Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

24 Nisan 2014 Perşembe

Sigaranın Zararı Hakkında Hatalı Bilgilerin Tashihi

Sigaranın Hükmü (Genişletildi)
- Sigara Hakkında Hatalı Bilgilerin Tashihi -
Ebu Muâz el-Çubukâbâdî
okumak için buraya tıklayınız

Sılayı Rahim ve Ana Babaya İyiliğin Hakikati


Allah’a hamd, nebimiz Muhammed’e, âline ve bütün sahabelerine salat ve selam olsun. Bundan sonra: Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kendi (adı) ile birbirinizden istediğiniz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını koparmak) tan sakının.” (Nisa 1)

Allah'ın Kitabı’na göre, hısımlar, birbirlerine daha yakındırlar.” (Enfal 75)

22 Nisan 2014 Salı

Kadınların Perde Arkasından veya Evlerinden Hutbeyi Dinlemeleri


1- Bera radıyallahu anh’den:

خَطَبَنَا رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَتَّى أَسْمَعَ الْعَوَاتِقَ فِي خُدُورِهِنَّ، فَنَادَى بِأَعْلَى صَوْتِهِ: «يَا مَعْشَرَ مَنْ آمَنَ بِلِسَانِهِ وَلَمْ يَخْلُصِ الإِيمَانُ إِلَى قَلْبِهِ، لا تَغْتَابُوا الْمُسْلِمِينَ، وَلا تَتَّبِعُوا عَوَرَاتِهِمْ، فَإِنَّهُ مَنْ يَتَّبِعْ عَوْرَةَ أَخِيهِ اتَّبَعَ اللَّهُ عَوْرَتَهُ، وَمَنِ اتَّبَعَ عَوْرَتَهُ فَضَحَهُ فِي جَوْفِ بَيْتِهِ»

“Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bize hutbe verdi hatta perde arkasında olan kızlar dahi işitti. Yüksek sesle seslenerek şöyle buyurdu: “Ey diliyle iman etmiş fakat kalplerine iman ulaşmamış topluluk! Müslümanları gıybet etmeyin! Onların ayıplarını araştırmayın! Zira kim kardeşinin ayıbını araştırırsa Allah da onun ayıbını takip eder ve evinin ortasında dahi olsa onu rezil eder.”[1]

Hadiste geçen: “el-avatiku fi hudûrihinne” ifadesindeki “avatik”, âtik” kelimesinin çoğuludur. Buluğa ermiş ve evlenmemiş kız demektir. “Hudûr”  kelimesi ise “hudr”un çoğuludur. Hudr; evin bir kenarında bulunan perde olup bakire kızlar bu perdenin gerisinde otururdu. Yahut hudr ile evin kastedildiği söylenmiştir.[2]

9 Nisan 2014 Çarşamba

Allah'tan Korkun! Namaz!


İbn Kayyım rahimehullah, Salatu'l-Muhibbîn adlı eserinde şöyle der: "Namazın tevhid ve ibadette Allah Teala’yı birlemekten sonra kulu, Allah’a ulaştıran en yakın yol olduğunu bilelim. Allah Teala buyuruyor ki: Haydi, Allah'a secde edip O'na kulluk edin!”(Necm 62) Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!”(Alak 19) Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”(Secde 15-17)

7 Nisan 2014 Pazartesi

Derneklerin Bid'at Olduğundan Şüphe Edenin Menheci Bozuktur



Bazı hevâ ehli kimseler derneklerin bid’at oluşu gayet açık bir mesele olmasına rağmen konuyu bulandırmaya ve şüpheler üretmeye çalışmaktadırlar. Arap âleminden bazı şeyhlerin derneklere cevaz verdiğine dair fetvaları zikretmektedirler. Bu doğrudur, bu tip fetvalar da mevcuttur. Lakin tabi olunması gereken menhec, delillere mutabık olana uymaktır. Bununla birlikte arap âleminde mevcut bulunan birçok derneklerin zaten bid’atle de bir alakası yoktur. Cevaz hakkında fetvalar muhtemelen bunlar için verilmiştir. Mesela mescid yaptırma derneği, evlenmek isteyen bekârlara yardım derneği, yetimlere kefalet, kitaplar bastırıp yayınlama vb. gibi meseleler bid’at konusunun dışındadır.
Türkiye’deki selefîlik iddiasında olan bozuk menhecli kimselerin dernek anlayışı ise tam anlamıyla – hiçbir şüphe söz konusu olmaksızın – bid’atin ta kendisidir. Zira zikir (ilim ve vaaz meclisleri, kur’an eğitimi gibi) ibadeti için delilsiz olarak mekân tahsisi söz konusudur. Dernekleşme planının gerisindeki – sosyal kitle oluşturup Allah’ın bazı hükümlerini demokratik sistemde uygulatma çabası gibi - habis emellerden hiç bahsetmiyoruz. Bu habis bir emeldir zira Muhammed suresi 25 ve 26. ayetleri bu münafıkça pislik gayeyi ve bu gaye için oy kullanmayı dahi caiz gören fasit zihniyeti reddeder: “Kendileri için hidayet apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönüp tekrar küfre yönelenlere şeytan işlerini kolaylaştırmış, ümidlerini artırmıştır. Bu da, onların, Allah'ın indirdiklerinden hoşnud olmayanlara, "biz, bazı hususlarda size itaat edeceğiz" demiş olmalarındandır. Oysa Allah, onların bütün sırlarını bilir.”
Diğer bir saptırma Şeyh Mukbil rahimehullah’a yapılan iftiradır. O’nun derneklere cevaz veren fetvasının da olduğunu söyleyerek çarpıtma yapan sahtekarlar, şeyhin fetvasını tercüme etselerdi işlerine gelmeyecekti. Zira Şeyh Mukbil, mescid yaptırma, su kuyuları açtırma gibi gayelerle kurulan derneklere karşı olmadığını söylemiş, ancak hizipçiliğe sebep olan - Türkiye’deki sözde selefî dernekler gibi - derneklere şiddetle karşı çıkmıştır. İnsaf ve adalet sahiplerinin, cahil saptırıcıların tuzaklarına düşmemeleri için işte o fetvanın tercümesi:
 Şeyh Mukbil b. Hadi rahimehullah’a şöyle soruldu: “Dernekçi hizipçilere selam vermenin hükmü nedir?
Cevap: Evet, bunun hizipçilikle takyid edilmesi gerekir. Onlar bizim derneklerin kendisine karşı çıktığımızı söylüyorlar. Biz derneklerin kendisine mi karşı çıkıyoruz? Neye karşıyız ey kardeşler? Biz derneklerin kendisine karşı değiliz ey kardeşler! Bu Ehli sünnete karşı bir yalandır. Ehl-i Sünnet: “Mescid bina edilmez der mi? Su kuyuları yaptırılmaz der mi? Yetimlere kefil olunmaz der mi? Ehl-i Sünnet böyle demez ey kardeşler! Ehli sünnet bu derneklerin ne için kurulduğunu sorar! İnşaallah ileride yayınlayacağımız birçok sebeplerden ötürü bunun sebebi bir hizipçiliktir….”
Şeyh Mukbil burada İhyau’t-Turas derneği ve Sururî’lerden, onların hizipçiliğinden bahseder, sonra şöyle der:
“Ben diyorum ki: Mallar sizin olsun, insanlar bizim olsun” bu doğrudur. Ey kardeşler! Önemli olan insanlara Allah’ın kitabını ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini öğretmeye hırs göstermektir. Davetimiz İhvanu’l-Muslimin’in daveti gibi olmasın. Onlar insanları neye davet ediyor? Seçimlere katılmaya ve oy kullanmaya davet ediyorlar! Ehl-i Sünnet ise Allah’a hamd olsun insanları Allah’ın kitabına ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine davet ediyorlar.” (Tuhfetu’l-Mucîb s.190)
Şeyh Rebi şöyle demiştir: “Selef bu dini yaydılar. İyilik ve takva üzere yardımlaşarak dünyayı feth ettiler. onlar mallarıyla ve canlarıyla cihada yardım ettiler. Lakin bunu batıdan alınma nizamlar yoluyla yapmadılar. Ancak sen canınla ve malınla öne geçtin, o canıyla ve malıyla öne çıktı, benim gayretim senin gayretinle birleşti böylece iyilik ve takva üzere yardımlaşıldı. Allah’ın kelimesi bizi öne çıkardı. Bu belde böyle feth edildi. Allah bu dünyanın fethini nasip edince onlardan sonrakiler de alimlere tabi oldu. Alimler bu ilmin sancağını yükselttiler, bu ilmi yaydılar. Bu dersler mescidde oldu! Bu dersler mescidde oldu! Gayretler birleşti. Falan ilim talibi ve falan ilim talibi Allah’ın kitabı ve rasulünün sünneti üzere tek menhecle yetişti. Bunun sonucunda güzel eserler ortaya çıktı. Bu sonuçlar, alimler yetiştirmek bir yana, ilim talebesi dahi yetiştirmekten aciz kalan derneklerin sonuçlarından üstündür. Şeyh Mukbil rahimehullah derneklere ve bu metotlara karşı çıkardı. (Mescidde) İlim merkezi kurdu ve talebelere öğretti. Hatta onların arasından alimler yetişti, her biri  kendi beldesine dönerek orada medrese kurdu. Allah’ın kitabı ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti üzere yeni nesiller yetişti. Şu an bu dernekler yeryüzünün doğusunda ve batısında mevcut, söyleyin bana kaç tane alim çıkardılar, ne sonuç aldılar? Hiçbir şey! Şu zayıf adam ne bir mala sahiptir ne de ihlas ve ciddiyeti vardır… Bütün bu derneklerin aciz kaldıklarını görürüz. Zira onların alimler çıkarmaya güçleri yetmez. Sonra onlara hizipçilik ve dernekleri için velâ ve bera uygulama galebe çaldı. (Dostluk ve düşmanlıklarını dernekleri için yapar oldular) ayrılıklar ortaya çıktı. Birçok beldelerde selefilerin bölünmesine sebep olan şey derneklerdir.”
(Şeyh Rebi’den nakleden: Salih el-Bekrî, el-Berahin ve’l-Beyanat s.111-112)  

