Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

30 Mayıs 2020 Cumartesi

"Korona Virüsü Var" Yalanını Söyleyenlere!

Vahyin kesin gerçeğini  teoriyle değişenler

Bildiğini zannettiler, ilim  ile çelişenler

Varsayımlara uyanlar, dinleriyle çekişenler

Mahşer günü belli olur azapları bölüşenler


"Hastalık bulaşır" diyen, rasulü inkar etmiştir

Vahyin nurunu bırakıp karanlıklara gitmiştir

Mümine "hadis" deyince, bütün tartışma bitmiştir

Kâfiri dinleyen zındık kalbini küfre itmiştir.


Komploların beterini din düşmanları uydurdu

Hakkı camiden çıkartıp ev zindanına koydurdu

Yüzlere maske taktırdı, çünkü şeytanlar buyurdu

Millete kendi diliyle dinden çıkışı duyurdu


Din garip başladı, yine ilk garipliğine döndü

Vakti geçti tedbirlerin, alınacak zaman dündü

İmanı zayıf bırakan insanların nuru söndü

Sünnetlere uymadılar, uyulacak yön, bu yöndü


Din düşmanı kâfirlere adım adım uyarsanız

Keler deliği okula, yavrunuzu koyarsınız

"Dünya dümdüz" ayetini, "küre" diye duyarsınız

Bir kap yemek size yetmez, yedi kapla doyarsınız

24 Mayıs 2020 Pazar

1 Şevval 1441 Ramazan Bayramı Hutbesi

1 Şevval 1441* Ramazan Bayramı Hutbesi
* 23 Mayıs 2020 akşamı Şevval hilali görülmüştür.
Bism’i-llahi’r-Rahmani’r-Rahîm. Şüphesiz hamd yalnız Allah'adır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ibadete layık hak ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah'ın kulu ve rasûlüdür.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
Ey iman edenler! Allah'tan nasıl sakınmak gerekirse öyle sakının ve siz ancak Müslümanlar olarak ölün.” (Al-i İmran; 102)
يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَالْأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا
“Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan ve ondan da eşini var eden, her ikisinden birçok erkek ve kadın türeten rabbinizden sakının. Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir.” (en-Nisâ; 1),
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا * يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا
“Ey iman edenler! Allah'tan sakının ve dosdoğru söz söyleyin. O da amellerinizi lehinize olmak üzere düzeltsin, günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.” (el-Ahzâb; 70-71)
Bundan sonra, Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın Kelam’ı, yolların en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlarıdır. Her sonradan çıkarılan şey bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Her sapıklık da ateştedir.
Sevban radıyallahu anh rivayet ediyor; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;
يُوشِكُ أَنْ تَدَاعَى عَلَيْكُمُ الأُمَمُ مِنْ كُلِّ أُفُقٍ كَمَا تَدَاعَى الأَكَلَةُ عَلَى قَصْعَتِهَا قَالَ قُلْنَا يَا رَسُولَ اللَّهِ أَمِنْ قِلَّةٍ بِنَا يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ لاَ أَنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ وَلَكِنْ تَكُونُونَ غُثَاءً كَغُثَاءِ السَّيْلِ يَنْتَزِعُ الْمَهَابَةَ مِنْ قُلُوبِ عَدُوِّكُمْ وَلَيَقْذِفَنَّ اللَّهُ  فِي قُلُوبِكُمْ الْوَهْنَ  قَالُوا يَا رَسُولَ اللَّهِ وَمَا الْوَهْنُ  قَالَ حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهِيَةُ الْمَوْتِ
Yiyicilerin yemek kazanlarının üzerine üşüşmeleri gibi, diğer milletlerin her taraftan üzerinize üşüşmeleri yakındır.” Bunun üzerine biz; “Ey Allah’ın Rasulü! O gün bizim sayımız az mı olacak?” dedik. Buyurdu ki:
Hayır, bilakis o gün sizin sayınız çok olacak; lakin sizler selin sürüklediği çerçöp gibi olacaksınız. Allah düşmanlarınızın kalplerinden size karşı hissettikleri korkuyu çıkartacak ve kalbinize vehen atacak “ dediler ki; “Ey Allah’ın Rasulü! Vehen nedir?” diye sorduk. Buyurdu ki;
Dünya sevgisi ve ölümden hoşlanmamaktır.”[1]
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, vehen’i dünya sevgisi olarak açıklamıştır; çünkü o, bütün hataların başıdır. Bu günahlara ve isyanlara sebep olur, bu da fertlere ve milletlere mutlaka zarar verir. Zararı zehirin zararı gibidir ve sonuçları tehlikelidir. Dünyada ve ahirette hiçbir kötü dert ve bela yoktur ki, sebebi günahlar ve isyanlar olmasın.
Allah’ın hüküm süren kanunu gerçekleşinceye kadar ümmetin binası yıkılmaya devam edecektir. Allah Azze ve Celle buyuruyor ki: “Nuh'tan sonraki nesillerden nicelerini helâk ettik. Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak Rabbin yeterlidir.” (İsra 17)
Rabbin, haksızlık eden memleketleri (onların halkını) yakaladığında, onun yakalayışı işte böyle (şiddetlidir). Şüphesiz onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir!” (Hud 102)
Nuh aleyhisselam zamanından bu zamana kadar geçmiş ümmetler isyan ettiklerinde Allah’ın onlara tevbe etmeleri ve dönüş yapmaları için mühlet verdiğini görürsün. İsyanlarına rağmen Allah onların üzerine nimetlerini yağdırmıştır; lakin bu, bir istidractır (derece derece sapmaları, azaba yaklaşmaları için günah işleme fırsatı).
Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırıyoruz.” (Kalem 44)
 Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında, (indirmiş olduğumuz sıkıntı ve musibetleri kaldırıp) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık, birdenbire onlar bütün ümitlerini yitirdiler.” (En’am 44)
Eğer insanlar, kendilerine rasullerin emrettiği şeyleri terk ederlerse, onların emrettiklerini emretmez, onların yasakladıklarını yasaklamazlarsa; Allah Teâlâ onlara (bolluk kapıları) açar, hayırlar ve bereketler yağdırır, rızıklarını genişletir, bedenlerine sıhhat verir, mallarını vd. arttırır. Ta ki onlar bununla sevince kapılırlar, Aziz ve her şeye güç yetiren Allah’ın onları yakalayıvermesinden eminlik duygusuna kapılırlar. Onlar gaflettedirler. Bir de bakarsın ki ümitsizliğe düşerler.
İbn Kesir rahimehullah tefsirinde özetle (2/132) diyor ki: “Onlara her şeyin kapılarını açtık” kavli şerifi, “Onlara istedikleri bütün rızıkların kapılarını açtık” demektir. Bu, onların azgınlıklarının artması için yapılan ihsan ve mühlet vermektir. Allah Teâlâ’nın hilesinden Allah’a sığınırız. Bunun için buyuruyor ki: “Kendilerine verilen şeyle sevinip şımardılar”. Yani: mallar, çocuklar ve rızıklar sebebiyle… Ummadıkları bir gaflet anında yakalandılar ve birden bire bütün hayırlar konusunda ümitsizliğe düştüler…”
İşte böylece, milletlerin helak oluşlarının sebebi ancak peygamberlerine, bundan sonra da Rablerinin dinine isyan etmeleridir. İsyanlarının sonucunda dünya onların önünde mal, evlat, kadın, hizmetçi vb. oluşan süsleri, zevkleri ve şehvetleriyle açılmıştır.
Bunun örnekleri çoktur, bazıları şunlardır:
Nuh Kavminin boğulması: Suların yüksek dağlara kadar yükselmesinin ve yeryüzünde gemide olanların dışında kimsenin kalmamasının, günahlardan ve şirkten başka sebebi nedir?
Allah Teâlâ, Nuh aleyhisselam’ın duasını haber veriyor : “Nuh: "Rabbim!” dedi, yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!" Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlâksız, nankör (insanlar) doğururlar (yetiştirirler).”(Nuh 26-27)
Ad kavminin fırtına ile helak edilmesi: Onların üzerine bunun gönderilmesine, sonra da içi kof hurma kütükleri gibi olmalarına ve düşünenler için ibret olmalarına sebep nedir?
Allah Azze ve Celle buyuruyor ki: “Ad kavmi ise, uğultulu, kasıp kavuran bir fırtına ile mahvedildiler. Allah onu, ardı ardına yedi gece, sekiz gün onların üzerine musallat etti. Öyle ki (eğer orada olsaydın), o kavmi, içi boş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün.” (Hakka 6-7)
