Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

27 Eylül 2019 Cuma

Kadınların Gözünden Çok Eşlilik


Çok Eşlilik Konusunda Kadınların Endişeleri
Yazan: Doktora Rukayye el-Muharib
Tercüme: Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Kadınların geneli, evlilikte kendisine bir başka kadının ortak olmasını büyük bir musibet olarak görüyor ve bu durumu saadetini yok edecek bir kabus olarak niteliyor. Bunu düşünmek bile istemeyerek öfkeyle vesveselere kapılıyor. Belki de bazı erkekler kadının, büyük endişelerini, kocasının tek eşi olmak istemesini, böyle bir şeyi öğrendiği zaman kocasına kaba davranmaya başlamasını garipsemektedirler.
Kadınlardan biri şöyle dedi: “Ben kocamın benimle beraber aynı anda bir başkasını seviyor olmasını hayal bile edemiyorum. Onun başka biriyle evlenmesinden beni sevmediğini anlıyorum. Erkeğin birden fazla kadını sevmesi mümkün değil.”
İkinci bir kadın şöyle dedi: “Ben ikinci hanımın bizim hayatımızı böleceğini, bunun da hem benim için hem de çocuklarım için istemediğimiz sonuçlar getireceğini hissediyorum.”
Üçüncü bir kadın, akrabaları ve arkadaşları olan kadınların konuşmalarından, bu durumun kendisinin haklarının yerine gelmemesi demek olduğu, kendisiyle kocası arasındaki ilişkinin bozulacağı, bu sebeple kalplerinde karşılıklı olarak sevgi ve saygının biteceği şeklindeki inançlarını dile getiriyor.
Dördüncü bir kadın, aşırı kıskançlıktan dolayı böyle bir şeye asla tahammül edemeyeceğinden yakınıyor.
Beşinci bir kadın, çok eşliliğin bir zulüm ve kötü muamele demek olduğunu söylüyor.
Altıncı kadın, erkeğin adil davranamayacağına karar vermiş! Çünkü ayette “Çok isteseniz de kadınlar arasında adil olmaya güç yetiremezsiniz” (Nisa 129) buyruluyor. Adalete güç yetmiyorsa tek eşlilikle yetinilmesi gerekir. Çünkü Allah Teala: “Eğer adil davranamayacağınızdan korkarsanız bir tane alın.” (Nisa 3) buyurmuştur. Özellikle de zamanımızdaki erkekler takvadan ve Allah korkusundan uzaktırlar” diyor.
Bütün bu görüşler, kadınlarla yaptığım kısa bir oturumda dile getirilen şeylerdir. Orada bulunmayan diğer kadınlar daha başka sebepler de zikrediyorlar. Onlardan her biriyle acele olarak yaptığım konuşma ve münakaşalar neticesinde çok eşlilik konusuna doğru bir yaklaşım belirlemek için diyorum ki:
Birinci kadına gelince: Kadının aynı esnada iki erkeği sevmesi mümkün değildir. Onun duyguları ancak kocası ve çocukları arasında dağılır. Ama erkek birden fazla kadını sevebilir. Nitekim Allah onlara fıtrat olarak kadın sevgisini süslemiştir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “İnsanlara kadınlara duyulan arzular süslendi.” (Al-i İmran 14) Bu yüzden kadında asıl olan tek erkeği sevmesi ve başka erkeklere karşı sabredecek potansiyele sahip olmasıdır. Lakin genellikle erkek bir kadın ile yetinmeye sabredemez.
İkinci kadın üç sebepten dolayı korkuyor: birincisi Allah Teala’ya tevekkülünün zayıflığı. İkincisi çok eşlilikle ilgili olumsuz örnekler ve kıssalar. Üçüncüsü: kadınların birbirlerini bunun kendisi ve çocukları için bir felaket sebebi olacağı gerekçesiyle çok eşlilikten korkutmaları.
Üçüncü kadına göre çok eşlilik insanların gözünde önemsiz kalmaya, gurursuzluğa ve güvensizliğe sebeptir. İnsanın kendi aklıyla düşünmesi, başkalarının isteğine göre değil kendisinin razı olacağı doğru bir bakış açısına sahip olması gerekir.
Dördüncü kadına gelince, kadının tabiat ve fıtratında kıskançlık asıldır. Lakin gıybet, fitne, dedikodu, yalan gibi haramlara bulaşmaktan kendisini koruması gerekir. Öfkesini yutmalı, kıskançlığı hususunda nefsiyle mücahede etmeli, bunu hafifleten sebepler edinmeli, Allah’ın emrine razı olup itminana ermelidir.