6 Nisan 2014 Pazar

Ehli Sünnet İçindeki İhtilafın Kısımları



Birincisi: Bazı alimlerin içtihat veya tevilinden kaynaklanan ihtilaftır. Bu konudaki bazı hatalar ayrılığa veya fırkalaşmaya sebep olmaz. Bu, ilim ehlinin içtihadî ihtilafı olarak kabul edilir. Böyle bir ihtilaf ehli sünnet olan bazıları tarafından haddi aşma sebebi olur da yine ehli sünnet olan bazılarını bidatçilik ve grupçuluğa hükmetmede acele edilirse bu kötülenmiş bir ihtilafa dönüşür. Aksi halde musaade edilebilecek olan ihtilafın varlığı kaçınılmazdır.
İkincisi: Grupçuluk, gizlilik ve ikamet halinde emirlik biatı almak esasları ve bidatçinin iyilikleriyle kötülüklerini tartma kaidesini kullanmak üzerine kurulu olan ihtilaftır.
Bu ihtilaf böyle bir ihtilaf üzerinde devam edip de, zikredilen şeylerin varlığını inkar etmek sebebiyle meydana gelir. Ehli sünnet olan bazıları bunu içtihat meseleleri kapsamında görür. Halbuki böyle değildir. İhtilaf şiddetlenir ve çoğu zaman ehli sünnet alimleri katında daha fazlası meydana gelene kadar büyür. Bu ortaya çıktığı zaman, ya grupçuluk yapanları terk ederek ya da bu işte ısrar edenleri sakındırarak bu ihtilafı sonlandıracak görevlerini yerine getirirler.
Üçüncüsü: Ehl-i sünnet arasında ihtilafı tercih ederek ve ihtilaf dairesini genişleterek bölücülük ve ayrımcılık yapan şahısların varlığıdır. Onlar ehli sünnet olduklarını açıklarlar, hakikatte ise ya bazı devletler için ya da sapmış gruplar için çalışırlar. Her ikisini bir araya getirenler de vardır. Bunların çoğu devlet tarafından görevlendirilmiş casuslardır. Devletlerin düzgün gidişatı olmayan kimselere tuzaklarını bilen kimseler, bundan şüphe etmezler. Devlet, davetçileri ve ilim talebelerinin arasında fitne çıkarmak için bu sınıfa mal verir.
Şeyh Mukbil rahimehullah, hak ehlini ifsat etmek için devletlerin tuttukları yolu anlamış ve el-Mahrec Mine’l-Fitne kitabında (s.9-10) şöyle demiştir: “Bizler hükümetlerin cemaatlerle nasıl bir şeytani yol tuttuklarını iyice anladık… Bunu kardeşleri karşı karşıya getirerek yaparlar. Onlar hapishanelerinde olduklarında veya onlardan biri cemaatlere girip, cemaat içinde güvenilirlik kazandığında bölünme için çalışır ve tek olan cemaati cemaatlere böler. Şüphesiz bu ayrılık, müslümanları zayıflatan bir grupçuluktur. Hepimiz bunu hissetmekteyiz.”
Ehli Sünnet İçindeki İhtilafların Sebepleri
1- Niyetin bozukluğu, cahillik, taşkınlık ve şeytan.
Şeyhulislam İbn Teymiyye, İktizau’s-Sırati’l-Mustakim’de (1/148) şöyle demiştir: “İki taraf arasında kınanmış olan ihtilafın sebebi bazen niyetin bozukluğudur. Nefislerde taşkınlık, haset, yeryüzünde üstünlük arzusu ve benzer hasletlerin bulunması, başkasının sözünü veya fiilini kötülemeyi yahut ona galip gelip üstünlük sağlamayı yahut nesep, mezhep, memleket veya arkadaşlık gibi konularda kendisine uygun olanı desteklemeyi gerektirir. Çünkü bu yollardan kendisine ya­kın gördüğü görüşlerin yaygınlaşıp tutulması ona şeref ve mevki kazandırır. İnsanlar arasında bu tip tutumlar ne kadar yaygındır! İhtilafın bu çeşidi zulümdür, hak sınırını aşmak­tır.
Kimi zaman da ihtilafı körükleyen sebep, ya tarafların aralarındaki ihtilaf konusunun gerçek mahiyetini bileme­meleri veya tartışan taraflardan birinin karşı tarafın dayan­dığı delili kavrayamamaları, ya da taraflardan birinin ken­di delil ve hükmünün haklılık payını bilememesidir. Demek ki, cehalet ve zulüm bütün kötülüklerin esasıdır. Nitekim Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Fakat bu emaneti insan yüklendi. Hiç şüphesiz, o çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab 72)”
Allame Mukbil b. Hadi rahimehullah Nasihatî Li Ehli’s-Sunne risalesinde (s.196) şöyle demiştir: “Ehli sünnete nasihatim ayrılık ve ihtilaf sebeplerinden uzaklaşmalarıdır. Ehli sünnetin akidesi birdir, yönelişleri birdir, burada cehalet, taşkınlık ve şeytan gibi sebepler bulunması dışında ayrılık ve ihtilafın uygun görülmesi söz konusu değildir. Sahihu Muslim’de gelen hadiste şöyle buyurulur: “Şüphesiz şeytan namaz kılanların arap yarımadasında kendisine ibadet etmelerinden ümidini kesmiştir. Ancak aralarını bozma konusunda ümitlidir.”
2- Anlayış kusuru ve kötü arzu:
İbn Useymin, Sahihu’l-Buhari şerhinde (1/126) “helal bellidir” hadisini açıklarken şöyle demiştir: “Çoğunluğa şüpheli gelen şeylerin sebebi, ya insanların geneline, ya ilim ve anlayışları eksik olan veya istenmeyen huyları olan ilim talebelerine meselenin kapalı gelmesidir. Zira bu kapalılığın birinci sebebi: ilim eksikliğidir. Yüz hadis ezberleyenin, bin hadis ezberleyen gibi olmadığı malumdur. İkincisinin ilmi daha fazladır. İkinci sebebi: anlayıştaki kusurdur. Kişi daha fazla ezberleyince onda daha fazla ilim var gibidir. Ancak onda anlayış yoktur. Yine bu da meselelerin kapalı gelmesine sebep olur. Zira o nasları olduğu gibi anlamaz. Üçüncüsü: Kötü arzudur. Nasları inandığı gibi yorumlar. Bunlar Kur’an veya sünnet hakkında kendi görüşüyle konuşur, nasları inandığı şeye uygun düşürmeye çalışır. Ona inandığı şeye aykırı bir nas geldiğinde boynunu çevirir. Bazen nassı reddeder… Ama Allah’ın kendisine ilim, anlayış ve samimi niyet verdiği kimse, nasları kendine uydurmaz, naslara uyar. Kalbi, kalıbı, azaları ve sözleriyle delili talep eder. Bu genellikle hakka isabet eder, ulaşması için ona hak kolaylaştırılmıştır.
Sünnet Ehli, İhtilaf’tan Önceki Söz Birliğine Uymada Devam Eder
Fitne, kendisine müptela olanların hallerini değiştirir. Selamet isteyen, ihtilaftan önceki sözbirliği üzerinde kalmaya devam etsin. Zira Allah onları hak üzerinde birleştirmiş, sonradan ayrılığa düşmüşlerdir. Sahabenin yolu bu konuda bizi aydınlatmaktadır:
Buhari, (no 377) Ali radıyallahu anh’den rivayet ediyor: “Daha önce hükmettiğiniz gibi hükmedin. Zira ben, insanların birlik olmaları için ihtilaftan hoşlanmıyorum. Yahut arkadaşlarım gibi ölmek istiyorum.”
Adise bt. Uhban b. Safiye el-Gıfari’den: “Ali b. Ebi Talib, babama geldi ve kendisiyle beraber ayaklanmaya davet etti. Babam ona dedi ki: “Dostum ve amcanın oğlu benden şu sözü aldı: “İnsanlar ihtilaf ettiklerinde tahtadan bir kılıç edin.” Bunun üzerine ben de tahtadan kılıç edindim. Dilersen bununla senin yanında ayaklanayım” Bunun üzerine Ali radıyallahu anh onu bıraktı.” Bunu Tirmizi (2203) İbn Mace (3960) rivayet etmişlerdir. Eserin isnadı ceyyiddir.

