Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

26 Kasım 2015 Perşembe

Ehl-i Sünnetin "el-Kevserî" Denen Sapıktan Berî Oluşu


 Bismillahirrahmanirrahim
Allah’a hamd, rasulullaha, âline ve ashabına salât ve selam olsun.
Bundan sonra.
Şüphesiz Muhammed Zahid el-Kevserî denilen şahsın Osmanlı devletinin yıkılmasından sonra Mısır’a yerleşmesinden beri âlimler onun menhecinin bozukluğuna, akidesinin sapıklığına, sünnet ve hadis ehline karşı olan düşmanlığına uyarıda bulunmuşlardır. Nitekim el-Kevserî’nin fitnesine ve sapıklığına ilk defa uyarıda bulunanlardan biri de Şeyh Muhammed Reşid Rıza’dır. Seksen sene önce meşhur el-Menâr dergisinde bunu yapmıştır. El-Kevserî o zamanlar meşhur yayıncı Husamuddin el-Kudsî rahimehullah’a galebe çalmış, o da kitapları el-Kevserînin zehirli dipnotlarıyla basmıştı. Şeyh Reşid Rıza, el-Kevserîden ve o zamanlar Kevseri’nin öğrencisi olan Husamuddin el-Kudsî’den sakındırmıştı. El-Menâr dergisinin 31. Cildinde Reşid Rıza şöyle demiştir:
“Bu son yıllarda keçiboynuzunun belirmesi gibi, sünnetlerin düşmanlarından bir adam belirdi, nebevî sünnetin ve selefî siyretin hidayet kayasına toslamadan duramadı. O, başkalarının ıslahatçı maksatlarından uzaktır. Bu şahıs Türk bir şeyhtir. Bu adam, Hanefi kitaplarına taklit ve taassuplarıyla Osmanlı devlet ricalini fitneye düşüren ve o siyasileri haniflik dininin aslından alıkoyan şu donuk kimselerden midir, yoksa İslamî Islah hareketine karşı direnen, Frenkleşmeye (batılışmaya) çağıran Kemalist’lerin desisesi midir, bilmiyorum.
Bu Türk, basılan kitaplara düştüğü dipnotlara serpiştirdiği desiselerle sünnete ve sünnetin koruyucularına toslamaya başladı.  Öğrencisi de bunları basarak zararlı ticarete girdi.”
Derim ki, Reşid Rıza’nın, el-Kevseri’den sakındıran bundan başka sözleri de vardır. Kevseri’nin öğrencisi olarak kastettiği kişi ise Husamuddin el-Kudsi’dir. Lakin el-Kudsi daha sonra el-Kevseri’nin gerçek yüzünü öğrenmiş ve ondan ayrılıp teberrî etmiştir. Zahid el-Kevserî denilen Çerkez asıllı bu zatın sünnete ve salih selefe düşmanlık ettiğini,  ilme ve alimlerin şerefine ihanet ettiğini anlamıştır.
Allame Şeyh Abdurrahman el-Muallimî, el-Kevseri'de bulunan batıl ve rezillikleri ortaya koyup ondan insanları uzaklaştırana kadar el-Kevserî sünnete ve sünnet ehline karşı harb etmeye devam etmiştir. El-Muallimi’nin reddiyesinden sonra el-Kevserî, - münafıklık yaparak Kevseri’yi aşırı öven Abdulfettah Ebu Gudde gibi öğrencilerinin ölümcül girişimlerine rağmen ayakta duramamıştır.  Abdulfettah Ebu Gudde’nin de Ehl-i Sünnet katında durumu ortaya çıkarak gözden düşmüştür. Bu, bâtıl ehline destek olanların varacağı cezadır.
Keşke Şeyh Şuayb el-Arnaut, samimi arkadaşı Ebu Gudde’nin durumundan ibret alsaydı da sünnet kitaplarına el-Kevseri’yi bulaştırmaya kalkmasaydı. Zira sünnet kitapları Zahid el-Kevseri gibilerle şereflenmez! El-Kevserî sünnet ehline karşı kindar, onların akidelerine ve menheclerine hakaret ederek saldıran bir kimse olduğu halde, sünnet kitaplarında Kevserî nasıl zikredilir!?
 Şeyh Şuayb el-Arnaut’un önceki selef alimlere ve hadis ehline saygılı olması, hatta geçmiş imamlara bu eserlerin sahiplerine saygılı olması, onların kitaplarını bu sapık Cehmî el-Kevserî’nin notlarıyla kirletmemesi gerekirdi. Şeyh Şuayb'ı, Zahid el-Kevser’inin sözlerini, "Şeyhu’l-Allame" diye niteleyerek delil getirmeye iten sebep nedir?
Bu, daha önce Abdulfettah Ebu Gudde’nin başarısız girişimi gibi diğer bir girişim değil midir?
Şüphesiz Şeyh Şuayb el-Arnaut ve onunla beraber olan yardımcılarının Kevseri’nin üfürmelerine ihtiyaçları yoktur. Çünkü onlarda bulunan ilmî araştırma malzemeleri ile zirveye ulaşılabilir. Öyleyse el-Kevserî’nin dipnotlarına ne gerek var? Şayet yetki Kevseri’nin elinde olsaydı muhaddislerin menhecini yıkar ve tevhid ehlinin akidesini yok ederdi!!
Diyorum ki, ben Şeyh Şuayb’ın – Allah onu affetsin – el-Kevseri’nin sözleriyle delil getirdiğini, tahikikini yaptığı son kitaplarda Kevseri’yi “allame” diye nitelediğini gördüm. Bu sözümle İmam Ebu Davud rahimehullah’ın Sünen’ini kastediyorum. Bunu Sünenu Ebi Davud’a yazdığı mukaddimesinde yapıyor!
Sünnet ve rivayet kitaplarında bu bidatçi şahsın adını zikretmekteki ısrar tuhaftır. O, re’y ehlini hadis ehlinden üstün gören biridir! Hatta hadis ehlini mücessimelik ve muşebbihelik ile suçlayan bir kimsedir. Hatta Şeyh Allame el-Elbânî rahimehullah onun hakkında: “Cehmî, muattıl, taassupta helak olmuş bir hanefi, hadis ehline karşı şiddetli hakaretlerle saldıran birisi” demiştir. (Tahaviyye Şerhi mukaddimesi s.50)
Şeyh Şuayb el-Arnaut ve onunla beraber olan yardımcıları, faziletli şeyh Husamuddin el-Kudsi’nin teberrî ettiği gibi el-Kevserî’den teberrî edecekler mi acaba?
Yazan: Abdulhamid b. Huleyvi el-Cuhenî
25 Zilhicce 1431 Hicri Çarşamba
Tercüme Eden: Ebu Muaz el-Çubukabadî

28 Ekim 2015 Çarşamba

Demokratik Sistemde Oy Vermeye Çağıranlar İslam Davetine En Büyük Hıyaneti Yapanlardır


