düştüler. Bu da Fahru'l-Hasen'ın Ebû Davud üzerine yaptığı Şerh'te yer almaktadır.
Hind baskısından Beyrutta ofset yapılmış Bezlü'l-Mechûd nüshasının kenarında, "Bir diğer nüshada 'gece' yerine 'rekât’ ifadesi yer almıştır" şeklinde not var. Şeyh Mevlânâ Muhammed İshak'a okunan nüshada da bu ibare bulunmaktadır.
Ayrıca, Ebû Davud'un zikrettiği isnadda kopukluk vardır. Çünkü Hasanu'l-Basrî Hz.Ömer'e yetişmemiştir. O H.21 yılında doğmuş, Ömer ise 23. yılın son¬larında veya 24.yılın Muharrem ayı başında vefat etmiştir.
10- İmam Mâlik'in, Davud b. Husayn'dan yaptığı başka bir rivayet daha var ki, buna göre Davud, el-A'rec'in şöyle dediğini işitmiş: Ramazanda cemaate ne zaman yetişsem onları kâfirlere lanet eder bul¬dum. İmam sekiz rekâtta Bakara Sûresini okuyor, on iki rekâtı kıldırırken cemaat imamın hafif tuttuğunu görüyordu.
İbn Abdilberr el-A'rec'in bir gurup Sahabîye ve büyük Tabiilere yetiştiğini söylüyor.
Davud b. Husayn'a gelince, O Ebû Süleyman el-Medenî olup Emevîlerin azatlısıdır. İbn Maîn onu mutemet kabul ederken Ebû Hatim ‘zayıf addetmiş ve "Eğer Mâlik ondan rivayet etmiş olmasaydı hadisi terk edilirdi" demiştir.
Hafız İbn Hacer bu ve bu konudaki başka rivayetleri zikrettikten sonra şöyle söylüyor: İbn İshak dedi ki: Bu konuda işittiğimiz rivayetlerin en sağlamı Muhammed b. Yusuf'un, ceddi olan Sâib b. Yezid'den naklettiği, "biz Ömer zamanında Ramazanda on üç rekât namaz kılardık" riveyetidir ki bu, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem'in gece namazı hakkında nakledilen Aişe radıyallahu anha hadisine de uygundur.

31 Temmuz 2010 Cumartesi

İtikaf Meselesi

Bismillahirrahmanirrahim.
Bu yazıyı yazmama sebep, www.tevhidvesunnet.com sitesinde itikaf konulu bir fetva yayınlanmış bulunmasıdır. Fetva kıymetli alimler heyetinden oluşan Lecnetu’d-Daime’nin fetvası. Daha önce Sahih İlmihal adıyla hazırladığım çalışmamda bu fetvaya aykırı hüküm zikretmiş olmam hasebiyle bazıları “şaz” kaldığımı, hatta çerçeveyi genişletecek olursak, İslam aleminde Şeyh Elbani rahimehullah ile Ali el-Halebi’nin şaz kaldıklarını düşünenler olabilir. Ancak dinin meseleleri ele alınırken bunların hangi isimler tarafından savunulduğu değil, bu görüşlerin hangi deliller tarafından desteklendiği önem arz eder.
Görüşler, bunları savunan ilim ehlinin isimlerini birbiriyle karşılaştırılarak tespit edilmeye kalkılırsa, alimlerin korunması gereken değerleri zede alır. Haksız olduğu halde desteklenip, haklı olduğu yerde abartılan, kendisine hata etmek yakıştırılmayan alim anlayışına mukabil, ümmet adına çektiği sıkıntılara, Allah’ın kendilerine lutfettiği fıkha/dinde anlayışlılığa hiçbir kıymet verilmeyen, tek kelimede itibarı yerle bir edilen, tahsilsiz ve hizmetsiz kimselerin dahi tepeden baktığı biri haline geliveren bir alim anlayışı ortaya çıkar.
Lakin dini mevzularda dile getirilen görüşlerin değeri, şeriatın aslî kaynakları olan Kitap ve Sünnet’ten getirilen bir delili varsa ortaya çıkar. Elbette Tevhid ehlinin alimleri delil ile hareket etme mecburiyetini başkalarından daha iyi bilen kimselerdir. Lakin delil getiren her alimin haklı olduğunun da kabul edilemeyeceği bir gerçektir. Bu ümmet her iddia sahibine “sen de haklısın” diyen Nasreddin Hoca darbı meseline çok şahit olmuştur ve olmaktadır. İşte ilmin gücü burada ortaya çıkmaktadır: delilleri incelemek ve sahih neticeye varmak. Nasıl olsa şunun da delili var, bunun da delili var, o da haktır, bu da hak deyip yan çizmek değil!
Böyle bir durumda içtihat edene, doğru hükme ulaşmak için çaba gösterene Allah Azze ve Celle, rasulünün diliyle ecir vaad etmiş, isabet edene ise iki ecir tayin etmiştir. Hata edenin de konumu korunmuş, ancak hata ettiği anlaşıldıktan sonra müçtehidin hatasına tabi olmaya açık kapı bırakılmamıştır.
Her mükellef kendi şakilesine göre içtihad eder. Bu ümmet, gazaba uğrayanlarla sapıtanların arasında, mustakim yolu dileyen vasat ümmettir. Din adına değer verdiği kimselere aklını kiraya verip imanını teslim edenlerden berî olduğu gibi, peygamberlerini katledenlere nispet yaparcasına alimlerini hiçe sayanlardan, onlara yerli yersiz dil uzatanlardan da berîdir. Bilmediği konularda kendisinden daha iyi bilene müracaat etmekten çekinmezler, kendilerinden daha iyi bilenleri masum da kabul etmezler. Bu yüzden, kendilerinden daha iyi bilenlere müracaat ettiklerinde dahi delil isterler ki, Allah Azze ve Celle’ye karşı kendileri lehine ellerinde bir bûrhân olsun, geçmiştekiler gibi alimlerini, din adamlarını rabler edinen kimseler değil, alimlerinden öğrendikleri delillere tabi olan kimseler olduklarının belgesi olsun.
Velhasıl bu ümmet, ifrat ve tefritten uzak, taklid eden değil, ittiba eden bir ümmettir. Bunu başardığı oranda hedeflerine ulaşır.
İtikaf meselesine gelince, adı geçen sitede nakledilen fetvayı aynen aktaracağım ve kimilerince “şaz görüş” sayılan görüşün de delilini sunarak, diğer görüşün – iddia edilenin aksine – sabit bir hadise dayandığını ve hadis sabit olduktan sonra bunun gereği olan görüşe “şaz” denilmesinin yanılgı olduğunu arz edeceğim.