Beşinci kadın gözlerinin önünde zulme benzer bir şeyler görmüş ve başkasının aklıyla düşünerek yakını olan kadının hayatını örnek göstermektedir. Bu meselenin her zaman böyle sonuçlanacağına karar vermiş! Çok eşliliğe maruz kalan kadınların yaşadıkları nice üzücü kıssalar dinlemiştir. Veya kocası diğer bir evlilik için çok borçlanmıştır, hazırlığı yoktur. İlk anda onun bu davranışına şiddetle karşı çıkılması garipsenmez. Bu kimseler böyle bir durumda kalmayı hak etmişlerdir. Bazı erkekler bunu kabul etmez ve kadının erkeklerin zulmüne katlanmasını isterler. Lakin durumu böyle olmayanlar hakkında çok eşliliği sakındırmak için bu durumu aleyhte kullanırlar ve uygun olmayan bir üslupta ilan ederler. Bu işin bir açısıdır. Diğer bir açıdan bazı kadınlar ev ve geçim masraflarını paylaşmayı, kocalarının kendilerinden başkasıyla evlenmemeleri için bir garanti olarak düşünürler. Bunun neticesinde kendisinin haklarında kusur olur, aralarındaki duygusal bağlar özen görmez. Erkeklerin evi kurarken eşinin yardımına ihtiyacı olduğu gibi aynı şekilde huzur bulma, ondan yakınlık ve ünsiyet görme, saygı ve takdir görme, kendisi için güzelleşerek süslenmesi, kendisini karşılamak için hazırlık yapması gibi unsurlara da ihtiyaç duyduğunu unutmamalıdır. Bunları bulamazsa erkek başkasına yönelir. Zeki kadın kocasının kalbini sevgiyle doldurur, ülfet ile doyurur. Bunlar maddi yardımlarla ele geçmez. Çünkü zikrettiğim hususlarda kusur olursa bunlar kendisinin aleyhine olarak işler.
Altıncı kadına gelince, delil olmayacak bir şeyi delil getirmiştir. Çünkü ayette bahsedilen “adalete güç yetirememe” ile kastedilen kalbin adaletidir. Bağış ve harcamadaki adalet kastedilmemiştir. Nitekim İmam Ahmed ve Sünen sahiplerinin Aişe radıyallahu anha’dan rivayetinde O şöyle demiştir: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve selem hanımları arasında adaletli bir taksim yaptı ve sonra şöyle buyurdu:
“Allah’ım! Bu benim sahip olduğum taksimdir. Sahip olmadığım hakkında beni kınama.” İbn Kesir dedi ki: “Sahip olmadığı ile kastettiği kalptir. Bu Ebu Davud’un rivayetindeki lafızdır ve isnadı sahihtir.”
Şayet ayetin devamı okunursa buna delalet ettiği anlaşılır: “Öyleyse büsbütün meyil verip diğerini askıda kalmış gibi bırakmayın.” (Nisa 129) İbn Kesir dedi ki: “Yani eşlerden birine büsbütün meyledip diğer eşi askıda kalmış gibi bırakmayın demektir.”
Sonra Ebu Hureyre radıyallahu anh’den şu hadisi zikreder: Rasulullah sallallahu aleyhi ve selem buyurdu ki: “Kimin iki eşi olur da birine meyil verirse kıyamet günü bir yarısı sakat olarak gelir.”
İbnu’l-Cevzi Zadu’l-Mesir’de (2/219) dedi ki: “Tabiatin meyli olan sevgide onlar arasında eşitliğe gücünüz yetmez. Çünkü ne kadar arzulasanız da bu elinizde değildir. Sevdiğine harcama ve gün taksimi hususunda büsbütün meyletmeyin demektir.”
İbnu’l-Arabî dedi ki: “Allah subhanehu hiç kimsenin kadınlar arasında adalet yapamayacağını haber veriyor. Bununla kastedilen kalbin onlardan birine diğerinden fazla bağlanmasıdır. İçlerinde gizli kalan bu durumdan mazurdurlar. Açıkça ortaya koydukları şeylerdeki eşitlikten ise sorumludurlar.” (Şerhu’t-Tirmizi 5/80)
Nitekim alimler eşlere nafaka meselelerini geniş olarak açıklamışlardır. Evlenmek isteyen herkesin zulme düşmemek için kendilerine vacip olanları öğrenmeleri gerekir.
Bu sebeplere bazı erkeklerin maaşı diğer eşlere dağıtması için eşlerinden birini görevlendirmesini de ekleyeyim. Bu adalete aykırıdır ve birçok sorunun kaynağıdır.
Toplumumuzda ister tek eşlilik ister çok eşlilik olsun, erkekler evlilik hayatının kolaylaştırılması konusunda bilinçlendirilmelidir. Aynı şekilde kadınlar, çok eşliliğin kocasının kendisini sevmediği ve hakkının gözetilmediği anlamına gelmediği hususunda bilinçlendirilmelidir. Kocası dini sorumluluklarını yerine getirdiği sürece mutlu bir hayata devam edebilmesi için başkalarının sözlerine aldırmamalıdır.
Yine önemli olan şu ki, kocası çok eşliliği tercih ettiği zaman kadın doğru bir bakışa sahip olmalı, pek çok mutluluk vesilelerine kendini hazırlamalıdır.
Çok eşliliğe azmetmiş erkek, eşine bunu haber verirken latif davranmalı, uygun zamanı seçmeli, bu durumun kadının konumunu düşürücü olmadığını bildirmeli, özellikle evliliğin ilk günlerinde renkli maddeleri izhar ederek diğer eşine daha fazla değer verdiği gibi bir intibaya sebep olmamalı, bunun diğer eşi sebebiyle ilk eşinden yüz çevirmek demek olmadığını göstermelidir.
Aynı şekilde ikinci eş olan kişi de sözleriyle zulmetmekten, nafaka konusunda cimrilik gibi eleştirilerden uzak durmalıdır.
Çok eşli erkek adaleti gözetmezse Salih kadına haksızlık yapar ve hayırlı olan yolu terk etmiş olur. Herkesin Allah Azze ve Celle’den sakınma konusunda hırs göstermesi en büyük gayesi olmalı, meseleleri doğru bir teraziyle haklar ve görevler açısından ifrat ve tefritten uzak bir şekilde tartması gerekir. Allah Salihlerin velisidir.