Semud kavminin çığlık ile helak edilmesi: Salih aleyhisselam’ın kavminin elim bir azap ile helak olmalarına, herkesin ölmesine sebep nedir?
Allah Teâlâ buyurur ki : “Biz onların üzerlerine korkunç bir ses gönderdik. Hemen hayvan ağılına konan kuru ot gibi oluverdiler.”(Kamer 31)
Zulmedenleri de o korkunç ses yakaladı ve yurtlarında diz üstü çöke kaldılar. Sanki orada hiç oturmamışlardı. Biliniz ki, Semûd kavmi gerçekten Rablerini inkâr ettiler. Yine bilesiniz ki, Semûd kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzak kılındı.” (Hud 67-68)
Lut kavminin altı üstüne getirilerek helak edilmesi: Sedum şehrinin, halkının haykırışlarının göklerden duyulacak şekilde kaldırılıp, sonra altının üstüne getirilmesi ve üzerlerine sertleşmiş çamurdan taşların yağmasının sebebi nedir?
Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık. (O taşlar:) Rabbin katında işaretlenerek (yağdırılmıştır). Onlar zalimlerden uzak değildir.” (Hud 82-83)
Firavun ve kavminin boğuluşu: Denizin dibine batırılmalarının, bedenlerinin batmış, ruhlarının tutuşmuş olmasına, onlara sabah akşam ateş sunulmasına ve kıyamet gününde en şiddetli azaba girecek olmalarına sebep nedir?
Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Biz de onu ve askerlerini yakalayıp denize atıverdik. Bak işte, zalimlerin sonu nice oldu! Onları, (insanları) ateşe çağıran öncüler kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas 40-41)
Şuayb aleyhisselam’ın kavmi, Karun, Tubba kavmi, Yasin sahibinin kavmi ve başkaları gibi diğer geçmiş milletlerin de sonları bu şekilde olmuştur.
Allah Azze ve Celle şöyle buyurur : “Nitekim onlardan her birini günahı sebebiyle cezalandırdık. Kiminin üzerine taşlar savuran rüzgârlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Ankebut 40)”
Allame İbn Kayyım el-Cevziyye, günahların tehlikelerini, halklara ve milletlere etkilerini harika kitabı; “ed-Dau ve’d-Deva”’da açıklamıştır. Bunlardan zilletin, küçülmenin ve zayıflığın sebepleriyle bağlantılı olanları şu şekildedir:
İbn Kayyım rahimehullah diyor ki: “Günahların sonuçlarından biri: sahibini yükseklerde olmaya hazırken aşağılara düşürmesidir. Zira Allah mahlûkatı iki kısım olarak yaratmıştır: yüksek derecedekiler ve alçak derecedekiler. Yüksek derecedekileri yüksekte, Esfelu’s-Safilîn’i (aşağılıkların en aşağısını) ise alçakta kılmıştır. Taat ehlini dünyada ve ahirette yüksek derecelere, isyan ehlini ise dünyada ve ahirette alçak derecelere yerleştirir. Taat ehlinin O’nun katında değerli olması ve isyan ehlinin değersiz olması gibi; izzeti taat ehline, zilleti de isyan ehline vermiştir.
İmam Ahmed, Müsned’inde Abdullah b. Amr b. el-As radıyallahu anhuma’dan Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet ediyor:
Kıyamet gününün öncesinde yalnız Allah’a ibadet edilmesi için kılıçla gönderildim. Rızkım, mızrağımın gölgesinde kılındı. Zillet ve küçüklük, emrime muhalefet edenleredir.”[2]
Kul her isyan işlediğinde daha düşük seviyeye düşer, günaha devam ettikçe en aşağılıklardan olana kadar alçalmaya devam eder. Taat ile amel ettiğinde ise derecesi yükselir, itaate devam ettikçe en yüksek dereceden olana kadar yükselmeye devam eder.
Kulun bir yönden yükseleceği ve diğer yönden alçalacağı şeyler hayatında bir araya gelmiştir. Hangisi kendisinde daha fazlaysa o özelliğin ehlinden olur. Yüz derece yükselen ve bir derece alçalan, bir derece yükselip, yüz derece alçalan gibi değildir.
Ama işte tam burada nefisler için büyük yanlışlar ortaya çıkar: kul doğu ile batı arasından ve yer ile gök arasından daha uzak bir mesafe kadar alçalır. Bu bir iniş, bin yükseliş ile karşılanmaz. Sahih bir hadiste Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurur:
Kul nereye varacağını düşünmeden bir kelime söyler de, cehennemde doğu ile batı arası kadar mesafeden uzak bir yere düşer.”[3]
Hangi yükseliş bu düşüşe denk olur? Düşüş, insan için kesintisiz devam eder. Lakin insanlardan, düşüşü gaflete doğru olanlar vardır. Gafletinden uyandığında derecesine geri döner veya uyanıklığı ölçüsünde daha üst derecelere yükselir.
Günahların kötü sonuçlarından bir diğeri de: Kulun üzerine daha önce kendisine musallat olmayan çeşitli mahlûkatın musallat edilmesidir. Şeytan ona eziyet, yoldan çıkarma, vesvese, korkutma, üzüntü verme, yararına ve zararına olan şeyleri unutturarak musallat olur. Şeytanlar, Allah’a isyan ettirene kadar ona musallat olurlar.
İnsan sınıfından şeytanlar, ona güçleri yettiğince arkasından ve huzurunda eziyet vererek musallat olurlar. Ona ailesi, hizmetçisi, çocukları, komşuları hatta hayvanları bile musallat olur.
Fudayl b. Iyad rahimehullah şöyle demiştir: “Allah’a isyan ettiğimde bunu, hanımımın ve bineğimin huyunun değişmesinden anlarım.”
Günahların kötü akıbetlerinden biri de: Kuldan dostunu, kendisine faydalı olan kimseleri, kendisine en çok nasihat edenleri, yakınlığı ile mutlu olan kimseleri, kendisinden sorumlu meleği uzaklaştırması; düşmanını, onu en çok aldatanları, ona en zararlı olan kimseleri — ki o şeytandır — kendisine yaklaştırmasıdır. Muhakkak ki kul, Allah’a isyan edince, isyanın büyüklüğü oranında melek ondan uzaklaşır. Hatta bir yalan söylese bile melek ondan çok uzaklaşır.
Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda iki kişi tartıştı. Biri sessiz kalırken diğeri sövdü. Sonra sessiz kalan kendisine söylenen sözü diğerine iade etti. Bunun üzerine Rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem kalktı. Adam dedi ki:
“Ey Allah’ın rasulü! Ona söylediği sözü iade ettiğim için mi kalkıp gidiyorsun?” Buyurdu ki:
Bir melek seni müdafaa ediyordu. Ta ki sen ona karşılık verdin ve şeytan geldi. Bense şeytanla beraber oturamam!”[4]
Müslüman kul, kardeşinin gıyabında dua edince melek onun duasına “âmin, aynısı sana da olsun” der.[5]
Fatiha’yı okuyup bitirince, melekler onun duasına âmin derler.[6]
Allah’ın yoluna ve Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetine uyan, Mümin ve Tevhid ehli kul, günah işlediğinde; Arş’ı taşıyan melekler ve etrafındakiler onun için bağışlanma dilerler.[7]
Müminin meleği kendisinden onu geri çevirir, harp eder, onu savunur, ona öğretir, sebat verir, cesaretlendirir; böylece etrafına kötülüğü, ona eziyet verecek şeyleri yaklaştırmaz ve onları kovup bu kişiden uzaklaştırır.
Günahların akıbetlerinden bir diğeri de: Kulun dünyada ve ahirette helakine sebep olacak maddeleri getirmesidir. Zira günahlar hastalıktır; ne zaman kökleşirlerse, ölüme sebep olmaları kaçınılmazdır. Nitekim vücudun sağlıklı olması için; bedenin kuvvetini muhafaza eden gıdalar alınması, vücutta çoğaldığında sağlığı bozacak olan bozuk maddelerin ve kötü karışımların istifra yoluyla vücuttan atılması, kendisine eziyet veren ve zararlı olmasından korkulan şeylerden sakınarak perhiz yapılması gerekmektedir.
Bunun gibi kalbin hayatını tamamlaması için de; iman ve kuvvetini koruyan gıdası olan salih ameller, zararlı, mahvedici karışım ve maddeleri boşaltması için nasuh tövbesi (kesin dönüş), sıhhati muhafaza etmesi ve zararlı şeyleri uzaklaştırması için de perhiz gereklidir. Perhiz, sıhhate zarar veren şeylerin kullanımının terk edilmesidir. Kısaca; sirkenin balı, riyanın ameli bozması gibi dünya sevgisi de dini bozar.