Lecne’nin fetvası şu şekilde:

İlmi Araştırmalar ve Fetvâ Komisyonuna soruldu:
Soru: Çok kereler şöyle diyenleri işitmekteyiz: Üç mescidin [Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ] dışında i’tikâf câiz değildir. Buna Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözüyle delîl getirmektedirler: “İ’tikâf ancak üç mescidde yapılabilir.” Yine şöyle demektedirler: Hadîs hâs, âyet ise umumîdir. Hususi olan umumi olana takdîm edilir. Ancak bizler fazîlet sâhibi hocamız Abdulazîz b. Bâz’dan başka bir görüş işittik. Sizden bu konuyu delîliyle açıklamanızı istiyoruz. Umulur ki Allah göğsümüzü hak için genişletir. Allah size hayırlı karşılıklar versin.
Cevap: İ’tikâf üç mescide has değildir. Bilakis bütün mescidlerde meşrûdur. Seleften ve haleften ilim ehlinin cumhûru bu görüştedir. Ancak Cuma mescidinde, yani içinde Cuma namazı kılınan mescidde olması daha evlâdır. Müslümanlar geçmişten bu yana bütün mescidlerde i’tikâfa giregelmişlerdir. İ’tikâfı herhangi bir mescide hâs kılmamışlardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Mescidlerde i’tikâfta bulunduğunuzda onlarla [kadınlarla] yakınlaşmayın.” [2/Bakara, 187]

“İ’tikâf ancak üç mescidde yapılabilir.” şeklindeki Huzeyfe hadîsine gelince, bu hadîs sâbit değildir.

Tevfik Allah’tandır. Peygamberimiz Muhammed’e, âilesine ve ashâbına salât ve selâm olsun.

Üye: Bekr Ebû Zeyd

Üye: Abdulazîz Âlu'ş-Şeyh

Üye: Sâlih el-Fevzân

Üye: Abdullah el-Ğudeyyân

Başkan: Abdulazîz b. Abdillah b. Bâz

[Fetâvâ el-Lecnetu’d-Dâime 2/9/319]

Ali el-Halebi’nin itikaf hakkındaki risalesinin ve Şeyh Elbani’nin izahlarının tercemesini web sayfamda yayınlamış bulunuyorum. Burada sadece konuya doğrudan değinen bölümleri aktaracağım:

İTİKAF YAPILACAK YER

Geriye çok önemli bir mesele kaldı. Daha önce zikri geçen bütün hükümler bu meselenin üzerine kuruludur. Yani: içinde itikaf yapmanın caiz olduğu yer neresidir?

İlim ehli bu hususta büyük bir ihtilafla ihtilaf etmiştir.

Onlardan bazıları der ki: “(İtikaf) geniş mescidde olur.”

Bazılarıda şöyle der: “Evinin mescidinde de olur”

Bazıları ise: “Mescidin dışında da (olur) derler.

Nitekim İbn Rüşd Bidayetu’l-Muctehid’de (2/427) ve başkaları bu şekilde açıklamış ve nakletmişlerdir.

Derin bir düşünce ile alimlerin görüş ve ihtilaflarına bakan kimse, içinde itikafa girmenin caiz olduğu yerin sınırını koymada Allah Subhanehu’nun “…siz mescidlerde itikafta iken..” ayeti hakkındaki anlayışlarından dolayı bu sonuçlara vardıklarını görür.

İmam Nevevi el-Mecmu’da (6/483) hangi mescidde itikafa girmenin caiz olduğunu zikrettikten sonra –ki o İmam Şafi’nin de görüşüdür- şöyle der:

“Ashabımız (yani Şafiiler) Yüce Allah’ın şu buyruğu ile delil getirmiştir: “Mescidlerde itikâfa çekilmiş olduğunuz sürece kadınlara yaklaşmayın.” Bu ayetin mescidin şartlarına delalet eden yönü; eğer mescidin dışında itikafa girmek geçerli olsaydı cinsel ilişkinin haramlılığı mescidde itikafa girmeye mahsus olmazdı. Çünkü o itikafın (şartlarına) zıttır. İtikafın bilinen açık anlamı mescidlerde olmasıdır.

Mescidlerde yapılmasının cevazı sabit olduğu zaman, (bu) her mescidde geçerli olduğunu gösterir. Delil ile olması müstesna kim onu (mescidlerden) bir kısmına özel kılarsa, (bu) tahsis kabul edilmez. Tahsis hakkında açık bir şey (olmadan bu tahsis) geçerli olmaz.

Cessas Ahkamu’l-Kur’an’da (1/243) şöyle der: “Siz mescidlerde itikafta iken” ayetinin zahiri lafzın umumiliğiden dolayı diğer mescidlerde itikafa girmeyi serbest bırakmaktadır. Kim onu (mescidlerin) bir kısmı ile kısıtlarsa, onun delil getirmesi gerekir. Onu geniş mescidlere mahsus kılmaya bir delil yoktur. Peygamberlerin mescidlerine has kılan kimsenin tahsis etmesinde de olduğu gibi, bir delil olmadığı zaman ona itibar edilmez.”