Tevhid ehli Müslüman bir kimsenin, bâtıl bir din ve sapıklıktan ibaret olan Demokrasi’ye sıcak bakarak kendini zillete düşürmesi asla yakışmaz. Allah Teâlâ: “Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?” (Yunus 32) buyurmaktadır. Hak ise Allah Teâlâ’nın indirdiğidir. Allah Teâlâ’nın indirdiğinde ise ne demokrasi pisliğini ne de bâtıl ideolojiler için oy kullanmayı buluruz.
Dinini dünya karşılığında satan bazı bel’âmlar “iki zarardan hafif olanı tercih” yahut “din düşmanına karşı, dine düşman olmayanı desteklemek” gibi ahmakça yorumlarla, demokrasilerde oy kullanmayı “dinî bir vazife” hatta “dinî bir vacip” olarak takdim etmeye başlamışlardır. Her müslüman bilir ki oy kullanmak İslam dininin değil, demokrasi dininin vacibidir! “Oy kullanmayanın imanından şüphe ederim” diyen tagut davetçiler, bizim “demokrasiye imanımızdan şüphe ettiklerini” ifade ediyor olsalar gerek. Hiç şüphe etmesinler, biz demokrasiyi tamamen inkâr ediyoruz.
Oy kullanma neticesinde “müslümanların maslahatına en yakın olanı” desteklediklerini zannedenler ancak Demokrasi dininin kuvvetlenmesine destek olurlar. Demokrasilerde maslahat ve güzellik olduğu gibi habis bir inanca hizmet etmiş olurlar. Uydurma bir din icat ederek hem kendilerini hem de kendilerine tabi olanları Allah’ın indirdiği hak’tan saptırmış olurlar. İslam’ın dışında da maslahat ve güzellik olabileceği inancına insanları saptırmış olurlar. İnsanların indinde bâtıl dinlerin zafer kazanmasına destek vermiş olurlar.
Hayalî teorilerle müslümanların yalnızca “İki zarardan birine muhatap oldukları” düşüncesine sürüklemeye çalışan deccaller, yalan söylemekte, hakkı batıl ile karıştırmaktadırlar. Oy kullanmamak gibi bir seçenek olduğu sürece “sadece iki zarardan birine muhatap olmak” söz konusu değildir. Ancak birisi kafanıza silah dayayıp “ille de oy kullanacaksın” denilirse iki zarardan hafif olanını tercih söz konusu olur. Fakat burada iki zarara karşı üçüncü bir seçenek vardır ki hayır ve faydadan ibarettir. Bu da oy kullanmayıp, zalim yöneticilere sabretmektir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mütevatir olarak gelen hadislerle zalim yöneticilere sabretmeyi emretmiştir.  Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisine uyarak zalim yöneticilere sabretmek, oy kullanmak veya diğer günahlara bulaşmamak hayrın ve faydanın ta kendisidir. Dinin emirlerinden veya yasaklarından herhangi birine sabretmek zarar olarak nitelenirse, “iki zarardan hafif olanı tercih” kaidesini savsaklayanlar bu dine her türlü tahrifin kapısını açarlar.
Ey müslümanlar! Allah’ın dininin en yüce olması için Allah’ın emirlerinde ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinde sabredin. Allah’ın dininden ve hükmünden başkasına, cahiliye hükmüne razı olmayın. Bütün bâtıl ideoloji ve dinleri ayaklar altına alın ki Allah sizi yüceltsin. Oy vermek, bâtıla taviz vermektir. Dinini satan ve Allah’ın dinini ucuz yorumlarla tahrif etmeye kalkan hainlerden teberrî edin. Taklide karşı çıktıklarını söyledikleri halde sizi İbn Useymin, deccal Abdurrahman Abdulhalık ve Sapık Mustafa Adevî gibilerin fetvalarını din edinmeye çağıranların gerçek yüzlerini görmezlikten gelmeyin.
“Bunlar olmasaydı dine davet edemezdik” bahanesine sarılan cahiller zaten keşke hiç davete kalkışmasalar da insanların akidelerini bozmasalardı.
Oy kullanma eylemi modern bir haricilik olmasına rağmen, oy kullanmaya karşı çıkmayı da haricilik olarak lanse edenlere de yazıklar olsun! Alemlerin rabbinin huzurunda hesap verecekleri günden sakınsınlar.