5 Nisan 2014 Cumartesi

Mesbukun Sütreye İlerlemesi Meşru mudur?



Fetva: Ali el-Halebi
Tercüme: Ebu Muaz
Soru: Namaza sonradan yetişen kişi, imama yetişemediği kısmı kaza ederken, önündeki kimse ayrılırsa ne yapar? İmam Malik: “İmamın selamından sonra namazı tamamlayacak kimsenin yakınında bulunan bir direğe doğru, önüne, sağına veya soluna doğru az miktarda ilerlemesinde sakınca yoktur. Eğer uzakta ise önünden geçenleri engellemeye çalışır” demiştir. Bu konuda sahabe veya tabiinden birinden sütreye yaklaşmak için yerlerinden ayrıldığı rivayet edilmiş midir?

Cevap:

Bildiğim kadarıyla bu manada bir rivayet gelmemiştir. Namazını tamamlayacak kimsenin öne ilerlemesini caiz görmem. Ancak namazın maslahatı için önünden geçenlere yol açmak ve onların namazını kesmemeleri üzere bunu yaparsa o başka.


Uyarı: Bu fetvada söz konusu edilen kişi imama sonradan yetişerek tabi olan (mesbûk) kimsedir. Tek başına namaz kılanın ise namaz içinde sütreye ilerlemesi hakkında sahabenin uygulaması sabit olmuştur. (Mesela Ömer radıyallahu anh'ın sütresiz namaz kılan birini sütreye doğru ilerletmesi gibi). Mesbuk ya da seferî bir imamın arkasında namazını kılan kimsenin ise, imam selam verip ayrıldıktan sonra sütreye ilerlemesi hakkında bir nas yahut sahabe uygulaması sabit olmamıştır. Bu durumda imamın sütresi, - her nekadar imam yerinden ayrılmış olsa dahi - ona tabi olan cemaat için sütre olmaya devam eder. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in namaza durduktan sonra cemaate yerlerinde kalmalarını işaret edip, sonra guslederek dönmesi bu hususu desteklemektedir. Zira namazda imam olan rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem yerinden ayrılmış, cemaate sütreye ilerlemelerini emretmemiş, yahut herhangi bir kimseyi imam olması için öne geçirmemiş, cemaatin önünden gitmiş ve yine önlerinden geçerek gelmiş, namazı devam ettirmiştir. Bu hususu Sahih İlmihal 3. baskıda açıklamış bulunuyorum. Allah en iyi bilendir. 

