Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

29 Kasım 2023 Çarşamba

Adil Al-u Hamdanın Tahkiklerindeki Saptırmalar Hakkında Hâtime

 

Adil b. Abdillah Âl-u Hamdan el-Gamidî’nin bazı kitapları ve akide kitaplarına yapmış olduğu bazı tahkikler Türkçe’ye de tercüme edilmiş ve Neda Yayınları arasında yayınlanmıştır. Adı geçen bu şahıs Haddâdiye denilen muasır bir bid’at fırkasının görüşlerine sahiptir.

Bu kimselerin başlıca sapıklıkları; Ehl-i Sünnet âlimlerin kapalı bir takım sözlerine kendi yükledikleri mânalarla veya âllimlerin hatalarını usûle aykırı ithâmlarla değerlendirerek bid’at suçlamasında bulunmalarıdır. Diğer yandan âlimlerin kendi hevâlarına uyan sözlerini gördüklerinde, bu sözlerin delillerinin sahih mi, zayıf mı asıllara dayanıldığının sorgulanmasına şiddetle tepki vermekte, muhaliflerini Cehmî’lik, Mürcie’lik gibi ithamlarla karalamaya çalışmaktadırlar.

Etrafında döndükleri meselelerin başında namazı terk edeni tekfir etmemenin Mürcie’lik olduğunu iddia etmeleri, Allah Azze ve Celle’nin sıfatları hakkında Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olmayan hadislerle ve bu konuda seleften bazı kimselerin sözleriyle ispat ve nefiyde bulunmaları, Allah’ın arşa oturduğunu, yaratmayı bitirince ayak ayaküstüne attığını, Allah’ın suretinin Âdem aleyhi's-selâm’ın sureti gibi olduğunu vb. iddia etmeleridir. İmanın tarifi konusunda da çarpık bazı görüşleri vardır.

Sahih ve sabit delillere dayandıramadıkları bu konularda kendilerine muhalefet edenleri Cehmî’lik ve Murcie’lik ile itham etmektedirler.

Namazın terkinin küfür olduğuna dair Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den ve sahabeden açık ifadeler gelmiştir. Hatta sahabe’den bu konuda gelenler birbirine muhalif değildir. Dolayısıyla sahabenin namazın terkinin küfür veya şirk olduğunu söyledikleri hususunda icma ettiklerini söylemek mümkündür. Lakin sahabenin namazın terkinin dinden çıkaran küfür olduğunu söylemede icma ettiklerini söylemek mümkün değildir.

Dolayısıyla seleften birçok kimse namazı kılmamakta inat edenle, namazı farz görmekle beraber ihmalkârlıkla terk eden arasında ayrım gözetmişlerdir. Ez-Zuhrî, Hammad b. Zeyd, İmam Malik, İmam Şafii ve ashabı, kendisinden bir rivayete göre İmam Ahmed, namazın terkini mutlak küfür olarak görmemişlerdir.

Şüphesiz namazın terki kişiyi imandan çıkarır, lakin İslam’dan da çıkarır mı veya ne zaman İslam’dan çıkarır, bu kısmı ihtilaf konusudur.

Bu yüzden namazı terk edeni İslam’dan çıkaran küfürle tekfir etmeyeni Mürcie’likle itham etmek, Selef’in üzerinde olmadıkları, sonradan çıkmış bir sapıklıktır.

Allah Azze ve Celle hakkında bir sıfatı ispat veya nefyetmek mutlaka kitaptan veya sahih sünnetten sabit delille olmak zorundadır. Sahabe, tabiin gibi, ne kadar saygın ve değeri büyük kimselerden gelmiş olursa olsun, vahyin deliliyle sabit olmayan bir sıfat, bu kimselerin sözüyle ispat edilemez. Seleften gelen, kitap ve sünnetten sabit dayanağı bilinemeyen bazı sözler vardır ki, imamlar bu sözleri inkâr veya ikrar etmeksizin nakletmekle yetinmişlerdir.

Çünkü seleften gelen bu tür sözlerin kaynağı, isnadı sahihse, ya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den işitilmiş bir bilgiye dayalı olabilir yahut İsrailiyyat kaynaklı olabilir.

İsrailiyyat konusunda da Ehl-i Sünnetin tutumu bellidir, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emrettiği gibi, İsrailiyyattan gelen bir bilgiyi ne yalanlarız, ne de tasdik ederiz. Çünkü aslı olan bir şeyi yalanlama veya aslı olmayan bir uydurmayı tasdik etme riski vardır.

Adil Hamdan ve onun bozuk menhecindekiler ise “Madem imamlar bunları akide kitaplarında zikretmişler, o halde bunlara itikad etmek vaciptir, itikad etmeyenler de Cehmî’dir” gibi suçlamalar yapıyorlar!

Burada imamların bu yaklaşımlarının yanlış anlaşıldığına dair bir örnek zikredeyim:

Ebu Bekr el-Hallal rahimehullah dedi ki: Bana Muhammed b. Ali el-Verrak haber verdi, dedi ki: bize Salih (b. Ahmed b. Hanbel) tahdis etti, dedi ki: Ebu Talib, babam (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah’ın şöyle dediğini rivayet etti:

“Kur’ân’ı telafffuzun mahlûk değildir.” Bunu babama haber verdim. Dedi ki:

“Bunu sana kim söyledi?” Ben de: “Falan” dedim. Dedi ki:

“Onu bana çağır.” Ben de gittim. Ebu Talib ile beraber Furan da geldi. Babam ona dedi ki:

“Ben size “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir” diye bir şey söyledim mi?” Öfkeden titremeye başladı. (Ebu Talib) dedi ki: “Ben sana İhlâs suresini okudum ve sen de bana: “Bu mahlûk değildir” dedin. Ahmed dedi ki:

“Peki, neden benim sana Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir dediğimi naklettin? Bana ulaştığına göre sen bunu kitabına almışsın ve bir kavme yazmışsın. Eğer kitabında bu söz varsa hemen onu sil. Mektup yazdığın kavme de benim sana böyle bir şey demediğimi yaz!” Öfkeyle ona yöneldi ve dedi ki:

“Benden benim söylemediğim bir söz aktarıyorsun!” Bunun üzerine Furan onun adına özür dilemeye başladı ve korkuyla yanından ayrıldı. Ebu Talib döndü ve bu yazıyı kitabından sildiğini, mektup yazdığı kavme de tekrar yazarak Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah’tan yaptığı nakilde hata ettiğini yazdığını bildirdi.”[1]

Ebu Talib’in İmam Ahmed rahimehullah ile bu kıssası meşhur ve bilinmektedir. Bunu yine Ebu Bekr el-Merrûzî, Furan, Hanbel b. İshak[2] ve muhtasar olarak İbrahim b. Eban el-Mavsilî de rivayet etmişlerdir.