15 Ekim 2015 Perşembe

Derneklerin Bid'at Oluşu Hakkında Bazı Şüphelerin Giderilmesi


Maksatlar Bid'at Olan Vesileleri Meşrulaştırır mı?
İnsanlardan birçoğu amel etmiş olduğu bir bid'at ya da bulaşmış olduğu muhdes bir şey reddedildiğinde, yapmış olduğu fiilin meşru olduğunu ispat etmek için hemencecik sana der ki:
"Bu bir vesiledir. Maksat Allah'a ibadet etmektir. Vesileler için gayelerin ya da maksatların hükmü geçerlidir."
Peki vesileler için maksatların hükmü geçerlidir kaidesi genel bir kaide midir?
Mesela şer'î ilimlerin tahsili ve vaazu nasihat için mescid dışında; medrese, okul, üniversite gibi tahsis edilen binalar yapmak göz yumulan bir bid'attir.
Şatıbî rahimehullah el-İ'tisam adlı eserinde Sûfilerin dergah ve zaviyelerinin bid'at olduğunu, onların Ashab-ı Suffe'ye benzeterek bunları ihdas ettiklerini reddiye vererek açıklar. Çünkü Sufiler Allah'ı zikretmek için mescid dışında bir mekanı delilsiz olarak tahsis etmişlerdir. Halbuki Allah'ı her yerde zikretmek meşrudur, fakat bunun belli bir mekana tahsisi özel delil gerektirir.
Lakin Şatıbî, garip bir tutum sergileyerek medreselerin bid'at olmayacağını, çünkü ilmi meclislerin çarşıda, dükkanlarda, evlerde vs. kurulduğunu zikreder. Fakat şer'i ilimler ve vaazu nasihat için tahsis edilen mescid haricinde bir bina için sünnetten herhangi bir delil getirmemiştir! Belki de bu, Şatibi'nin farkında olmadan iltizam ettiği bir çifte standarttır! 
Bazıları dernek ve medreseler için mekan tahsisine karşı çıkmamızın; "ilim ve zikrin yalnızca mescide tahsis edildiğini" zannederek; tıpkı Şatibi rahimehullahın dediği gibi, "Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem her yerde ashabına sohbet edip ders verdi, Daru'l-Erkam'da da ders verdi..." gibi itirazlar getirmektedir.
Burada kastettiğimiz mana; ilmin mescide tahsis edilmesi değil, ilim dersi için mescid dışında mekan tayin etmenin delilsiz bir tahsis olduğudur. Bu iki husus birbirine karıştırılmamalıdır! Anlaşılması için örnek vermek gerekirse; bir topluluk Ka'beden başka bir mekanı tavaf ibadeti için belirlese, bu; ibadet için delilsiz bir mekan tahsisi olduğundan bid'attir. Bu mesele de bu şekilde anlaşılmalıdır. 
Daru'l-Erkam'a gelince, Erkam radıyallahu anh'ın evi medrese olması için tahsis edilmiş bir ev değildi. Bilakis Erkam radıyallahu anh'ın eviydi ve gerek Mekke döneminde, gerekse Medine döneminde sahabeler evlerinde mescidler edinmişlerdir. Mekke dönemi hakkındaki delil; Buhari'nin Sahih'inde uzunca rivayet edilen hicret kıssasında Ebu Bekir radıyallahu anh'ın İbnu'd-Dugunne'den eman aldıktan sonra evinde mescid edinmesi ve insanlara orada davette bulunmasıdır. Medine dönemindeki uygulama için de yine Buhari'nin Sahihi'nde Bera b. Azib radıyallahu anh'ın evini mescid edinmesi ve Itban b. Malik'in evinde mescid edinmesi örnek verilebilir. Nitekim Aişe radıyallahu anh Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in: "Evlerde mescidler edinin" buyurduğunu rivayet etmiştir.
Evet, evlerde mescid veya musalla edinmekte bir sorun yoktur. Lakin sorun; mescid ve musalla olmayan dernek, Kuran Kursu veya medrese binalarının yalnız ilim için tahsis edilip, bunların; ilim dersi ve zikr fonksiyonları hususunda mescide alternatif kılınmalarındadır.
Bu bid'at dile getirildiği zaman "hangi alim buna bid'at demiş" diyenler görürüz! Üstelik "delil ancak kitap ve sünnettir" diyenler dahi böyle söyler! Selefî menhece sahip Ehl-i Hadis için durum gayet açıktır: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
"Her kim emrimiz olmayan bir amelde bulunursa reddolunur" buyurmuştur ve
"Her ihdas edilen şey bid'attir ve her bid'at sapıklıktır."
İbn Ömer radıyallahu anhuma'nın dediği gibi; "İnsanlar güzel görseler dahi her bid'at sapıklıktır."
Bununla beraber, geçmişte medreselerin kötülüğüne ve sonradan çıkma muhdes bir uygulama olduğuna işaret eden alimler olmuştur:
Sahihayn ve başka kaynaklarda rivayet edilen hadislere göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Yahudilerin havra dışında toplanıp ders yaptıkları "Beytu'l-Midras: ders evi" denilen yere giderek Yahudiler'i İslam'a çağırmıştır.
Bu rivayetler beytu'l-midras: ders evi, diğer adıyla medreselerin Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında ancak Yahudilerde mevcut olduğunu göstermektedir. Müslümanlar ne asrı saadette, ne de tabiin ve tebau't-tabiin asırlarında böyle bir bina edinmemişlerdir. 
Kazvinî'nin Âsâru'l-Bilad adlı kitabında zikrettiğine göre İslam tarihinde ilk medrese Sultan Alparslan zamanında Nizâmu'l-Mülk tarafından yapılmış ve bu adet Nizamiye medreseleri ile başlamıştır.
el-Makrizî, el-Mevaiz ve'l-İtibar'da (4/199) şöyle der: "Medreseler İslam'da sonradan ihdas edilmiştir. Sahabe ve tabiin zamanında yoktu. Ancak hicretin 400. yıllarından sonra ortaya çıktı. İslam'da ilk medrese bina eden Nisabur halkıdır."
İbnu'l-Cevzi, Saydu'l-Hatır adlı eserinde (s.373) şöyle der: "Bugün medreseler tehlikeli hale gelmiştir. Fakih geçinenlerin çoğu cedel ilmine dalmışlar, şer'î ilimlerden yüz çevirip mescidlere gidip gelmeyi terk etmişler, medreseler ve ünvanlarla yetinmişlerdir."
İbnu'l-Cevzi rahimehullah'ın bahsettiği bu tehlike bütün zamanlar için söz konusudur. Nitekim ilahiyat fakülteleri bunun şahididir. Şüphesiz bütün hayırlar sünnete uymakta, bütün şerler ise bid'at çıkarmadadır.
Bu konuda sünnete muhalefet edenler: "Medrese ve dernek binaları meşru bir amel olan davetin vesilesidir" şüphesini dile getirirler.
İbn Kayyım Medaricu's-Salikin'de (1/116) şöyle der: "Bir şey mubah, hatta vacip olabilir. Bununla birlikte vesilesi mekruh olur. Taat için yapılan adağa vefa göstermek böyledir. Böyle bir adağa vefa göstermek vacip olmakla beraber, vesilesi olan adak adamak mekruhtur, yasaklanmıştır... Yine aynı şekilde ihtiyaç anında mahlukattan istemek mekruhtur. Bununla beraber isteme neticesinde elde ettiği şeyden faydalanmak mubahtır. Bunun örnekleri çoktur..."
Selefi Salihin'in uygulamasına bakan kimse, onların ibadetle alakalı olan şeylerde sonradan ortaya çıkan vesileler ya da maksat olarak isimlendirilen ayırıma bakmaksızın son derece titiz ve dikkatli davrandıklarını görür.
Mesela Abdullah b. Mes'ud radıyallahu anh küçük çakıl taşları ile Allah'ı zikreden bir topluluğa karşı çıkmıştır.
Onlar Allah'ı zikretmek gibi meşru bir ibadette tekbir ve tesbihi sayabilmek için küçük çakıl taşlarını vesile olarak kullandılar. Bu yaptıklarında niyetleri de güzel idi. Bununla birlikte İbn Mes'ud radıyallahu anh, söz konusu vesileyi içeren amellerine karşı çıkıp kabul etmemiştir. Çünkü böyle bir şey, zamanında gerekçeli sebebi olmasına rağmen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'den bilinmeyen bir şeydir. Sünnete muhalefet etmeleri ve bid'atte vuku bulmaları sebebiyle onların muhdes olan amellerine böylesi bir günah takdir etmiştir.
İbn Mes'ud radıyallahu anh onların güzel niyetleri sebebiyle yapmış oldukları amellerini görmezden gelmemiş ya da onu yapmış oldukları şeyin sıhhatine bir delil olarak kabul etmemiştir. zira iyi niyet ne bir bid'ati sünnet, ne de çirkin bir şeyi güzel yapamaz. bilakis iyi niyet ve ihlasla birlikte sünnete uygunluk ve selefe mutabaat olması gerekir.
Bizler şayet şer'î maksatlar için bid'at vesileler ihdasına imkan veren kapıyı açarsak o zaman din başka bir dine, şeriat başka bir şeriate dönüşür. zira Allah'a sadece kendisinin meşru kıldığı bir fiille ve meşru kıldığı bir şekilde yaklaşılabilir.
Kendisine yakınlaşma vesilesi olarak meşru kılmadığı şeyler ise; Allah bunlara sevap vermez. Bilakis ihdas eden, bu fiilinden dolayı günah kazanır.
Mescid dışındaki mekânlarda; şer'î ilim tahsili veya vaaz için tahsis edilen binalarda, medreselerde, Kur'an kurslarında, okullarda, üniversitelerde, derneklerde sohbet, konferans gibi düzenlemelerde bid'at şaibesi olan husus: bahsedilen mekanların şer'î ilim ve sohbetler için tahsis edilmesidir.
Sünnet olan ise bu meclislerin mescidlerde akdedilmesidir. Allah bize de, size de sünnetleri ve sünnet ehlini sevdirsin, bid'atlerden ve bid'at ehlinden tiksindirsin.
Şer’î ilmin tahsili için toplanmak şüphesiz bir ibadettir. İlim tahsili ibadetinin icra edileceği yer ise sünnette mescid olarak varid olmuştur. Bunun fazileti hakkında da
Bir topluluk Allah’ın evlerinden bir evde (yani mescidlerden birinde) toplanır ve Allah’ın kitabından ders yaparlarsa….” buyrulmuştur.
Allah Azze ve Celle mescidler hakkında şöyle buyurmuştur:
فِي بُيُوتٍ أَذِنَ اللَّهُ أَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ
Allah’ın, yüceltilip, içinde isminin zikredilmesine izin verdiği evler” (Nur 36)
Peki derneklerde ilim meclisi için toplanarak Allah’ın zikredilmesine izin veren kimdir?
أَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللَّهُ
Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği şeyleri dinde meşru kılan ortakları mı var?” (Şura 21)
Ebû Hureyre radıyallahu anh'den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
مَنْ دَخَلَ مَسْجِدَنَا هَذَا لِيَتَعَلَّمَ خَيْرًا أَوْ يُعَلِّمَهُ كَانَ كَالْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ، وَمَنْ دَخَلَهُ بِغَيْرِ ذَلِكَ كَانَ كَالنَّاظِرِ إِلَى مَا لَيْسَ لَهُ
"Bu mescidimize bir hayır öğrenmek veya öğretmek üzere giren kimse Allah yolunda cihad eden gibidir. Başka bir şey için giren kimse ise, kendisinin olmayan bir şeye bakan kişi gibidir." (Sahih. Ahmed (2/350, 418, 526) İbn Mace (227) Taberani (6/175) İbn Hibban (1/287) Hâkim (1/169)
Evet, mescide hayır öğrenmek veya öğretmek için gidenin alacağı ecir bu hadiste belirtilmiştir. Peki ya dernek veya medreseler için bu ecri kim vaad edebilir?
Enes b. Malik radıyallahu anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
إنَّ اللهَ تعالى يُنادي يومَ القيامةِ أينَ جِيراني؟ أينَ جِيراني؟ فتقولُ الملائكةُ: ربَّنا ومَن يَنبغي له أَن يُجاورَكَ؟ فيقولُ: أينَ عُمارِ المساجدِ
Muhakkak ki Allah Teâlâ kıyamet gününde:
“Komşularım nerede? Komşularım nerede?” diye seslenir. Melekler:
“Ey rabbimiz? Senin komşun olmaya layık olanlar kimlerdir?” derler. O da:
“Mescidleri imar edenler nerede?” buyurur.” (Sahih. Ebu Bekr eş-Şafii, Gaylaniyyat (1095) Min Hadisi İbn Zeyyat (el yazma s.8) Haris b. Ebi Usame Musned (Bugyetu’l-Bahis 126) el-Elbani, es-Sahiha (2728)
Mescid Dışındaki Binalar İçin Yapılan Harcamadan Ecir Ummak Bid'attir
Enes b. Malik radıyallahu anh'den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem birgün dışarı çıkıp yüksek bir kubbe gördü ve:
Bu da ne böy­le?” dedi. (Orada bulunan) sahâbîler de kendisine:
“Bu kubbe ensardan falanca kişiye aittir” dediler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hoşlanmadığı bu işi içinde saklayarak sükût etti. Nihayet bu kubbenin sahibi Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e gelip halkın içinde selâm verdi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ondan yüz çevirdi. Adam selamının alınmadığını anlayınca bu selam verme işini defalarca tekrarladı. Nihayet adam her defasında da selamının alınmadığını gö­rünce Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’deki öfkeyi ve kendinden yüz çevirdiğini sezdi ve durumu arkadaşlarına açarak dert yandı:
“Vallahi ben Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bu davranışını yadırgadım” dedi. Onlar da: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dışarı çıktı, senin bu kubbeni gördü” dediler. Bunun üzerine adam hemen kubbesini dönüp yıktı, yerle bir etti. Derken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem birgün yine dışarı çıktı. Bu kubbeyi göremeyince (oradakilere):
Kubbeye ne oldu?” diye sordu. Onlar da:
“Onun sahibi bize senin kendisinden yüz çevirdiğinden sızlandı. Gi­dip onu yıktı” dediler. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de:
أَمَا إِنَّ كُلَّ بِنَاءٍ وَبَالٌ عَلَى صَاحِبِهِ إِلَّا مَا لَا، إِلَّا مَا لَا يَعْنِي مَا لَا بُدَّ مِنْهُ
İhtiyaç fazlası her bina sahibi üzerine bir vebaldir” buyurdu.Bir rivayette:
Ancak mescid hariç” şeklindedir. (Sahih ligayrihi. Ebu Davud (5237) Bezzar (14/42) Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare (7/291) İbn Mace (4161) Buhari Tarih (9/45) Ebu Ya’la (7/308) Tahavî Muşkilu’l-Asar (956) Beyhaki Şuab (7/390) İbn Ebi’d-Dunya Kasru’l-Emel (240, 284) İbn Ebi Ömer el-Adeni’nin Müsned’inden naklen: Metalibu’l-Aliye (3269) el-Elbani, Sahihu’t-Tergib (1874) es-Sahiha (2830)
Bu rivayette Allah ve rasulüne isyan edenlerden selamı kesmenin ve onlardan selam almamanın sünnetten olduğuna delil vardır ve bunu "tekfir etmek" olarak yorumlayanların hata ettiğine işarettir.
Enes radıyallahu anh’den gelen diğer rivayet şu şekildedir:
مَرَرْتُ مَعَ رَسُولِ اللهِ صَلى الله عَلَيه وَسَلم فِي طَرِيقٍ مِنْ طُرُقِ الْمَدِينَةِ، قَالَ: فَرَأَى قُبَّةً مِنْ لَبِنٍ، فَقَالَ: لِمَنْ هَذِهِ؟ قِيلَ: لِفُلاَنٍ، فَقَالَ: أَمَا إِنَّ كُلَّ بِنَاءٍ وَبَالٌ عَلَى صَاحِبِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ, إِلاَّ مَا كَانَ فِي مَسْجِدٍ، أَوْ بِنَاءِ مَسْجِدٍ, أَوْ قَالَ: ثُمَّ مَرَّ فَلَمْ يَرَهَا، فَقَالَ: مَا فَعَلَتِ الْقُبَّةُ؟ قَالَ: قُلْتُ: بَلَغَ صَاحِبَهَا مَا قُلْتَ, فَهَدَمَهَا, فَقَالَ: رَحِمَهُ اللهُ
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber Medine yollarından birinden geçiyordum. Kerpiçten bir kubbe gördü ve:
Bu kimin?” dedi.
“Falanın” dediler. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Bir mescid veya mescid binası için olanlar dışında her bina kıyamet gününde sahibi için bir vebaldir.” Sonra o kubbeyi göremedi.
Kubbeye ne oldu?” dedi. Ben:
“Söylediğin sözler kubbenin sahibine ulaşınca onu yıktı” dedim. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
Allah ona rahmet etsin” buyurdu. (Hasen. Ahmed (3/220) Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare (4/370) Ebu Nuaym Tarihu İsbehan (2/186, 276) Taberani Evsat (3/258) İbn Ebi’d-Dunya Kasru’l-Emel (235) Darekutni İlel (12/216) Esbehani et-Tergib (2/206) Beyhaki Şuabu’l-İman (7/390-391)
İbrahim en-Nehâî’den: Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh şöyle demiştir:
نَفَقَةُ الرَّجُلِ عَلَى نَفْسِهِ وَأَهْلِهِ وَصَدِيقِهِ وَبَهِيمَتِهِ لَهُ مِنْهَا أَجْرٌ، إِلَّا نَفَقَتَهُ فِي بِنَاءٍ، إِلَّا أَنْ يَكُونَ مَسْجِدًا» ، فَقِيلَ لَهُ: فَإِنْ كَانَ بِنَاءً كَفَافًا؟، قَالَ: «فَذَلِكَ لَا لَهُ وَلَا عَلَيْهِ» . فَقِيلَ لَهُ: فَإِنْ كَانَ فَوْقَ الْكَفَافِ؟، قَالَ: «عَلَيْهِ وِزْرُهُ، وَلَا أَجْرَ لَهُ فِيهِ»
Kişinin nefsi, ailesi, arkadaşı ve hayvanı için yaptığı harcamadan dolayı ecir vardır. Ancak mescid dışındaki bir bina için yaptığı harcamadan ecir yoktur.” Ona denildi ki:
“Kişinin kendisine yetecek kadar bina yapmasına ne dersin?” Şöyle dedi:
Bu ne lehine, ne de aleyhinedir.” Ona denildi ki:
“Peki ya kendisine yeten miktarın üstünde bir bina için yaptığı harcamaya ne dersin?” Şöyle dedi:
Bundan dolayı ona günah vardır. Bundan dolayı ona ecir yoktur.” (Mevkuf. İbn Ebi’d-Dunya Kasru’l-Emel (302) Beyhaki Şuabu’l-İman (7/391)
Aynısını İbrahim en-Nehâi mürsel olarak merfuan rivayet etmiştir: İbn Ebi’d-Dunya Kasru’l-Emel (285) Beyhaki Şuabu’l-İman (7/391)
Bu rivayetlerden anlaşılmaktadır ki; Mescid dışında binalar olan; medrese, dernek, Kur'ân kursu, dergâh gibi ibadete tahsis yapılan binalar için yapılan harcamalardan ecir ummak bid’attir.