[1] Sahih. Ahmed (5/278) Ebû Dâvûd (4297) İbn Ebid-Dünya el-Ukubat (21-22) Taberani (2/102-103) Ebu Nuaym Hilyetul-Evliya (1/182) el-Elbani es-Sahiha (2/647-648)
[2] Sahih liğayrih. Ahmed (5114, 5115, 5667) Hatib el-Bağdadi el-Fakih vel-Mutefekkih (2/73) İbn Asakir (19/96/1) İbn’ul-Arabi “el-Mu’cem (1137) Tahavi Müşkil’ul-Asar (231) İbn Ebi Şeybe (5/313) Abd b. Humeyd (846)
[3] Buhari (6112) Müslim (2988)
[4] Hasen. Ebu Davud (4/274-4897) Ahmed (2/436) Begavi Şerhu’s-Sunne (3586)
[5] Sahih. Muslim (2732) Ebud Derda radıyallahu anh’den rivayet etmiştir.
[6] Bkz.: Buhari (780) Muslim (410)
[7] Bkz.; Suyuti el-Habaik Fi Ahbar’il-Melaik (s.49, 154)

23 Mayıs 2020 Cumartesi

Şarabı Sirkeye Çevirmek ve Domuz Derisi Hakkında

Soru: Selamun aleyküm, Birkaç hadis meselesi hakkinda konusunda sorum olacaktı. Günümüzde mamüllerin çoğunda sirke var. Mesela turşu, mayonez, vs. Sirke kendiliginden oluşursa helal ve temiz olduğunda ittifak var okugudum kadar. Lakin bu sirke mesela içine birşeyler katilarak müdahale ile yapılırsa bu sirke temiz  ve helal olmadigini okudum ve buna dair Ömer radiAllaahu anh'dan bir eser zikrediliyor, keza Ebu Ubeyd "Kitabul Emval" adlı eserinde böyle bir sirkenin caiz olmadığı yönünde fikir beyan ediyor. 
Fakat Buhari ve başka kitaplarda sahabeden Ebu Derda'nin "Mürriy" adında bir çorba ki bu zikredildigine göre balik, tuz ve şarabın karışımı ile pişirilip yapıldığını deniliyor, onun ateşin şarabı öldürdüğünü zikrediyor ki gösteriyor ki şaraba bişey katılsa bile o temiz hala döner adı geçen sahabenin görüşüne göre. Fakat Ebu Ubeyd "Kitabul Emval" adlı eserinde bu rivayete anlamadığım bir itiraz getiriyor.
Ebu Talha rivayetinde şarabin sirkeye donusturmesini Rasulullaah yasakların, hanefilerden olan Serahsi "Kitabul Mebsut" ta: Ebu Talha rivayetinde bazi raviler şoyle rivayette bulunmuştur (Onlari sirke yapmayayımmı?) diye sordugunda, Peygamber (sav) (Evet, yap) buyurdu. 
Hadisler ve eserler ışığında şaraba mudahale edilirek sirkenin hükmü nedir?
Ikinci konu ise domuzun derisi kat kat olduğundan tabaklama temizlemez deniliyor. Hadisler ve eserler ışığında bunun hükmü nedir?
Cevap: Aleykum selam Yahya b. Abbad rahimehullah’tan: “Enes b. Malik radiyallahu anh dedi ki:
سُئِلَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ عَنِ الْخَمْرِ تُتَّخَذُ خَلًّا؟ فَقَالَ لَا
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şarapten sirke elde etmek hakkında soruldu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır” buyurdu.”[1]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olanlar bu manadadır. Serahsi’nin Mebsutundan nakledilen Ebu Talha radiyallahu anh rivayetine gelince isnadı sabit olmayıp, sahih olarak sabit olanlara da aykırı olduğundan münkerdir. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e yetimlere ait şarap hakkında defalarca sorulmuş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onun dökülmesini emretmiştir.[2] Şayet kasıtlı müdahale ile şarabın sirkeye çevrilmesi caiz olsaydı, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yetimlerin malının zayi edilmesini emretmezdi.
Ömer radiyallahu anh’den gelen rivayetin metni şu şekildedir: Eslem rahimehullah’tan: “Ömer radıyallahu anh şöyle dedi:
لَا تَأْكُلْ خَلًّا مِنْ خَمْرٍ أُفْسِدَتْ حَتَّى يَبْدَأَ اللَّهُ بِفَسَادِهَا وَذَلِكَ حِينَ طَابَ الْخَلُّ وَلَا بَأْسَ عَلَى امْرِئٍ أَصَابَ خَلًّا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أَنْ يَبْتَاعَهُ مَا لَمْ يَعْلَمْ أَنَّهُمْ تَعَمَّدُوا إِفْسَادَهَا
“Allah tarafından sirkeye dönüşmedikçe (İnsanlar tarafından etki edilerek) şaraptan elde edilen sirkeyi içme. Allah’ın takdiri ile (kendiliğinden) bozularak sirke haline gelmiş ise helal olur. Kişinin, kasten şaraptan sirkeye çevirdiklerini bilmediği sürece, kitap ehlinden aldığı sirkeyi satmasında sakınca yoktur.”[3]
Mürrî denilen sirkeye gelince: Cubeyr b. Nufeyr rahimehullah’tan: “Ebu’d-Derdâ radiyallahu anh dedi ki:
لَا بَأْسَ بِالْمُرِّيِّ ذَبَحَتْهُ الشَّمْسُ وَالْمِلْحُ وَالْحِيتَانُ
“İster güneşte bekletilerek, ister tuz ve ister balık etkisiyle yapılan murrî (sirkesin)de sakınca yoktur.”[4] Buhârî bunu muallak olarak zikretmiştir.
Ebu Ubeyd rahimehullah dedi ki: “Bu Şam’lı kitap ehlinin üzüm suyundan elde ettikleri bir içecek olup, müslümanlar tarafından “mürrî” adıyla satın alınmaktadır. Habuki nasıl imal edildiği hususunda bilgileri yoktur. Bu, Ömer radiyallahu anh’ın az önce geçen sözü gibidir. Dolayısıyla Ömer radiyallahu anh’ın burada kitap ehline şarabı sirkeye çevirmelerine ruhsat verdiğini, müslümanların ise kasten şaraptan sirke elde etmesinden yasakladığını görüyoruz.”
İbrahim el-Harbî rahimehullah dedi ki: “Murrî, Şam’da şarabın içine tuz ve balık katılıp güneşte şarabın tadı değişene kadar bekletilen ve murrî denilen yemeğe dönüştürülen bir yiyecektir.”
Sitede daha önce istihlak ve istihale (transformasyon) konusunda yazılar yazmıştım:
İkinci mesele domuzun derisinin tabaklanması meselesidir. İbn Abbas radiyallahu anhuma’nın rivayet ettiği hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
أَيُّمَا إِهَابٍ دُبِغَ فَقَدْ طَهُرَ
Herhangi bir deri tabaklanınca temizlenmiş demektir[5] buyurmuştur. Böylece genel bir siga ile bütün derilerin tabaklandıkları takdirde temiz olacağını beyan etmiştir. Bu hadis bir koyun leşinin derisi hakkında sorulunca varid olmuştur. Ayette leş de domuz etiyle birlikte zikredilen şeylerdendir. Bu, domuz derisini necis kabul eden âlimlerin görüşlerine göre böyledir. Domuz derisinin tabaklanma kabul edip etmediğini de domuz derisini necis gören âlimler tartışmışlardır. Lakin meselenin diğer bir açısı, Bakara 173, Maide 3, Enâm 145 ve Nahl 115. ayetlerinde domuzun herşeyi değil, eti zikredilmektedir. Lahmu’l-hinzîr tabirine domuzun yalnızca eti ve yağı dâhil olur. Birçok âlim necis olduğu görüşünde olsalar da, domuz derisinin necis olduğunu ifade eden bir nas bilmiyorum. Domuzun herşeyinin necis olduğunu söyleyen âlimler:
إِلَّا أَنْ يَكُونَ مَيْتَةً أَوْ دَمًا مَسْفُوحًا أَوْ لَحْمَ خِنْزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ أَوْ فِسْقًا
Ancak ölü veya akıtılmış kan, domuz eti –ki o gerçekten de murdardır- yahut günah işlenerek Allah’tan başkası adına kesilenler müstesna” (En’âm 145) ayetindeki “feinnehu ricsun” ifadesinde zamirin hinzir kelimesine mi yoksa lahm kelimesine mi döndüğü konusundaki ihtilafı öne sürerler. Ancak zamir “hinzir” kelimesine dönse dahi rics kelimesi necaseti değil, isyan, şirk, günahlar, küfür gibi manevî pislikleri ifade eder. Domuzun herşeyinin haram olduğu hususunda ittifak vardır, lakin necaset hükmü haramlıktan başka bir şeydir.
Aksini gösteren bir delil olmadığı sürece eşyada aslolan taharettir. Nitekim İbn Abdilber el-İstizkar’da (5/305) Sahnun’dan: “Domuz derisi tabaklandığı zaman sakınca yoktur” dediğini nakletmiştir. Yine aynı yerde Davud b. Ali ez-Zahiri ve Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem’den de bu görüşü nakletmiştir.
Allah en iyi bilendir.