17 Eylül 2019 Salı

Muhammed b. Abdilvehhab’ın Tekfir Ettiği Kimselerin Türleri

Muhammed b. Abdilvehhab’ın Cehaleti Mazeret Görmesi ve Tekfir Ettiği Kimselerin Türleri
Bu fetva, Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah’ın; Salih b. Abdirrahman el-Atram ve Muhammed b. Abdirrazzak ed-Duveyş tarafından tahkikli neşriyle yayınlanan Fetavasında yer alan ikinci meselenin tercemesidir. Daha önce sitemde diğer terceme ettiğim makalelerde de uyarı yaptığım üzere, bu fetvayı da terceme etmiş olmam, içeriğini olduğu gibi kabul ettiğim manasında değildir. Bilakis tekfirin manası üzerinde Tekfir Sapması adlı eserimde delilleriyle açıkladığım gibi; netice olan hükmün nifak küfrüyle tekfir mi, yoksa irtidat küfrüyle tekfir mi olduğunun ayırt edilmesi, sonra irtidat küfrüne hükmeden kimsenin de yetki sahibi kadı mı, yoksa böyle bir yetkisi olmayan başka birisi mi olduğu hususunda ayrıma dikkat edilmesi gerekir.
- Ebu Muaz el-Çubukâbâdî -
Muhammed b. Abdilvehhab dedi ki:
“Şerif bana ne üzerine savaştığımızı ve kişiyi neyle tekfir ettiğimizi sordu. Ona samimiyetle haber verdim ve düşmanların iftira olarak attıkları yalanı açıkladım. O da benden yazmamı istedi. Diyorum ki:
“İslamın beş rüknünden ilki iki şehadet sözüdür. Sonra diğer dört rükün gelir. Kişi diğer dört rüknü kabul eder de gevşeklikle terk ederse biz bunların yerine getirilmesi için savaşsak da bunların terkinden dolayı tekfir etmeyiz. Âlimler inkâr söz konusu olmaksızın bu rükünlerin tembellikle terk edilmesi hususunda ihtilaf etmişlerdir. Biz ancak bütün âlimlerin icma ettikleri şey üzerine savaşırız ki, o da iki şehadet kelimesidir. Yine öğrettikten sonra inkâr ederse tekfir ederiz. Deriz ki: Düşmanlarımızın türleri vardır:
Birinci tür: İnsanlara izhar ettiğimiz tevhidin Allah’ın ve rasulünün dini olduğunu öğrenen, yine taşlar, ağaçlar ve insanların genelinin dini olan beşer hakkındaki itikatları kabul eden - ki bunlar Allah’ın yasaklamak ve dinin tamamen Allah’a ait olması için ehliyle savaşmak üzere rasulünü gönderdiği şey olan Allah’a şirk koşmaktır - bununla beraber tevhide yönelmeyen, onu öğrenmeyen ve ona dâhil olmayan, şirki terk etmeyen kimse, işte bu küfrü sebebiyle savaştığımız kâfirdir. Çünkü o rasulün dinini öğrenmiş ve ona tabi olmamıştır. Şirkin dinini öğrenmiş ve onu terk etmemiştir. Bununla beraber rasulün dinine de buğzetmez, fakat ona dâhil de olmaz. Şirki övüp insanlar için süslü göstermez.
İkinci tür: Bütün bunları bilen, lakin rasulün dinine sövdüğü ortaya çıkan birisinin bu dinle amel eden biri olduğunu iddia eden, Kuveyt halkından; Yusuf’a, el-Aşkar’a, Ebu Ali ve el-Hıdır’a ibadet edenleri övdüğü ortaya çıktığı halde bu kimseyi Allah’ı birleyenlerden ve şirki terk edenlerden üstün tutan kimse. Bu tür, ilkinden daha büyüktür! Böyleleri hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
O tanıdıkları şey kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah’ın laneti o kâfirlerin üzerinedir.” (Bakara 89) Yine bu kimse, Allah Teâlâ’nın haklarında şöyle buyurduğu kişilerdendir:
Eğer antlaşmalarından sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize dil uzatırlarsa, bu durumda küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onların yeminleri yoktur. Olur ki vazgeçerler.” (Tevbe 12)
Üçüncü tür: Tevhidi bilen, seven ve tabi olan, şirki bilen ve onu terk eden, lakin tevhide girenlerden hoşlanmayıp şirk üzere kalanları seven kimse. Yine bu da kâfirdir. Böyleleri hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
İşte böyle; çünkü onlar Allah’ın indirdiğini çirkin gördüler, bundan dolayı O da, onların amellerini boşa çıkardı.” (Muhammed 9)
Dördüncü tür: Bütün bunlardan selamette olan lakin ülkesinin halkı tevhide düşmanlığı ve şirk ehline tabi olmayı açıkça ortaya koyduklarında ve savaştıklarında, vatanını terk etmek zor geldiği için mazeret öne süren, ülkesinin halkıyla beraber tevhid ehline karşı malıyla ve canıyla savaşan kimse. Yine bu da kâfirdir. Zira onlar kendisine Ramazan orucunu terk etmeyi emretseler ve onlardan ayrılmadıkça oruç tutmaya imkân bulamasa bunu yapar, ona babasının karısıyla evlenmesini emretseler, onlara muhalefet etmedikçe bunu yapamasa bunu yapar. Onlar Allah’ın ve rasulünün dininin önünü kesmek istedikleri halde canıyla ve malıyla savaş konusunda onlara uyması bütün bunlardan çok daha büyüktür! Yine bu da kâfirdir ve böyleleri hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hem sizden emin olmayı hem de kendi toplumlarından emin olmayı isteyen diğerlerini de bulacaksın ki her ne zaman fitneye çağrılsalar ona baş aşağı dalarlar. Şayet sizden uzak durmaz ve sizinle barış yapmazlar ve ellerini çekmezlerse onları yakalayın ve kendilerini bulduğunuz yerde öldürün. İşte onlar ki size kendileri için apaçık bir yetki vermişizdir.” (Nisa 91)
İşte bizim söylediğimiz budur. Yalan ve iftiralara gelince, diyorlar ki güya biz halkın genelini tekfir ediyormuşuz ve dinini izhar etmeye gücü yetenin bize hicret etmesini vacip görüyormuşuz! Yine bizim tekfir etmeyenleri ve savaşmayanları tekfir ettiğimizi iddia ediyorlar! Bunlar ve bundan kat kat fazlası yalanlar! Bütün bunlar Allah’ın ve rasulünün dininden insanları alıkoymak için uydurulan yalan ve iftiralardır. Bizler Abdulkadir’in kabri üzerine dikilen puta, Ahmed el-Bedevi’nin kabri üzerindeki puta ve benzerlerine ibadet edenleri, cahil olmaları ve onları uyaracak kimse bulunmaması sebebiyle tekfir etmediğimize göre nasıl olur da Allah’a ortak koşmayan kimseleri bize hicret etmedikleri, tekfir etmedikleri ve savaşmadıkları için tekfir edebiliriz? Allah’ım seni tenzih ederim, bu ne büyük bir iftira! Bilakis bizler (yukarıda saydığım) dört sınıfı Allah’a ve rasulüne karşı çıktıkları için tekfir ediyoruz. Allah, nefsine bakan ve onun; katında cennet ile cehennemin bulunduğu Allah ile karşılaşacağını bilen kimseye rahmet etsin. Allah’ın salatı ve selamı Muhammed’e, âline ve ashabının üzerine olsun.”