Bu kıssayı Ebu Talib rahimehullah kendisi başka bir yoldan rivayet etmiş ve şöyle demiştir: “Ahmed rahimehullah bana dedi ki:

“Benim: “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir” dediğimi mi naklettin?” Ben dedim ki: “Ben bunu ancak kendi sözüm olarak aktardım.” Dedi ki:

“Ne benden ne de kendinden böyle bir söz aktar! Hiçbir âlimden böyle bir söz işitmedim. Kur’ân Allah’ın kelamıdır ve nasıl tasarruf edilirse edilsin hiçbir yönden mahlûk değildir.”[3]

Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah, aynı şekilde Hamdun b. Şeddad’a da karşı çıkmıştır: Ebu Bekr el-Merrûzi rahimehullah dedi ki:

“Hamdun b. Şeddad, meselelerin yazılı olduğu kâğıtlarla geldi. Onu Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah’ın yanına götürdüm. Baktı ve orada meseleler arasında: “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir” yazılı olduğunu gördü. Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah dedi ki:

“Burada benim söylemediğim bir söz var!” Geçitten kalktı ve içeri girdi. Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah Hokka ve kalem çıkarıp “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir” yazan yeri karaladı, kendi yazısıyla şöyle yazdı:

“Nerede tasarruf edilirse edilsin Kur’ân mahlûk değildir.” Dedi ki:

“Kimsenin böyle bir şey söylediğini işitmedim.” “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir” diyene de karşı çıktı.”[4]

Ahmed b. el-Hasen b. Ali el-Bezurî dedi ki: Ebu Abdillah (Ahmed b. Hanbel) rahimehullah’a bir adamın şöyle sorduğunu işittim:

“Ey Ebu Abdillah! Kerh’te senin: “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir” dediğini naklettiler.” Ahmed rahimehullah öfkeyle durdu ve dedi ki:

“Benim adıma ne çok yalan söylüyorlar! Böyle bir şey söylemedim, söylemem de. Benden ancak bu sözün çirkin bir söz olduğunu söylediğimi ulaştırın! Yardım istenecek olan Allah’tır!” Böylece öfkeyle evine girdi.”[5]

Ebu Bekr b. Zencuye’nin rivayetinde şu şekildedir: Ahmed b. Hanbel rahimehullah’ı şöyle derken işittim:

“Kim Kur’ân’ı telaffuzunun mahlûk olduğunu söylerse o bir Cehmî’dir. Kim de Kur’ân’ı telaffuzunun mahlûk olmadığını söylerse o bid’atçidir, onunla konuşulmaz.”[6]

Bu kıssada görüldüğü gibi, İmam Ahmed’in: “Kim Kur’ân’ı telaffuzum mahlûktur” derse Cehmi’dir” sözünden hareketle “Kur’ân’ı telaffuzum mahlûk değildir” anlamını çıkaran ve bunu İmam Ahmed’e nispet edene İmam Ahmed rahimehullah şiddetle karşı çıkmıştır!

Yani İmam Ahmed rahimehullah tevakkuf edilmesi gereken bir konuda ispatta bulunana da, nefiyde bulunana da karşı çıkmıştır!

Şu halde İmam Ahmed gibi imamlardan bir imam, seleften gelen bir sözü inkâr edene karşı çıktı diye, bu imamın o sözün içeriğini ispat ettiği anlamı çıkarılamaz!

Bu konuda Adil Hamdan birçok çirkinlikler sergilemektedir. Mesela Mucahid rahimehullah’tan zayıf yollarla gelen makamu’l-mahmud’u Allah Azze ve Celle’nin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i arşa oturtması olarak açıkladığına dair sözüyle ispatta bulunmaktadır!

Mucahid rahimehullah’dan gelen bu rivayeti inkar edenlere karşı çıkanların ancak Cehmi’ler olduğunu belirten imamların sözlerini ileri sürerek, bu rivayetin içeriğini kabul etmemeyi Cehmilik olarak lanse etmektedir!

Mucahid rahimehullah’tan nakledilen bu söz hakkında da yukarıda açıkladığım durum geçerlidir:

Şayet bu sözün Mucahid rahimehullah’a aidiyeti sabitse, iki durumdan biri söz konusudur: Bu bilgi ya Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den işitilmiş, aktarılmış bir bilgidir yahut israiliyyat kaynaklıdır.

Dolayısıyla bu sözü akıllarıyla inkâr edenler hakkında imamların söyledikleri sözler haklıdır. Ancak bu durum, bu sözün içeriğini Allah Azze ve Celle hakkında sıfat olarak ispat etmeyi gerektirmez. Bilakis bu konuda tevakkuf edilmesi gerekir.

Lakin Adil Hamdan ve Haddadîlerin bu konuda tevakkuf edenleri Cehmî’likle suçlamaları tam bir sapıklıktır!

Hiçbir sahabi’nin böyle bir şeye itikad ettiği bilinmezken, böyle bir şeye itikad etmeyi vacip kılmak nasıl mümkün olabilir?



[1] Hallal es-Sunne (v.192/b) Salih b. Ahmed Siyretu Ahmed b. Hanbel (s.70)  İbnu’l-Cevzi Menakibu Ahmed (s.53)

[2] Hallal es-Sunne (v.192/b-193/a)

[3] Hallal es-Sunne (2153) Beyhakî el-Esma ve’s-Sifat (588)

[4] Hallal es-Sunne (v.193/b) Beyhakî el-Esma ve’s-Sifat (s.265)

[5] Hallal es-Sunne (v.194/a)

[6] Hallal es-Sunne (2167) Kadı Ebu Ya’la er-Rivayeteten ve’l-Vecheyn (v.252/a)

28 Kasım 2023 Salı

Usulu's-Sunne Tercüme ve Tahkikime Mudahale Olarak Düşülen Batıl Dipnota Cevap

 

İbn Ebi Zemenin rahimehullah’ın Usulu’s-Sunne kitabına yapmış olduğum tercüme ve tahkikin neşrinde yayın evi tarafından benim bilgim olmadan ve eklemenin kime ait olduğu belirtilmeden mudahaleler yapıldığına daha önce uyarı yayınlamıştım.

Söz konusu bu müdahalalerden birisi, kitabın baskısında (s.235-236)’da yer almaktadır. Kitabın metninde müellif: “İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın Maide 44. Ayeti hakkında söylediği: “Bu ayette geçen dinden çıkaran küfür değildir” sözünü zikretmiş. Ben de dipnotta bu sözün İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sahih isnadlarla geldiğine dair tahric ve tahkikimi belirttim. Yayınevi ise söz konusu eklemeleri Haricîlerin fikirlerinden etkilenmiş birine yaptırtmış olmalıdır ki şu açıklama eklenmiş:

“* İbn Abbas radıyallahu anh’ın buradaki “Bu dinden çıkaran küfür değildir” meselesi veya küçük küfürdür demesi, İslam şeriatının olduğu yerde İslam kadısının (hakimin) rüşvet alarak veya adam kayırarak delilleri gizleyip hüküm vermesidir. Yoksa burada kastedilen, teşri yapan veya yüce Allah’ın hükmünün dışındaki kitaplarla hükmeden kişiler için değildir.Zira bu büyük küfür, dinden çıkaran şirktir. İbn Mes’ud, Huzeyfe ve Bera b. Azib radıyallahu anhum’a göre ise bu büyük küfürdür. Alhame ve Mervan, Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh’e rüşvet hakkında sormuşlardı. Abdullah b. Mes’ud: “Bu haramdır” dedi. Onlar: “Hükümde mi?” dediler. Abdullah b. Mes’ud: “Hayır o küfürdür” dedi ve “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir” ayetini okudu.