Mikrofon ve Hoparlör İle Kur'an Okumak



Fetva: Salih b. Abdillah el-Bekrî
Tercüme: Ebu Muaz
Soru: Mikrofon ve hoparlör ile namaz kılmanın ve vitirdeki duada ziyade yapmanın hükmü nedir?
Cevap: Şeyh el-Elbani şöyle derdi: “Bu bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Mikrofon ile Kur’an okumak bid’attir. Bunda birçok kötülükler vardır.” Şeyh İbn Useymin rahimehullah bunun on ikiden fazla kötülüğünü saymış ve “Caiz değildir” demiştir.
Şeyh Muhammed b. İbrahim ve Şeyh Fevzan şöyle dediler: “Bunu yapan ancak riya (gösteriş) ve sum’a (duyurma) için yapar. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Kim gösteriş yaparsa Allah onu göstertir kim de duyurmaya çalışırsa Allah onu duyurtur” buyurmuştur. Buhari ve Muslim rivayet etmişlerdir.
İbn Sirin bir defasında insanlara namaz kıldırmak için öne geçti. Sonra: “İnsanların benim sizin en faziletliniz olduğumu zannetmelerinden korkarım” dedi ve geri çekildi. Sen bütün insanlara duyurmak istiyorsan bu bir fitnedir. Bazı bölgelerde bir şahsa: “Allah’tan kork ve eziyet etme. Sesin yükseltilmesiyle insanlara eziyet ettin” denilir. Birisine de: “Kadınlar senin sesinin güzel olduğunu söylüyorlar” der. Kadınların onun sesinin güzel olduğuna şahitliği ve onlara sesini duyurmak istemesi o adam üzerinde ittifak etmelerine delil sayılmıştır! Allah’tan selamet dileriz. Bu caiz değil, haramdır. Bunun birçok delillerinden birisi olarak Ebu Said el-Hudrî radıyallahu anh’ın şu rivayeti yeter: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kur’an okurken sesinizi birbiriniz üzerine yükseltmeyin. Hepiniz rabbinize seslenmektesiniz.” Sen okursun, kadın da evinde okur. Sen (hoparlörden) okursun, bir başkası da diğer bir mescidde okur. Yahut evinde hasta olan insan vardır. Okumasını karıştırır.
Vitirdeki duada yapılan ziyadelere gelince, eğer Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den ve Ömer, Ubey, Ebu Hureyre radıyallahu anhum gibi sahabelerden sabit olan ziyade ise bunda sakınca yoktur. Ama bazı Mekke imamlarının yaptıkları gibi ziyadeler ise bunlar aşırılık ve abartıdır.

Muasır Selefî Şeyhleri Taklid Caiz mi?


Fetva Sahibi: Salih b. Abdillah el-Bekrî
Tercüme: Ebu Muaz
Soru: “Sünnet şeyhlerini özellikle icma ettikleri zaman taklid etmenin selefî menhec olduğunu zannedenler hakkında ne dersiniz?”
Şeyh Salih b. Abdillah el-Bekrî (Hafizehullah)’ın cevabı:
Doğudan batıya ümmetin tamamı bir hadise muhalefet üzerinde birleşmezler. Böyle bir icma olmaz. Bilakis bu Şeyhulislam (İbn Teymiyye) ve İbn Kayyım’ın dedikleri gibi bozuk bir iddiadır.
İcma’nın manası nedir? Es-San’anî şöyle demiştir: “İcma; ümmetin yeryüzünün her tarafından, Yemen’den, Suud’dan ve diğer bütün alimlerden müçtehit alimlerinin söz birliği etmesidir.”
Şeyhu’l-İslam Muhammed b. Abdilvehhab’a birçok alimler karşı çıkmıştır. İbn Teymiyye’ye birçok alimler karşı çıkmıştır. Alimin sözünü ancak Allah’ın kitabından veya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden bir delil ile kabul ederiz. Bu dindir. Aksi halde kabrinde sorgulandığı zaman “O mu, o mu, o mu? İnsanlar bir şey diyordu ben de onu söyledim” diyen şüpheci münafık gibi oluruz. Alimlerin çoğunluğu fitnede sapıklık üzere olabilir. Yahut hata üzerinde olabilirler. Buna dair birçok kıssalar vardır. Mesela fakihlerin çoğu Haccac’a karşı ayaklandıklarında “Basrada Hasen el-Basrî ve İbn Sirin dışında herkes ayaklandı” dediler. Çoğunluk huruc etmişti. Hasen el-Basrî ise onlara karşı çıkıyordu. Sonra onlardan pişman olan oldu. Çoğunluk hak üzere veya batıl üzere olmanın delili değildir. Selef şöyle derdi: “Cemaat; tek başına dahi olsan, hakka uymandır”
 Bazıları “Bir beldenin halkı, kendi arkadaşlarını daha iyi bilir” derler. Bunu söylediğiniz zaman: “Kendilerine muhalif olan şahıs: “Ben kendi beldemden olan arkadaşlarımı daha iyi bilirim” der. Fakat onlara haset, nefsi destekleme ve daha başka şeyler girmiş olabilir.
Cerh ve Ta’dil meselesi deliller ve bürhanlar üzerine kuruludur. Saptırma, zanlar ve taklid üzerine kurulu değildir. Delilsiz olarak ırzlara ta’n edilemez. Delil ve burhanlar bulunması zorunludur. İmam Ebu Davud es-Sicistani, oğlu Ebu Bekr’i eleştirirdi. Hadis ehli onun bu sözünü kabul etmemişler, “O, kendi oğlunu daha iyi bilir” dememişlerdir.
Buhari rahimehullah ile beldesindeki bazı alimler arasında sorunlar olmuştu. Hatta Buhari rahimehullah beldesini terk etmek zorunda kaldı.
Birisi yüz kişi hakkında konuşur, yanında haklı olduğuna delil vardır, onun sözünü kabul ederiz. Yüz kişi de birisi hakkında da delilsiz olarak konuşurlar. Onların sözünü kabul etmeyiz. İtibar çokluğa değil, hakkadır. Hak ve delil varsa buna itibar edilir. İmam Malik rahimehullah Medine halkının fiilini hüccet görürdü. Zira orada Sahabelerin çocukları vardı. Lakin alimler bu hususta ona muhalefet etmişlerdir. Hüccet; kitap, sünnet ve salih selefin üzerinde olduklarıdır. Bu konuda birçok naslar vardır ve ben bunları “el-Cerh Davabituhu ve Meta Yukbel ve Meta Yurad Sıfatu Ehlih” adlı risalemde cem ettim.
İmam Ahmed’e Harran bölgesinden birisi soruldu. İmam Ahmed: “Sikadır” dedi. Dediler ki: “Harran’lılar onu eleştiriyorlar” İmam Ahmed: “Harranlıların bir kimseden razı olmaları pek nadirdir” dedi.  
Şevkani rahimehullah el-Bedru’t-Tali kitabında ülkesinin alimlerinden şikayetçi idi. şöyle derdi: “Yemen halkı alimlerini düşürüyorlar”
Soruda bahsedilen sözü ancak bir cahil söyler. Bu terördür! Bu da terörün bir türüdür!
 Link: http://www.albakre.net/play-186.html