8 Eylül 2019 Pazar

Namazın Hidayetleri / Muhammed b. Abdilvehhab

Namazın Hidayetleri
Muhammed b. Abdilvehhab et-Temimî (vefatı:1206)
Tercüme: Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî

Bismillahirrahmanirrahim
Allah sana rahmet etsin, bil ki, Allah Teâlâ kullarına bu beş vakit namazı kendisinden kullarına bir nimet ve bir rahmet olarak meşru kılmıştır. Onlara kulu ve rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem vesilesiyle namazı öğretmiştir. Onun Allah katındaki değerinin ve öneminin büyüklüğünden dolayı, Allah Teâlâ bunu Cebrail vasıtasıyla yeryüzüne indirmemiş, nebisi sallallahu aleyhi ve sellem’e mirac gecesi bizzat emretmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e amellerin en üstününün hangisi olduğu sorulunca:
الصَّلاَةُ عَلَى وَقْتِهَا
Vaktinde kılınan namaz” buyurmuştur.[1]
Allah Subhanehu ondan bedene bir nasip ve kalp için bir nasip kılmıştır. Kalbin namazdan nasibi, bedenin nasibinden daha büyüktür. Kalbin nasibi maksattır. Bedenin nasibi ona tabidir. Kalbin nasibi; namazda Allah Subhanehu’ya yönelmesi, Allah’ın önünde hazır bulunması, dünyadan ve onun meşgalelerinden ayrılmasıdır. Rabbinin katında bir müddet bulunması, dili üzerinden rabbinin kelamı ve zikri geçerken tefekkür etmesi, rabbinin kendisi üzerindeki hakkını, O’nun azametini, celâlini ve kibriyasını düşünmesi, Rabbinin hakkı hususunda kusurlarını ve kendi nefsi ve maslahatları hakkındaki kusurlarını itiraf etmesi, namazdan ayrıldığında, namaza girdiği andan daha temiz kalple ve sekinet ve Allah Azze ve Celle için boyun eğmeye bürünmüş bir bedenle ayrılmasıdır.
Bunun ilki; maddi ve manevi pisliklerden dış temizliktir. Rabbinin huzuruna temizlenerek girer. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem abdest alan kimsenin, abdesti bitirdikten sonra şöyle demesini meşru kılmıştır:
أَشْهَدُ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللهُ وَحْدَهُ لَا شَرِيكَ لَهُ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
Şehadet ederim ki Allah’tan başka ibadete layık hak ilah yoktur. O birdir, ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve rasulüdür.”[2] Sonra şöyle der:
اللهُمَّ اجْعَلْنِي مِنَ التَّوَّابِينَ وَاجْعَلْنِي مِنَ المُتَطَهِّرِينَ
Allah’ım! Beni tevbe edenlerden kıl ve beni temizlenenlerden kıl.”[3]
Suyla dış temizliğini sağlar, tevhid ile şirk necasetinden temizlenir ve tevbeyle de günahlardan temizlenir.
Bunu yaptığı zaman hizmet için efendisinin evine doğru yürür. Bunun için farz namazla kulluğunu etmek üzere mescide yürür.
Efendisinin evine geldiği zaman yüzüyle Beytu’l-Haram’a (Kâbe’ye) yönelir, kalbiyle Allah’a yönelir ve hizmetçinin makamında suçlu ve zelil bir halde durur.
Namaza ilk başladığı şey önünde zilletle durduğu bu efendiyi tekbir edip yüceltmektir. “Allahu ekber” der. Büyüklüğün Allah’a ait olduğunu itiraf ettiği zaman kula da boyun eğmek düşer. Kibir afetinden kurtulur. Büyüklüğün rabbi Azze ve Celle’ye ait olduğunu bildiğinden Allah için zillet ve insanlar için tevazu gösterir. Yine Allah’ın, dünya ihtiyaçlarından büyük olduğunu, O’nun hakkının daha büyük olduğunu bilir ve namazında dünya meseleleri kendisini rabbinden meşgul etmez.
Sonra şöyle der:
سُبْحَانَكَ اللهُمَّ وَبِحَمْدِكَ
Allah’ım! Hamdinle seni tesbih ederim.”[4]
Tesbih; Allah’ı kendisine layık olmayan şeylerden tenzih etmek demektir.
Hamd; Allah için kemâli ispat etmektir.
Rabbini mülkünde ve ona kulluğunda şirkten tenzih ederek över. O’nun izni olmadan kimse O’nun katında şefaat edemez. O’nu her türlü eksiklikten tenzih eder ve hamd ile O’nu över. Bu her kemalin ve üstünlüğün yalnızca Allah’a ait olduğunu söylemektir.
وَتَبَارَكَ اسْمُكَ
İsmin bereketlidir” demesi, rabbini isminin bereketiyle övmesidir. Allah Teâlâ’nın isminin bereketi sayılamayacak kadar çoktur. Bu yüzden cennete ancak O’nun isminin bereketiyle girilir, cehennemden ancak O’nun isminin bereketiyle kurtulunur. Yemekte O’nun ismi anıldığında şeytan ona ortak olamaz. Eve girerken O’nun ismi anıldığında şeytan o evde geceleyemez. Hayvan boğazlarken ismi anıldığında o helal olur, aksi halde bir leş olur.
وَتَعَالَى جَدُّكَ
Azametin yücedir” der. El-Ceddu kelimesi Arap dilinde azamet, otorite ve zenginlik demektir. Böylece Allah’ı yüceliği, kadrinin yüksekliği ve otoritesinin büyüklüğü ile över.
وَلَا إِلَهَ غَيْرُكَ
Senden başka hak ilah yoktur” sözüyle Allah’ın uluhiyyette tek olduğunu ikrar eder. Gökte ve yerde ne meleklerin, ne rasullerin ne de başkalarının ilahlığı söz konusu değildir.
إِنْ كُلُّ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِلَّا آتِي الرَّحْمَنِ عَبْدًا لَقَدْ أَحْصَاهُمْ
Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Rahmân'a gelecektir. O, bunların hepsini kuşatmış ve sayılarını tesbit etmiştir.” (Meryem 93-94)
Tekbir, tesbih ve başlangıç duasını bitirdiği zaman sözlerinin en üstünü olan rabbinin kelamını okumaya başlar.
Allah’ın kitabındaki en faziletli sure Fatiha suresidir. Bu yüzden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem namazda bu surenin okunmasını farz kılmıştır.
Allah Teâlâ’nın şu ayetinde emredildiği gibi kıraate istiâze ile başlanır:
فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ
Kur'an okuduğun zaman o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın!” (Nahl 98)
İstiazenin manası; Şeytanın şerrinden, kişiye dini veya dünyasıyla ilgili bir kötülük dokundurmasından Allah’a sığınmak demektir.
Bu çok kapsamlı bir duadır lakin insanların çoğu kalbinden değil, dilinden söylerler.
Sonra “بسم الله الرحمن الرحيم” (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla) der. İşlere Allah’ın adıyla başlamanın manası, tevekkül etmek ve yardım istemektir. Yani; ben kendi gücümle yapmıyorum, bilakis tam anlamıyla kabul görmesi için Allah’ın adıyla, O’na tevekkül ederek ve O’ndan bereket umarak yapıyorum demektir.