* Hemmam b. el-Haris rahimehullah dedi ki:Biz Huzeyfe radıyallahu anh’ın yanındaydık. “Kim Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerdir” (Maide 44) ayetinden bahsettiler. Topluluktan birisi dedi ki: “Bu ayet ancak İsrailoğulları hakkındadır.” Huzeyfe radıyallahu anh dedi ki: “İsrailoğulları sizin için ne iyi kardeşler! Tatlılar size, acılar onlara!’ Hayır nefsim elinde olana yemin ederim ki adet adet, adım adım onlara uyacaksınız.” Sahih. Abdurrazzak Tefsir (1/191) İbn Ebî Hâtim Tefsir (4/1143) Taberî Tefsir (6/253) Hâkim (3/37)

* Tefrit ehli kimselere göre beşerî kanunlarla, şirk ve küfür egemenliği içerisinde haramı helal, helali haram yapsalar, deizm, ateizmin ve cinsel saplınlıkların kapılarını açsalar, insanları buna davet etseler, onlar bu şekilde küfür sözü ve şirk ameli işleseler dahi bu kimseler inkâr etmedikleri sürece ya da yalanlamadıkları sürece müslüman kalmaya devam ederler. Hiç şüphesiz bu görüş batıldır. Ehli Sünnetin görüşü değildir. Bu görüş, kurucusu Cehm b. Safvan olan Cehmiye’nin görüşüdür. Nitekim onların en önemli öğretilerinden biri de “İman kalp ile tasdiktir. Kişi küfür sözü söyleyip şirk ameli işlese de inkar ve yalanlama olmadığı sürece bu kişilere müslüman ismini verirler.

* Selefin yoluna, ehl-i sünnete uyan, tefrit ve ifrattan uzak olanlara göre ise İslam’ın egemen olmadığı ve idare etmediği yerlerde şeriata iman etseler bile, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip onun dışındaki hükümlerle hükmeden kimseler icma ile kâfirdirler. Bu icmaya küfür sadece itikad iledir diyen Cehmiyye gibi düşünen batıl ehli haricinde hiç kimse muhalefet etmez. Çünkü burada Allah’ın hükmü haricindeki bir hükme ve de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatından başka bir şeriata tabi olma söz konusudur ki bütün bunlar La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah şehadetiyle çelişmektedir.”

Benim çalışmama hâince müdahalede bulunarak bu saçma sapan sözleri ekleyen ahmak, ne Ehl-i Sünnet’in iman ve İslam tanımından, ne de sapan fırkaların görüşlerinden haberdardır!

Selefin sözlerinden kendi aleyhine olan sözleri de lehine zannediyor! Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Hariciler hakkında haber verdiği gibi!

Bu ekleme notlardaki tutarsızlaklar ve açıklaması şu şekildedir:

1- İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın sözünü elinde hiçbir delil olmadan hiçbir alakası olmayacak şekilde yorumluyor ve tarihselci bir anlayışa tabi olarak adeta İbn Abbas’ın bu tefsirinin geçerliliğini yitirdiğini iddia ediyor!

Derim ki: İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan birçok tariklerden rivayet edilen bu tefsirin hiçbir tarikinde burada yapılan açıklamayı imâ dahi eden bir bilgi yoktur. Bilakis İbn Abbas radıyallahu anhuma Maide suresi 44. Âyetin tefsiri olarak bu ayette geçen küfrün küçük küfür olduğunu açıklamıştır:

Tavus rahimehullah dedi ki:

قُلْتُ لِابْنِ عَبَّاسٍ مَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَهُوَ كَافِرٌ؟ قَالَ هُوَ بِهِ كُفْرُهُ وَلَيْسَ كَمَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ

“İbn Abbas radiyallahu anhuma’ya: “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyen kâfir midir?” diye sordum. Dedi ki: “O bir küfürdedir, ancak Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, rasullerini ve ahiret gününü inkâr eden gibi değildir.”[1]

Tavus rahimehullah’tan:

سُئِلَ ابْنُ عَبَّاسٍ فِي قَوْلِهِ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ قَالَ هِيَ كَبِيرَةٌ قَالَ ابْنُ طَاوُسٍ وَلَيْسَ كَمَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ وَمَلائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ

“İbn Abbas radiyallahu anhuma’ya: “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir” (Maide 44) ayeti soruldu. İbn Abbas radiyallahu anhuma dedi ki: “O bir kebîre (büyük bir günahtır).”  İbn Tavus dedi ki:

“Allah’ı, meleklerini, kitaplarını ve rasullerini inkâr eden gibi değildir.”[2]

İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan diğer rivayette şöyle demiştir: “Kim Allah’ın indirdiğini inkâr ederse ve Allah’ın hadlerinden birini inkâr ederse kâfir olur. Kim de kabul ettiği halde onunla hükmetmezse o zalim bir fasıktır.”[3]

Hatta İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın tabiinden talebesi Said b. Cubeyr rahimehullah da, Maide suresi 44. Ayetinin zahirindeki muteşabihe dayanarak tekfirde bulunanlar hakkında şöyle demiştir:

“Sapıklığa düşenler muteşabih ayetler sebebiyle düşer. Her fırka bir ayet okur ve bunun kendi lehlerine olduğunu iddia ederler. Hariciler müteşabih ayetlerden Maide 44. Ayetine tabi olurlar ve yöneticinin haksız bir hüküm verdiğini gördüklerinde:

“O küfretmiştir. Küfreden bir şeyi Allah’a ortak koşmuş olur, bunlar da müşrik ümmetlerdir” derler.”[4]

Görüldüğü gibi İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın bu tefsirinin, yukarıdaki açıklama ile hiçbir alakası yoktur. İbn Abbas radıyallahu anhuma bu tefsiri, İslam kadısının rüşvet alıp hükümde iltimas yapması hakkında değildir! Bilakis bu tefsir merfu hadis hükmündedir. Çünkü sonraki maddede açıklayacağım üzere, sahabinin tefsiri, eğer ona muhalif bir sahabi sözü yoksa Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den işitilmiş merfu hadis hükmündedir. Merfu hükmündeki bu söz de, her zaman ve durumda bağlayıcı bir nastır.

2- Maide 44. Ayetinde geçen küfür hakkında sahabenin ihtilaf ettiğini zannediyor ve İbn Mes’ud, Huzeyfe ve Bera b. Azib radıyallahu anhum’a göre bu ayette geçen küfrün büyük küfür olduğunu iddia ediyor.

A- Öncelikle Bera b. Azib radıyallahu anh’den gelen rivayet, Bera radıyallahu anh’ın sözü değil, doğrudan Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ref’ ederek rivayet ettiği bir hadistir ve yazı sahibinin anladığının tam aksine bir delildir:

Bera b. Azib radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Maide 44, 45 ve 47. Ayetlerini okuduktan sonra şöyle dediğini haber vermiştir:

هِيَ فِي الْكُفَّارِ كُلُّهَا

 Bu ayetlerin tamamı kâfirler (inkâr edenler) hakkındadır.”[5]

İbn Abbas radıyallahu anhuma da şöyle demiştir:

هَؤُلَاءِ الْآيَاتِ الثَّلَاثِ نَزَلَتْ فِي الْيَهُودِ خَاصَّةً فِي قُرَيْظَةَ وَالنَّضِيرِ

“Bu ayetler (Maide 44, 45 ve 47. Ayetleri) Yahudiler hakkında, özellikle de Kurayza ve en-Nadir hakkında inmiştir.”[6]

B- İbn Mesud radıyallahu anh’ın: “Hükümde rüşvete gelince bu küfürdür” demesini, İbn Abbas’ın tefsirine aykırı olarak ele almak cahilliktir. Hâlbuki İbn Mesud radıyallahu anh, rüşvetin büyük bir günah olduğunu, ama hükümde rüşvetin daha ağır bir suç olduğunu dile getirmiştir. Zira İbn Mesud radıyallahu anh’e sorulan soru ve onun verdiği cevap, hüküm hakkında değil, rüşvet hakkındadır.