İman ve Fıtrata Dönüş


Ebu Muaz el-Çubukâbâdî
بسم الله الرحمن الرحيم
Şüphesiz ibadet/kulluk insana verilen bir emanettir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّا عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; fakat onu yüklenmekten çekindiler; ondan korktular. Onu insan yüklendi. O çok zâlim ve çok câhil idi.” (Ahzab 72) Bu emaneti koruyan mümin, ihanet edip zayî eden ise kâfirdir.
Emanetin iki açısı vardır. Birincisi: Allah Teâlâ insandan, yalnız kendisine kulluk etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere ahit almıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَىٰ أَنفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ ۖ قَالُوا بَلَىٰ ۛ شَهِدْنَا ۛ أَن تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَٰذَا غَافِلِينَ
Rabbin, Âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak "ben, sizin rabbiniz değil miyim?" (demişti). Onlar da: "Evet; buna şahidiz" demişlerdi. Bu, kıyamet günü, "bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi” (A’raf 172)
Sonra Allah Teâlâ, onların ruhlarını yaratmış ve annelerinin karınlarında dünya hayatlarında yaşayacakları süreyi belirlemiştir. Allah, kendisinden ruhlar âleminde aldığı sözü koruması için onun ruhuna, bitişik olduğu bedenini emanet etmiştir. Bu emanet; Allah Azze ve Celle’ye ibadette O’nu birlemek ve kulundan ruhunu alıncaya kadar O’na itaat etmesidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
Nitekim bunlar, kendilerine bir musibet geldiği zaman, "biz, Allah'a aidiz ve elbette Ona döneceğiz" derler.” (Bakara 156)
Emanetçiye gereken, emaneti sahibine bozulma ve değiştirmeden salim olarak, emanet edildiği şekilde iade etmektir. Emanetçi, yaratıcısına, sahibine ve rabbine tevhid dini üzere dönerse Allah Azze ve Celle onu cennetle ödüllendirecektir. Zira o canını tevhid, islam ve iman fıtratı üzere tutarak emaneti korumuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * ارْجِعِي إِلَىٰ رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً * فَادْخُلِي فِي عِبَادِي * وَادْخُلِي جَنَّتِي
Ey huzura ermiş olan nefis! Hoşnut etmiş ve hoşnut olmuş olarak rabbine dön. Kullarım arasına gir; cennetime gir.” (Fecr 27-30)
Allah Teâlâ’nın yarattığı fıtrat olan İslam ve iman fıtratında sapıklıkla değiştirme ve bozma yaparak emanete ihanet eden ise nefsine, yani bedeniyle bitişik olan ruhuna küfrün karanlıkları ile nankörlük etmiştir. Bu yüzden Allah Azze ve Celle onu emanetine hıyanet etmesine karşılık olarak cehennemde kalıcılıkla cezalandırır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ما من مولودٍ إلَّا يولَدُ على الفطرةِ، فأبواهُ يُهَوِّدانِهِ وينصِّرانِهِ ويمجِّسانِهِ، كما تُنتِجُ البَهيمةُ بَهيمةً جمعاءَ، هل تحسُّونَ فيها من جدعاءَ؟ ثمَّ يقولُ: أبو هُرَيْرةَ: واقرؤا إن شئتُمْ: فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ
Her doğan mutlaka fıtrat üzere doğar. Anne babası onu yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın dertop bir hayvan doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza hissediyor musunuz?” Sonra Ebu Hureye radıyallahu anh dedi ki: “İsterseniz şu ayeti okuyun: “Dosdoğru olarak yüzünü dîne, Allah'ın fıtratına çevir ki, insanları o fıtrat üzere yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değişme yoktur.” (Rum 30)” (Muslim, Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet etmiştir. no: 2658)
Emanetin ikinci açısı ise şudur: Emanetçi, emanet üzerinde sahibinin istediği dışında bir tasarrfuta bulunamaz. İnsanın bedeninde ve ruhunda Allah Azze ve Celle’ye itaat ve O’nun emrine isyan etmemek gibi razı olduğu dışında bir tasarrufta bulunması caiz değildir. Malını sadece helalden kazanabilir, kadınlardan ancak Allah’ın kendisine meşru kıldığını sevebilir, insanlardan ancak Allah yolunda cihad veya had cezası olarak öldürülmesi gerekenler gibi, Allah’ın emrettiklerini öldürebilir. Yeryüzünde ancak ıslah için çalışabilir, fesat çıkarmak ve Allah’ın kullarına karşı taşkınlık etmek için çalışamaz. İç âleminde ve dış âlemde Allah’tan sakınır. Buna devam eder ve Allah Azze ve Celle’ye O’nun sevdiği amellerle yaklaşırsa Allah ona iman ve ameli oranında naîm ve huld cennetlerinde yüksek dereceler verir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
Allah katında sizin en üstün olanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır.” (Hucurat 13)
وَمَن يَأْتِهِ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَأُولَٰئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلَىٰ * جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ۚ وَذَٰلِكَ جَزَاءُ مَن تَزَكَّىٰ
Kim de O'na iyi amel işlemiş bir mu’min olarak gelirse, işte böyleleri için en yüksek dereceler vardır. İçinde daimî kalacakları, (ağaçları) altından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Bu, (küfürden) temizlenenlerin mükâfatıdır.” (Taha 75-76)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا *أُولَٰئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ ۚ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا
İman edenler ve salih amel işleyenlere gelince, biz amellerini iyi işleyenlerin mükâfatını elbette zayi etmeyiz. İşte böyleleri için, (ağaçları) altından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bilezik takınırlar; sedirler üzerinde oturmuş oldukları halde, ince ve kalın ipekten yeşil bir elbise giyerler. Ne güzel sevab ve ne güzel dayanak” (Kehf 30-31)
Bir kimse şöyle diyebilir: “Sapmış olan kâfir kimsenin kalbiyle hidayet bulması ve Yüce Melik ve kerim hidayet edici olan Allah’tan hidayet talep etmesi, bunun üzerine Allah’ın ona hidayeti kolaylaştırması ve İslam nuruna hidayet sebeplerini hazırlaması, nasıl mümkün olur?” Cevap: Bu, selim fıtrat olan İslam dinine dönüş ile mümkün olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ ۗ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ
De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu"? Ancak akıl sahipleri tezekkür eder.” (Zumer 9)
Bu ayet, Allah Azze ve Celle katındaki en üstün mertebeyi bilen ile bunu bilmeyene işaret etmektedir. Zira bilindiği gibi, ilim ancak bilgi edinme ve dirayet yoluyla gelir. Bilgi edindikten sonra hakkın nuruna hidayet edilen akıl sahibi; bilen âlim konumundadır. Bilgi edindikten sonra hakkın nurundan kendisini saptıran, kendisine hüccet ikame edildikten sonra ondan yüzçeviren ve sapıklığın karanlıklarını tercih eden kimse ise bilmeyen cahil konumundadır.