[1] Sahih. Muslim (1983) Ebu Ubeyd el-Emval (282)
[2] Sahih. Ebu Ubeyd el-Emval (281) Abdurrazzak (10049)
[3] Buhârî ve Muslim'in şartlarına göre sahih. Ebu Ubeyd el-Emval (288) İbn Zencuye el-Emval (438) Abdurrazzak (9/253) İbn Ebi Şeybe (5/513) Beyhakî (6/37)
[4] Muslim'in şartına göre sahih. Ebu Ubeyd el-Emval (294) İbn Zencuye el-Emval (446) Tahavî Şerhu Muşkili'l-Âsâr (8/396) İbn Ebî Şeybe (24534) Abdurrazzak (17109)
[5] Sahih. İbn Hibbân (4/103) İbn Carud el-Munteka (61) Ahmed (1/219, 270, 343) Tirmizî (1728) Nesâî (4241) İbn Mâce (3609)

İçkiyi Helal Sayanların Tevilinin Kabul Edilmeyip İstitabe Uygulanması

قَالَ الطحاوي في شرح معاني الآثار حَدَّثَنَا فَهْدٌ قَالَ حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ سَعِيدٍ الْأَصْبَهَانِيُّ قَالَ أَخْبَرَنَا مُحَمَّدُ بْنُ فُضَيْلٍ عَنْ عَطَاءِ بْنِ السَّائِبِ عَنْ أَبِي عَبْدِ الرَّحْمَنِ السُّلَمِيِّ عَنْ عَلِيٍّ قَالَ شَرِبَ نَفَرٌ مِنْ أَهْلِ الشَّامِ الْخَمْرَ وَعَلَيْهِمْ يَوْمَئِذٍ يَزِيدُ بْنُ أَبِي سُفْيَانَ وَقَالُوا هِيَ حَلَالٌ وَتَأَوَّلُوا { لَيْسَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جُنَاحٌ فِيمَا طَعِمُوا} الْآيَةَ فَكَتَبَ فِيهِمْ إِلَى عُمَرَ فَكَتَبَ عُمَرُ أَنِ ابْعَثْ بِهِمْ إِلَيَّ قَبْلَ أَنْ يُفْسِدُوا مَنْ قِبَلَكَ فَلَمَّا قَدِمُوا عَلَى عُمَرَ اسْتَشَارَ فِيهِمِ النَّاسَ فَقَالُوا يَا أَمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ نَرَى أَنَّهُمْ قَدْ كَذَبُوا عَلَى اللهِ وَشَرَعُوا فِي دِينِهِمْ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللهُ فَاضْرِبْ أَعْنَاقَهُمْ وَعَلِيٌّ سَاكِتٌ فَقَالَ مَا تَقُولُ يَا أَبَا الْحَسَنِ؟ قَالَ أَرَى أَنْ تَسْتَتِيبَهُمْ فَإِنْ تَابُوا ضَرَبْتُهُمْ ثَمَانِينَ ثَمَانِينَ لِشُرْبِهِمِ الْخَمْرَ وَإِنْ لَمْ يَتُوبُوا ضَرَبْتُ أَعْنَاقَهُمْ فَإِنَّهُمْ قَدْ كَذَبُوا عَلَى اللهِ وَشَرَعُوا فِي دِينِهِمْ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللهُ فَاسْتَتَابَهُمْ فَتَابُوا فَضَرَبَهُمْ ثَمَانِينَ ثَمَانِينَ

Ebu Abdirrahman es-Sulemî rahimehullah’tan: “Ali b. Ebi Talib radiyallahu anh dedi ki:

“Şam halkından bir grup sarhoş edici içki içtiler. O zaman valileri Yezid b. Ebi Sufyan radıyallahu anhuma idi. “Bu helaldir” dediler ve: “İman eden ve salih amel işleyenlere tattıkları şeylerden dolayı günah yoktur” (Maide 93) ayetini te’vil ettiler. Yezid b. Ebi Sufyan onlar hakkında Ömer radiyallahu anh’e yazdı. Ömer radiyallahu anh de: 

“O taraftakileri ifsat etmeden önce onları bana gönder” diye yazdı. Onlar geldikleri zaman Ömer radiyallahu anh onların durumu hakkında insanlarla istişare etti. Dediler ki:

“Ey mü’minlerin emiri! Biz onların Allah adına yalan söylediklerini ve dinlerinde Allah’ın izin vermediği şeyleri meşru kıldıklarını görüyoruz. Onların boyunlarını vur.” Ali radiyallahu anh sükut ediyordu. Ömer radiyallahu anh ona: “Sen ne dersin ey Ebu’l-Hasen?” diye sordu. Ali radiyallahu anh dedi ki:

“Ben onlara istitabe uygulaman görüşündeyim. Eğer tevbe ederlerse onlara içki içtikleri için seksen sopa vurursun. Eğer tevbe etmezlerse boyunlarını vurursun. Zira onlar Allah adına yalan söylediler ve dinlerinde Allah’ın izin vermediği şeyi meşru kıldılar.” Bunun üzerine Ömer radiyallahu anh istitabe uyguladı ve tevbe ettiler. Onlara seksen sopa had vuruldu.”[1]



[1] Buhârî'nin şartına göre sahih. Tahavî Şerhu Meâni'l-Âsâr (37154) İbn Ebî Şeybe (5/503)

Kıble Ehliyle Kastedilen Nedir?


Hanefi Muhaddis Muhammed Enver Şah el-Keşmirî’nin İkfaru’l-Mulhidîn Kitabından Alıntılar


Taftazanî, Makasidu’t-Talibin Fi Usuli’d-Din kitabında şöyle der: “Kâfir eğer iman iddia ederse ona münafık denilir. İslam’dan sonra kâfir olursa mürteddir. Eğer birden fazla ilah olduğunu söylerse müşriktir. Eğer bazı dinleri din edinirse ona Kitabî denir. Eğer olayları zamana dayandırırsa ve zamanın kıdemine itikad ederse dehrîdir. Eğer yaratıcının varlığını inkar ederse Muattıl’dır. Eğer içinde ittifakla küfür olan inançları gizlerse zındıktır.”