(Cessas) Rahimehullah (devamla) der ki: “…Ayetin umumunu, delalet etmediği şey hakkında hususileştirmek bizim için caiz değildir.”

İbn Rüşd de Bidayetu’l-Muctehid’de (2/427-428) benzer bir sebep zikrederek şöyle der: “Derim ki: İmam Şafi’ Rahimehullah (şuna) kaildir: “Hadis, Kur’an’a zıt değildir. Fakat Allah Rasulü’nün (Sallallahu aleyhi ve selem) hadisi kastedilen şeyi, özeli ve geneli, nasihi ve mensuhu açıklar. Sonra, insanlara gereken Allah’ın emrine uymalarıdır. Kim Allah Rasulü’den (Sallallahu aleyhi ve selem) geleni kabul ederse, Allah’a itaati kabul etmiş olur.”

Hamd ve minnet Allah’adır ki, zikredilen ayeti tahsis eden (özelleştiren), ayeti tahsis eden hadise ulaşmamaları sebebiyle alimlerin üzerinde bulundukları tartışmayı gideren sahih nebevi, merfu hadis gelmiştir!

İmam Şâfii’ Rahimehullah şöyle demiştir: “Hiçkimse yoktur ki, Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden dolayı sözü terk edilmesin. Ne zaman Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerine aykırı düştüğüm bir söz söylemişsem veya bu şekilde bir asla dayanmışsam, kabul edilecek söz Allah Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) söylediği sözdür ve o benim de sözüm odur.”

İşte bu diğer imamların da (Rahimehumullah) asıl menhecidir.

İbn-i Vehb şöyle der: “Malik’ten abdestte iki ayak parmaklarının arasını hilallemekten sorulurken işittim. (Malik) Dedi ki:

“Bu insanların (bildiği, yani bilinen bir şey) değildir.” (İbn-i Vehb) Dedi ki: İnsanlar azalıncaya kadar onu bıraktım. Sonra ona şöyle dedim:

“Bizde bunun hakkında bir sünnet vardır.” (Malik) Dedi ki:

“Nedir o?” Dedim ki:

“Bana Leys İbn-i Sad …… Müstevrid b. Şeddad el-Kureşi’den tahdis etti ki, o şöyle demiştir:

“Allah Rasul’ünü (Sallallahu aleyhi ve sellem) serçe parmağı ile iki ayak parmaklarının arasını ovalıyor gördüm.” (Malik) Dedi ki:

“Bu hadis güzeldir. Onu bu vakte kadar işitmemiştim.” Sonra onu işittim, bundan sonra sorulunca parmakları hilallemeyi emrediyordu.

Derim ki: Bugün bizim de, içinde itikafa girmenin caiz olduğu yer hakkındaki meselemiz bunun gibidir:

1- Bu insanların (bildiği, yani bilinen bir şey) değildir.

2- Bizde bunun hakkında bir sünnet vardır.

3- Bu konudaki hadis hasen, hatta sahihtir.

4- İnsanlar yakın zamana kadar onu işitmemişti.

Bu alıştıkları şeylere aykırı olduğu için Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) hadisini reddetmeye başlarlar mı? Yoksa onlar üzerinde bulundukları adetlere aykırı dahi olsa Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) hadisini kabul ederler mi?
(Allame Cemaluddin el-Kasımi, Kavaidu’t-Tahdis’te (s.94) şöyle der: “Şu, hadis ilminin güzel meyvelerindendir: Hiçkimse amel etmiyor olsa bile sahih hadisi kabul etmek gereği. İmam Şafii meşhur er-Risale’sinde der ki: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den başka kimsenin sözü mutlak delil değildir. İstihsan ile de görüş belirtilemez. Zira istihsan ile bir şey söylemek, daha önce örneği olmayan bir şey ortaya koymaktır.”
Derim ki: er-Risale’de (no:70) böyle demiştir. İmam Şafii rahimehullah orada (598-599) şöyle der: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olan bir hadise farkında olmadan muhalefet etmemize gelince, umarım ki Allah bundan sorumlu tutmaz. İnşaallah. Bunu kimsenin bilerek yapmaya hakkı yoktur. Fakat insan bazen sünnetten haberdar olmaz, kasten sünnete muhalefet ettiği için değil, haberdar olmadığı için ona aykırı bir söz söyler. İnsan bazen de gaflet sebebiyle yorumda hata eder.”
 
Derim ki: Şeyh Ahmed Şakir bu sözlere şu notu düşmüştür: “Allahu ekber! O gerçekten bir imamdır! Mekke’liler ona “Hadisin destekçisi” ismini verirken doğru söylemişler ve isabet etmişler!” Bkz.: İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkiin (3/464) Avdet İle’s-Sunne adlı risalem (s.27)
Cevabı alimlerin hayatından ve gittikleri yoldan alıyoruz. İmam Şâfi’ Rahimehullah bir gün bir hadis rivayet etmişti ve dedi ki: “O şüphesiz sahihtir.” Birisi ona dedi ki:

“Senin görüşün de o (hadis) gibi mi Ey Ebu Abdillah?” Şâfi’ (bu söz üzerine) sarsıldı ve dedi ki: “Be adam! Beni kiliseden çıkarken mi gördün? Belimde zünnarla mı gördün? Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis rivayet edeceğim ve ona uymayacağım (öyle mi)?”

Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: “Ne zaman Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis rivayet edip de ona uymamışsam, şahit olun ki aklım gitmiştir."

Asla hiçbir şüphe yoktur ki hakkı talep eden her insaf sahibi, Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine göre sahih olan bir hadisine vakıf olduğunda, sabit bir şeyle karşı çıkmaz. O (insaflı kimse), insanlar ne söylerlerse söylesinler, o hadise mecburen, şüphesiz, mutlaka uymak zorundadır. O kimse için insanların mı, yoksa insanların Rabbi Subhanehunun mu ona karşı tutumu mu önemlidir?