Akletmeyen kimse, aklı hak sözü anlamaktan ve kavramaktan aciz olan kimsedir. Bu da ayette geçen: “Ancak akıl sahipleri öğüt alır” kısmının zahiridir.
Elbab: lub kelimesinin çoğuludur. Lub ise salih/düzgün akıldır. Müslümanda da, kâfirde de akıl mevcuttur. Ancak buradaki mesele aklın düzgün bir akıl olup olmamasıdır. Zira aklın düzgünlüğü ile kastedilen, bu aklın sahibi olan ruhta hayır bulunmasıdır. Bilindiği gibi, akleden ruhtur. Eğer ruh düzgün olursa, akıl da düzgün olur. Çünkü akıl, istek ve taleplerinde ruhun kullandığı malzemedir. Dolayısıyla onun hakkın nuru olan İslam’a yönlendirilmesinde bu bir fırsat veya arzudur.
Ayette geçen “Ancak… tezekkür eder” kısmı ise pekiştirmedir. Tezekkür: hak bilgisini unuttuktan sonra hatırlamak demektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وإذا أخذ ربك من بني آدم من ظهورهم ذريتهم وأشهدهم على أنفسهم ألست بربكم قالوا بلى شهدنا أن تقولوا يوم القيامة أنا كنا عن هذا غافلين
Rabbin, Âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak "ben, sizin rabbiniz değil miyim?" (demişti). Onlar da: "Evet; buna şahidiz" demişlerdi. Bu, kıyamet günü, "bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi” (A’raf 172)
Bu ayet, Allah Azze ve Celle’nin âdemoğullarının hepsini babaları Âdem aleyhi's-selâm’ın sırtından kıyamet gününe kadar birbiri ardınca çıkarıp, beşeriyet âleminde var olmalarına kadar sırayla babalarının bellerinden çıkarıp yaratmasına işaret etmektedir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ onlardan söz almış, birliğini, rububiyetini, azametini ikrar ve itiraf ettirmiştir. Bu, onlar ruh âleminde iken olmuştur. Bundan sonra gaybleri bilen yüce melik Allah Azze ve Celle, onların dünya âleminde bu sözden ve şahitliklerinden gafil olacaklarını, yani unutacaklarını haber vermektedir.
Burada bu yüce ve incelikli Kur’an tabirine dikkat etmek gerekir. “Gafele’ş-şe’y” (Bir şeye gafil olmanın) anlamı; bir şeyi unutma söz konusu olmaksızın ihmal ederek terk etmek demektir. “Gafele ani’ş-şe’y” (Bir şeyden gafil olmanın) anlamı ise, bir şeyi unutmaktır. Dolayısıyla ayette geçen: “Enna kunna an haza gafilin” ifadesi bütün açıklığı ile şuna işaret etmektedir: Allah Subhanehu ve Teâlâ meşieti, iradesi ve hikmeti ile Âdemoğullarına bu sözü unutturmaktadır. Yani onları unutucu kılmıştır. Bu, ruh âleminde kendileri aleyhine bu sözü vererek şahitlik etmelerinden sonra, dünya âleminde yaratıldıkları zaman olmaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَاقْتَرَبَ الْوَعْدُ الْحَقُّ فَإِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ أَبْصَارُ الَّذِينَ كَفَرُوا يَا وَيْلَنَا قَدْ كُنَّا فِي غَفْلَةٍ مِّنْ هَٰذَا بَلْ كُنَّا ظَالِمِينَ
Gerçek vaad olan kıyamet artık yaklaşmıştır, işte o zaman, küfredenlerin gözleri donakalır ve "yazıklar olsun bize! Biz, bundan gaflet içinde idik; daha zâlimdik" derler.” (Enbiya 97)
Bu ayet; bu durumun, zelzeleler gibi kıyamet hallerine şahit olunduğu zaman gerçekleşeceğine işaret ediyor. Sonra kıyamet meydana geldiği zaman kâfirler büyük hadiselere şahit olacaklardır. İşte o zaman dünya hayatlarında Allah Azze ve Celle’yi inkârlarından dolayı nefislerine zulmettiklerini itiraf edecekler, lakin bu itiraf onlara fayda vermeyecektir. Onlar bu dünya hayatında gaflet içinde olduklarını itiraf ve kabul etmektedirler. Yani verdikleri sözü, kulluk misakını ve Allah Azze ve Celle’yi birlemeyi unutmuş olduklarını itiraf ederler.
Yine burada da bu ince Kur’ânî tabire dikkat etmek gerekmektedir. Gafele’ş-şe’y:  bir şeyi unutma söz konusu olmaksızın ihmal ederek terk etmektir. Gafele mine’ş-şe’y ise: bir şeyi unutmak demektir. Dolayısıyla bu unutmada temel ve yüce bir hikmet vardır. Zira İslam’ın özü tamamen Allah Azze ve Celle’ye gayb üzere kulluk etmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُم بِالْغَيْبِ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ
Görmeksizin rablerinden korkanlar için mutlaka bir mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır” (Mülk 12)
Allah Azze ve Celle’ye gayb üzere kulluğun gerektirdiği şeylerden birisi, Allah Subhanehu’nun bize bu sözü unutturarak perdelemesidir. Çünkü âdemoğulları bu sözü dünya âleminde (ruhlar alemindeki yakîn ile) hatırlarlarsa kâfir olan hiçbir kimse kalmaz, herkes mümin kimseler olurlar. Bu ise Allah Azze ve Celle’ye görmeden ibadet hikmetine aykırıdır. Tayyib, habisten, yani mümin kâfirden bu hikmet sebebiyle ayrılır. Bunun neticesinde iman edenler cennetlere, küfredenler ise cehenneme giderler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلا يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ * إِلا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لأَمْلأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ
Eğer rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa işte ihtilaf edip durmaktadırlar. Ancak rabbinin merhamet ettikleri, (bu ihtilaftan) istisna teşkil ederler. Zaten Allah, insanları bunun için yaratmıştır. Ve böylece, rabbinin “muhakkak cehennemi cin ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım” sözü yerine gelmiş olacaktır.” (Hud 118-119)
Yine “Ennâ kunnâ hâzâ gâfilîn” tabiri, Allah Azze ve Celle’nin bizleri kendi irademizle unutucu kılmadığını ifade etmektedir. Bu husus tamamen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisine uygundur:
ما من مولودٍ إلَّا يولَدُ على الفطرةِ، فأبواهُ يُهَوِّدانِهِ وينصِّرانِهِ ويمجِّسانِهِ، كما تُنتِجُ البَهيمةُ بَهيمةً جمعاءَ، هل تحسُّونَ فيها من جدعاءَ؟
Her doğan mutlaka fıtrat üzere doğar. Anne babası onu yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın derli toplu bir hayvan doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza hissediyor musunuz?”
Yine Esved b. Surey radıyallahu anh’den gelen rivayette Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ما بالُ أقوامٍ جاوزَ بهمُ القتلُ اليومَ حتى قتلوا الذرِّيَّةَ؟ ألَا إِنَّ خيارَكم أبناءُ المشركينَ، ألَا لَا تقتُلُوا ذُرِّيَةً، ألَا لَا تقتُلُوا ذُرِّيَّةً، كُلُّ نَسَمَةٍ تُولَدُ علَى الفِطْرَةِ، فما يزالُ عليها حتى يُعْرِبَ عنها لسانُها، فأبواها يهوِّدانِها، أوْ يُنَصِّرانِها