Şerhinde şöyle demiştir: “İmanı olmayan kafir iman etmiş gibi görünürse münafık ismiyle anılır. Eğer müslüman olduktan sonra kafir olmuşsa İslam’dan döndüğü için o mürted ismiyle anılır. Eğer iki veya daha fazla ilah olduğunu söylerse uluhiyette ortak kabul ettiği için müşrik ismiyle anılır.  Eğer bazı dinleri ve nesh olunmuş kitapları din edinirse Yahudi veya hristiyan gibi kitap ehli kafir olarak anılır. Eğer zamanın kadim olduğunu söyler ve hadiseleri zamana bağlarsa dehrî (materyalist) diye anılır. Eğer yaratıcının varlığını kabul etmiyorsa ona muattıl (ateist) denilir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in nebî olduğunu itiraf eder ve islam alametlerini izhar eder de küfür oluşunda ittifak edilen bir küfrü gizlerse o zındıktır. Zındık kelimesi kıptilerin zamanındaki Mezdek’in ortaya koyduğu ve Zerdüşt’ün getiriğ mecusilerin kitabının tevili olduğunu iddia ettiği Zend adlı kitaba nispet edilir. Onlar Zerdüşt’ün nebileri olduğunu iddia ederler. Zındık küfrünü gizler ve bozuk akidesini doğru bir akideymiş gibi çıkararak yayar. Küfrü içinde gizlemesi ile kastedilen budur…


Denildi ki: Gizli bir küfürle irtidat etmişse onun müslümanlığı kabul edilmez. Zındıklar ve Batiniler böyledir. İçinde küfür olan inançları gizlemesi ile kastedilen, insanlardan gizlemesi değildir. Bilakis kastedilen; islama aykırı olan ve küfür oluşunda icma olan bir şeye itikad eder ve bunun İslam’dan olduğunu iddia eder. Bu konuda dayanak, İbn Ömer radiyallahu anh’den gelen şu rivayettir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:


Bu ümmette suretlerin değişmesi olacaktır. Dikkat edin! Bu kaderi yalanlayanlarda ve zındıklarda olacaktır.” El-Hasais kitabında isnadının sahih olduğu belirtilmiştir…”


Kıble Ehlinin Tekfir Edilmemesi İle Kastedilen Nedir?


Taftazani, el-Makasid’de şöyle dedi: “Yedinci Konu: Kıble Ehlinden Hakka Muhalif Olanın Hükmü: Bu kimse, kainatın sonradan var edilmiş olduğu, bedenlerin haşredilmesi ve benzerleri gibi dinden zorunlu olarak bilinen bir şeye aykırı düşmedikçe kâfir sayılmaz…” Daha sonra el-Keşmirî, Kıble ehliyle kastedilenin, dinde bilinmesi zaruri olan meseleleri kabul edenler demek olduğuna dair nakiller yapar.


Dinin Zarurî Meselelerinde Te’vil Kabul Edilmez, Bu Konuda Te’vil Yapan Tekfir Edilir


Kıble ehlini tekfir etmemek, el-Eşarî ve fakihlerin sözlerine uygundur. Lakin İslamî fırkaların akidelerini araştırdığımızda kesin olak küfür gerektiren şeyler buluruz. Kıble ehlini küfrü gerektirmeyen şeyler getirmedikleri sürece tekfir etmeyiz. Bu Allah Teâlâ’nın: “Muhakkak ki Allah bütün günahları bağışlar” ayetinde geçtiği gibidir. Bununla beraber küfür bağışlanmaz. Ehl-i Sünnetin cumhuru olan fakihler ve kelamcılar, kıble ehlinden olan bidatçileri, dinde bilinmesi zaruri olmayan meselelerdeki te’villerinden dolayı tekfir etmezler. Çünkü Ebu’l-Beka külliyatında geçen ibarelerin çoğunda geldiği gibi, te’vilde şüphe vardır. Dinde bilinmesi zorunlu olan kesin icmaya aykırı düşmek ise küfürdür. Dinde bilinmesi zorunlu olan bir şeyi inkar edenin kafir olduğu hususunda bir ihtilaf yoktur. Tartışma yalnızca te’vil ile kesinleşen meseleleri inkar edenin tekfiri konusundadır. Nitekim Ehl-i sünnetten olan fakihlerden ve kelamcılardan bir çok kimse onların da tekfir edileceği görüşündedir. Ehli Sünnetin cumhuru ise dinde bilinmesi zaruri olmayan meselelerde tevilde bulunan kıble ehli bidatçilerin tekfir edilmeyeceği görüşündedir. Hizanetu’l-Curcani, el-Muhitu’l-Burhani, Ahkamu’r-Razi ve Usulu’l-Pezdevi kitaplarında geçtiği gibi te’vilde şüphe vardır. “


El-Keşmiri bu bölümü şu sözleriyle tamamlamıştır:


Üzerinde icma edilmiş ve dinde zaruri olarak bilinen bir şeyi inkar eden kimse: Bunlar havasın (alimlerin) ve avamın (alim olmayanların) şüphe söz konusu olmaksızın bildikleri konulardır. Namazın, orucun farz oluşu, zinanın ve sarhoş edici içkilerin haram oluşu gibi. Bunları inkar eden kesin olarak kafir olur. Çünkü bunları inkar Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamak demektir…”


Hülasa: Bu nakillerden gaye, kendilerini Hanefî mezhebine nispet eden sapık halka karşı yine Hanefî bir Muhaddis alim olan Enver Şah Keşmiri’nin eserinden nakillerle, kendi mezheplerine göre de küfürde mazeretlerinin bulunmadağını beyan etmektir.


Günümüzde cemaatle namazları yasaklayan bütün idareciler, onları bu konuda onaylayan ve destekleyen herkes, camilerde ezan okuyup cemaatle namaz kılınmasını yasaklayan bütün imamlar, müslümanları evden çıkmaktan ve cemaatten yasaklayan, maske takmak zorunda bırakan bütün emniyet mensupları, jandarmalar, askerler muayyen olarak mürtet kafirler olmuşlardır.  


Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den mütevatir olarak sabit olan hadislerde: “Bize karşı silah taşıyan bizden değildir” buyrulmuştur. Bu küfürden tevbe etmek isteyen ve tekrar İslam’a girmek isteyenler mevcut görevlerinden derhal istifa etmeli, gusledip tevbe ederek yeniden İslam’a girmeleri gerekir. Aksi halde kanlarının, mallarının haramlığı söz konusu değildir! Küfre girmiş diyanet imamlarının arkasında kılınan namazlar sahih değildir!


Bu şahısların tekfirinde hüccet ikamesi şartı aranmaz. Bu kimseler safında mücadele ettikleri liderlerinin hükmüne tabidirler. Liderleri ise mürtettir.


Dinde, kendisi hakkında soruşturma yapılmasına güç yetmeyen kimselere mümtenîu’l-hücce denilir. Müslümanların otoritesinden darulharbe kaçanlar, bir grup veya gücün himayesine sığınanlar, silah ve yandaşlar ile korunanlar bu şekilde mümtenî hükmünde kimselerdir.


Museyleme ve Tuleyha gibi sahte peygamberlerin safına geçen kimseler, şehadet kelimelerini söylemelerine, namaz kılmalarına rağmen mürtet muamelesi görmüşler, mümteniu’l-hucce oldukları için onlara tek tek hüccet ikamesi gibi bir şart aranmamıştır. Yine Haricî fırkalar da mumteniu’l-hucce oldukları için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara hüccet ikamesi şart koşmaksızın bulundukları yerde öldürülmesini emretmiştir.


Uyduruk korona bahanesiyle kafirlerin yaptırımlarını müslümanların aleyhine olarak uygulayan devletler meşruluğunu yitirmiştir. Müslümanlar üzerinde hiçbir hakları yoktur. Zira müslümanların hükümetlere meşru konularda itaatleri, hükümetlerin dini güvenceye alma vazifesine bağlıdır. Günümüzdeki hükümetler ise din düşmanlarının yerel taşeronluğunu yapmaktadırlar.  


