Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

31 Ağustos 2017 Perşembe

Eşarilerin Muhalefetleri

Eşarîler’in Ehl-i Sünnete Uyduğu ve Muhalefet Ettikleri Konular
Uyum Gösterdikleri Konular:
1- Sahabe: Eşariler, sahabe hususunda Ehl-i Sünet’e muhalefet etmezler. Onlara göre de sahabenin en üstünleri; Ebu Bekr, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali radiyallahu anhum ecmaindir. Sahabe arasında geçenler hakkında sükût ederler, onlardan razı olurlar ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ehl-i beytine dostluk ederler.
2- İmamet: İmam (halife) tayin etmek zorunludur, meşru konularda ona itaat edilir, onunla beraber cihad ediler ve ona karşı ayaklanmak kötülenir.
3- Ahiret Günü Meseleleri: Sırat, mizan, havz, cennet ve cehennemin son bulmayacak olan iki mahlûk oluşları gibi konularda Ehl-i sünnete uyum gösterirler.
4- Allah Teâlâ’nın bazı sıfatlarını ispat etmek hususunda Ehl-i Sünnete uyum gösterirler.
5- Allah’ın kelamı hususunda, onun mahlûk olmadığında genel olarak uyum gösterirler. Sonra bunun nefsî kelam olduğunu (işitilen bir kelam olmadığını) söyleyerek bu meseledeki Ehl-i Sünnet’e muvafakatlerini bozan konulara girerler.
6- Kulların fiillerinin Allah Teâlâ’nın yaratması ile olduğu ve bunda kulun kesbinin söz konusu olduğu hususunda Ehl-i sünnete uyum gösterirler. Ancak kesbi tarif ederken Cebriyye'liğe düşerler.
7-   Mü’minlerin kıyamet gününde Allah Teâlâ’yı göreceklerini kabul etmekle Ehl-i Sünnet’e uyum gösterirler. Ancak cihet/yönü nefyetmeleriyle kendileriyle çelişkiye düşmektedirler. Zira bu sözleri, Allah Teâlâ’nın görülmesini imkânsız kılmaktadır!
Eşarilerin Ehl-i Sünnete Muhalefet Ettikleri Hususlar:
1- Tevhid: Eşariler tevhidi yalnızca rububiyetle sınırlamışlar, mahlûkatın yaratılmasının ve rasullerin gönderilmesinin gayesinin rububiyet tevhidi olduğunu iddia etmişler, ulûhiyet tevhidini inkâr etmişlerdir. Hâlbuki rasuller uluhiyyet tevhidiyle gönderilmişlerdir!
Bunun anlamı, Ehl-i Sünnetin rububiyet tevhidini önemsememeleri demek değildir. Lakin onlar Allah’ın başladığı yerden ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in başladığı yerden başlarlar. Zira rububiyet tevhidi fıtrîdir. Çok nadir istisnalar dışında rububiyetin inkârı söz konusu değildir. Allah’ın rububiyetini kabulüne dair gelen ayetlerin geneli, ibadet ve taat tevhidini bağlayıcı kılmak üzere gelmiştir.
2-  Eşariler, Allah Teâlâ’nın varlığını ispat etmekte arazların ve cisimlerin sonradan olması deliline dayanmışlardır. Bu ise istidlalde bid’atçilerin batıl bir yoludur. Nitekim selef, imamlar ve akıl sahiplerinin cumhuru, felsefecilerle kelamcılar tarafından bu konuda eleştirilmiştir.
3- Sıfatlar: Eşariler Allah Azze ve Celle için yalnızca yedi sıfatı kabul ederler, diğer sıfatları ise te’vil ederler. Bu yaptıklarının Allah’ın kelamını tahrif ve manaları iptal etmek olduğundan, Allah hakkında ilimsizce söz söylemek olduğundan gafildirler! Bu durum, Allah Teâlâ’ya teslim olmaya aykırıdır. Zira Allah, kendisine layık olan sıfatları bildirmiş, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem O’na layık olan sıfatları zikretmiştir. Onun bildirdikleri teşbih ve tecsim gerektirecek değildir! Bu mesele ancak kelamcılar tarafından, hicri 3. Asırdan sonra ortaya atılmıştır. Sahabe ve tabiinden olan bu ümmetin selefi, şu kelamcıların idrak etmiş oldukları anlayış ve yorumları idrak etmekten aciz miydiler?