Sonra Fatiha’yı okur. Bunun manasını anlamak mümkün değildir. Lakin onun bir kısmı mutlaka anlaşılır. İnsan, hayvanlardan bununla ayrılır. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ
And olsun, cinlerden ve insanlardan pek çoğunu cehennem için yarattık ki onların kalpleri vardır onunla anlamazlar, gözleri vardır fakat onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla işitmezler. Bunlar hayvan gibidirler, hatta daha da şaşkındırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir.” (A’raf 179)
Bil ki, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يقول اللهُ تَعَالَى قَسَمْتُ الصَّلَاةَ بَيْنِي وَبَيْنَ عَبْدِي نِصْفَيْنِ وَلِعَبْدِي مَا سَأَلَ فَإِذَا قَالَ الْعَبْدُ {الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ} قَالَ اللهُ حَمِدَنِي عَبْدِي وَإِذَا قَالَ {الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ} قَالَ اللهُ أَثْنَى عَلَيَّ عَبْدِي وَإِذَا قَالَ {مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ} قَالَ الله مَجَّدَنِي عَبْدِي وَإِذَا قَالَ {إِيَّاكَ نَعْبُدُ وَإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ}قَالَ الله هَذَا بَيْنِي وَبَيْنَ عَبْدِي وَلِعَبْدِي مَا سَأَلَ وَإِذَا قَالَ {اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ} إلى آخرها قَالَ الله هَذَا لِعَبْدِي وَلِعَبْدِي مَا سَأَلَ
Allah Teâlâ buyurdu ki: “Namazı kendimle kulum arasında iki kısma ayırdım. Kuluma istediği verilecektir. Kul: “Âlemlerin rabbine hamd olsun” dediği zaman Allah şöyle buyurur:
“Kulum bana hamd etti.” Kul: “Rahman’dır, Rahîm’dir” dediği zaman Allah:
“Kulum bana övgüde bulundu” der. Kul: “Din gününün sahibidir” dediği zaman Allah:
“Kulum beni yüceltti” der. Kul: “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isterim” dediği zaman Allah:
“Bu benimle kulum arasındadır. Kuluma istediği verilecektir” der. Kul: “Bizi dosdoğru yola hidayet et” dediği ve sureyi sonuna kadar okuğu zaman Allah şöyle buyurur:
“Bunlar kulum içindir. Ona istediği verilecektir.”[5]
İnsan bu hadisi iyi düşündüğü zaman Allah Subhanehu’nun Fatiha suresini yedi ayet kıldığını, başından üç ayeti kulun rabbini övmesine ayırdığını, sonundan üç ayette de Allah’ın, kulun ihtiyaçlarını nasıl isteyeceğini öğrettiğini anlar.
Hamd etmede mahlûkatı dışında O’nun övüleceği şeyleri ispat etmeyi, gök ve yer halkı olan âlemlerin rabbi oluşunu, kulların O’na olan şiddetli ihtiyaçlarını düşünür. Allah subhanehu’nun kendisini geniş rahmetle nitelemesini de düşünür. İlk cümlede O’nun rab oluşunu itiraf eder. Sen de, bütün melekler ve rasuller de birer kulsunuz. Fakir ve muhtaç olan herkes, göz açıp kapayıncaya kadar O’ndan mustağni olamazlar.
İkinci cümlede Allah’ın rahmetini umarsın, işlemiş olduğun günahlardan O’na yönelirsin.
“Din gününün sahibidir” sözüyle Allah’a övgüde bulunarak O’ndan korktuğunu ifade edersin. İnsanların iyi ve kötü amelleriyle mutlaka hesap göreceklerini bilirsin:
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onu görür.” (Zilzâl 7-8)
Yine faydaların en büyüğü olan tevhidi ifade etmiş olursun. Anlarsın ki o gün:
لَا تَمْلِكُ نَفْسٌ لِنَفْسٍ شَيْئًا وَالْأَمْرُ يَوْمَئِذٍ لِلَّهِ
Kimsenin kimseye fayda veremiyeceği gündür; o gün emir yalnız Allah’ındır.” (İnfitar 19)
Dördüncü cümleye gelince; başında: “Ancak sana ibadet ederiz” sözü rabbin Azze ve Celle’ye hiç kimseyi, ne bir yakın meleği, ne bir gönderilmiş nebiyi ne de başka bir şeyi ortak koşmadan ibadet edeğine söz vermendir. “Ve ancak senden yardım isteriz” sözü, Mevlân Subhanehu’dan sana dinin ve dünyan ile ilgili işlerde yardım istemendir. Göz açıp kapayıncaya kadar seni nefsine bırakmamasını, mahlûkatından birine de bırakmamasını istemendir. Sen bu sözle rabbin tebarek ve teala’dan başkasından yardım istemediğini de haber vermiş oluyorsun.
Beşinci, altıncı ve yedinci ayetlerde:
اهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالِّينَ
Bizi dosdoğru yola ilet! Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil.” (Âmîn)
Seni cennetin yoluna iletmesini istiyorsun. O yolda eğrilik yoktur. Cennete giden yol ancak tevhiddir ve şirkten uzaklaşmaktır. Farzları yerine getirmek ve haramları terk etmek buna tabidir.
Altıncı ayette: “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” sözüyle anlarsın ki Mevlandan seni hidayet etmesini istediğin yol, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının yoludur. Hakkı bilme ve onunla amel etme yoludur.
Sonra yedinci ayette “Gazaba uğrayanların ve sapanların yoluna değil” sözünde gazaba uğrayanların kimler olduğu ortaya çıkar. Onlar; Allah’ın kendilerine anlayış verdiği, hakkı öğrenip batıldan ayıran lakin onunla amel etmeyen kimselerdir. Sapanlar ise amel edenler, hak yolu isteyenler ancak, cahil kalıp bilmeden amel edenlerdir.
Kul cahillik afetinden selamet bulduğu zaman marifet ehlinden olur. Sonra fısk (günah) afetinden selamet bulduğu ve Allah’ın emirlerine göre amel ettiği zaman Allah’ın kendilerine nimetler veridği kimselerden, dosdoğru yolun ehlinden olur.
Bu iyilikleri kapsayıcıdır. Dünyanın iyilikleri ve ahiretin iyilikleri. Ahiretin iyiliklerini kapsaması hususu gayet açıktır. Dünyanın iyiliklerine gelince, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ
O ülkelerin halkı iman edip sakınsalardı elbette onların üzerine gökten de yerden de bereketler açardık.” (A’raf 96)
İman ve takva (Allah’tan sakınmak) işte dosdoğru yol budur. Nitekim Allah Azze ve Celle bunun gök ve yerin bereketlerinin açılmasına sebep olduğunu haber vermiştir. Burada kastedilen rızık hakkındadır.
Yardım ve desteğe gelince, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ
Oysa üstünlük (izzet) Allah’ın, rasulü’nün ve mü’minlerindir.” (Munafikun 8) Allah Azze ve Celle iman ile kazanılan izzetin (üstünlüğün) dosdoğru yolun ta kendisi olduğunu haber vermiştir. İzzet ve destek kazanıldığı ve gökle yerin bereketleri elde edildiği zaman işte dünyanın iyilikleri budur. Allah Subhanehu en iyi bilendir.