13 Ekim 2015 Salı

Kadının Kadınlara Karşı ve Mahremlerine Karşı Avreti

Kadının Mahremleri ve Kadınlara Karşı Örtünmesinin Sınırları
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Bismillah
İslam’ın ilk yıllarında kadınlar, Allah’a ve rasulüne imanın, Kur’an ve sünnete ittibanın bereketi ile temizlik, iffet ve hayâ hususunda ileride idiler. O zamanda kadınlar örtücü elbise giyerler, toplumlarında, kendi aralarında veya mahremlerinin yanlarında açılmazlardı. Bu düzgün sünnet, ümmetin kadınları arasında, yakın zamanlara kadar asırlarca uygulanmaya devam etmiştir. Sonra kadınların birçoğunda giyimde ve ahlakta birçok bozulmalar meydana gelmiştir.
Kadının, kadınlar arasında ve mahremleri önündeki giyimi meselesi de bazı kadınların gevşeklik gösterdiği konulardan birisidir. Şüphesiz bu gevşeklik birçok tehlikeli sonuçları beraberinde getirmektedir.

Kadının Avreti:

6 Ekim 2015 Salı

Cehl-i Mürekkeb'in Tekfire Mâni Olması

İbn Ebi Muleyke’den: “Ömer radıyallahu anh zamanında bedevînin biri geldi ve:
“Allah’ın Muhammed’e indirdiği şeyleri bana kim okur?” dedi. Bunun üzerine adamın biri ona Tevbe suresini okudu. Ancak bu ayeti:
أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولِهِ
Lafzıyla, yani “Allah, müşriklerden ve rasulden berîdir” anlamına gelecek şekilde okudu. Bunun üzerine bedevî:
“Allah kendi rasulünden berî mi oldu? O halde Allah ondan berî ve uzak ise ben de ondan berîyim” dedi. Bedevînin bu sözü Ömer radıyallahu anh’e ulaşınca yanına çağırdı. Ona:
“Ey bedevî! Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den berî olduğunu mu söylüyorsun?” diye sorunca bedevî şu karşılığı verdi:
“Ey müminlerin emiri! Medine’ye geldiğimde Kur’ân konusunda herhangi bir bilgim yoktu. Kur’ân’ı bana okuyup okutacak birini sorduğumda filan kişi bana Tevbe suresini okudu. Ancak okurken:
أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولِهِ
 “Allah, müşriklerden ve rasulden berîdir” şeklinde okudu. Bunun üzerine ben de:
“Allah kendi rasulünden berî mi oldu? O halde Allah ondan berî ise, ben de ondan berîyim” dedim.” Ömer radıyallahu anh:
“Ey Bedevî! Ama o ayet bu şekilde değildir. Şu şekildedir:
أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ
Allah ve rasulü müşriklerden berîdir” (Tevbe 3) dedi. Bunun üzerine bedevî:
“Vallahi ben de Allah ve rasulünün berî olduğundan berîyim” dedi.
Sonra Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh Arap dili hakkında bilgisi olmayan kişilerin Kur’ân okutmamasını emretti ve Ebu’l-Esved’e ayetleri harekelemesini söyledi.”[1]



[1] İsnadı hasendir. İbnu'l-Enbârî el-Vakfu ve'l-İbtida rivayet etmiştir. İbnu'l-Enbârî'nin isnadıyla; İbn Asakir, Tarihu Dımeşk'te (25/191) rivayet etmiştir. Kurtubi Tefsir (1/24)

30 Eylül 2015 Çarşamba

Allah Bizi Yalnızca Müslümanlar Diye Adlandırmışken, Neden Israrla “ Selefi “ İsmi ?!