Bazı kimselere ne oluyor da bugün öldürülenler arasında bebekler de var? Dikkat edin! Hayırlılarınız müşriklerin çocularıdır. Dikkat edin! Bebekleri öldürmeyin, dikkat edin! Bebekleri öldürmeyin! Doğan her can, fıtrat üzere doğar, dili dönmeye başlayıncaya kadar bu hal üzere devam eder, sonra evebeyni onu Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır” (Sahih. El-Elbanî, Sahihu’l-Cami 5571)
Bu nebevî hadisler de bütün açıklığıyla işaret etmektedir ki; Allah Azze ve Celle insanı annesinin karnında bir cenin olarak yarattığı zaman, Allah Teâlâ ona selim bir fıtrat vermektedir. Bu fıtrat; hanif islam dinidir. Allah Teâlâ ona ruh üfürülmesini emrettiği zaman ve bundan sonrasında, çocuğa islam dini üzere olan anne ve baba nasip ederse, o zaman çocukluk çağında ulaşıp edineceği bilgi, selim fıtrata uygun olanın İslam olduğuna tabiaten yönlenecek, çocuk konuşma çağına geldiğinde ve bilgi edinmeye başladığında buna uyum gösterecektir. Ama ebeveyni Hristiyan, Yahudi veya başka bir küfür dini üzere olurlarsa, çocuğun edineceği bilgi ile fıtratında bulunan İslam muhalefet edecektir.
Burada da çok önemli bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. Her çocuğun fıtratında bulunan İslam fıtratının silinmesi ya da giderilmesi mümkün değildir. Bu, kıyamet gününe kadar insanda bakî kalmaya devam eder. Çünkü sonra kıyamet gününde, perde açıldığı zaman bunu hatırlayacaktır. Lakin çocuğun ebeveyni vasıtasıyla elde ettiği bilgi, ya İslam fıtratına uygun düşer ya da muhalif olur. Bundan dolayı Allah Azze ve Celle bize zikredilen ayette, insanın dünya hayatında ruhlar âleminde verdiği sözden gafil olduğunu, yani selim fıtratın unutucu olduğunu haber vermiştir. Lakin bunun izi kalbinde ve nefsinde mevcuttur.
Bilindiği gibi unutmak; bir şeyin insan zihninden, yani akıl ve anlayışından kaybolmasıdır. Bir şeyi hatırlamaması da böyledir. Dolayısıyla bu şeye karşı insanın idrak ve şuuru perdeli olur. Bu, insanların yüce melik olan Allah’a gayb üzere kulluk etmesinin hakikatiyle örtüşür. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَلَوْ تَرَىٰ إِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُو رُءُوسِهِمْ عِندَ رَبِّهِمْ رَبَّنَا أَبْصَرْنَا وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا إِنَّا مُوقِنُونَ
Suçluların, rablerinin huzurunda başlarını önlerine eğmiş oldukları halde "Rabbımız! Gördük ve dinledik; bizi dünyaya geri çevir de sâlih amel işleyelim. Artık biz inancı sağlam kimseleriz" deyişlerini bir görsen.” (Secde 12)
Bu ayette kâfirlerin kıyamet gününde ve hesap anında bunu itiraf ve kabul ettiklerini görüyoruz. O zaman onların akılları, kalpleri üzerinde bulunan örtüler kalktıktan sonra düzgünleşir, ruhları düzgün bir şekilde tefekkür etmeye başlar, hakkın sesini işitir ve hakkın nurunu görürler. Sonra, o anda bir ve kahhar olan Allah’ın vahdaniyet ve azametini bütün duyularıyla görmelerinden sonra kesin bir kanaatle itiraf ederler. Nitekim yakîn ancak marifet ve ilim ile gelir. Hiç kimsenin önceden bilmediği bir şey hakkında yakin sahibi olması mümkün değildir. Bu, hakikate uygundur. Zira onlar kendi nefisleri aleyhinde ruhlar âleminde söz verdikten sonra, dünya hayatına Allahın vahdaniyet, rububiyet ve azametini unutmuş olarak geliyorlar.
Zira bir şeyin nisyanı (unutmak), o şeyin hatırdan, ilimden ve akıldan kaybolmasıdır. Dünya hayatında onlara bu olmuştur. Lakin bir şeyi unutmak; hatırdan, ilimden ve akıldan o şeyin tamamen yok olması demek değildir. Bundan dolayı Allah Azze ve Celle onların akıllarından, kulaklarından ve gözlerinden perdeyi kaldırdığı zaman, kendi nefisleri hakkında ruh âleminde vermiş oldukları sözü hatırlayabilirler ve böylece yaratılmış oldukları dünya diyarında Allah’ın vahdaniyet, rububiyet ve azametini ikrar ederler. Onlar sözü hatırladıkları zaman yakin sahibi olurlar. Bunun delili Allah Teâlâ’nın şu ayetidir:
لَقَدْ كُنْتَ فِي غَفْلَةٍ مِنْ هَذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ
Oysa sen bütün bunlardan gafildin. Şimdi o gaflet örtüsünü senden kaldırıp açtık. Artık bugün gözün keskindir.” (Kaf 22)
Aynı şekilde onların verdikleri bu sözü unutmalarını pekiştiren şeylerden birisi, önceki ayette geçen: “bizi dünyaya geri çevir de sâlih amel işleyelim” ifadesidir. Onlar Allah’ın rububiyet, vahdaniyet ve azametine kesin kanaat edip yakin sahibi oldukları zaman, Allah Azze ve Celle’den sadece dünyaya geri dönmeyi talep edecekler.
Onlar, dünyaya tekrar döndürüldüklerinde salih amel işleyeceklerini kesin olarak söylerler. Bu, onların kıyamet gününde ve hesap gününde, dünya hayatında unutmuş oldukları Allah Azze ve Celle’ye ibadet ve O’nu birlemeyi hatırlayacaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden hidayet, irşad, yönlendirme veya hidayet sebeplerinin hazırlanmasını değil de, sadece dünyaya döndürülmeyi isterler.
Mesela ayette: “Bizi dünyaya tekrar döndür ki, rasullerini tasdik edelim ve salih amel işleyelim” diyecekleri geçmez. Hâlbuki salih amele hidayet edilme, onun gerçekleştirilmesinden önce bilinmesini gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
اقرأ وربك الأكرم* الذي علم بالقلم*علم الإنسان ما لم يعلم
Oku! Rabbın sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki, kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de öğretti.” (Alak 3-5)
Aynı şekilde buna diğer bir ayetle de delil getirmek mümkündür:
وَأَنذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْتِيهِمُ الْعَذَابُ فَيَقُولُ الَّذِينَ ظَلَمُوا رَبَّنَا أَخِّرْنَا إِلَىٰ أَجَلٍ قَرِيبٍ نُّجِبْ دَعْوَتَكَ وَنَتَّبِعِ الرُّسُلَ ۗ أَوَلَمْ تَكُونُوا أَقْسَمْتُم مِّن قَبْلُ مَا لَكُم مِّن زَوَالٍ
İnsanları, azabın kendilerine geleceği o günü hatırlatarak uyar. (O gün gelince küfürleriyle) zulmetmiş olanlar: "Rabbımız! Bizi yakın bir vakte kadar ertele ki, senin davetine icabet edelim ve peygamberlere uyalım" derler. Hâlbuki siz daha önce, sizin için (dünyadan âhirete) göçüş olmadığına yemin etmemişmiydiniz?” (İbrahim 44)
Azab kendilerine geleceği gün” ifadesi, kıyamet ve hesap gününe işaret etmektedir. Zira “Hâlbuki siz daha önce sizin için dünyadan ahirete göçüş olmadığına yemin etmemiş miydiniz” buyrulmuştur. Allah Azze ve Celle, kâfirlerin ahirete intikali ve hesap gününü inkâr etmelerinden bahsetmektedir.
Açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, bu kıyamet gününde olacaktır. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara: “Daha önce yemin etmemiş miydiniz” buyurmaktadır. Yani siz dünya hayatında iken yemin etmiştiniz.