 


22 Mayıs 2020 Cuma

Namaz Esnasında Kur'ân Dışında Dua Edilebilir mi?


Asım b. Humeyd rahimehullah’tan: “Avf b. Malik el-Eşcaî radiyallahu anh dedi ki:


قُمْتُ مَعَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَيْلَةً فَقَامَ فَقَرَأَ سُورَةَ الْبَقَرَةِ لَا يَمُرُّ بِآيَةِ رَحْمَةٍ إِلَّا وَقَفَ فَسَأَلَ وَلَا يَمُرُّ بِآيَةِ عَذَابٍ إِلَّا وَقَفَ فَتَعَوَّذَ قَالَ ثُمَّ رَكَعَ بِقَدْرِ قِيَامِهِ يَقُولُ فِي رُكُوعِهِ سُبْحَانَ ذِي الْجَبَرُوتِ وَالْمَلَكُوتِ وَالْكِبْرِيَاءِ وَالْعَظَمَةِ ثُمَّ سَجَدَ بِقَدْرِ قِيَامِهِ ثُمَّ قَالَ فِي سُجُودِهِ مِثْلَ ذَلِكَ ثُمَّ قَامَ فَقَرَأَ بِآلِ عِمْرَانَ ثُمَّ قَرَأَ سُورَةً سُورَةً


“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber gece namazına kalktım. Bakara suresini okudu. Her bir rahmet ayetine geldiğinde duruyor ve istekte bulunuyordu. Her bir azap ayetine geldiğinde duruyor ve sığınıyordu. Sonra rükû etti ve kıyamda durduğu kadar durdu. Rüku’unda şöyle diyordu:


Kahr ve kudret sa­hibi, izzet ve saltanat sahibi, ululuk ve azamet sahibi olan rabbimi tesbih ve tenzih ederim.” Sonra secde etti, kıyamda durduğu kadar secdede kaldı. Sonra secdelerinde de de aynı şeyleri söyledi. Sonra kalktı, Âl-i İmran suresini ve birer birer sure okudu.”[1]

Şeyh Mukbil b. Hadi Rahimehullah bu hadis için şu başlığı koymuştur: "Namaz esnasında istekte bulunmak ve sığınma duası yapmak. Bu, namazda Kur'ân dışında bir dua yapılmasını yasaklayanlara bir reddiyedir." Camiu's-Sahih (2/197)




[1] Sahih. Ebû Dâvûd (873) Nesâî (1049) Tirmizî Şemail (313) Ahmed (6/24) Firyabi Fadailu’l-Kur’ân (121) Bezzar (7/183) Taberânî (18/61) Taberânî Musnedu’ş-Şamiyyin (2009) Beyhakî (2/310) İbn Asakir Tarihu Dımeşk (25/244) el-Elbani Sahihu Suneni Ebi Davud (776) Mukbil b. Hadi Camiu’s-Sahih (716, 1086, 3938, 4567)

14 Mayıs 2020 Perşembe

Tekfirinde İcma Edilen Tatarlar İle Günümüz Yöneticileri Arasındaki Uyum

Partilerinin İslam ile birlikte anılmasının partilerine bir hakaret olduğunu söyleyen, kafirlerin Büyük Ortadoğu Projesinde eş başkan oluşuyla övünen, kadınların çarşaf giymelerini aşırılık olarak niteleyen, evli kimselerin dahi zina etmesini suç olmaktan çıkaran, swinger ilişkilerin ve deyyusluğun Türkiye’de yayılmasına ortam açan, tesettürün yasak olduğu okullara kız çocuklarının gönderilmesini zorunlu tutan, Mısırda şeriat isteyen kalabalıklara “Demokrasi ve laiklikten vazgeçmeyin” mesajıyla ikna etmekle görevlendirilen, dinin hükümlerinin çağlara göre yeniden yorumlanmasını teklif eden, İstanbul Sözleşmesini onaylayarak cinsel sapkınlıkları insan hakları kapsamına sokan, LGBTİ azgınlarının serbestçe konferans ve yürüyüşler yapmalarına müsaade ettiği halde, din adına tebliğde bulunanlara her türlü engellemeyi yapan, Hadis inkarcılarını, deistleri, rafizi şiileri, sufileri açıktan desteklediği halde Kur’an ve sahih sünneti ümmetin selefi olan sahabe ve tabiinin anlayışıyla anlamak ve yaşamak demek olan selefiliği benimsemiş olan herkesi terörist olarak tanımlayan, Suriyede Golan Tepelerini İsrail’ vermemek için direnen Esedi ve askerlerini tekfir ederek kanlarını ve mallarını helal sayan, Kafir Avrupa ile dostluk münasebetleri içinde olan hain Mürsi’yi kahraman göstermeye çalışan, ülkede kafirden de müslümandan da eşit şekilde vergi alınması şeklinde işleyen zalim düzene hiç müdahale etmeyen, şarkıcı, film artisti, sporcu kimliğinde İslam’ın yasakladığı görünümde olan kadınları taltif eden, güzellik yarışmasında dereceye giren kadınları devlet namına ödüllendiren, ister iman edenlerden olsun, ister kâfirlerden olsun bütün vatandaşlara eşit muamele etmeyi vaad eden, anayasadan mescid ve cami hürriyeti ibaresi yerine “ibadethane” hürriyeti ifadesiyle değişiklik yaparak şirk ehlinin kiliselerinin ve sinagoglarının açılmasına bizzat teşvik veren ve daha burada sayamayacağım birçok küfürler işlemesine rağmen İslam dininden çıkmasına hüküm konusunda yeterli delillerin sabit olmaması sebebiyle yalnızca zındık olarak gördüğümüz mevcut dikta, Cuma ve cemaat namazlarının yasaklanması cürmüyle, kendi itikadına göre de irtidat hükmünü icap ettiren bir suç işlemiştir.  
Zira Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ilk terk edilecek şeyin Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek olacağını, son terk edilecek şeyin ise namaz olduğunu bildirmiş, yöneticilerin can ve mal dokunulmazlıklarını “namazı ikame etmeleri” şartına bağlamıştır. Namaz yasaklandığında ise hiçbir kimsenin tekfirinde mazeret veya bir engel sözkonusu olamaz.

Tatarların tekfiri konusunda ümmetin alimleri icma etmişlerdir. Tekfirinde icma edilen Tatarlar ile günümüzdeki yöneticilerin yaptıklarını buyrun kıyaslayın: 

İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Haruriler, Rafiziler ve benzerleri gibi Haricilerden güç yeten bir kimsenin öldürülmesine gelince, bu konuda fakihlerin iki görüşü vardır ve İmam Ahmed’den iki rivayet vardır. Sahih olanı, onlardan birinin öldürülmesinin caiz olmasıdır. Mesela mezhebine davet edenler gibi. Vaad, tehdit, tekfir ve fasıklığa hükmetme konularındaki naslar sebebiyle, genel kapsama giren muayyen bir şahıs hakkında hükümde bulunmayız. Ta ki hiçbir muarızı olmayan gerektirici bir durum olmadıkça. Nitekim bu kuralı Tekfir’in Kaidesinde genişçe açıkladık. Bu yüzden Nebî sallallahu aleyhi ve sellem “Ben öldüğüm zaman beni yakın, sonra küllerimi denizde savurun. Vallahi Allah bana güç yetirirse alemlerde kimseye yapmadığı bir azabı bana yapar” diyen adamı, Allah’ın kudreti ve bedenini iade etmesi hakkında şüphe etmesine rağmen küfrüne hükmetmemiştir. Bu yüzden alimler İslam’a yeni girmiş olması veya uzak bir çölde yetişmiş olması sebebiyle haramlardan bir şeyi helal sayan kimseyi tekfir etmezler. Çünkü küfre hükmetmek ancak risalet tebliğinin ulaşmasından sonra olur. Bunların çoğuna ise muhalefet ettikleri naslar ulaşmamış olabilir. Rasulün bunlarla gönderilmiş olduğunu bilmiyor olabilir. Bu yüzden küfür hükmü mutlak olarak söylenir, terk edenin tekfir edileceği hüccet ikame edildiği zaman tekfir edilirler.