Selefî da’vet etrafında koparılmaya çalışılan gürültülerden bir tanesi de, “Allah bizi Müslümanlar diye adlandırmışken, İslam isminin yanında, selefî olarak adlanmanın meşru olmayacağı, ve böyle bir kutuplaşmanın (!) Müslümanlar arasında bir ayrılık ve tefrika sebebi olacağı teranesidir.
Elbette ki, bizler tek bir ümmet iken, dinimizi parça parça edip her birimizin kendi elindeki ile mutlu ve mutmain olduğu hiziplere ayrılmazdan evvel, akidemizin ve menhecimizin bir tek akide ve menhec olduğu o günde, Allah bizi Müslümanlar diye adlandırmıştı ve o gün için İslam ismi ıtlak edildiğinde tek bir mana ifade ediliyor ve aynı mana anlaşılıyordu. Ne var ki ümmet fırkalara ayrılınca, Nebi (aleyhissalatu vesselam)in bir tanesi dışında tamamının ateşte olduğunu haber verdiği helak olacak olan dalalet fırkaları ile fırka-ı Naciye –hakikatı başka başka şeyler olsa da- dinin sahibinin muradına rağmen, İslam ismi altında birleştiler ve aynı şeymiş gibi mülahaza edilmeye başlandılar.

 Sahih ve hak islamın, uydurulan batıl Müslümanlıktan tefrik edilmesi, hak ile batılın birbirinden temyiz edilip ayrılarak, hakkın batıla zuhur etmesi, şeriat sahibinin muradınca, müteayyin ve hatta zaruri oldu.(1)
Hatta bu ayırt edici isimler, bazen “cemaat", bazen “guraba" , bazen “Fırka-ı Naciye “ bazen “Taife-i Mensura”, bazen “benim ve sahabemin yolu üzere olanlar” lafızlarıyla bizâtihî Nebi (aleyhissalatu vesselam) tarafından ıtlak edildi. Müslümanlar ilk asırlardan itibaren, ehl-i sünnet, ehl-i hadis, selefî gibi şer-i isimler ile kendilerini dalalet fırkalarından ayırt ettiler.

 Asırlar boyunca sünnet imamlarından bu ayırt edici hak isimlerin kullanılmasına itiraz eden olduğuna da şahit olmadık. Yani onlar da, böyle bir tefrik ve temyizin meşruiyetine ve hatta zaruretine icma ettiler.

 Sâir fırkalar aksini iddia ediyor olmadıkları için, “ben kur’an ve sünnet ile amel eden bir Müslümanım demek hak ehlini batıl ehlinden ayırmaya kifayet etmedi. Allah’ın kitabı ve peygamberin sünnetini anlama ve tatbik etmede, yolların ayrıldığı noktanın altı çizilerek, “ ben Allah’ın kitabı ve Nebi’nin sünnetine, selefin fehmine göre ittiba eden bir Müslümanım manası, özetle ve ihtisaren “ ben selefiyim “ sözü ile dile getirilmeye başlandı.

“Bu zamanda ayırt edici, dakik bir nisbet elbette ki kaçınılmazdır. Sadece “ben müslümanım” veya “mezhebim islamdır” demek de bizim için yeterli değildir. Çünkü, rafizîsi de, ibadîsi de, kadıyânîsi de, hasılı onlar dışındaki fırkaların tamamı da böyle söylemektedir. Öyle ise seni onlardan ayırt edecek olan nedir?

“Ben kitap ve sünnete göre bir müslümanım” desen aynı şekilde, bu sözünde yeterli olmayacaktır. Çünkü eş’arîsi ile, maturîdîsi ile, hizbîsi ile, fırkaların tamamı, aynı şekilde bu iki kaynağa ittiba ettiğini iddia etmektedir.

 Öyle ise şüphe yok ki, en net, en bariz, en ayırt edici ve açık şekli ile adlanma, “ ben kitap ve sünnete salih selefimizin menheci üzere bir müslümanım” demekle olur ki, biz buna özetle “ben selefiyim” diyoruz. ( Muhammed Nasıruddin el-Elbani Bk. el-menhecus-selefi inde şeyh Nasıruddin el-Elbani, Amr Abdülmünim Selim S.21 )

“Bizler şerefli ve sahih bir nispet olmakla beraber, böyle söyleyenleri cedelen de olsa onaylayarak, selefîliğe intisab etmeyi bir kenara bırakıp, sadece Müslüman ismiyle isimlensek, acaba onlar şer-i ve sahih olmadığı halde isimlendikleri, hiziplerinin, mezheplerinin yada tarikatlarının isimleri ile adlanmaktan vazgeçecekler mi?” ( Muhammed Nasıruddin el-Elbani Bk. el-menhecus-selefi inde şeyh Nasıruddin el-Elbani, Amr Abdülmünim Selim S.21 )

::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
(1) Muhammed (aleyhissalatu vesselam) insanlar arasını ayırmış, da’veti, kardeşi (!) kardeşe (!), babayı oğla düşman etmiştir. Kur’an hak ile batıl arasında FURKAN olarak indirilmiş, Allah’ın kendisine ihsan ettiği bu özelliğinden ve kendisinden sonra hakkın batıl karşısında izhar edilmeye başlamasından ötürü Ömer (radiyallahu anh) a EL-FARUK denilmiş, hak ile batılın ilk muharebesine, artık bundan sonra saflar arasına diyalog ve hoşgörüye mahal bırakmayacak kan kırmızı çizgilerin çekildiği bedir gününe, FURKAN GÜNÜ denilmiştir

Her Bid'at İşleyen Bid'atçi midir?


Şeyh Rebi'nin bu konudaki fetvası için linke tıklayın:
http://www.davetul-enbiya.com/player/14/147


27 Eylül 2015 Pazar

Facebook'un Belalarından

Şeyh Halid Hamude şöyle demiştir:
“Facebook’un ve diğer sosyal paylaşım sitelerinin en büyük belalarından birisi münkere ülfet ve alışkanlık oluşturmasıdır.
...Bu da ancak bunların gözler önünde akışının ve kalp üzerinden geçişinin tekrar etmesi sebebiyledir. (Özel olarak haram suretleri genel olarak bütün kötülükleri kastediyor)  bu yüzden âlimlerimize, sahiplerinden emin olsalar bile, şer ve fesat sitelerinden uzak durmalarını tavsiye ederim. Çünkü bunun zararının en hafifi Müslümanın kalbinde münkere karşı çıkmanın eksilmesidir. Bu yüzden  küfür ülkelerinde yaşayanların muhatap oldukları şeyin en önemlisi şirki ve müşrikleri görmeyi alışkanlık haline getirmeleridir. Yardım istenecek olan Allah’tır. Bizler bu hayır vesilelerinin bize eziyet veren sebep haline gelmemesini umarız. Allah bizi de sizleri de bunun şerrinden korusun. Allah hepimizi hak üzerinde sabit kılsın. Şüphesiz O işiten ve icabet edendir."

“Bu Meselede İhtilaf Var” Sözünü Gerekçe Göstermek


Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bu, hiç şüphesiz, benim dosdoğru yolumdur; bu itibarla ona uyun; diğer yollara uymayın. Aksi halde sizi O'nun yolundan ayırır. İşte sakınasınız diye Allah size bunları tavsiye etmiştir” (En’am 153)

Ey iman edenler! Allah'a itaat edin.  Rasule itaat edin. Ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve âhiret gününe inandığınız takdirde, onu, Allah'a ve rasule arz edin. Bu, netice itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa 59)

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Muhakkak sizden yaşayacak olanlarınız pek çok ihtilaf görecektir. Size benim sünnetim ve benden sonra raşid halifelerimin sünneti gerekir. Ona azı dişlerle tutunun

Allah ve rasulü bizlere âlimlerin bir meselenin hükmünde ihtilaf etmeleri halinde onların sözlerinden kitap ve sünnetten delili olanı almamızı, delile aykırı olanı ise terk etmemizi emretmektedir. Şüphesiz bu Allah’a ve ahiret gününe iman etmenin alametidir ve bu bizim için en hayırlısı ve sonucu en güzel olanıdır.

Bizler delile aykırı olan sözleri alırsak bunlar bizi Allah’ın yolundan ayırır ve bizi başarısızlık ve sapıklık yollarına düşürür. Nitekim Yahudi ve Hristiyanların âlimlerini ve rahiplerini (âbidlerini) Allah’ın dışında rabler edindikleri haber verilmiştir.