İbn Mesud radıyallahu anh rüşvetin hüküm konusunda olduğu zaman daha çirkin olacağını, tıpkı Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in bazı büyük günahları “küfür” sözüyle ifade etmesi gibi bir ifade ile belirtmiştir. Ehl-i sünnete göre rüşvetin küfür olmayıp büyük günahlardan olduğunda herhangi bir ihtilaf yoktur.

Nitekim gerek bunu nakleden Taberi, gerekse Ehl-i Sünnet akidesine dair eserler yazan İbn Batta, Ebu Bekir el-Hallal gibi âlimler ve hatta bu sözü kendi aleyhlerine delil kabul eden ilk Hariciler dahi bu sözü başka bir anlama yorumlamamışlardır.

Evet, Taberi bu sözü, Maide 44. Ayetinde geçen küfrün küçük küfür olduğunu ifade edenler bölümünde zikretmiştir

İbn Batta (no:1013) “Sahibini dinden çıkarmayan küfre düşüren günahlar” başlığı altında, az sonra zikredilecek olan Huzeyfe radıyallahu anh’ın sözünü zikrettikten sonra şu lafızla zikretmiştir: Mesruk rahimehullah dedi ki: İbn Mes’ud radıyallahu anh şöyle dedi:

‌الْجَوْرُ ‌فِي ‌الْحُكْمِ ‌كُفْرٌ وَالسُّحْتُ الرُّشَا

“Hükümde zulüm bir küfürdür. Suht ise rüşvettir.”

el-Hallal da, bu lafızla (1426)  aslı itibarıyla küfür olmayan bazı ameller hakkında da “küfür” ifadesinin kullanıldığını ispatlama sadedinde zikrettiği rivayetler arasında zikretmiştir.

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın neyi kastettiğini iyi anlamak için şunların bilinmesi gerekir:

İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın bu sözü Maide 42. Ayeti hakkında gelmiştir. Bu ayette şöyle buyrulur: “Onlar yalanı çokça dinleyicidirler ve suht (haram) yiyicidirler.”

Nitekim bu ayetin öncesinde şöyle buyrulur: “Onlar yalana kulak verirler ve sana gelmeyen başka bir kavmi dinlerler. Kelimeleri yerlerinden değiştirirler: “Şu verilirse onu hemen alın o verilmezse sakının” derler.” (Maide 41)

Yani Yahudiler, recm cezasını inkar ettiler ve Tevrat’taki hükmü değiştirdiler. Dinde bu değişikliği yapmak için aldıkları rüşvet de suht/haram yemek olarak ifade edilmiştir.

Said b. Mansur Tefsir’de (741) sahih isnadla Mesruk rahimehullah’ın şöyle dediğini rivayet etti:

سَأَلْتُ ابْنَ مَسْعُودٍ عَنِ السُّحْت أَهُوَ الرِّشوة فِي الْحُكْمِ؟ قَالَ لَا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ وَالظَّالِمُونَ وَالْفَاسِقُونَ وَلَكِنَّ السُّحْت أَنْ يَسْتَعِينَكَ رَجُلٌ عَلَى مَظْلَمَةٍ فَيُهْدِيَ لَكَ فَتَقْبَلَهُ فَذَلِكَ السُّحت

“İbn Mes’ud radıyallahu anh’e “Suht; hükümde rüşvet midir?” diye sordum. Dedi ki: “Hayır, kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse onlar kâfirlerdir, zalimlerdir, fasıklardır. Lakin suht; zulme uğramış bir kimseye yardım ettiğinde sana hediye vermesi ve senin de bunu kabul etmendir. İşte suht (haram yemek) budur.”

Abdurrazzak’ın hasen isnadla (7/547) rivayetinde İbn Mes’ud radıyallahu anh şöyle demiştir:

السُّحْتُ الرِّشْوَةُ فِي الدِّينِ قَالَ سُفْيَانُ يَعْنِي ‌فِي ‌الْحُكْمِ

“Suht dinde rüşvet almaktır.” Sufyan dedi ki: “Yani hükümde rüşvet almaktır”

Yani dinin hükmünü değiştirmek küfürdür ve bunun büyük küfür oluşu açıktır.

Dolayısıyla İbn Mesud radıyallahu anh’ın sözü hiçbir yönden İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan gelen rivayete aykırı değildir. Zira Allah’ın indirdiği ile hükmetmemenin büyük küfür olanı, dinin hükmünü değiştirmek, Allah’ın hükmünü inkâr etmek, beşeri hükmü Allah’a nispet etmek gibi durumlarda söz konusu olur.

İbn Abbas radıyallahu anhuma’nın küçük küfür diye nitelediği şey ise bu gibi büyük küfür olan durumlar söz konusu olmaksızın Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek halindedir.

C- Huzeyfe radıyallahu anh’ın sözüne gelince, burada onun Maide 44. Ayetinde geçen küfrün büyük küfür olduğunu söylediğine dair en ufak bir delalet yoktur! Hakikat şu ki, her kim İsrailoğullarının yaptığı gibi Allah’ın hükmünü inkâr ederse yahut Allah’ın hükmünde tebdilde bulunursa yahut beşerî bir hükmü Allah’a ve dinine nispet ederse, hangi ümmetten olursa olsun kâfir olur. Lakin Allah’ın hükmü inkar edilmezse yahut beşeri hükümle eşit görülmezse yahut beşeri hüküm Allah’ın hükmünden üstün sayılmazsa, bilakis Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kişi bu konuda hakka aykırı amel ettiğini itiraf ederse bu kimsenin işlediği şey, ayette tekfir edilen Yahudilerin yaptıklarından başka bir şeydir ve bu küçük küfürdür. Huzeyfe radıyallahu anh de bu ikincisinin büyük küfür işlemiş olacağını söylememiştir. Onun bu sözünden böyle bir mana ne mantuk olarak, ne de mefhum olarak asla çıkmaz.

Mesela hastalık zamanında cemaatle namazda safların arasında birer metre mesafe koyulmasının ve maskeyle namaz kılınmasının vacip olduğunu söylemek büyük bir küfürdür. Çünkü sünnette gelenlere aykırı olarak uydurulan bu hüküm Allah’ın dinine de nispet edilmiştir. Ne tuhaftır ki, Maide 44. Ayetine dayanarak haksız tekfirler yapan Hariciler, doğrudan Maide 44. Ayetine  göre büyük küfür olan bu küfürde tagutlara itaat etmişler, maskeler takmışlar, namazda safların arasına mesafeler koyarak, Allah’ın emrettiği, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in fiilen öğrettiği namazın yerine namazın şartlarını iptal eden ve boşa çıkaran bu uygulama ile tagutlara itaat etmişlerdir!

3- Eklemeyi yapan yazı sahibi diyor ki: “Tefrit ehli kimselere göre beşerî kanunlarla, şirk ve küfür egemenliği içerisinde haramı helal, helali haram yapsalar, deizm, ateizmin ve cinsel saplınlıkların kapılarını açsalar, insanları buna davet etseler, onlar bu şekilde küfür sözü ve şirk ameli işleseler dahi bu kimseler inkâr etmedikleri sürece ya da yalanlamadıkları sürece müslüman kalmaya devam ederler.