4- İman: Eşariler imanın yalnızca kalple tasdikten ibaret olduğunu iddia ederler.
5- Kader: Kulun kesbinin (kazancının) fiil olduğunu, onun irade ve ihtiyar (tercih)inin olmadığını, güç yetirmenin kulun kesbine etki etmediğini iddia ederler. Bu, Cehmiyye’nin görüşüdür.
6- Akıl ve Nakil: Eşarilerin Ehl-i sünnete aykırı esaslarından birisi de Allah’ın sıfatları, kader ve gayb meselelerinde akıl, cedel ve kelama girmeleridir. Gayb ve itikat meselelerinde hatta Allah Teâlâ’nın sıfatları hususunda aklı, “kavatiul akl: aklî kesinlikler” diyerek, naklin (kitap ve sünnetin) önüne geçirmektedirler.
7- İlk Farz: Eşariler derler ki; mükellef kula düşen farzların ilki; düşünmek (nazar)dır. Ehl-i sünnetin dediği gibi; ilk farzın iki şehadet kelimesini söylemek veya tevhid olduğunu söylemezler.
8- Haberi Vahid: Eşariler haberi vahidi itikad konusunda delil görmezler.
9- Husun ve Kubuh: Güzel bulma ve çirkin görme konusunda akılcıdırlar.
Yine Eşarilerin Ehl-i sünnete muhalefet ettikleri daha başka konular da vardır. Onlar itikat meselelerine bakışta kelamcıların ve felsefecilerin esaslarından etkilenmişler, akidelerinde hak ile batıl karışık hale gelmiştir. Ehl-i sünnet ile Mu’tezile ve felsefecilerin akidelerini birbirine karıştırmışlardır. Bu yüzden onların Kitap ve sünnetin lafızları yerine felsefeci ve kelamcıların hak ve batıla muhtemel terimlerini kullandıklarını görürsünüz.
Muhammed b. Abdussittir el-Feydiminî el-Mısri’nin konuyla ilgili bir makalesinden istifade ederek özetleyen:
Ebu Muaz el-Çubukâbâdî

1438 Kurban Bayramı Hutbesi

Vahiyden Yüz Çevirmenin Tehlikesi
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
 
Şüphesiz hamd yalnız Allah'adır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ibadete layık hak ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlüdür.
Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.” (Al-i İmran; 102)
“Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan ve ondan da eşini var eden, her ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir.” (en-Nisâ; 1),
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin. O da amellerinizi lehinize olmak üzere düzeltsin, günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.” (el-Ahzâb; 70-71)
Bundan sonra, Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın Kelam’ı, yolların en hayırlısı Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlarıdır. Her sonradan çıkarılan şey bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Her sapıklık da ateştedir.
Kullarını sıratu’l-mustakim’e hidayet etmesi, tabi olmaları için hakkı beyan etmesi ve kaçınmaları için bâtılı açıklaması Allah’ın kullarına rahmetindendir. Nitekim Allah Azze ve Celle hidayetine tabi olanların sapmamalarına ve cehennemlik olmamalarına kefil olmuş, şöyle buyurmuştur:
Kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de zikrimden yüz çevirirse şüphesiz ona sıkıntılı bir yaşam vardır ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.” (Taha 123-124)
Yani kim hidayete uyar ve hak üzerinde istikamet üzere olursa o kimse dünyada sapmaz ahirette de bedbaht olmaz. Dünyada hidayet üzere olur, ahirette ise cennetlik olur. Kim Allah’ın kitabından ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden yüz çevirirse, hidayete tabi olmazsa ona dar bir geçim vardır. Kalbine endişe ve sıkıntı düşer. Bu peşin olan cezadır. Kıyamet gününde de ona cehennemde can yakıcı bir azap vardır.