Adiy b. Hâtim radıyallahu anh’e onların Allah’ın dışında rabler edinilmesi konusu müşkil gelince Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ona alimleri ve rahipleri rab edinmenin anlamını, Allah’ın haram kıldığı şeyleri helal ve helal kıldığı şeyleri haram saymada onlara itaat etmeleri şeklinde olduğunu açıklamıştı. Bugün insanların birçoğunu bir muhalefet üzerinde görsen de bundan yasaklasan sana:

Bu meselede ihtilaf vardır” der ve işlediği şey delile aykırı bile olsa bundaki ihtilafı temize çekmeye kalkar.

Peki bu kimseyle âlimlerini ve rahiplerini rabler edinmiş olan kitap ehlinin ne farkı vardır?

Onların kendileri hakkında Allah’tan sakınmaları ve bir meselede ihtilaf bulunduğu zaman delile muhalefet etmelerinin caiz olmadığını öğrenmeleri gerekir. Hatta cahillerin çoğu bilgisayarlarda kayıtlı olan kitaplardan nakledilen ihtilafları araştırır ve o görüşlerden hevasına uyan ile fetva verir, sahih bir delil üzere olan ile delil üzere olmayanı ayırt etmez! Bunu ya cahilliğinden dolayı yapar, ya da nefsinin hevasına uyduğundan yapar.

Eğer cahil ise onun, okuduğu şeye ve sıhhatini ve kitap ile sünnetten delilini bilmediği bir kayıta dayanarak Allah’ın dini hakkında konuşması caiz değildir. Allah bize yalnızca bir fıkıh kitabına anlamaksızın bakmamızı emretmemiştir. Bilakis bize ilim ehline sormamızı emretmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Eğer bilmiyorsanız zikr ehline sorun.” (Nahl 43)

Heva sahibinin de görüşlerden hevasına uyanı alıp hevasına uymayanı terk etmek suretiyle hevasını Allah’ın dışında ilah edinmesi caiz değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

Allah’tan bir hidayet olmaksızın hevasına uyandan daha sapık kim vardır?” (Kasas 50)

Hevasını ilah edineni gördün mü? Sen onun üzerine vekil değilsin.” (Furkan 43)

Kendisinde ilim bulunan kimsenin “kolaylaştırma” gerekçesiyle insanların arzularına uygun şeyleri gözeterek onları Allah’ın yolundan saptırması caiz değildir. Kolaylaştırma ancak ve ancak delile tabi olmakla olur. Ta ki Allah Teâlâ’nın haklarında şöyle buyurduğu kimselerden olunmasın:

Bunu da, kıyamet günü, kendi günâhlarını tam olarak, bilgisizce saptırdıklarının günâhlarını da kısmen yüklenmek için söylerler. Bilesiniz ki, yüklendikleri ne kötü bir şeydir” (Nahl 25)

Allah hepimizi faydalı ilim ve salih amelde muvaffak kılsın. Allah’ın salat ve selamı Muhammed’e, âline ve ashabı üzerine olsun.

İki İmamdan İki İnci


İmam İbnu’l-Kayyım rahimehullah es-Savaiqu’l-Mursele’de (s.52) şöyle demiştir:
“Malumdur ki, bâtılı konuşma ile hakkı açıklamaktan sükut etmek evlenirse, bu izdivaçtan hakka cahillik ve halkı saptırmak doğar.”
Hafız Zehebî rahimehullah Siyeru A’lami’n-Nubelâ’da (14/166) şöyle demiştir: “Fesat yaygınlaşmış, bid’atler galip gelmiş ve sünnetler gizlenmiştir. Hakkı söyleyen çok azdır. Şayet alim samimiyet ve ihlas ile hakkı dile getirse, vaktinin alimlerinden bir çok kimse ona itiraz eder, ona öfkelenir ve cahillikle suçlarlar. La havle vela kuvvet illa billah!”

Sen Rabbini Razı Etmeyi Gözet

“İnsanların hepsinin senden razı olması mümkün değildir. Bir grup senden razı olurken, diğer bir grup sana öfkelenecektir. Senin Yaradan Azze ve Celle’nin rızasını gözetmen gerekir. İnsanların ve yaratılmışların kalpleri O’nun elindedir. O, bunları evirip çevirendir.
O, yardımıyla mü’minleri destekleyen ve kalplerini birleştirendir. Şayet bütün yeryüzündekileri infak etsen onların kalplerini birleştiremezdin. Lakin Allah aralarını birleştirdi. Şüphesiz O Azizdir, Hakimdir
Yönelme ve yüz çevirme bakımından emri elinde bulunduran Allah subhanehu, kulların kalplerini parmakları arasında dilediği gibi evirip çevirir. Sen O’nu gözet ve amel et, başarı ve zafer ile müjdelen. Ahmed’e, Mehmed’e bakma! Sana düşen Allah Azze ve Celle’yi razı etmektir. Salih selefinizin bu konudaki siyretlerini okuyun. Bu konuda rivayet edilen haberlerde şaşırtıcı haller göreceksiniz."
Şeyh Rebi b. Hâdî

Kötü zanna sebebiyet veren kendisini kınar


“Kötü bir kimseyle beraber görülürsen ve insanlardan kiminle beraber görülürsen sen de ancak onlara nispet edilirsin. Hayır zanda bulunulması imkansızdır. Bu durumda ancak kötü zanda bulunulur. Çünkü kötü kimselerle arkadaşlık itham sebebidir. Müminlerin emiri Ömer radıyallahu anh şöyle demiştir: “Kim kendisini ithama uğrayacağı yerlere sokarsa, kendisine kötü zanda bulunanları kınamasın.”

Sen bid’atçiyle beraber yürüdüğünde insanlar sana hangi zanda bulunsun?

Senin sünnetin destekçisi olduğunu mu zannedeceklerdi?

Hayır vallahi, senin ancak onun gibi biri olduğun zannedilir!
Şeyh Rebi b. Hâdî

Nefsini Yokla!


"Her Müslümanın kendi nefsini, hak üzere olan bir kimseye hevası sebebiyle meylinden dolayı kontrol etmesi gerekir. Kendisine hak açıkça belirmeden önce falan kimsenin delil ile destekli olduğu için mi, yoksa sırf o falan kimse olduğu için mi ona meylediyor diye yoklamalıdır. O kimse hak üzere olsa bile böyle bir meyil caiz değildir. Şöyle der: “Hak üzere olan kimseyle beraber olsa bile böyle bir meyil cahiliyye hükmündendir.” İnsanların çoğu bu tehlikeye aldırmazlar.
Her Müslümanın çeşitli meselelerde bu konuyla ilgili olarak Allah’ı gözetmesi, kimin yanında olursa olsun, maksadının yalnızca hakkı bilmek olması gerekir.  
Bundan dolayı Şafiî rahimehullah şöyle demiştir: “Bir münazaraya girdiğimde hakkın arkadaşımda veya bende bulunmasına aldırmam.” Hakkın yalnız kendisinde olmasını temenni etmez, bilakis hakkın arkadaşında olmasını ve ona destek olmayı temenni ederdi. Bu yüce ahlak ve dosdoğru bir dindir.
Allah’tan bizleri ve sizleri bu şekilde hakkı araştıranlardan kılmasını, hevadan ve cahiliyye üsluplarından uzaklaştırmasını dileriz.
Ey kardeşler! Bizim nefislerimizi kontrol etmemiz gerekir. Kim kendisinde böyle bir hastalık bulursa nefsinin tedavisine yönelmesi, daima hakkı araştırarak kendisini kör taassubdan kurtarması gerekir. Zira kör taassub sahibini Allah Teâlâ’ya şirk koşmaya veya tehlikeli sapıklıklara vardırır.”
Şeyh Rebi b. Hadi el-Medhali’nin sitesinde, et-Taassubu’z-Zemim adlı makaleden.