Din imamları olan fakihlerin söylediklerine gelince; 699 yılında gelen, müslümanları öldürüp zürriyetlerini esir alan, buldukları müslümanlardan yağma yapan, dinin haramlarını delen, müslümanları zelil edip mescidleri, özellikle de Beytu’l-Makdis’i aşağılayan ve orada fesat çıkaran Tatarlar ile savaşmak vaciptir.  Hangi taife bazı farz namazlardan, oruçtan, hacdan, kanların ve malların haramlığını gözetmekten, kâfirlerle cihadı gözetmekten, kitap ehlinden cizye almaktan ve dinin diğer farzları ve yasaklarına riayetten yüz çevirirse – ki bunlar inkarı ve terki konusunda hiçkimsenin mazereti olmayan konulardır – farzlığını inkar eden tekfir edilir. Muhakkak mumteni taife, bunların farzlığını ikrar ediyor olsalar bile onlarla savaşılır. Bu konuda alimler arasında bir ihtilaf bilmiyorum. Fakihler ancak mumteni taifenin sabahın iki rekat sünneti, ezan ve kamet gibi– bunların farz olmadığını söyleyenlere göre -  bazı şiar olan sünnetleri terk etmekte ısrar etmeleri halinde onlarla savaşılıp savaşılmaması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Ama zikredilen farzlar ve haramlar konusunda onlarla savaşılması hususunda ihtilaf yoktur. Muhakkik alimler katında bu kimseler, müminlerin emiri Ali b. Ebi Talib radiyallahu anh’e karşı Şam halkının durumu gibi imama karşı ayaklanan veya itaatten çıkan bâgîler menzilesinde değildirler.

Muhakkak ki onlar belli bir imama itaatten çıkan veya yönetimini devirmek için ayaklanan kimselerdir. Ama zikrettiğimiz kimseler salih müslümanlara karşı ayaklanan kimselerdir. Onlarda güç vardır ve İslam’dan kısmî unsurlar da vardır. Lakin onların geneli İslamın kurallarından bir çoğunu veya çoğunluğunu terk etmişlerdir. Öncelikle onlar İslam’ı vacip görmüyorlar ve terkinden dolayı savaşmıyorlar. Bilakis onlar Allah’a ve rasulüne kafir olsa dahi Moğol devletini yücelteni bırakıyorlar, en hayırlı müslümanlardan olsa dahi moğol devletine itaatten çıkanı öldürmeyi helal sayıyorlar. Kafirlerle cihad etmiyorlar, kitap ehlini aşağılayıp cizye almıyorlar, askerlerinden dileyenin güneşe veya aya tapmasına karşı çıkmıyorlar. Hatta onların gidişatının zahiri şudur: Onlara göre adil müslüman; salih veya nafileleri yerine getiren bir müslüman demektir. Kâfir ise onlara göre müslümanlar arasındaki fasık veya nafileleri terk eden kimse konumundadır. Yine onların geneli müslümanların kanlarını ve mallarını haram görmezler. Ancak sultanları bundan yasaklarsa itaat ederler. Dinden dolayı değil, sırf sultana itaat için bunu terk ederler. Onların geneli farzları yerine getirmezler, ne namazı ne zekatı, ne haccı ne de başka farzları. Aralarında Allah’ın hükmüyle hükmetmeyi gözetmezler. Bilakis bir kısmında İslam’a uyan, diğer kısmında İslam’a aykırı olan beşeri kanunlarla hükmederler… Onlar İslama girmişlerdir ancak kurallarını uuygulamazlar.” (İbn Teymiyye Mecmuu’l-Fetava 28/499 vd.)

Yine İbn Teymiyye rahimehullah’a “Onların arasında zorla çıkarılanlar var” diyerek Tatarlarla savaşmaktan kaçınan ordular hakkında soruldu ve denildi ki: “Onlardan biri kaçarsa peşi takip edilir mi?”

Şöyle cevap verdi: “Hamd alemlerin rabbi Allah’adır. Şam beldelerine gelen Tatarlarla savaşmak kitap ve sünnet nassıyla vaciptir. Muhakkak ki Allah Kur’ân’da şöyle buyurmuştur: “Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah’a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.” Din; itaattir. Dinin (itaatin) bir kısmı Allah için, bir kısmı Allah’tan başkası için olursa din (itaat) tamamen Allah için oluncaya kadar savaşmak vacip olur. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve eğer iman edenlerseniz faizden kalanı terk edin.” “Eğer böyle yapmazsanız Allah’a ve rasulüne harp açmış olursunuz.” Bu ayet İslam’a girip namaz kılan, zekat veren lakin faizi terk etmekten kaçınan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Allah Azze ve Celle onların faizi terk etmedikleri müddetçe Allah’a ve rasulüne karşı harp içinde olduklarını açıklamıştır. Faiz, Allah’ın en son haram kıldığı şeydir ve bu sahibinin rızasıyla alınan bir maldır! Bunlar Allah’a ve rasulüne harp açmış oluyorlar ve onlarla cihad edilmesi vacip oluyorsa, Tatarlar gibi İslamın birçok kurallarını terk edenlerle savaşmak nasıl olur? Nitekim müslümanların alimleri İslamın mütevatir zahiri farzlarından birinden yüz çeviren mümteni taife ile, onlar şehadet kelimelerini söyleleseler de, namazdan, zekattan, Ramazan ayında oruçtan, Kabeyi haccetmekten, aralarında kitap ve sünnetle hükmetmekten kaçınsalar veya fuhşiyatı, sarhoş edici içkileri, mahrem akrabalarla nikahı, haksız yere canları ve malları helal saymaları, faizi, kumarı helal saymaları, kafirlerle cihadı ve kitap ehlinden cizye almayı terk etmeleri gibi İslamın şeriat kurallarını terk etmeleri halinde din tamamen Allah’a ait oluncaya kadar savaşılması hususunda ittifak etmişlerdir…

 Nitekim Sahih’te Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hariciler hakkında şöyle buyurduğu sabit olmuştur: “Biriniz onların namazı yanında kendi namazını, oruçları yanında kendi orucunu, kıraatleri yanında kendi kıraatini küçümser. Kur’ânı okurlar, okuyuşları gırtlaklarını geçmez. İslamdan okun yaydan çıktığı gibi çıkarlar. Onlarla nerede karşılaşırsanız onları öldürün. Zira onları öldürene kıyamet gününde Allah katında ecir vardır. Onlara yetişirsem Ad kavminin öldürülmesi gibi onları öldürürdüm.” 

Selef ve imamlar bunlarla savaşılması hususunda ittifak etmişlerdir. Onlarla savaşanların ilki Ali b. Ebi Talib radiyallahu anh’dır. Emevi ve Abbasi hilafetlerinin başından beri de müslümanlar emirleriyle beraber onlara karşı savaşmaya devam etmişlerdir. Bu emirler Haccac ve vekilleri gibi zalimler olsa da. Müslümanların bütün imamları haricilerle savaşılmasını emretmişlerdir. Tatarlar İslam şeriatinden çıkış konusunda zekat vermeyenlerden, faizi terk etmeyerek huruc edenlerden daha çok benzerler. Onlarla savaşmak hususunda tereddüt eden kimse İslam dini konusunda insanların en cahillerindendir.  Aralarında zorla çıkarılmış olanlar olsa bile onlarla savaşmak vacip olduğunda savaşılır. Müslümanların bunda ittifakı vardır. Nitekim Abbas radiyallahu anh Bedir günü esir alındığında dedi ki: “Ey Allah’ın rasulü! Ben zorla savaşa çıkarıldım.” Nebî sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Zahirin bizim aleyhimizdedir. Sırrın (iç yüzün) ise Allah’a kalmıştır.” Nitekim alimler kafirlerin orduları müslüman esirleri kalkan olarak kullandıklarında ve savaşmadıkları takdirde müslümanlara zarar gelmesi söz konusu olduğunda, kalkan edinilen müslüman esirler öldürülmek zorunda kalsa bile onlarla savaşılacağı hususunda ittifak etmişlerdir.” (Mecmuu’l-Fetava 28/545 vd.)