İş bu şekilde olduğunda söyleyenlerin söylemesine iltifat etme. Şerefli nebevi sünnetle beraber bulunduğun sürece iddiacıların değersiz iddialarına da aldırma!

Derim ki: Ayeti Kerime’yi tahsis eden hadis-i nebevîye gelince, o, Beyhaki’nin Sunen’inde (4/316), Tahavi’nin Muşkilu’l- Âsâr’da (4/20), Zehebi’nin Siyeru A’lamu’n-Nubela’da (15/81) rivayet ettikleri hadistir. Hepsi de: Sufyan b. Uyeyne - Cami’ b. Ebi Raşid - Ebi Vail, yolundan rivayet etmişlerdir: Ebu Vail dedi ki:

“Huzeyfe radıyallahu anh, Abdullah’a (yani İbn-i Mes’ud radıyallahu anh’a) şöyle dedi:

“Evin ve Ebu Musa’nın evi arasında itikafa girmenin zararı yok mudur? Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) öğrenmişindir ki: o şöyle buyurdu:

“Üç mescid dışında itikaf olmaz!”

Abdullah dedi ki: “Belki sen unuttun, onlar ezberledi veya sen hata ettin, onlar isabet etti.”

Hafız Zehebi hadisi rivayet ettikten sonra şöyle dedi: “ Sahih garib ve isnadı âlî’dir (yani az sayıda ravinin rivayetiyle gelmiştir.).”

Derim ki: İsnadı Buhari’nin şartı üzeredir.

Nitekim seleften bir kısmı bu hadis üzere amel etmiştir. İbn-i Ebi Şeybe Musannef’te (3/91) ve İbn-i Hazm (5/191) sahih bir senedle Said b. Müseyyeb’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

“Mescid-i Nebevi’den başkasında itikafa girilmez.”

Ve Abdurrezzak Musannaf’ta (8019) Ata rahimehullahdan sahih bir isnadla şöyle dediğini rivayet eder:

“Mekke mescidi ve Medine mescidi dışında civar (yani itikafa girmek) yoktur.”

Derim ki: Bu, az önce rivayet ettiğimiz hadisin manasının dışına çıkmaz. Nitekim İbn-i Hazm (5/194) şöyle demiştir: Ata’ dan sabit olmuş olan “civar” kelimesiyle kastettiği itikafa girmek demektir.”

İbn-i Vehb (ondan gelen haberde daha önce geçtiği gibi) İmam Malik Rahimehullah’ın kendisinde bulunmayan (hilalleme rivayeti) açıklandıktan sonra parmakların arasını hilallemeyi emretmeye başladığını zikretmiştir. Hadise ulaşınca kim olursa olsun hiç kimsenin sözüne iltifat etmemiştir. Bilakis –hadisin sıhhati ona sabit olduktan sonra- hiç düşünmeden gerektirdiği şeyi emretmeye başlamıştır.

Böylece biz (Allah’a hamdolsun) Ayeti Kerime’nin umum manası üzere her mescidde itikafın cevazını kastedenlere karşı birçok ilim ehlinin söylediği gibi söylemiş olduk. Bu sahih hadis, bize belirinceye ve sıhhati açık bir şekilde ortaya çıkıncaya kadar, ona zıt bir şey görmedik. Hadisi gerektiği şekilde, bize yazdırıldığı ve sünnet imamları ve selef alimlerinin istediği şekilde açıkladık.