Derim ki: Allah’ın bir şeyi haram kıldığını bile bile helal sayan veya Allah’ın helal kıldığı şeyi bile bile haram kılan elbette kâfir olur. Bunu Daru’l-İslam’da yapmak ile Daru’l-Kufr’de yapmak fark etmez. O halde: “Beşeri kanunlarla, şirk ve küfür egemenliği içerisinde…” diye kayıtlamasının ne amacı olabilir? İslam hükümleriyle hükmedilen yerde haram helal yapılabilir mi o halde? Haşa! Yazı sahibi tamamen siyasî ve duygusal bir altyapıyla bu kaydı koyuyor. Çünkü ona göre mesela yönetici içki satışına izin vermişse ona göre bu haramı helal yapmak oluyor! Yönetici bunu helal saydığını söylemese bile yazı sahibine göre bu, helal saymak demektir! İşte bu yaklaşım, günahtan dolayı tekfir eden ilk Haricilerin de hareket noktasıydı. Çünkü Haricilere göre günah işleyen kimse Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmiş olurdu. 

Allame Ebu Hayyan el-Endülüsî rahimehullah şöyle demiştir: “Hariciler bu ayeti, Allah’a isyan eden herkesin kâfir olduğuna delil getirmişler ve şöyle demişlerdir: “Bu ayet, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden herkesin kâfir olduğunu ifade etmektedir. Her günah işleyen de Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmiştir. Bundan dolayı kâfir olur.”[7]

İbn Hazm rahimehullah şöyle demiştir: “Mu’tezile her günah işleyenin, zalimin ve fasığın kâfir olacağını açıkça söylemişlerdir. Zira günah işleyen herkes Allah’ın indirdiği ile hükmetmemiş olur.”[8]

4- Yazı sahibi diyor ki: “Bu görüş, kurucusu Cehm b. Safvan olan Cehmiye’nin görüşüdür. Nitekim onların en önemli öğretilerinden biri de “İman kalp ile tasdiktir. Kişi küfür sözü söyleyip şirk ameli işlese de inkar ve yalanlama olmadığı sürece bu kişilere müslüman ismini verirler.”

Cehmiyye görüşünü yanlış aktarıyor, çünkü kendisi İman ile İslam ayrımının farkında değil! Doğrusu şöyle demeliydi: “Kişi küfür sözü söyleyip şirk ameli işlese de inkâr ve yalanlama olmadığı sürece bu kişilere mü’min ismini verirler

Ehl-i sünnete göre iman’dan çıkan herkes İslam’dan da çıkmış olmaz. Bilakis kişi fısk işlediği zaman imandan İslam’a çıkar. Yani imanın nefyedildiği bazı fiilleri işleyen kimselere “Müslüman” denilmesinde, hatta küfür akidesini açıkça ortaya koymayıp gizleyen münafıklara “Müslüman” adlı verilmesinde bir problem yoktur ve Cehmiyye Mürcie’sinin görüşü de bu değildir. Bilakis Cehmiyye’ye göre amelî küfürler ve günahlar imana zarar vermezler. Sapıklık olan görüş budur!

5- “İslam’ın hâkim olmadığı yerde Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenin icma ile kâfir olduğu” şeklinde tuhaf, Kur’an ve sahih sünnete açıkça aykırı, bid’at ehlinin hevâsından başka hiçbir dayanağı olmayan bir iddiada bulunuyor!

Böyle bir icmayı kim nakletmiştir?,Bu hangi nassa dayalı bir icmadır? Hiçbir kaynak vermeden ortaya attığı bu iddia, atanı belli olmayan ok gibidir!

Sonra da bu hiçbir aslı olmayan icma iddiasına muhalefet edenleri Cehmî olmakla suçluyor!

Böyle bir icma’dan Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin haberi yok mu ki? Yoksa o da mı Cehmiyye’den?

Bu gelişigüzel söylenmiş sözlerin ne kadar hakikatten uzak olduğunun iyi anlaşılması için İbn Teymiyye’nin sözlerini tercüme edeceğim:

İbn Teymiyye, Minhacu’s-Sunne kitabında (5/111-114) şöyle demiştir:

“Kendileri Daru’l-Küfürde iken Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in daveti ulaşan kâfirler de böyledir. Onun Allah’ın rasulü olduğunu bilir, ona ve ona indirilenlere iman eder, Allah’tan gücü yettiğince sakınır. Necaşi ve başkalarının yaptığı gibi. Daru’l-İslam’a hicrete de imkânı olmaz. Hicretten engellendiği için de İslam’ın bütün kurallarını gözetemez. Dinini izhar etmesi yasaktır. Yanında kendisine İslam’ın bütün kurallarını öğretecek kimse de yoktur. Bu kişi mü’min ve cennet ehlindendir. Firavun ailesinden, Firavunun kavmiyle beraber olan iman etmiş kimse gibi, Firavunun hanımının durumunda olduğu gibi. Hatta Yusuf es-Sıddık aleyhi's-selâm’ın Mısır halkıyla durumu gibi. Zira halk kâfirler idi. İslam dininden bildiği herşeyi onlarla uygulama imkanı yoktur. Onları tevhide ve imana çağırdı, icabet etmediler.

Allah Teâlâ, Firavun ailesinden mü’min kişinin şöyle dediğini haber vermiştir: “And olsun ki, ondan önce Yûsuf da size açık deliller getirmişti ve onun size getirdiği şeyler hakkında şüphe edip durmuştunuz. Nihayet o vefat edince “Allah ondan sonra bir rasûl göndermez” dediniz. İşte Allah o aşırı giden şüphecileri böyle saptırır.” (Gafir 34)

Aynı şekilde Necaşî, Hristiyanların meliki olsa da kavmi İslam’a girme konusunda O’na itaat etmediler. Bilakis onlardan sadece bir nefer onunla birlikte İslam’a girdi. Bu yüzden Necaşi öldüğünde ona cenaze namazı kılacak kimse yoktu da Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Medine’de müslümanları musallaya çıkartıp saf tutturdu ve cenaze namazını kıldırdı. Öldüğü gün onlara ölümünü haber vermiş ve: “Habeş halkından olan salih kardeşiniz öldü” buyurmuştu.

İslamın kurallarından birçoğunu, hatta çoğunluğunu aciz kaldığından ötürü orada uyguluyamadı. Hicret etmedi, cihad etmedi, beyti haccetmedi. Hatta onun beş vakit namaz kılanlardan, Ramazan orucunu tutanlardan ve şer’î zekâtı eda edenlerden olmadığı da rivayet edilmiştir. Çünkü kavminde bunları izhar etse karşı çıkarlardı. O da onlara muhalefet imkânı bulamadı. Biz kesin olarak biliyoruz ki Necaşi’nin onların arasında Kur’an’ın hükmüyle hükmetme imkânı da yoktu.

Allah, nebisine Medine’de kendisine kitap ehli geldiği zaman onların aralarında ancak Allah’ın kendisine indirdiği ile hükmetmesini farz klımış, onların kendisini Allah’ın indirdiklerinden bazısı hakkında fitneye düşürmelerinden sakındırmıştır. Bunun bir örneği, zina eden muhsan kimseye recim cezası hükmüdür. Diyetlerin adalet ve şerefliyle düşük kimse arasında eşitlik esası üzere cana can, göze göz uygulanması ve başka meseleler de buna örnektir.

Necaşi, Kur’an hükmüyle hükmetme imkânı bulamadı. Zira kavmi bunu onaylamıyorlardı. Müslümanlar ile Tatarlar arasında kadılık görevine gelen hatta yönetici olan bir kimse uygulamak istediği adaleti uygulamaya imkân bulamıyordu. Bundan engelleniyordu. Allah kimseye gücü yetenden başkasını yüklemez.

Ömer b. Abdilaziz, uyguladığı bazı adaletten dolayı eziyete uğratıldı. Onun bu yüzden zehirlendiği söylenmiştir.