Bid’at Ehlini Savunmanın ve Onları Eleştirmeyi Çirkin Görmenin Hükmü

Şeyh Bekr Ebu Zeyd rahimehullah Hecru’l-Mubtedi adlı eserinin dokuzuncu bölümünde (s.48-49) şöyle demiştir:
“Hicri 406 yılında vefat etmiş olan Ebu Ali ed-Dekkak rahimehullah’ın dediği gibi; “Bâtılı söyleyen kişi konuşan şeytandır. Hak hususunda sükut eden ise dilsiz şeytandır.” (Şezeratu’z-Zeheb 3/80)
Sabit sünnetlerden birisi de Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Kişi sevdiğiyle beraberdir” hadisidir. Nitekim Enes radıyallahu anh şöyle demiştir: “Müslümanlar İslam nimetine sevinmelerinden sonra bu hadise sevindikleri kadar başka bir şeye sevinmediler.” (el-Fetava 11/517-518)
Nitekim imamlar itikadın aslına çelişen kimselere şiddet göstermişler ve bid’atçilere hecr uygulayarak terk etmişlerdir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah İttihadçılara reddiye verirken şöyle demiştir: “Onlara nispet edilen veya onları savunan yahut onları öven, kitaplarını yücelten, onlara yardım etmekle bilinen ve onları eleştirmeyi hoş görmeyen yahut “O bu sözün ne olduğunu bilmiyordu” veya “O kitabı o mu yazdı?” gibi sözlerle onlara mazeret bulmaya çalışan herkesin cezalandırılması gerekir. Bu sözleri ancak bir cahil veya bir münafık söyler. Bilakis onların durumunu bildiği halde onların aleyhinde olanlara yardım etmeyen herkesin cezalandırılması gerekir. Çünkü onların aleyhinde olmak en önemli farzlardandır. Zira onlar akılları ve dinleri şeyhler, âlimler, yöneticiler ve emirlerden olan halka karşı kışkırtarak ifsat etmişlerdir. Onlar yeryüzünde bozgunculuk için çalışmışlar, Allah’ın yolundan alıkoymuşlardır.” (el-Fetava 2/132)
Allah Şeyhulislam İbn Teymiyye’ye rahmet etsin ve ona cennet nehirlerinden içirsin.
Şüphesiz bu sözler dikkat gerektiren ince ve önemli sözlerdir. Her ne kadar İttihadçılar hakkında söylenmiş olsa da, bütün bid’atçileri, bid’ate destek olan, bid’at kitaplarını yücelten, Müslümanlar arasında yayan, bid’at ve sapıklıkları üfüren, bunlarda bulunan itikad çözülmelerine ve sapmalara karşı uyarmayan herkesi kapsayıcıdır. Çünkü bu kimseler bu meselede gevşeklik yapmışlardır. Bu kötülüğün başka Müslümanlara da bulaşmaması için ardının kesilmesi gerekir.
Bu zamanda bu minval üzere bid’atçileri öven, onların sözlerini yayan, onların düştükleri sapıklıklara karşı uyarıda bulunmayan topluluklarla müptela olduk. Bid’atçilere karşı “Ebu Cehil” olan bu kimselerden sakının. Şekavetten ve şekavet ehlinden Allah’a sığınırız.”

21 Eylül 2015 Pazartesi

Seferî'nin ve Bayram Namazını Kaçıran Kimsenin Bayram Namazı

Buhârî Sahih’in şöyle bab açmıştır: Bayram Namazını Kaçıran Kimseler İki Rekat Namaz Kılarlar. Kadınlar, evlerinde ve köylerde bulunanlar da bu hüküm kapsamına girer­ler. Çünkü Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Bu biz müslümanların bayramıdır."
Enes b. Mâlik radıyallahu anh (Basra'ya iki fersah uzaklıktaki) Zaviye denen yerleşim biriminde bulunan evinde iken kölesi İbn Ebi Utbe'ye ailesini ve çocuklarını topla­masını emrederdi ve herkes toplandıktan sonra şehirdekilerin namaz kılıp tekbir getirdiği gibi namaz kıldırırdı.”
İkrime şöyle demiştir: "Sevâd halkı (Köylüler ve çiftçiler) bayram günlerinde toplanır ve imamın yaptığı gibi iki rekat namaz kılardı."
Atâ şöyle demiştir: "Bir kimse bayram namazını kaçıracak olursa iki rekat namaz kılar."
Hafız İbn Hacer, Enes radıyallahu anh rivayetini İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’te mevsul olarak rivayet ettiğini ve Zaviye’nin Basra yakınlarda bir yer olduğunu söylemiştir. Enes radıyallahu anh’ın orada bir bahçesi olduğunu ve çoğunlukla orada ikamet ettiğini zikretmiştir. İkrime ve Ata’nın sözlerini de yine İbn Ebi Şeybe’nin mevsul olarak rivayet ettiklerini zikretmiştir. (Bkz.: Fethu’l-Bari 3/127-128) el-Elbani de Muhtasaru’s-Sahihi’l-Buhari’de bu mevsul rivayetlerin isnadlarının sahih olduğunu belirtmiştir. (1/302)
Beyhaki isnadıyla Ubeydullah b. Ebi Bekr b. Enes b. Malik’ten şöyle rivayet eder: “Enes radıyallahu anh imamla beraber bayram namazını kaçırdığında ailesini toplar, onlara imamın bayramda kıldırdığı namaz gibi namaz kıldırırdı.”
Sonra Beyhaki şöyle der: “Enes b. Malik radıyallahu anh’ın Zaviye’de evi olduğu, Basra’daki bayram namazına katılamadığı, kölelerini ve çocuklarını toplayıp azatlısı Abdullah b. Ebi Utbe’ye onlara şehir halkınınki gibi iki rekat namaz kıldırmasını ve tekbirleri almasını emrettiği zikredilmiştir.”  
Beyhaki şunları da zikreder: “İkrime dedi ki:  “Sevad halkı (köylüler ve çiftçiler) bayramda toplanıp imamın yaptığı gibi iki rekat kılarlardı.”
Muhammed b. Sirin dedi ki: “Kişi bayram namazını kaçırdığı zaman Ceban’a gidip imamın yaptığı gibi yapması (aynı namazı kılmasını) müstehap görürlerdi.” Atâ bayram namazını kaçırdığı zaman tekbirsiz olarak iki rekat namaz kılardı.” (Sunenu’l-Beyhaki 3/305)
Abdurrazzak, Ma’mer’den, o da Katade’den rivayet ediyor: dedi ki: “Ramazan bayramında bayram namazını kaçıran imamın kıldığı gibi iki rekat kılar.” Ma’mer dedi ki: “Kişi Ramazan veya Kurban bayramında hutbeyi veya namazı kaçırırsa, ancak bundan sonra yetişebilirse iki rekat namaz kılar.” (Musannef 3/300-301)
İbn Ebi Şeybe, isnadıyla Hasen el-Basri’den rivayet ediyor: “Bayram namazını kaçıran imamın kıldığı gibi iki rekat kılar.”
Yine İbrahim en-Nehai’den şöyle rivayet eder: “İmamla beraber (bayram) namazını kaçırırsan imamın kıldığı gibi kıl.”
İbrahim en-Nehai dedi ki: “İnsanlar geri dönerlerken yetişirsen mescidin bir kenarına gir ve imamın kıldığı gibi namaz kıl. Bayram namazına çıkmayan, imamın kıldığı gibi kılar.”
Hammad şöyle dedi: “Bayram namazına yetişemeyen imamın kıldığı gibi iki rekat kılar ve onun aldığı gibi tekbirleri de alır.” (İbn Ebi Şeybe Musannef 2/183-184)
Bazı âlimler bayram namazını kaçıranın dört rekat kılacağını söylemişlerdir. Bunda dayanakları İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın sözüdür. Fakat el-Elbani’nin el-İrva’da (3/121) dediği gibi bu rivayet zayıftır, isnadı munkatı/kopuktur.
İbn Hacer Tagliku’t-Talik’te Buhari’nin muallak olarak zikrettiği rivayetleri şu lafızlarla zikreder:
“Ubeydullah b. Ebi Bekr b. Enes b. Malik dedi ki: “Enes b. Malik radıyallahu anh imamla beraber bayram namazını kaçırdığı zaman ailesini toplar ve imamın bayramda kıldırdığı namaz gibi namaz kıldırırdı.”
İbn Ebi Şeybe’nin rivayeti: Yunus, Enes radıyallahu anh’ın ailesinden birinden rivayet ediyor:
“Enes radıyallahu anh bazen ailesini ve kölelerini bayram gününde toplar ve onlara Abdullah b. Ebi Utbe iki rekat namaz kıldırırdı.”
Firyabi’nin rivayeti: Ebu Bekr b. Enes radıyallahu anh’den: “Enes radıyallahu anh’ın azatlısı Basra’nın rastaklarından birisinde idi ve Enes radıyallahu anh ona kurban ve ramazan bayramlarında ailesini toplayıp (namaz kıldırmasını) emretti.”
İbn Ebi Şeybe, İkrime’nin kavlini şöyle rivayet etmiştir: “Seferde (yolculukta) bulunan sevad halkı ramazan ve kurban bayramlarında toplanır ve onlardan biri imam olup namaz kıldırırdı.”
Ata’nın sözüne gelince Musannef’te şöyledir: “Kişi imam ile beraber namaz kılmayı kaçırırsa iki rekât kılar ve tekbirleri alır.” (İbn Hacer, Tagliku’t-Ta’lik (2/386-387)
Bu rivayetlerden şunlar anlaşılmaktadır:
Enes radıyallahu anh’ın Basra’ya iki fersah mesafede bulunan Zaviye’de bir bahçe evi vardı ve çoğunlukla orada kalır, burada bulunduğu sırada seferî olurdu. Fakat orada bulunan ailesi mukim oldukları için kendisi Basra’da kılınan bayram namazına katılamadığında ev halkına azatlısı İbn Ebi Utbe’nin namaz kıldırmasını emretmiş, kendisi seferi olduğu için bayram namazı kılmamıştır. Enes radıyallahu anh’ın ev halkına kendisinin namaz kıldırdığına dair rivayet, başka bir hadise olup, kendisinin namazı kaçırdığı zaman yaptığı uygulama olmalıdır. Allah en iyi bilendir.
İkrime’nin sözüne göre seferde olan kişi, bir yerleşim biriminde bulunuyorsa orada bulunan cemaatle beraber bayram namazını kılar. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem musallaya herkesin, hatta hutbeyi dinlemeleri için hayızlı kadınların dahi çıkmalarını emretmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hac yaptığında bayram namazı kılmamıştır. Ne Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ne de raşid halifelerin seferde bayram namazı kıldıkları nakledilmemiştir. Bu husus, yolculuk esnasında bulunanların bayram namazı kılmalarının gerekmediğini göstermektedir.