ŞÜPHELER
Huzeyfe radıyallahu anh hadisi üzerinde bazı şüpheler varid olmuştur. Şüpheleri ve cevabını aktarıyoruz:
Birincisi: İbn-i Mes’ud (Radiyallahu anh) “Belki sen unuttun, onlar ezberledi veya sen hata ettin, onlar isabet etti” sözü ile Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) sözüne karşı çıkmıştır.
Cevap: Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) hata yaptığına dair bir nas yoktur. Çünkü “Lealle (Belki de)” Arap dilinde ummayı ifade eder. Mümkün olabilecek bir işi beklemek, gözlemek, ihtimal çeşitlerinden bir çeşidi tahmin etmek demektir. Usul ulemasının dediği gibi “ihtimal varid olunca istidlal batıl olur”.
Sonra bu ihtimali İbn-i Mes’ud (Radiyallahu anh) iki yöne ayırmıştır:
1- Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) unutması veya hatası.
2- (O şekil) İtikaf yapan topluluğun hıfzı veya isabet etmesi.
Bir kimse için bu iki ihtimalden hangisi tercihe şayandır?
Hüccet ve delilin tercih edilmesi (gerektiğine) şüphe yoktur. Peki kim hüccet sahibidir? Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetini tereddüt ve şüphe olmaksızın kesinkes bilen Huzeyfe Radiyallahu anh mı? Yoksa ihtimaller koyan ve tahmin eden, o konu hakkında kendisinde kesin nebevi bir şey olmayan İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh mı?
İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh, Huzeyfe Radiyallahu anh’e, itikafa girenlerin daha çok oluşlarıyla ve Huzeyfe Radiyallahu anh’ın ise bir tek kişi olmasıyla reddiye vermek istedi. Fakat onun uslubunda ilim vardı. Şüphe ve tereddüde düşmüş olması bunun delilidir. Huzeyfe Radiyallahu anh ezberlemiş kendisi ise ezberlememişti. Bu konu hakkında Huzeyfe’ye (Radiyallahu anh) itimat ettiği kadar itikaf eden cemaate itimat etmemiştir. Aksi halde gidip itikafları hakkında onlara sorardı.”
Sonra bu şüphe ile ilgili cevap hakkındaki başka bir yön de, İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın , Huzeyfe Radiyallahu anh’e karşı çıkması, onun hadisin lafzında hata etmiş olması değil, sadece hadisi anlama hususunda hatalı bulmasıyla ilgilidir.
(Allah ondan razı olsun, o bunu “Üç mescidden başkasında kamil itikaf yoktur” anlamında anlamıştır. Nassın zahirinden ayrı olan bir fehmin/anlayışın, zahire uygun fehme karşı delil olması söz konusu değildir. Lakin bu hakikatte dil açısından kusurlu bir anlayıştır. Zira üzerinde ittifak edilen esasa göre, söz, zahiri üzere alınır. Bu zahirin dışında ancak delil ile çıkılabilir. Burada, itikafı üç mescid ile sınırlayan ve herhangi bir mescidde itikafı nefyeden bu nassın dışına çıkmayı gerektiren bir delil yoktur. Hadisin lafzının zahiri budur. Zira buradaki “Lâ” cinsin nefyini yani bütün itikafların nefyini ifade eder. bundan sonra gelen “illa” edatı, bu mutlak nefiyden, hadiste bildirilen üç mescidi istisna etmektedir. Hadis, arap dilinin açık delaletiyle zahirine uygun olarak kalır. Zahirinin dışına çıkılamaz. Allah’a hamd olsun.)
Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) bunu itikaf yapanların aleyhine delil getirmesi ise bunu kabul etmediğinden dolayıdır. Bunun delili, Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) ona (İbn-i Mes’ud’a (Radiyallahu anh) şöyle demiş olmasıdır:
“Sen de bilmektesin ki Allah Rasul’ü (Sallallahu aleyhi ve sellem)…” sonra (hadisi) zikretti. İbn-i Mes’ud’ (Radiyallahu anh) - Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) dediği gibi- hadisi biliyordu ve ona vakıftı. Fakat o, Huzeyfe Radiyallahu anh’e onun anlamı hususunda karşı çıkıyordu.
Eğer denilirse ki: İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh, Huzeyfe radıyallahu anh’den daha fakih/anlayışlı değil midir? Ve İbn-i Mes’ud radıyallahu anh’ın anlayışını, Huzeyfe radıyallahu anh’ın anlayışından üstün tutmak gerekmez mi?
Cevap olarak şöyle denilir: İbn-i Mes’ud radıyallahu anh’ın daha anlayışlı olduğunda şüphe yoktur. Fakat bu, Huzeyfe radıyallahu anh’ın anlayışının ve ezberlemesindeki titizliğinin değerini düşürmez. Nasıl olmasın ki? O, Hafız Zehebi’nin Siyeru A’lami’n-Nubela’’da (2/361) vasfettiği gibi Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem’in “sırdaşı”dır. Ve aynı şekilde o, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabının seçkinlerindendir.
Sonra Huzeyfe Radiyallahu anh tanınan biridir ve her mesele hakkında isabet etmek fakihliğin şartından değildir. Özellikle de anlayış ve fıkhı nassın zahirine muhalif olduğunda!
Buna ilaveten biz, İbn Mesud radıyallahu anh ya da bir başkası, kim olursa olsun, hiçkimsenin anlayışına boyun eğmeyiz. Bilakis biz Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) sabit olan nassa boyun eğeriz.
Bunu Buhari (346) ve Müslim’in (368) rivayet ettikleri sahabe siretleri de desteklemektedir. Şakik b. Seleme dedi ki: “Abdullah b. Mes’ud ve Ebu Musa ile beraber oturuyordum. Ebu Musa dedi ki:
“Ne dersin Ey Ebu Abdurrahman! Bir adam cünüp olsa ve bir ay su bulamasa namazı nasıl yapar? Abdullah dedi ki:
“Bir ay su bulamasa da teyemmüm etmez.” Ebu Musa dedi ki:
“Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine “Şöyle yapman sana yeterli olurdu” buyurduğu zaman ki, Ammar’ın sözünü ne yapacaksın! Dedi ki:
“Ömer’i görmedin mi bunu kabul etmedi? Ebu Musa dedi ki:
“Hadi Ammar’ın sözünü bırakalım, şu ayeti ne yapacaksın? “….su da bulamadıysanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin.” (Maide-6) Abdullah ne söyleyeceğini bilemedi de, dedi ki:
“Biz eğer onlara bu hususta ruhsat verirsek, onlardan biri neredeyse suyu soğuk bulduğunda onu bırakır ve teyemmüm eder.” Şakik’e dedim ki:
“Abdullah sırf bu yüzden mi (teyemmümü) hoş görmüyordu?” Dedi ki:
“Evet”
Derim ki: (Peki şimdi) İbn-i Mes’ud Radıyallahu anh’ın anlayışı ve görüşünden dolayı ayeti ve Ammar hadisini terk mi edelim? Bu husustan dolayı Hafız İbn-i Hacer Fethu’l-Bari’de (1/457) şöyle demiştir:
“İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’e gelince Ammar hadisini kabulden uzak durması hususunda özrü yoktu.”
Burada dediğimiz şudur: İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın Huzeyfe hadisini kabul etmemesi hususunda özrü yoktur. Fakat o görüş, İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın ictihadıdır. O yüzden ona bir ecir vardır inşaallah.
Haktan sapılamayacak olan hak şudur ki hadisin zahiri alınıp ona tabi olmak daha uygun ve önceliklidir. Hadisi delil olmaksızın, birisinin anlayışıyla kayıtlamak ve sınırlamak sözkonusu olamaz. Nitekim şöyle denilmiştir: “Lafızlar manaların kalıplarıdır.” Gerçekten hadisin lafzı ve anlamı çok açıktır. Daha önce geçtiği gibi, seleften bazılarının bu hadisle amel etmiş olması, netliğini ve açıklığını artırmaktadır.
Eğer denilirse ki: “Huzeyfe Radiyallahu anh, İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın cevabından sonra neden sustu?”
Derim ki: Çünkü nebevi delil endişe ve ihtimali yok eder. Bunda şüphe yoktur. Huzeyfe radıyallahu anh’ın zihninde ezberlediği ve tebliğ ettiği hadis hakkında bu endişe ve ihtimale dair bir şey yoktu. Hal böyleyken, bu endişenin aksine kesin olarak kanaat ettiği halde ona nasıl cevap verebilirdi ki? Onun sadece hadisi rivayet etmedeki ısrar ve gayreti en büyük cevap ve en açık reddiye idi.
İkinci Şüphe: Huzeyfe Radiyallahu anh veya ondan sonra hadisi rivayet edenlerden birisi şüphe etmiş, üç mescidi zikrettikten sonra: “….. veya geniş mescid..” demiştir. Bu bir şüphedir ve bu şüphe ile Allah Rasulu Sallallahu aleyhi ve sellem’in sözü olduğuna karar verilemez.
Cevap: Şayet bir topluluğun İbn Uyeyne’den, herhangi bir şek içermeyen rivayetine vakıf olmamışsa, bu şüphe kendisine vaki’ olan kimse mazurdur. Sözü edilen topluluk şunlardır:

1- El-İsmailî, Mu’cem’inde (112/2), Muhammed b. Ferec’den,

2- Beyhaki ve Zehebi’nin rivayetinde; Mahmud b. Adem el-Mervezi’den,

3- Tahavi’nin rivayetinde Hişam b. Ammar’dan rivayet etmişlerdir.

Bunların hepsi kendileriyle delil gösterilen ravilerdir. Hişam b. Ammar saduk/dürüst bir ravidir. Yaşlanınca telkin kabul etmeye başlamıştır. Fakat ondan önceki iki ravinin rivayetine uygunluğu, bu hadisi doğru ezberlediğine delil olmaktadır.

Bu ravilerin hadisi, sözü edilen şek bulunmaksızın rivayet etmede ittifak etmeleri, itiraz edenin görüşünün tercih edilemeyeceğine delildir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Şüphe: Bu konudaki hadis İmam Tahavi’nin Muşkilu’l- Âsâr’da (4/20) dediği gibi mensuhtur.

Cevap: Bu mesnetsiz bir iddia ve delilsiz bir görüştür. Çünkü nasih ve mensuha ancak Allah Rasulün Sallallahu aleyhi ve sellem’den bir haber veya o ikisinden birinin zaman olarak diğerinden sonra oluşunu gösteren bir delil ile istidlal edilebilir. Nesh, Sonuncusunun nasih (hükmü kaldıran) olmasıyla, hadisi işitenin sözüyle ya da icma’ ile bilinir.

Bu, usulcüler arasında, üzerinde ittifak edilen bir konudur. Aksi halde herkes dilediği bir ayet veya rivayetin nesh edilmiş olduğunu iddia ederdi. Bu en çirkin şeydir!!! Bu iddianın bir delili olabilir mi?

Dördüncü Şüphe: Hadis muzdarip/çelişkilidir.

Derim ki: Bu pervasız ve geçersiz bir iddiadır. İsnadların ve haberlerin ehli olan alimler bu iddiaya karşı çıkar! İşte sana itiraz ederek karşı çıkanların iddialarını ispat için getirdikleri şüpheler:

Birincisi: Hadis merfu olarak ve mevkuf olarak, her ikisi de Huzeyfe radıyallahu anh’den rivayet edilmiştir. Bu rivayeti reddetmek gerekir!?

Derim ki: Bundan önce rivayet edilen üç merfu’ rivayet geçmişti. Onlardan sadece Abdurrezzak’ın İbn-i Uyeyne yoluyla rivayeti mevkuftur.

Bunu Abdurrezzak Musannef’te (8016) ve aynı yoldan Taberani Mu’cemu’l-Kebir’de (9511) tahric etmişlerdir.

Bunda tek kalan Abdurrezzak’ın haberi, üç sika ravinin kesin bir şekilde merfu rivayetlerine karşı duramaz. Bu bir yönü.

Başka bir yönü ise, merfu olduğunun bildirilmesi ziyade bilgidir. Sika/güvenilir ravilerin ziyadesi olduğu için de kabul edilmesi gerekir.

Nevevi rahimehullah, “Ma Temesse İleyhi Hacetu’l-Kari, Li-Sahihi’l-İmam Buhari” adlı risalesinde şöyle der: “Sikalardan biri hadisi muttasıl olarak, birisi mürsel olarak, birisi merfu olarak, birisi mevkuf olarak rivayet etmişse veya ravi mevsul olarak rivayet ettiğini bir seferinse merfu, bir seferinde mürsel veya bir seferinde de mevkuf olarak rivayet etmişse, fakihlere, usul ehline ve muhakkik hadisçilerce göre doğru olanı; bu rivayetin mevsul ve merfu’ olduğuna hükmedilmesidir. Çünkü bu sikanın ziyadesidir.”
(Bu, Hatibu’l-Bağdadi’nin de el-Kifaye’de (s.411- Hindistan baskısı) tercih ettiğidir. Bkz.: İbn Salah, Ulumu’l-Hadis (s.79)

İkinci itiraz: Izdırab/çelişki Huzeyfe radıyallahu anh’ın Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayetinde de meydana gelmiştir.

1- Bir defasında merfu’ olarak şöyle rivayet etmiştir: “İmam ve müezzin olan her mescidde itikafa girilebilir.”

2- Bir defasında şöyle rivayet etmiştir: “Üç mescidden başkasında itikafa girilmez.”