Necaşi ve benzerleri, İslam şeriatini uygulamamış olsalar da, bunu uygulamaya güç yetiremedikleri için cennette mutlu olacaklardır. Hatta onlar hükmetmeye imkanları olan hükümleri uyguladılar. Bu yüzden Allah onları Kitap ehlinden kıldı. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Doğrusu kitap ehlinden, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene iman eden kimseler vardır. Allah’tan korktukları için Allah’ın ayetlerini az bir bedel ile değiştirmezler. İşte onlar var ya, onların ecirleri Rableri katındadır. Şüphesiz Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Ali İmran 199) Seleften bir grup bu ayetin Necaşi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.” İbn Teymiyye’den tercüme bitti.



[1] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. İbn Nasr, Ta’zimu Kadri’s-Salat (571, 572) Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare (11/67) Hallal es-Sunne (1414) Tahavî Şerhu Muşkili’l-Asar (852) İbn Batta el-İbane (2/734)

[2] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. İbn Ebî Hâtim Tefsir (6435)

[3] Hasen. İbn Ebî Hâtim (6426, 6450) Taberî (8/467)

[4] Hasen. Acurri eş-Şeria (44) İbnu’l-Munzir, Tefsir (228)

[5] Sahih. Muslim (1700) Ahmed (4/286) Ebu Davud (4448) İbn Mace (2327)

[6] Sahih. Ahmed (2212) Ebû Dâvûd (3576) Taberî (8/461) Taberânî (10732)

[7] Bahru’l-Muhit (3/493)

[8] El-Fasl (3/278)

27 Kasım 2023 Pazartesi

Adil Hamdan’ın Tahkiklerinde Sünnet Ehline Saldırması – 6-

 Şeyhulislam İbn Teymiyye bu köklü menhece muhalefet edenleri şiddetle tenkid ederek diyor ki: “Abdullah b. Halife’nin Ömer radıyallahu anh’den, onun da Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayetiyle meşhur olan hadis de böyledir. Nitekim bunu Ebu Abdillah Muhammed b. Abdivahid el-Makdisi Muhtar’ında rivayet etmiştir. Hadis ehlinden bir taife ızdırabından dolayı bu hadisi reddetmişlerdir. Ebu Bekr el-İsmailî, İbnu’l-Cevzî ve başkalarının yaptıkları gibi. Lakin Ehl-i Sünnetin çoğu bunu kabul etmişlerdir.”

Bu söz akışı, Abdullah b. Halife hadisini de öncekilere katmaktadır.

Bu garib hadisin isnadında birçok illetler vardır. Birincisi Ebu İshak Amr b. Abdillah es-Sebi’î etrafında dönmesidir. O müdellistir. Abdullah b. Ahmed, Kitabu’l-İlel’de dedi ki: “Bana babam tahdis etti, dedi ki: bize Ebu Usame tahdis etti, o Mufaddal b. Muhelhel’den, o Mugire’den şöyle dediğini rivayet etti: “Kufe’nin hadisini Ebu İshak es-Sebi’i ve Suleyman el-A’meş’ten başka kimse bozmamıştır.” (el-Cami Fi’l-İlel ve Marifetu’r-Rical 1/104-105)

El-Merruzi dedi ki: “İmam Ahmed dedi ki: “Tedlis şaibedendir.”

Ebu İshak el-Cuzecani Ahvalu’r-Rical kitabında (s.79-81) dedi ki: “Kufe ehlinden bir topluluğun mezhebini insanlar övmemişlerdir. Onlar Kufe muhaddislerinin önderleridir. Şunlar gibi: Ebu İshak Amr b. Abdillah, Mansur, el-A’meş, Zubeyd b. el-Haris el-Yâmî ve başka akranları. İnsanlar bunlara hadiste doğru sözlü olmalarıyla beraber mürsel rivayetleri mevkuf yapmaları sebebiyle yüklenmişlerdir. Çünkü sahih olmayan kaynakları gizli kalmıştır. Ebu İshak’a gelince, tanınmayan kimselerden rivayette bulunmuştur.[1] İlim ehli katında bunların yayılması ancak Ebu İshak’ın onlardan rivayette bulunması sebebiyle olmuştur. Bu rivayet ettiği şeyleri ümmet, müslümanların selefi ve batılda ittifak etmeyen imamları tarafından işletilen adalet terazisine arz ettiği zaman isabetli olan ortaya çıkmıştır.[2] Çünkü selef, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözünü ve onların indinde aslı bulunun hadisinin yorumunu daha iyi bilirler.

Vehb b. Zem’a şöyle demiştir: “Abdullah’ın şöyle dediğini işittim: “Kufe halkının hadisini el-A’meş ve Ebu İshak bozmuştur.”

İbrahim dedi ki: “Bana İshak b. İbrahim tahdis etti, dedi ki: bize Cerir tahdis etti, dedi ki: Mugire’nin birçok defa şöyle dediğini işittim: “Kufe halkını Ebu İshak ve şu A’meşciğiniz helak etti.”

İbrahim dedi ki. “Onlardan sonra bana göre de durum böyledir. Çünkü onlar mertebelerine göre doğru sözlü olup konanmış bir mezhebe (metoda) sahiptiler.” (Tehzibu’t-Tehzib 8/66-67)

Hafız İbn Hacer, Tarifu Ehli’t-Takdis’te (s.101 no:91) tedlisin üçüncü mertebesinde şöyle demiştir:

“Amr b. Abdillah es-Sebi’î el-Kufî: tedlis ile meşhurdur. Kendisi sika bir tabiî’dir. Nesâî ve başkaları onu tedlis ile nitelemişlerdir.”

Hafız İbn Hacer tedlisin mertebelerinden üçüncü mertebe hakkında (s.23) şöyle demiştir:

“Üçüncü mertebe: Çok tedlis yaptıkları için imamların hadisini ancak işittiklerini açıkça belirtmeleri halinde hüccet kabul ettikleri kimselerdir. Onların hadisini mutlak olarak reddeden ve mutlak olarak kabul eden de vardır. Ebu’z-Zubeyr gibi. “

İşte Ebu İshak’ın durumu da böyledir. İlim ehlinin onun hakkında görüşü bu şekildedir. Özellikle tedlisin üçüncü tabakasında bulunan müdellis bir ravi an’ane ile rivayet ettiği zaman rivayeti kabul edilmez. Ebu İshak, neredeyse hiç tanınmayan biri olan, belki de insanların en cahillerinden biri olan Abdullah b. Halife’den an’ane ile rivayet etmiştir!

Adil Hamdan ed-Deşti’nin kitabına haşiyesinde (s.156) diyor ki:

Zehebi el-Arş’ta (2/119) dedi ki: “Bu hadis vaktinde Kufe’lilerin imamı olan ve birçok sahabeden işitmiş olan, hadisleri Sahihayn’da tahric edilmiş olan Ebu İshak es-Sebi’î’nin rivayeti olarak mahfuzdur. O 127 yılında vefat etmiştir. Bu hadiste tabiinin eskilerinden olan Abdullah b. Halife tek kalmıştır. Onun durumu hakkında cerh ve ta’dil bilmiyoruz.[3] Lakin bu hadisi Ebu İshak es-Sebiî, diğer sıfat hadislerinde olduğu gibi onaylarak rivayet etmiştir.[4] Aynı şekilde Sufyan es-Sevrî, Ebu Ahmed ez-Zubeyrî, Yahya b. Ebi Bukeyr ve Vekî de İsrail’den rivayet etmişlerdir. Ebu Abdirrahman Abdullah b. Ahmed b. Hanbel de Kitabu’s-Sunne ve’r-Reddu Ale’l-Cehmiyye’de babasından, Abdurrahman b Mehdi’den, Sufyan’dan rivayet etmiş, sonra babasından, Veki yoluyla İsrail’in hadisini rivayet etmiştir.”