[1] Sahih. Buhârî (7534) Muslim (85)
[2] Sahih. Muslim (234)
[3] Sahih. Tirmizî (55)
[4] Sahih. Nesâî (2/132) Tirmizî (243) İbn Mâce (806) Hâkim (1/360) el-Elbani es-Sahiha (2996)
[5] Sahih. Muslim (395)

7 Eylül 2019 Cumartesi

İlim ve Davet Merkezlerinden Uzak Yerde İkamet Etmenin Hükmü


Tevhid ve Sünnet Ehlinin Bulundukları İlim ve Davet Merkezinden Farklı Yerde Yaşayarak Bedevileşmenin Hükmü

İbn Receb, Fethu’l-Bari adlı Sahihu’l-Buhârî şerhinde (1/55-60) şöyle demiştir:

“Sahihayn’de Huzeyfe radiyallahu anh’den gelen rivayette Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ona fitnelerden bahsetmiş, o da:

“Ey Allah’ın rasulü! Buna yetişirsem ne yapmamı emredersin?” deyince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Müslümanların cemaatinden ve imamından ayrılma.” Huzeyfe radiyallahu anh dedi ki:

“Bir cemaat ve bir imam olmazsa ne yapayım?” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

“O fırkaların hepsini terk et, bir ağaç kökünü dişlemek zorunda kalsan bile sana ölüm gelinceye kadar öyle kal.”[1]

Nitekim ashabdan bir topluluk fitnelerde kırsala yerleşerek ayrılmışlardır. İmam Ahmed dedi ki: “Fitne (müslümanların birbirleriyle savaşması) söz konusu olduğu zaman kişinin dilediği yere ayrılmasında sakınca yoktur. Ama fitne yoksa şehirler daha hayırlıdır.”

İbadet etmek, yolculuk veya uzlet için kırsalda yerleşmek ise yasaklanmıştır. Nitekim Tirmizî ve Hakim’in Sahih’inde Ebu Hureyre radiyallahu anh’den gelen rivayette Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından bir adam pınarlarında tatlı su olan bir bölgeye uğradı ve oranın güzelliğini beğendi. Dedi ki:

“Keşke insanlardan ayrılıp bu bölgede yerleşsem. Ama Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e danışmadan bunu yapamam.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e danıştığında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Böyle yapma! Muhakkak ki birinizin Allah yolunda bulunması, ailesinin yanında altmış sene kıldığı namazdan daha üstündür.”[2]

İmam Ahmed bu hadisin benzerini Ebu Umame radiyallahu anh yoluyla Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet etmiştir. Orada Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu da geçer:

Ben ne Yahudilikle, ne Hristiyanlıkla gönderildim! Lakin ben musamahalı Haniflik ile gönderildim.”[3] Devamında bu anlamda hadisi zikreder.

Ebu Davud, Ebu Umame radiyallahu anh’den rivayet ediyor: “Bir adam dedi ki:

“Ey Allah’ın rasulü! Allah için bana yolculuk etme izni ver.” Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

Muhakkak ki ümmetimin seyahati, Allah yolunda cihad etmek şeklinde olur.”[4]

Ahmed’in Musned’inde Ebu Said radiyallahu anh’den: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sana cihadı tavsiye ederim. Zira bu İslam’daki ruhbanlıktır.”[5]

Tavus rahimehullah’ın Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den mürsel rivayetinde şöyle buyrulmuştur:

İslam’da ne ruhbanlık ne de seyahat vardır” Bu anlamda birçok diğer mürsel rivayetler mevcuttur.

İmam Ahmed şöyle dedi: “İslamda seyahat diye bir şey yoktur. Ne nebilerin, ne de salihlerin işidir.”

Bu şekilde yolculuğu ilimsiz olarak ibadet eden bazı gruplar yapmaktadır. Onlardan kimisi doğrusunu öğrenince bundan vaz geçmiştir. Nitekim İbn Mes’ud radiyallahu anh’ın zamanında ibadet ehli bazı kimseler Kufe’nin dışına bir mescid bina edip orada ibadet ediyorlardı. Amr b. Hetebe ve Mufaddal el-İclî de onların arasında idi. İbn Mes’ud radiyallahu anh onlara gitti, onları Kufe’ye geri döndürdü ve mescidlerini yıktı. Sonra dedi ki:

“Sizler ya Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından daha doğru yoldasınız yahut da sapıklığın kuyruğuna tutunmuşsunuz.” Bunu Şa’bi rivayet etmiştir ve isnadı sahihtir.

Yine Abdullah b. Galib el-Haddanî bir adamın ıssız bir araziye çekildiğini, rızkının da nereden geldiğini bilmediğini gördü. Ona dedi ki:

“Bu ümmet bununla emrolunmamıştır. Sen ancak Cuma, cemaat, hasta ziyareti ve cenazelere katılmakla emrolundun.” Adam bu nasihati kabul etti ve o anda karyesine döndü. Bu kıssayı İbn Ebi'd-Dunyâ rivayet etmiştir. Yine Ebu Umame radiyallahu anh’ın öğrencisi Ebu Galib’den buna benzer bir kıssa vardır. Bunu Humeyd b. Zencuye rivayet etmiştir.