3- Bir defasında da şekke düşerek şu ziyade ile rivayet etmiştir: “Veya geniş mescidde”

Cevap: Birinci hadisi Darakutni (2/200) rivayet etmiştir. İbn-i Hazm el-Muhalla’da (5/196) onun hakkında şöyle der: “Bu kusurludur anlayış sahibi biri bununla meşgul olmaz. Cuveybir helak olmuştur (çok zayıftır). Dahhak zayıftır ve Huzeyfe’ye yetişmemiştir.”

Derim ki: Böyle bir rivayetle gönül yatışmaz.

İkinci hadise gelince, daha önce geçtiği gibi şüphesiz sahihtir.

Üçüncü hadisteki şüpheye gelince, bu tercih edilen değildir. Daha önce ikinci şüphenin cevabında açıklama geçmiştir.
Sadece ikinci hadis kesindir ve o da (şöyledir) “Üç mescidin dışında itikafa girilmez”. Bu merfu olarak sahihtir. Buna aykırı bir eser veya bir haber yoktur. Bunun karşısında duracak kuvvet bir görüş veya anlayış yoktur. Bu hadis itimad edilip amel edilecek özelliktedir. Başarılı kılan yalnız Allah’tır.
Beşinci Şüphe: Şüphesiz bu (ikinci hadis) Aişe radıyallahu anha’dan rivayet edilen: “Sadece geniş mescid de itikafa girilir” hadisine zıt ve aykırıdır. Hadis daha önce geçmişti.
(Şeyh Şuayb el-Arnaut, Siyeru A’lami’n-Nubela dipnotunda (15/81) meselenin tartışma gerektirdiğini söylemiş ve şöyle demiştir: “İtikafın üç mescid ile tahsis edilmesinde Huzeyfe radıyallahu anh tek kalmış ve çoğunluk başka mescidlerde de itikafın caiz olduğu görüşünü benimsemiştir.”
Derim ki: Bu doğru bir görüş değildir. Huzeyfe radıyallahu anh, rivayet edilen sahih sünnet ile birliktedir. Çoğunluk nedir ki? Onların elinde ayetin umumi ifadesinden başka bir şey yoktur. O ayet ise bu sahih nebevi hadis ile tahsis edilmiştir. İtimad edilecek hak budur inşaallahu teala.)
Cevap: Aykırılık ve zıtlık yoktur. Bilakis bu da tahsise dahildir. Çünkü Aişe radıyallahu anha hadisinin, Huzeyfe radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadisten genel kapsamlı olduğu net ve açıktır. Bu yüzden tahsis edenle amel edilir. Bunu pekiştiren ve ispat eden hususlardan birisi de, Huzeyfe radıyallahu anh hadisinin merfu oluşu açıkça tasrih edilmişken, Aişe radıyallahu anha’nın sözü hükmen merfudur.
(Huzeyfe radıyallahu anh hadisine aykırı olan ve çoğu zayıf olan mevkuf ve maktu (sahabe sözü ve tabiin sözü) rivayetlerden başka bir şey yoktur.)
İlim ehli katında bu, tercih sebeplerindendir.
Tenbih: Geçen bu açıklamalar, şu hadiste geldiği gibi, mescidlerde alışılagelmiş oturmanın mutlak faziletine aykırı değildir: “Sizden biriniz namaz kıldığı yerde abdesti bozulmadan oturmaya devam ettiği sürece melekler onun için salat ederler ve: “Allah’ım! Onu bağışla, Allah’ım! Ona merhamet et” derler” Bunu Buhari ve Muslim, Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet etmişlerdir. Bkz.: Fethu’l-Bari (2/142, 143) el-Mescid Fi’l-İslam (s.56-57)

Şeyh el-Elbani Rahimehullah’ın Bu Mesele Hakkındaki Açıklaması

Bismillahirramanirrahim.
Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem: “İtikaf ancak üç mescitte olur” buyurmuştur. Bu hadis hakkında el-Albani Sahiha’da (2786) şöyle der:

“Bunu el-İsmailî Mu’cem’de (112/2) şeyhi el-Abbas b. Ahmed el-Veşşa – Muhammed b. El-Ferec tarikiyle rivayet etti. Beyhaki Sünen’de (4/316) Muhammed b. Adem el-Mervezî tarikinden, her ikisi Sufyan b. Uyeyne – Cami b. Ebi Şeddad – Ebu Vail tarikiyle: dedi ki; Huzeyfe radıyallahu anh, Abdullah radıyallahu anh’e (yani İbn Mesud’a)

“Bir topluluk senin evin ile Ebu Musa’nın evi arasında itikaf yapıyor ve sen karşı çıkmıyorsun! Halbuki Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem’in “İtikaf ancak üç mescidte olur” buyurduğunu biliyorsun.” Abdullah radıyallahu anh dedi ki:

“Onların ezberlediğini sen unutmuş yahut onlar isabet edip sen hata etmiş olabilirsin”

Bu isnad şeyhayn (Buhari ve Müslim)in şartlarına göre sahihtir. İbn Mesud’un sözü, Huzeyfe’nin hadisin rivayet lafzında hata ettiğini gösteren bir nas değildir. Hatta Huzeyfe radıyallahu anh’ın karşı çıktığı itikaf hususunda İbn Mesud’a göre hadisin anlamı, tıpkı “emaneti olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur” hadisindeki gibi “kamil itikaf yoktur” şeklinde olabilir. Allahu alem.

Sonra Tahavi’nin bu hadisi Müşkil’de (4/20) aynı tarikten rivayet ettiğini gördüm. Aynı şekilde Abdurrazzak Musannef’te (4/248/8016) ondan da Taberani (9/350/9511) İbn Uyeyne’den bu yol ile rivayet ettiler, lakin merfu oluşunu tasrih etmediler.

Said b. Mansur; Sufyan b. Uyeyne yoluyla rivayet etti ancak merfu oluşundan şüphe ile ve özet olarak rivayet etti; Şakik b. Seleme dedi ki: Huzeyfe radıyallahu anh Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’e:

“Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu biliyorsun: “İtikaf ancak üç mescidte olur” veya cemaat mescidi dedi.