Kişi ya Allah’ın indirdiği hakka ve hidayete uyar ya da sapıtır ve hüsrana uğrar. “Hakkın dışında sapıklıktan başka ne var ki?” (Yunus 32)
İbn Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “Haktan yüz çeviren ve inkâr eden herkes mutlaka yüz çevirdiği şeyin karşılığı olan bir batıla düşer. Hatta amellerde de böyledir. Sadece Allah için yapılacak amelden yüz çeviren kimseyi Allah, mahlûk için yapılacak amele müptela kılar. Kendisine fayda ve zarar verecek olan, ölümünü, hayatını, saadetini elinde bulunduran Allah için amelden yüz çevirir ve bunların hiçbirine sahip olmayan bir mahlûk için amel etmeye müptela olur. Yine Allah’a itaat yolunda malını infak etmekten yüz çeviren kimse, onu Allah’tan başkası için harcamakla müptela olur. Allah için yorulmaktan yüz çeviren kimse, mutlaka mahlûk için yorulmakla müptela olur.”
Müslümanların bugünkü durumlarına bakan kimse üzüleceği şeyler görür. Çünkü onların çoğu Allah’ın kitabına ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine muhalif birçok şeylere düşmüşlerdir. Emirleri yerine getirmiyor ve yasaklarından sakınmıyorlar! Sünnet terk edilmiştir, şer’î naslara karşı aklî yorumlarla, zevklerle, kıyaslarla ve âdetlerle itiraz edilmektedir.
Şüphesiz ki Allah Teâlâ’nın vahyinden yüz çevirme manzarası bugün ümmetin birçok durumunda karşımıza çıkmaktadır. Örnek olarak:
Din, ehli olmayan kimselerden öğrenilmekte, ilmi olmayan kimselere gidilmektedir. Bunlar aynı zamanda Allah’ın dinini uygulamaktan en uzak olan kimselerdir. Onlar için davetçiler tayin edilmekte, onlara bazı lakaplar verilerek fetvalarına teşvik edilmektedir. Hâlbuki onlar fetva ve içtihada ehil değillerdir. Bununla beraber insanlar onlardan fetva almakta, onlarla aldanmakta ve onlara güvenmektedirler. Doğru yolu gösterip nasihat edenler ile saptıran ve karıştıranları ayırt etmemektedirler!
Nitekim Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Ümmetim hakkında ancak saptırıcı önderlerden korkmaktayım.” Bunu Ahmed ve Darimî Sevban radiyallahu anh’den rivayet etmişlerdir.
Ehli olmayan kimselerden ilim almaktan sakınmak gerekir. Bu yüzden İbn Sirin rahimehullah şöyle demiştir: “Şüphesiz bu ilim dindir. Dininizi kimden aldığınıza dikkat edin!”
Vahiyden yüz çevirmenin diğer bir örneği; nasların hakikate muhalif şekilde te'vil edilmesi/yorumlanmasıdır. Onları Allah’ın kastetmediği şekilde tefsir ederler. Heva ehlinin çoğunun yolu budur. Onlar ayetin veya hadisin metnini değiştirip bozmazlar. Lakin ayet veya hadisin manalarını tahrif ederler. Lafızlar olduğu gibi kalır, ancak manaları değiştirilmiştir.
Vahiyden yüz çevirmenin diğer bir örneği, nasları beşerî mantıklara arz edip, kısıtlı insan aklına muhakeme ettirmektir. En büyük fesatlardan birisi kişinin şahsi görüşünü ve hevâsını vahyin ve naklin önüne geçirmesidir.
Vahiyden yüz çevirmenin diğer bir örneği; dinin bu asrın insanlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğine, dinin hükümlerinin donuk olduğuna, bu asırda uygulanamayacağına inanmaktır. Bu kimseler dinin hükmünü hayatlarından uzaklaştırıp, batı metodlarına ve beşerî kanunlara uydurmak istemektedirler. Onlara yazıklar olsun! Nasıl da döndürülüyorlar!