Aynı şekilde koyunlar ve mallar edinip kırsalda yerleşmek de, Sa’lebe’nin başına gelenlerde olduğu gibi kötülenmiş bir iştir…

Ebu Davud ve Tirmizî’nin Sünenlerinde ve başka eserlerde Ebu Hureyre radiyallahu anh’den, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’İn şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Kırsalda yaşayan kabalaşır (bedevileşir).”[6]

İbn Mes’ud radiyallahu anh hicret ettikten sonra bedeviliğe dönen biri hakkında dedi ki: “Muhakkak ki o Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in dili üzerinden lanetlenmiştir.”

Sahihayn’de Seleme b. el-Ekva radiyallahu anh şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana kırsala yerleşmem hakkında izin verdi.”[7] Buhârî’nin rivayetinde Seleme radiyallahu anh, Osman radiyallahu anh katledildiği zaman Rebeze’ye gitmiş ve ölmeden birkaç gece önce Medine’ye dönmüştür.[8]

Musned’deki rivayette Seleme radiyallahu anh Medine’ye dönünce ona: “Hicretinden mi döndün ey Seleme?” denilmiş o da şöyle demiştir:

“Allah’a sığınırım. Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin aldım. Ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kırsala gidin ey Eslem! Oranın rüzgarını çekin ve mahallesinde yerleşin.” Dediler ki:

“Ey Allah’ın rasulü! Biz bu durumun hicretimize zarar vermesinden korkuyoruz.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

“Sizler nerede olsanız muhacirlersiniz.”[9]

Taberani’nin İbn Ömer radiyallahu anhuma’dan rivayetinde ona şöyle denilmiştir:

“Ey Ebu Abdirrahman! Allah için söyle, kırsala yerleşsen, keçi edinsen, istirahat edip sıhhat bulsan ne olur ki?” İbn Ömer radiyallahu anhuma dedi ki:

“Eslem kabilesi dışında bizden birine bedevileşme isni verilmemiştir.”[10]

Eslem; Seleme b. el-Ekva radiyallahu anh’ın kabilesidir.

Muhacirlerden olan birçok sahabeye kırsala yerleşme konusunda ruhsat verilmiştir. Sa’d b. Ebi Vakkas ve Said b. Zeyd radiyallahu anhuma bunlardandır. Bu ikisi el-Akik’teki evlerinden çıkmazlardı. Allah Azze ve Celle ile karşılaşıncaya kadar Medine’ye Cuma namazına veya cemaat namazlarına gelmemişlerdir. Bunu İbn Ebi'd-Dunyâ el-Uzlet kitabında rivayet etti.

Ebu Hureyre radiyallahu anh eş-Şecere’ye yerleşti. Burası Zi’l-Huleyfe’dir.

Sahihu’l-Buhârî’de Ata radiyallahu anh’ın şöyle dediği geçer: “Ubeyd b. Umeyr ile beraber Aişe radiyallahu anha’ya gittim. O Sebir’de kalıyordu. Bize dedi ki: “Allah nebisine Mekke’nin fethini nasip ettiğinden beri hicret kesildi.”[11] Diğer rivayette şöyle geçer: “Biz ona hicret hakkında sorduk. Dedi ki:

“Bugün hicret yoktur. Mü’minlerden her biri fitneye düşme korkusuyla diniyle Allah’a ve rasulüne kaçıyordu. Ama bu gün Allah islam’ı galip kıldı. Mü’minler dilediği yerde rabbine kulluk ediyor. Lakin cihad ve niyet vardır.”[12]

Bu sözler onun fetihten sonra hicretin kesildiğine inanmasından dolayı bedevileştiğini düşündürüyor.

Enes b. Malik radiyallahu anh Basra dışındaki konağında kalıyordu. Bazen Cuma namazına katılır, bazen katılmazdı. Nitekim Ahmed (b. Hanbel) içinde Cuma ve cemaatle namaz kılınmayan köyde kalmanın çirkinliğini belirtmiştir. Bu, içinde cemaatle Cuma namazı kılınan şehirde bulunup da, burayı terk ederek Cuma namazı kılınmayan bir yere yerleşen kimseye yorumlanır. Onun sözünde buna işaret vardır. Nitekim onun sözü haramlığa değil de mekruhluğa da yorumlanabilir. Ama içinde Cuma ve cemaat namazı kılınmayan bir yere yerleşmek haramdır.

Nitekim Ebu’d-Derda radiyallahu anh, Ma’dan b. Ebi Talha’ya:

“Nereye yerleşiyorsun?” dedi. O da:

“Humus dışında bir köye” dedi. Ebu’d-Derda radiyallahu anh dedi ki:

“Muhakkak ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

Bir köyde veya badiyede üç kişi bulunur da orada ezan okuyup namaz kılmazlarsa mutlaka şeytan onlarla oynar. Sana cemaati tavsiye ederim. Muhakkak ki kurt, sürüden ayrılan kuzuyu yer.”[13] Bunu Nesâî ve başkaları rivayet etmişlerdir. Ahmed ve Ebû Dâvûd muhtasar olarak rivayet ettiler. Ahmed’in rivayetinde şöyle geçer:

“Sana şehirleri tavsiye ederim, yazıklar olsun sana ey Ma’dan!”[14]

Yine Musned’de Muaz radiyallahu anh’den Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

Muhakkak ki şeytan, sürüden ayrılan koyunu kapan kurt gibi insanın kurdudur. Sizleri kırsala ayrılmaktan sakındırırım. Size cemaati, halkla beraber bulunmayı ve mescidleri tavsiye ederim.”[15]

Bu hadiste kırsalda yani badiyelerde yerleşmek yasaklanmış, insanların (müslümanların) genelinin, mescidlerinin ve cemaatlerinin bulunduğu mekanlarda yerleşmek emredilmiştir.

Nitekim Katade rahimehullah bu hadiste geçen (şiab) kırsal kelimesini sıratu’l-mustakime muhalif olan saptırıcı hevaların (bid’atlerin) yaygın olduğu yerler diye açıklamıştır. Bunu Ebu Musa el-Medinî isnadıyla rivayet etmiştir.

Burada cemaatten uzaklaşma söz konusudur. Bunu ancak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisi açıklar:

Kim cemaatten bir karış ayrılırsa boynundan İslam bağını çıkarmış olur.”[16]

El-Evzai rahimehullah bunu kişinin bid’at sebebiyle cemaatten ayrılması olarak açıklamıştır.