İbn Hazm el-Muhalla’da (5/195) ondan nakleder ve bu şekten dolayı hadisi reddeder. İbn Hazm, İbn Uyeyne’den şeksiz olarak merfu gelen “veya cemaat mescidi” lafzıyla rivayete vakıf olmadığından mazurdur…

Said b. Mansur’un hadisin merfu oluşunda tereddüt etmesi sıhhatini etkilemez. Özellikle kıssanın geliş şekli (siyakı) dikkatle bakıldığı zaman hadisin merfu olduğu hususunu pekiştirir. Zira Huzeyfe radıyallahu anh, onların evler arasında itikaf yapmaları hakkında ibn Mesud radıyallahu anh’ın sessiz kalmasına mücerret görüşüyle karşı çıkmamıştı. O, İbn Mesud radıyallahu anh’ın üstünlük ve fıkhını biliyordu. Şayet ona göre hadis merfu olmasaydı, ibn Mesud radıyallahu anh’e karşı çıkıp hüccet ikame etmezdi. Hatta Abdurrazzak’ın mevkuf rivayeti dahi dediklerimi destekler. Zira ondaki lafız şöyledir:

“Bir topluluk evinle Ebu Musa’nın evi arasında itikaf yapıyor ve sen yasaklamıyorsun ha!” Abdullah radıyallahu anh:

“Sen hata edip onlar isabet etmiş veya sen unutup onlar ezberlemiş olabilirler” dedi. Bunun üzerine Huzeyfe radıyallahu anh:

“İtikaf ancak üç mescidte olur” diye devam etti.

Bunun bir misli de İbrahim’in rivayetidir: “Huzeyfe radıyallahu anh, Abdullah radıyallahu anh’e geldi ve:

“Senin evinle Eşari’nin evi arasında mescidte itikafa girenleri garip karşılamıyor musun?“ dedi. Abdullah radıyallahu anh:

“Sen hata edip onlar isabet etmiş de olabilir” dedi. Huzeyfe radıyallahu anh:

“Bilmiyor musun ki itikaf ancak üç mescidte olur! Orada veya şu çarşıda itikaf etmeleri arasında fark görmüyorum. (Huzeyfe radıyallahu anh’ın ayıpladığı bu kimseler Büyük Kufe Mescidinde itikafa girmişlerdi.)

Bunu İbn Ebi Şeybe Musannef’te (3/91) rivayet etti. Yine Abdurrazzak (4/347-48) rivayet etmiş olup parantez içindeki ziyade ona aittir. Ondan da Taberani (9510) rivayet etti. Ricali güvenilirdir, şeyhayn ravileridir. Yalnız İbrahim (en-Nehai) dışında. O Huzeyfe radıyallahu anh’e yetişmemiştir.

Huzeyfe radıyallahu anh’ın İbn Mesud radıyallahu anh’e karşı “Üç mescid haricinde itikaf olmaz” cümlesiyle delil getirmesi, ona göre bunun hüccet makamında bir söz olduğunu düşündürmektedir. Aksi halde ona:

“Bilmiyor musun!” diye söylemezdi. Allahu a’lem.

Şunu iyi bil ki, alimler itikaf yapılacak mescidin şartları hususunda ihtilaf ettiler. Bunu geniş olarak musanneflerde, el-Muhalla’da ve diğerlerinde görebilirsin. “Siz mescidlerde itikaf edersiniz” ayeti ile hüccet getirmek doğru değildir. Hadis sahihtir. Ayet umum olup hadis hâstır. Usul gereğince umum, hâs olana hamledilir. Hadis mahsus, ayet onun mubeyyenidir ve Huzeyfe hadisine delil olur.

Bu konuda eserler (sahabe ve tabiinden gelenler) de muhteliftir. Alınmaya layık olanı hadise muvafık olandır. Mesela Said b. Museyyeb’in sözü gibi:

“İtikaf ancak Mescid-i Nebi’de olur.” Bunu İbn Ebi Şeybe ve İbn Hazm sahih isnad ile rivayet ettiler…

Şeyh Elbani daha sonra hadisin sıhhati konusunda yapılan itirazlara karşı delilleriyle hadisin sıhhatini ispatlayan açıklamalar yapar.

Neticede hadisin lafzından anlaşıldığı üzere üç mescid dışında itikaf olmaz. Lecne'nin fetvası ve cumhurun görüşü şaz olup sahih hadise aykırı olan bu fetva ile amel etmek caiz değildir. Allah en iyi bilendir.

Ali el-Halebi hafazahullah, adı geçen risalesinin başlarında Reşid Rıza’nın Fetavasından (2/503) şu sözünü nakletmiştir: “Şeriat sahibinin sözü dışında dinde kimsenin sözü hüccet değildir. Dinin delillerinin desteklemediği her sözün reddedilmesi gerekir. Bunun delili üzerinde ittifak edilen şu hadistir: “Kim dinde emrimiz olmayan bir şey ortaya koyarsa reddedilir” yani reddedilmiştir. Nitekim meşhur alimler bunu böyle açıklamışlardır.”

El-Halebi şöyle devam eder: “Allah ona rahmet etsin, o, kendisine “Alimlerin delilsiz sözlerini reddetmenin hükmü” hakkında sorulan bir soruya şöyle cevap vermiştir: “Şüphesiz o hakka tabi olmuş, Kur’an ile hidayet bulmuş, salih selefin ve razı olunmuş imamların yolunda yürümüştür.”

Allah bana da sana da rahmet etsin, buna dikkat et! İnsanların delilsiz sözleriyle fitneye düşme! Delilsiz olmalarına rağmen kalabalık oluşlarına aldırma! İki gözünün arasına sadece delil, hücceti, beyyine ve burhanı dik!”

Ebu Muaz

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)