Ebu Abdirrahman Abdullah b. Ahmed b. Hanbel de Kitabu’s-Sunne ve’r-Reddu Ale’l-Cehmiyye’de babasından, Abdurrahman b Mehdi’den, Sufyan’dan rivayet etmiş, sonra babasından, Veki yoluyla İsrail’in hadisini rivayet etmiştir

Derim ki: bu sözler şu açılardan çürük sözlerdir:

1- Selefin ve hadis imamlarının hadisleri ve isnadlarını kabul ve red açısından tenkid usulü, bu hadisin hem isnad hem de metin olarak reddedilmesini gerektirir.

Bu hadisi kabul edenler ve buna iman edenler, zikrettiğim bu usulü kabul eden kimselerdir. Lakin uygulamada gevşeklik göstermişlerdir. Zehebi’nin kendisi İbn İshak’ın Cubeyr b. Muhammed b. Cubeyr’den yaptığı rivayeti açıkça tenkid etmiş, bu gibi rivayetlerin reddinin gerektiğini belirtmiştir. Halbuki Cubeyr b. Muhammed’in hadisindeki zayıflık ve nekaret, Ebu İshak’ın Abdullah b. Halife’den yaptığı rivayettekinden çok daha azdır.

2- Ebu İshak dürüst ve sika olmakla birlikte çokça tedlis yapanlardandır. Hafız İbn Hacer onu müdellislerin üçüncü mertebesinde zikretmiştir.  Bu mertebedekilerin hadisi işitme lafzını açıkça belirtmedikleri sürece kabul edilmez. Ebu İshak, çok tedlis yapanlardandır ve işitme lafzını tasrih etmemiştir. Bu hadisi zayıftır. Hatta münkerdir, kabul edilemez.

3- Hafız Zehebi, Ebu İshak’ın, Abdullah b. Halife’den bu hadisi rivayette tek kaldığını kendisi açıkça belirtmiştir. Bu da birkaç açıdan hadisin zayıf olduğunu pekiştirir:

a- Ebu İshak’ın tedlisi.

b- Abdullah b. Halife’nin halinin bilinmiyor olması. Nitekim Zehebinin kendisi de bunu açıkça belirtmiştir.

c- Rivayetlerindeki ızdırap (çelişkiler) de meçhul olan bu ravinin şiddetli zayıf olduğunu göstermektedir. Çünkü sadece bu hadisle bilinmektedir ve bunu rivayette de birçok çelişkilere düşmüştür.

d- Bilinmesi gerekir ki Zehebi, el-Uluv kitabını ilimde kökleşmesi ve selefin menhecini tam olarak öğrenmesinden sonra yazmıştır. Ama el-Arş kitabını 25 yaşlarındayken, ilmde kökleşmeden ve selefin menhecini tam olarak idrak etmeden önce yazmıştır.

Bu sözlerimi el-Uluv kitabının mukaddimesinde Zehebi’nin şu sözleri doğrular: “Emma ba’d: Ben 698 yılında Uluv meselesi hakkındaki hadisleri ve eserleri derledim. Bazı sözleri dikkatten kaçırdım ve bu konuda gelenleri tam toplayamamıştım… Şimdi ise derlemeyi tertip ettim ve burada açıklığa kavuşturdum.” (el-Uluv 1/245)

Zehebî 673 yılında doğmuş, 748 yılında vefat etmiştir. Yani el-Arş kitabını te’lif ettikten sonra elli yıl yaşamıştır. Allah ona el-Arş kitabını telif etmesinden sonra uzun yıllar yaşamayı nasip etmiş, bu sayede el-Uluv kitabında düzeltmeler yapmıştır. Nitekim bu kitabında (1/404-413): “Cubeyr b. Mut’im hadisini zikretmiştir. Bu rivayet siyer ve megazi sahibi Muhammed b. İshak etrafında dönmektedir. O Ya’kub b. Utbe’den, o Cubeyr b. Muhammed b. Cubeyr’den, o babasından, o da dedesinden rivayet etmiştir. Rivayeti zikrettikten sonra Zehebi dedi ki:

“Bu hadis cidden garib ve ferddir. İbn İshak megazide isnad verdiği zaman hüccettir. Onun münker ve acaib rivayetleri vardır. Allah en iyi bilendir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bunu söylemiş midir, söylememiş midir? Allah’ın misli gibi bir şey yoktur. Arşta meydana gelen gıcırdama, semerde meydana gelen gıcırdama cinsindendir. Bunu Allah Azze ve Celle için sıfat olarak saymaktan Allah’a sığınırız. Sonra, gıcırdama lafzı sabit bir nas ile gelmemiştir.” (el-Uluv 1/413-416)

  Zehebi’nin: “Bu hadis cidden garibdir” sözüne dikkat et! Yani bu hadis münkerdir.

Yine İbn İshak hakkındaki sözüne de dikkat et: “Megazide isnadı verirse hüccettir”. Yani işitmeyi tasrih ederse. Ama megazi dışında hüccet değildir. Özellikle de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisi konusunda! Nitekim Zehebi: “Onun münker ve acaib rivayetleri vardır” demiştir.

Derim ki: Zehebi’nin burada zikrettiği hadis, Abdullah b. Halife hadisi gibi, “Etît/gıcırdama” lafzını içermektedir ve Zehebi önceden yazmış olduğu el-Arş kitabında Adil Hamdan’ın naklettiği sözleri söylemişken, ilimde olgunlaştıktan sonra yazdığı el-Uluv kitabında: “Arşta meydana gelen gıcırdama, semerde meydana gelen gıcırdama cinsindendir. Bunu Allah Azze ve Celle için sıfat olarak saymaktan Allah’a sığınırız. Sonra, gıcırdama lafzı sabit bir nas ile gelmemiştir” demektedir!

Bu da Kitabu’l-Arş’ta söylemiş olduğu sözleri iptal etmektedir! Adil Hamdan ise Zehebi’nin bizzat kendisinin iptal ettiği sözü delil getiriyor!

Zehebi’nin “Gıcırdama lafzı hakkında bir nas sabit olmamıştır” sözü, kendisinin sıfat hadisleri hakkındaki doğru menhece dönerek Ebu İshak’ın Abdullah b. Halife’den yaptığı rivayetin sahih olmadığına karar verdiğini göstermektedir.

Hatta el-Uluv’da (1/416) der ki: “Bu hadisler hakkında görüşümüz şudur: Bunlardan selefin ikrar etmekte ittifak etmiş oldukları, sahih olanlarına iman ederiz. İsnadı hakkında eleştiri olanlara veya âlimlerin kabulünde yahut yorumunda ihtilaf ettiklerine gelince, takrir ederek muarız olmayız, bilakis durumunu beyan ederek rivayet ederiz. Naklettiğimiz bu hadiste de Allah’ın arşı üzerinde uluvvu hakkındaki mütevatir rivayetlere ve kitabın ayetlerine uygunluk vardır.”

Böylece bu babda yalnızca Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den adil ve zabit ravilerin birbirlerinden işiterek rivayetleriyle sabit olan sahih hadislerini kabul ve iman edilmesi gerektiğini, garip, zayıf ve şaz rivayetlerin, işitmeyi tasrih etmeyen müdellislerin rivayetlerinin kabul edilmeyeceğini belirtmiştir. Nitekim Abdullah b. Halife’nin rivayeti ile Cubeyr b. Muhammed’in rivayetleri bu tür kabul edilmeyecek rivayetlerdendir. Dolayısıyla selefin ikrar etmede ittifak etmedikleri rivayete de iman edilmez.