Ama bazen bahar mevsimi gibi zamanlarda dinlenmek için kırsala çıkmaya gelince bu konuda bir ruhsat varid olmuştur. Ebû Dâvûd’un Sünen’inde el-Mikdam b. Şureyh, babasından şöyle dediğini rivayet etmiştir: O Aişe radiyallahu anha’ya:

“Nebî sallallahu aleyhi ve sellem kırsala çıkar mıydı?” diye sordu. Aişe radiyallahu anha dedi ki:

“Evet, şu sulak otluğa çıkardı. Nitekim bir defasında Mahrame’nin devesiyle gitti ve dedi ki:

Bin ey Aişe! Bana refakat et. Zira rıfk (yumuşak davranış) bir şeyde bulunursa mutlaka onu süzler, birşeyden çekilip alınırsa da onu mutlaka lekeler.”[17]  

Muslim bu hadisin sadece son cümlesini rivayet etmiştir.[18]

Bu konudaki yasaklama da Musned’de Ukbe b. Amir radiyallahu anh’den gelmiştir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:

Ümmetimin helaki süt hakkında olacaktır.” Denildi ki:

“Ey Allah’ın rasulü? Süt ne demek?” Buyurdu ki:

Sütü severler ve cemaatleri, Cuma namazını terk ederek bedevileşirler.”[19] İsnadında İbn Lehia vardır. Eğer sahihse kırsalda günlerce, Cuma ve cemaatleri terk etmeye sebep olacak şekilde uzun süre kalmaya yorumlanır.

Ebu Abdillah el-Cedeli’den: “Şehirlilerin köylülere üstünlüğü, erkeklerin kadınlara üstünlüğü gibidir. Köylülerin ıssız yerde kalanlara üstünlüğü, dirilerin ölülere olan üstünlüğü gibidir. Issız yerde kalanlar, kabir sakinleri gibidir. Muhakkak ki kırsal ve süt, kulun imanını tıpkı ateşin odunu yediği gibi yerler.” Bunu Humeyd b. Zencuye rivayet etmiştir. Yine Mekhul’e kadar ulaşan isnadıyla bunun benzerini rivayet etmiştir.

İmam Ahmed, kendisinden gelen bir rivayette süt içmek, dinlenmek ve benzerleri gibi gayelerle, cemaati terk etmeye sebep olan şekilde kırsala çıkmanın çirkin olduğunu belirtmiş, ancak bir gerekçeye çıkılabileceğini söylemiştir. Yani tedavi gibi bir sebeple çıkarsa caiz olur demiştir. Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Urane’lilere Medine havası yaramadağı zaman kırsala çıkmaları, develerin süt ve sidiklerinden içmeleri için izin vermiştir.[20]

Ebu Bekr el-Esram dedi ki: “Kırsala çıkmanın yasaklanması, orada yerleşip ikamet etmeye yorumlanır. Ama bir saatliğine veya bir günlüğüne çıkmak caizdir.”

Selef’ten birçoğu ürün hasadı ve süt sağmak için günlerce kırsala çıkmışlardır. El-Ceriri rahimehullah dedi ki:

“İnsanlar şuraya ürün kaldırmak için kırsala çıkardı.” Onlar arasında Abdullah b. Şakik ve başkalarını zikretmiştir.

Alkame Necef dışına kırsala çıkardı.[21] (İbrahim) en-Nehaî rahimehullah dedi ki:

“Sevad arazisine kırsala çıkmayı, başka bir kırsala çıkmaktan daha çok severlerdi.” Yani köye geziye çıkmak, kırsala çıkmaktan daha hoş görülürdü. Bazıları da cemaate katılabilmek için bundan geri dururdu. Ebu Nuaym, isnadıyla, Ebu Harmele’den rivayet ediyor:

“Said b. el-Museyyeb rahimehullah gözünden rahatsızlanmıştı. Ona denildi ki:

“Ey Ebu Muhammed! el-Akik vadisine çıksan, yeşilliğe baksan, temiz hava alsan bu gözüne iyi gelir.” Bunun üzerine Said b. el-Museyyeb rahimehullah dedi ki:

“Akşam ve yatsı namazlarına nasıl katılacağım peki?”[22]

El-Esram rahimehullah’ın kısa süre ile uzun süre arasında ayrım gözetmesi güzeldir. Lakin bunu bir gün ve benzeri kısa süreyle sınırlamasında şüphe vardır. Ebû Dâvûd’un Merasil’inde Ma’merin Musa b. Şeybe’den rivayetine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

Kim iki aydan fazla süre kırsalda kalırsa o bedevileşmiştir.”[23]

Humeyd b. Zencuye isnadıyla, Halef b. Halife’den, O da Ebu Haşim’den şöyle dediğini rivayet etti:

“Bana ulaştığına göre kim Sevad arazisinde kırk gece kalırsa ona cefa (kabalık ve bedevilik) yazılır.” Muaviye b. Kurra radiyallahu anh dedi ki:

“Kırsalda kalmak iki aydır. Bundan fazla kalan bedevileşmiştir.”[24]



[1] Buhârî (7084) Muslim (1847)
[2] Hasen. Tirmizî (1650) Hakim (2/68)
[3] Ahmed (5/266)
[4] Ebû Dâvûd (2486)
[5] Ahmed (3/82)
[6] Ebû Dâvûd (2859-60) Tirmizî (2256) Ahmed (2/371) Buhârî Kuna (s.70) Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ (4/72)
[7] Buhârî (7087) Muslim (1862)
[8] Buhârî (7087)
[9] Ahmed (4/55)
[10] Taberânî Evsat (7533) İsnadında Abdulgaffar b. el-Kasım’da zayıflık vardır. İbn Ömer radiyallahu anhuma’dan bunu rivayet eden Muslim b. Cerhed de mesturdur.
[11] Buhârî (3080)
[12] Buhârî (3900)
[13] Nesâî (2/106) Ahmed (5/196) Ebû Dâvûd (547)
[14] Ahmed (6/446)
[15] Ahmed (5/232, 233, 243)
[16] Ebû Dâvûd (4758)
[17] Ebû Dâvûd (2478, 4808)
[18] Muslim (2594)
[19] Ahmed (4/155) “Ümmetimin helaki kitap ve süt iledir” lafzıyladır.
[20] Buhârî (4192)
[21] İbn Ebî Şeybe (12/335)
[22] Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ (2/162)
[23] Ebû Dâvûd Merasil (s.235)
[24] İbn Ebî Şeybe (12/336) Busayri İthafu’l-Mahera’da (1/243) İbn Hacer Metalibu’l-Aliye’de (3/404) sahih mevkuf dediler.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)