6 Eylül 2015 Pazar

Ebu Hureyre Radıyallahu Anh Hakkında Bir İftiranın Reddi


Buhârî (no 5355); Ömer b. Hafs – babası - el-A’meş – Ebu Salih - Ebu Hureyre radıyallahu anh yoluyla rivayet ediyor: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
«أَفْضَلُ الصَّدَقَةِ مَا تَرَكَ غِنًى، وَاليَدُ العُلْيَا خَيْرٌ مِنَ اليَدِ السُّفْلَى، وَابْدَأْ بِمَنْ تَعُولُ» تَقُولُ المَرْأَةُ: إِمَّا أَنْ تُطْعِمَنِي، وَإِمَّا أَنْ تُطَلِّقَنِي، وَيَقُولُ العَبْدُ: أَطْعِمْنِي وَاسْتَعْمِلْنِي، وَيَقُولُ الِابْنُ: أَطْعِمْنِي، إِلَى مَنْ تَدَعُنِي "، فَقَالُوا: يَا أَبَا هُرَيْرَةَ، سَمِعْتَ هَذَا مِنْ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ؟ قَالَ: «لاَ، هَذَا مِنْ كِيسِ أَبِي هُرَيْرَةَ»
Sadakanın üstünü sadaka vereni zengin bırakandır. Yukarıdaki el, aşağıdaki elden üstündür. En yakınlarından başla.” (Ebu Hureyre dedi ki:)
“Kadın: “Beni ya doyur, ya da boşa” der. Köle: “Beni ya doyur ya da çalıştır” der. Oğul: “Beni doyurmayıp da kime bırakacaksın?” der. Dediler ki:
“Bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den mi işittin ey Ebu Hureyre!” O da dedi ki:
“Hayır, bu Ebu Hureyre’nin anlayışındandır.”
Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın anlayışından olan kısım: “Kadın der ki…” kısmından itibaren başlayan kısımdır. İnsanlar Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın hadisin ardından yaptığı bu açıklamayı da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olan bir söz gibi anladılar, bu yüzden kendisinin sözü mü, yoksa Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözü mü diye tespit etmek için sordular. Ebu Hureyre radıyallahu anh de bu yanlış anlamayı gidermiş oldu.
Sünnete karşı şaibe oluşturmak isteyen şiiler ve onlara tâbi olan zındıklardan bazı maksatlı kimseler bu hadisi, “Ebu Hureyre cebinden hadis uydurduğunu itiraf ediyor” diyerek suiistimal etmeye çalışmaktadırlar. Görüldüğü gibi, bilakis Ebu Hureyre radıyallahu anh, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den işittiği söz ile kendisine ait açıklamayı ayırt etmiş, kendisine ait sözün Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e aitmiş gibi anlaşılması üzerine bu yargıyı düzeltmiştir.
Nesâî Sunenu'l-Kubrâ (9167) ve Ahmed b. Hanbel’in bir rivayetinde (2/527) İbn Aclan – Zeyd b. Eslem – Ebu Salih – Ebu Hureyre radıyallahu anh isnadıyla ve şu ziyade ile gelmiştir:
“Dediler ki: “En yakınlar kimlerdir ey Allah’ın rasulü?” Bunun üzerine “Kadın der ki:..” buyurdu…” Bu ziyade bu şekliyle münkerdir.  Zira bu şekliyle İbn Aclan rivayet etmiş olup onun hafızası zayıftır.  
İbn Hacer dedi ki: “İbn Aclan Ebu Hureyre hadislerini karıştırmıştır.” Zehebi de şöyle nakleder: “Ezberi kötüdür. Hakim dedi ki: Muslim İbn Aclan’ın rivayet ettiği 13 hadisi ancak şahit getirmek (diğer rivayetleri takviye etmek) amacıyla rivayet etmiştir.”
Buhari’nin isnadındaki sika ve sebt raviler bu kısmı Ebu Hureyre radıyallahu anh’den mevkuf olarak rivayet etmişlerdir.
Nitekim Nesai’nin (Sunenu’l-Kubra 9166) rivayetinde yine İbn Aclan – Zeyd b. Eslem – Ebu Salih – Ebu Hureyre radıyallahu anh tarikiyle gelen rivayete göre Ebu Hureyre bu hadisi rivayet ettikten sonra,
“Ebu Hureyre’ye en yakınlar kimlerdir?” diye sorulmuş, bunun üzerine Ebu Hureyre radıyallahu anh: “Kadın der ki:…” diyerek yukarıda geçtiği gibi cevap vermiştir.
Ahmed b. Hanbel’in (2/524); Abdulmelik b. Amr (el-Kaysî) – Hişam – Zeyd - Ebu Salih – Ebu Hureyre radıyallahu anh yoluyla sevk ettiği rivayette hadisi rivayet ettikten sonra Ebu Hureyre radıyallahu anh’e:
“Yakınlar kimlerdir?” diye sorulduğu, bunun üzerine “Kadın der ki:..” diyerek bu açıklamayı yaptığı geçer.
Bu isnad hasendir. İbn Aclan’ın ikinci rivayetiyle de mutabık olduğundan şahidiyle sahih derecesine çıkar. İbn Aclan’ın birinci rivayetinin ise ezberindeki kusurdan kaynaklandığı anlaşılmış oluyor.
Böylece bütün bu tespitlerden sonra hadisenin şu şekilde cereyan ettiği netlik kazanıyor:
“Ebu Hureyre radıyallahu anh dedi ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Sadakanın üstünü sadaka vereni zengin bırakandır. Yukarıdaki el, aşağıdaki elden üstündür. En yakınlarından başla.” Ebu Hureyre radıyallahu anh’e:
“En yakınlarla kastedilenler kimlerdir?” diye soruldu. Dedi ki:
“Kadın: “Beni ya doyur, ya da boşa” der. Köle: “Beni ya doyur ya da çalıştır” der. Oğul: “Beni doyurmayıp da kime bırakacaksın?” der. Dediler ki:
“Bunu (yani “en yakınlar” ile ilgili açıklamayı) da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den mi işittin ey Ebu Hureyre!” O da dedi ki:
“Hayır, bu Ebu Hureyre’nin anlayışındandır.”
Önemli Uyarı: Ahmed Naim ve Kâmil Miras tarafından yapılan Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerh’inde (11/373) (Kâmil Miras tarafından)* şu şekilde tercüme edilmiştir ki son derece yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermektedir:
Ya Eba Hureyre! Bu hadisi bu suretle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den işittin mi?” demişlerdi. Ebu Hureyre de bu suale sinirlenerek: “Hayır, bu Ebu Hureyre’nin cebinden uydurmadır” diye suali inkar ve ta’riz ile karşılamışdı.”
Bu şekilde bir tercümenin hadisin ne metniyle ne de muhtevasıyla bir alakası vardır! Nitekim Sahihu Buhari’deki arapça metninin orjinalini yukarıda nakletmiştim.
Hamd ve Minnet Allah’adır.
Ebu Muaz el-Çubukâbâdî

* Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhinin dördüncü cildinden sonrası yalnızca Kâmil Miras tarafından tercüme ve şerh edilmiştir. Bu sebepten dolayı Ahmed Naim'in adının zikredilmemesi gerektiğine dair ikazda bulunuldu. Abdullah Tekhafızoğlu'na teşekkür ederim.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)