Allah Azze ve Celle’nin sabit olan yüce sıfatlarına da layık olduğu vechiyle, keyfiyet belirlemeden, mahlûka benzetmeden, lafzını yahut manası bozmadan ve iptal etmeden iman etmek gerekir. Salih seleften sabit olan budur. Nitekim sünnet kitaplarında bunlar kayıtlıdır.

Zehebi’nin: “İsnadı hakkında eleştiri olanlara veya âlimlerin kabulünde yahut yorumunda ihtilaf ettiklerine gelince, takrir ederek muarız olmayız” sözünde kastettiği şey – Allahu a’lem – âlimlerin sahih ya da zayıf oluşu konusunda ihtilaf ettikleri ve sıhhati ya da zaafı hakkında tercih yapılamayan hadislerdir.

Zehebi’nin: “Naklettiğimiz bu hadiste de Allah’ın arşı üzerinde uluvvu hakkındaki mütevatir rivayetlere ve kitabın ayetlerine uygunluk vardır” sözüne gelince, zayıf gördüğü ve “Cidden garib ve ferddir” dediği Cubeyr b. Mut’im hadisini kastediyor. Bununla beraber hadisin bir kısmı Allah’ın uluvvunu ispat ediyor, bu da mütevatir rivayetlere uygun kısmıdır. Bundan dolayı nakletmiştir. İkinci kısmı ise zayıf olup onun şiddetli garabetini beyan etmiştir.

Münasebeti sebebiyle burada İmam Buhârî’nin Halku Ef’ali’l-İbad kitabında (s.133-134) Cubeyr b. Muhammed’in babası ve dedesi yoluyla yaptığı rivayetteki tasarrufunu da zikredelim:

وقال جبير بن مطعم عن النبي إن الله على عرشه وعرشه فوق سماواته وسماواته فوق أراضيه

“Cubeyr b. Mut’im rahimehullah, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu söyledi: “Muhakkak ki Allah arşı üzerindedir. Arşı da semalarının üzerindedir. Semaları ise yerlerinin üzerindedir.”

İmam Buhârî aslı olmayan ve hiçbir şekilde sabit olmayan “etît/gıcırdama” kısmını zikretmemiş, sadece sahih naslara ve Kur’ân’a uygun olan kısmıyla zikretmiştir.

İmam el-Lâlekâi de Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sunne kitabında (656) bu hadisi “Etît/gıcırdama” lafzını çıkarak zikretmiştir.

Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye de Cubeyr radıyallahu anh’ın rivayetin Şerhu Hadisi’n-Nuzul’de (s.461-462) “Etit/gıcırdama” lafzını hazfederek zikretmiştir.

Bu imamların bunu yapmalarının sebebi, bu kısmın aslı olmadığını, sahih sünnette buna şahit bulunmadığını görmüş olmalarıdır.

Bu hadisteki etît/arşın gıcırdaması lafzı da İbn İshak yoluyla gelmiştir. Muhammed b. İshak’ın lehinde ve aleyhinde çok şey söylenmiştir. Lakin lehinde söylenenler hüsnü zanna dayalıdır. Aleyhinde konuşanlar ise illetlere vakıf olmuşlardır. Mesela Ahmed b. Hanbel rahimehullah şöyle demiştir: “İbn İshak Bağdad’a geldi. Kimsen rivayet ettiğine aldırmıyordu, el-Kelbî ve başkalarından da rivayet ediyordu. O hüccet değildir.” (Siyeru A’lam (7/46)

Eyyub b. İshak b. Safirî dedi ki: “Ahmed b. Hanbel’e dedim ki: “İbn İshak bir hadisi rivayette tek kalırsa kabul eder misin?” Dedi ki: “Hayır vallahi!’ Ben onun tek bir hadisi bir cemaatten rivayet ettiği halde şunun lafzıyla diğerinin lafzını ayırmadan rivayet ederken gördüm.” Ali b. el-Medini ise İbn İshak’ı över ve öne geçirirdi.” (Siyeru A’lam 7/46, 47)

Burada İmam Ahmed isabetlidir. Çünkü İbn İshak kendisi sika olsa da, zayıf ve meçhul ravilerden tedlis yaparak rivayet ederdi.

Rivayetlerinde tedlisi kabul edilmeyen saduk ve sika raviler, güvenilir ravilerden işittiklerini tasrih ederlerse rivayeti kabul edilir. İbn İshak da bu tür ravilerdendir. İbn Hacer onu müdellislerin dördüncü mertebesinden saymıştır ki, bu tabakadaki raviler ancak işitmeyi tasrih ederse rivayeti kabul edilir. Bu tabakadaki bazıları işitmeyi tasrih etse dahi rivayeti kabul edilmez. Bkz.: İbn Hacer Tarifu Ehli’t-Takdis (s.132) Burada İbn Hacer şöyle der:

“Muhamed b. İshak b. Yesar el-Muttalibî el-Medenî, sahibu’l-Megazi: saduktur. Zayıf ravilerden ve meçhul kimselerden ve daha şerlilerden tedlis yapmakla meşhurdur. Ahmed, Darekutni ve başkaları onu bununla nitelemişlerdir.”

Ya’kun b. Sufyan el-Fesevi’nin şeyi ve sika bir ravi olan Ahmed b. el-Halil dedi ki: “Mekki b. İbrahim’i şöyle derken işittim: “Muhammed b. İshak’ın meclisine oturdum. O siyah boyayla boyanırdı. Sıfat hadisleri zikretti. Bu yüzden ondan soğudum ve bir daha meclisine gitmedim.” (Fesevi, Marife 1/137)

Hafız Zehebi bu kıssayı el-Mizan’da (3/474) İbn İshak’ın hal tercemesinde şöyle zikreder: “Abdussamed b. el-Fadl el-Mekkî dedi ki: “O (İbn İshak) Allah’ın sıfatı hakkında hadisler riayet ettiği zaman kalbim tahammül edemedi.”

Derim ki: Belki de Mekki’nin İbn İshak’tan dinlediği bu hadisler, meçhul kimselerin veya israiliyyat kaynaklı rivayetlerdi. Belki de Cubeyr b. Mut’im radıyallahu anh’den rivayet ettiği hadis de bunlardandır. Çünkü bu hadisi onun torunu Cubeyr b. Muhammed’den rivayet etmiştir. Cubeyr b. Muhammed meçhulu’l-hâldir. Ondan sadece iki kişi rivayette bulunmuştur ve sadece bu etît/gıcırdama hadisini rivayet etmiştir.



[1] Bunlardan birisi de bu münker hadisin ravisi olan Abdullah b. Halife’den rivayetidir.

[2] Keşke Adil Hamdan ve benzerleri de selefin ve imamların işlettikleri bu teraziyi bilselerdi de üzerine dayanılması caiz olmayan zayıf ve münker hadislerle kendilerini de, müslümanları da saptırmasalardı! Bunlar sebebiyle nica fitneler ve kinleşmeler meydana gelmiştir!

[3] Mudellis bir kimse hali bilinmeyen bir şahıstan an’ane ile rivayet ettiğinde önceki ve sonraki hadis imamlarına göre böyle bir hadisin hükmü nedir?

[4] Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ancak hak olan bir şeyi ikrar eder ve onun onayladığı dindendir. Çünkü o bâtıl bir şeyi onaylamayacak olan Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Ama Ebu İshak ve benzerleri gibi masum olmayanların onaylamaları dini bir hüccet olamaz!

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)