Ebu Basir Olayından Çıkan Dersler

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Hudeybiye günü Kureyş ile; onlardan müslüman olup kendisine geleni geri iade etmek üzere anlaşma yapmıştı. Ebu Basir kıssası, Buhârî’nin Sahih’inde, Hudeybiye anlaşmasıyla ilgili uzun metinli rivayetin sonlarında şu şekilde anlatılır:

Kureyş'ten Ebû Basîr adlı bir adam müslüman olarak ona iltica etti. Ardından onu geri çevirmek için (müşrikler) iki kişi gönderdiler. Dediler ki:

“Yaptığımız anlaşmaya göre bu adamı bi­ze geri vereceksin.” O da onlara Ebû Basîr'i teslim etti. Beraberce geri dön­düler. Zû'l-Huleyfe'ye vardıklarında yemek yemek için oturdular. Hurma yemeye başladı­lar. Ebû Basîr o iki adamdan birine dedi ki:

“Senin bu kılıcın çok hoşuma gitti.” Öbürü ise kılıcını çıkardı. Adam dedi ki:

“Hakikaten bu çok güzeldir, defalarca denedim.” Ebû Basîr:

“Göster de bakayım” dedi. Adam gösterince hemen kılıcı elinden alıp ona bir darbe indir­di, adam cansız yere düştü. Ötekisi kaçtı ve Medine'ye geldi. Koşarak mescide girdi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem onun telaşla koşup geldiğini gö­rünce:

Bu adam bir korku atlatmış” buyurdu. Adam Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e yaklaşınca şöyle de­di:

“Vallahi arkadaşım öldürüldü ben de öldü­rülecektim. Çok geçmeden Ebû Basîr de gel­di ve şöyle dedi:

“Ey Allah'ın Nebisi! Sen verdiğin sözü yerine getirdin. Allah'a karşı olan sorumluluğun da yerine getirilmiş oldu. Sen beni onlara geri verdin, sonra Allah beni onların elinden kurtardı.” Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle bu­yurdu:

Yazık anasına! Bu adam harbi yeniden alevlendirecek. Biri onu yakalasa!” Bu sözü duyunca, tekrar onlara geri gön­derileceğini anladı. Oradan çıkıp deniz kenarı­na gitti. O arada Ebû Cendel b. Amr da müş­riklerin elinden kurtulmuştu. O da hemen Ebû Basîr'e katıldı, müşriklerin elinden müslüman olup kurtulan kim varsa hepsi gelip Ebû Ba­sîr'e katıldılar, böylece orada ufacık bir top­lum meydana gelmişti. Ondan sonra Şam'a çı­kan Kureyş kervanını duydukları ve gördükleri zaman, hemen yollarını kesip adamlarını öl­dürüp mallarını da almaya başladılar. Bunun üzerine Kureyş, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'e yemin edip ara­larındaki akrabalığı da öne sürerek:

“Artık biz­den size kim giderse ona ilişilmeyecek; o gü­ven içinde olacak” diye and verdiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de onlara bunu kabul ettiklerine dair haber saldı. Bunun üzerine Allah Fetih suresi 24. Ayetini indirdi.”[1]

Bu kıssadan çıkarılan hükümler:

1- Müşriklerden öldürülen kişi bir elçi idi. Bilindiği üzere elçiler öldürülmezler. Bununla beraber Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Basir’e o elçiyi öldürdüğü için karşı çıkmamış, onun için fidye ödenmesini de emretmemiştir. Diğer rivayette Ebu Basir’in: “Ey Allah’ın rasulü! Benimle onlar arasında bir sözleşme veya anlaşma yoktur” demesini Nebî sallallahu aleyhi ve sellem tasdiklemiştir. Bu da, onun yaptığını ikrar etmesi anlamına gelir. Ebu Basir’in, müslümanların zimmetinden farklı bir zimmeti vardı. Elçinin kanını dökebiliyorsa, daha başka müşriklerin kanlarını dökmesi daha önceliklidir.[2]

2- Nebî sallallahu aleyhi ve sellem müslümanları, “Yazık anasına! Bu adam harbi yeniden alevlendirecek. Biri onu yakalasa!” sözleriyle Ebu Basir’e katılmaya teşvik etmiştir. Diğer rivayette: “Keşke onun adamları olsaydı” buyurmuştur. Böylece Ebu Basir’in yaptıklarını ikrar ettiği gibi, başkalarının da ona katılmasına teşvik etmiştir.

İbn Kayyım rahimehullah “Hudeybiye anlaşmasından fıkhî faydalar” başlığı altında şunları da demiştir:

* Kâfirler tarafından islâm devlet başkanı tarafına gelen bir kimseyi geri verme hükmü, içlerinden müslüman olarak ayrılıp devlet başkanının bu­lunduğu beldeden başka bir yere giden kimseyi kapsamaz. Şu da var ki, devlet başkanının bulunduğu beldeye gelen kimseyi talep olmaksızın geri göndermesi de gerekmez. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Basir kendisine geldiği zaman geri göndermemiş ve gitmesi için de onu zorlamamıştır. Ama Ebu Bâsir'i istemeye geldiklerinde almalarına izin vermiş, fakat onu geri dön­meye zorlamamıştı.

* Anlaşmalılar, kendileri tarafından devlet başkanına gelen kimseyi teslim alıp gözetimleri altına aldıkları zaman, bu kişi içlerinden herhangi bi­rini öldürdüğünde, ne diyet vermek ve ne de kısas olmak suretiyle o kimsenin kan bedelini öder ve ne de devlet başkanı bu kan bedelini tazmin eder. Aksi­ne bu kimse onları kendi yurtlarında öldürmüş hükmünde olur ki devlet başkanının onlar üzerinde herhangi bir hükmü olmaz. Çünkü Ebu Basîr, anlaş­malı iki kişiden birini Medine'den sayılan Zülhuleyfe'de öldürmüştü. Fakat Ebu Basîr'i onlar teslim almış olup devlet başkanının elinden ve hükmünden uzaklaştırmışlardı.

* Anlaşmalılar, imam (devlet başkanı) ile anlaştıktan sonra müslü-manlar içinden bir grup çıkıp karşı tarafa savaş açar, mallarını ele geçirir fa­kat imama katılmazlarsa, imamın harp açan kimseleri karşı taraftan uzaklaştırıp onlara mani olması gerekmez. İmamın anlaşmasına, sözleşmesi­ne ve dinine ister girsinler isterse girmesinler eşittir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile müşrikler arasındaki anlaşma, Ebu Basîr ve arkadaşları ile müşrikler arasın­da yapılmış bir anlaşma değildi. Buna göre, şayet bazı müslüman hükümdar­lar ile hıristiyanlar ve diğer zimmiler arasında bir anlaşma yapılsa, onlarla arasında bir anlaşma bulunmayan bir başka müslüman hükümdarın onlara karşı savaş açıp mallarını ele geçirmesi caizdir. Nitekim Şeyhülislâm (İbn Teymiye) de, Ebu Basîr'le müşrikler arasında cereyan eden olaya dayanarak Ma­latya hıristiyanları ve esirleri hakkında bu şekilde fetva vermiştir”[3]

Bu her devlet ve cemaatin kendi zimmet ve ahidlerinde bağımsız olduklarını göstermektedir. Batılılar da bu hakikati kabul ederler. Bu, Devletler Kanununda bilinen bir kuraldır. Aksi halde Roma’daki Papa İrlanda’daki Katolik teröründen sorumlu tutulurdu. Yine Almanya, Neonazilerin yaptıklarından sorumlu tutulurdu. Yine Japonya Kızılordu’nun yaptıklarından sorumlu tutulurdu.  



[1] Sahih. Buhârî (2731, 2732, 4178-81) Ebû Dâvûd (2765, 4655) Nesâî Sunenu'l-Kubrâ (8840) Taberî (21/296-304) Ahmed (18909, 18910, 18928) Abdurrazzak (9720)

[2] İbn Hacer Fethu’l-Bari (5/412)

[3] Zadu’l-Mead (3/309)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)