Bundan sonra kâfirler Allah Azze ve Celle’den: “Rabbimiz bizi yakın bir vakte kadar ertele” diye talep ederler. Yani, bu konuşmanın vaktinden önce olan bir vakit isterler. Secde suresindeki ayette: “Rabbimiz, gördük ve dinledik, bizi geri döndür” demişlerdi. Zira erteleme veya süre verilmesi talebi, adeten nihayet veya uzaklık türündendir. Yani mesela isyankâr olan veya taatte kusurlu bir insan ölmek üzere iken o sırada süre verilmesini veya ecelinin ertelenmesini ister. Ta ki salih ameller işleyerek itaat edebilsin. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَأَنفِقُوا مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَىٰ أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
İçinizden herhangi birine ölüm gelmezden ve "Rabbım! Ölümümü yakın bir zamana kadar ertelesen de, sadaka verip iyilerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda sarfedin.” (Munafikun 10)
Döndürülme talebi adeten, sürenin tamamlanmasından sonra sürenin uzatılması için olur. Bunun anlamı; onların Allah Azze ve Celle’den kıyamet gününde kendilerine süre verilmesi veya ertelemesini istemeleridir.
Kıyamet gününde akıllarını, kulaklarını ve gözlerini örten perdenin açılmasından sonra bu olacak değildir. Dolayısıyla onlar ruh âleminde vermiş oldukları sözü unutmuş oldukları, dünya hayatında yaratılmış bir halde iken olacaktır.
Onların: “Davetine icabet edip rasullere tabi olalım” diyerek, hidayet sebeplerini talep etmeleri bunu pekiştirmektedir. Dünya yurduna dönmeyi istedikleri zaman onların akıllarını, kulaklarını ve gözlerini örten perde kalkmıştır. Onlar, ruhlar âleminde verdikleri sözü hatırlamışlardır. Az önce işaret edildiği gibi bunu, onların hidayet ve irşad sebeplerini talep etmemeleri pekiştirmektedir. Allah’ın vahdaniyeti, rububiyeti ve azameti hakkındaki yakinlerini ilan etmişlerdir.
Yine diğer taraftan Allah Teâlâ’nın kullarına merhametinden dolayı insanı İslam fıtratı üzere yarattığını söylememiz mümkündür. Zira sapmış olan insan hidayet bulmayı dilediği zaman kalbinde ve nefsinde hidayeti azmetmesi gerekir.
Burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır: İnsanda salih niyet, salih kalp ve salih nefsin kaynağı nedir? Cevap: selim fıtrattır. İnsanın selim fıtrat olan islam dininden başka döneceği şey yoktur. Bu da salih aklın yani lub’bun hakkı tezekkür etmesi yoluyla olur. Yani selim fıtrat, unuttuktan sonra hatırlar. Allah Teâlâ: “Ancak akıl sahipleri tezekkür eder” buyurmuştur. Çünkü insan doğduğu zaman, konuşma çağına geldiğinde bilgi edinmeye başlar. Doğduğu sıradaki selim fıtratı unutucu özelliktedir. İnsanın edindiği bilgi bu fıtrata ya uyumludur, ya da muhaliftir. Eğer kişi kâfir ise elde ettiği bilgi selim fıtrata aykırı olacaktır. Mümin ise elde ettiği bilgi, marifet, tasdik ve iman fıtratıyla uyumlu olacaktır. Bu selim fıtrata dönmek sayılır. Zira edindiği imanî akide yaratılışında bulunan fıtratıyla uyum içindedir.
Selim fıtrat onu yeniden tevhid dinine yönlendirir. Bu ise temizliği ve saflığı bakımından farklılık gösterir. Nebiler en temiz ve en saf fıtrata sahiptirler. İnsanın fıtratı temizlendikçe imanı daha fazla düzgünleşir. Zira hissi ve manevî temizlik, hem bedeni, hem ruhu temizler. Müslümanın üzerine yaratılmış olduğu fıtratıyla kazandığı iman ve ilme yaklaştıkça imanı ve sabatı artar. Bundan dolayı imanıyla mutmain olan müminin nefsi, huzur ve sükûnet içindedir.  Çünkü kazandığı iman ve ilim, yaratılmış olduğu selim fıtrat ile uyum içindedir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللَّهِ ۗ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
İşte onlar, îman edenler ve kalbleri Allah'ın zikri ile mutmain olanlardır. Şunu iyice biliniz ki, kalbler, Allah'ın zikriyle mutmain olur (rahat ve huzura kavuşur.)” (Ra’d 28)
Kâfir ise türlü dünya nimetlerinden faydalanmasına rağmen, nefsinde rahatsızdır, sıkıntı içindedir ve sürekli olarak huzursuzdur. Eğlenmek onu mutlu etmez. Hakiki saadete muhtaçtır. Çünkü kazanmış olduğu küfür akidesi, Allah Azze ve Celle’nin kendisini üzerine yaratmış olduğu İslam fıtratı ile uyum içinde değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا ۖ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ ۖ فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَىٰ * وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَىٰ
Onlara şöyle buyurmuştu: "Hepiniz cennetten yere inin. Bundan böyle artık birbirinize düşmansınız. Benden size bir hidayet elbette gelecektir. Kim benim hidayetime uyarsa, ne sapıtır, ne de bedbaht olur. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır. Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.” (Taha 123-124)
Eğer o, edindiği bilgi ile selim fıtrata döner ve onu hatırlarsa, bu Allah’ın izniyle hidayeti amaçlama hususunda niyetini, kalbini ve nefsini ıslah etmesine bir sebep olur. Çünkü kalbin ıslahı dışarıdan gelmez, niyetin, kalbin ve nefsin ıslahına işaretle birlikte ancak içeriden gelir.
Aynı şekilde, insanı kuşatan hidayet sebeplerinden ayrılmak suretiyle selim fıtrata dönüşün tamamlanması mümkün değildir. Çünkü mutlak surette muhayyer bırakılmış bir kimse bulmak mümkün değildir. Lakin şunu söylememiz mümkündür: fıtrata dönüş ve niyet, kalp ve nefsin ıslahına çalışmak, insanın seçebileceği ve kendisine üstün tercih derecelerinin kolaylaştıran amellerdir.
Özetle, müslüman olsun, kâfir olsun kul, Allah Azze ve Celle’nin kendisini üzerine yarattığı selim fıtrata dönmekte eşittir. Müslüman, temiz fıtratına yakınlaştıkça Allah Azze ve Celle’ye yakınlığını artırır. Kâfir ise dosdoğru olan hak yola hidayet bulur. Bu, islam fıtratına döndüğünde bulacağı İslam yoludur. Hiçbir kapalılığı olmayan apaçık bir şekilde bu ona belirir.
Bizler âdemoğullarıyız. Bizim nefislerimizden ruhlar âleminde söz alınmış, Allah’ın rububiyet, vahdaniyet ve azameti ikrar ettirilmiştir. Bu sözü yerine getirmenin gerekleri; dünya yurdunda bizi yaratan Allah Subhanehu’ya ibadet, itaat, boyun eğmek ve nefsin sahibine teslim olmasıdır. Lakin bizler, Hakîm olan Allah Azze ve Celle’nin imtihan hikmeti gereği, bu dünya hayatında, vermiş olduğumuz o sözden gafletteyiz. Bize düşen şey Allah subhanehu ve Teâlâ’ya bu dünya yurdunda ibadet etmektir.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)