Allah’ın dinini hayatın hükmünden uzaklaştırmalarının ve onu cahiliyye diniyle değiştirmelerinin gerekçesi nedir? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? Kesin olarak iman eden bir topluluk için Allah’tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?” (Maide 50)
Vahiyden yüz çevirmenin diğer bir örneği, kitap ve sünnetin emirleri kişisel maslahatlarla çatıştığı zaman veya kişiye özel bir menfaatini kaybettirdiği zaman kitap ve sünnetin hükmünü terk etmektir. Allah Teâlâ, böyle yapanlara karşı çıkarak şöyle buyurmaktadır: “Kitabın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 85)
Vahiyden yüz çevirmenin diğer bir örneği; ya ifrat ve aşırılık ile ya da tefrit ve zayi etmek ile dosdoğru dinin menhecinden ve sıratu’l-mustakimden uzaklaşmaktır. Halbuki İslam her meselede itidali ve orta yolu emrederek gelmiştir. Hatta bu husus, bu ümmetin ayrıcalıklı bir özelliğidir. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık.” (Bakara 143)
Kurtubi rahimehullah şöyle demiştir: “Vasatlık; aşırılıktan ve eksik kalmaktan uzak olduğu için övülmüştür. Yani bu ümmet Hristiyanların nebileri hakkındaki aşırılığını göstermez. Yahudilerin nebilerine davranışlarında olduğu gibi eksik de davranmaz.”
Bu ümmetin vasatlığı menhec ve nizam olarak vasatlığı gerektirir. Menheci itidal ve denge üzerine kuruludur. İfrat ve tefrite yer yoktur. Aşırılığa da, geri kalmaya da yer yoktur. Şiddetli, kaba değildir ve yapmacık, gevşek de değildir.
Vahiyden yüz çevirmenin diğer bir örneği; kitap ve sünnette varid olan ibadetlerle sınırlı kalmayıp, hakkında delil gelmemiş olan, dinde uydurulmuş ibadetlerle bu sınırı aşmaktır. Bazı münasebetlerle bazı dönemleri, günleri kutlamak, geceleri kıyamla, gündüzleri oruçla ve sadakayla geçirmek için tahsis etmek, çokça zikir ile Allah’a yakınlaşmaya çalışmak böyledir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Her kim emrimiz olmayan bir şey çıkarırsa reddolunur.” Bunu Buhârî ve Muslim, Aişe radiyallahu anha’dan rivayet etmişlerdir. Muslim’in rivayetinde: “Kim emrimiz olmayan bir amelde bulunursa reddolunur” şeklindedir.
Vahye sarılmak, şiddetli hücumlara uğramakta, Müslümanların çoğu dinden sıyrılmak için fikir savaşlarıyla yapılan davetlere yönelmektedir. Bunun sebebi cehalet, şehvetlere batmak ve hevâya uymaktır. Düşmanların revaca getirdikleri zehirli yazılardan ve görüntülerden etkilenmekte, vahye aykırı olan iddialara yönelmektedirler. İnsanlara hak ile batıl karıştırılmakta ve bunun dinden olduğu iddia edilmektedir.
Kalplerimize şu hususu iyice yerleştirmeliyiz ki, Müslüman ümmetin bu zillet ve geri kalmışlığının sebebi; kitap ve sünnetten ibaret olan iki vahye muhalefet etmektir: “Size isabet eden her musibet, ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. Çoğunu da affeder.” (Şura 30)
Ümmete isabet eden her hezimet ve musibette çıkarılacak ibretler vardır. Umulur ki kullar doğru yola ve terk etmiş oldukları hakka dönüş yaparlar. Allah Teâlâ’nın buyurduğu gibi:
Yaptıklarının bir kısmını tatmaları için, insanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki dönerler.” (Rum 41)
Kullar ne zaman döner, kendilerindeki batıl akideleri ve yanlış anlayışları, Allah’ın kitabında ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinde gelenlerle değiştirirlerse, Allah da onların hallerini düzeltir ve sonlarını güzel kılar: “Muhakkak ki Allah, kendilerinde olanı değiştirmedikçe bir kavmin durumunu değiştirmez.” (Ra’d 11)
Ama taşkınlıklarında devam ederlerse Aziz ve Muktedir olan Allah onları yakalar. Allah’ın geçen sünneti, kendisinin emrine isyan eden ve dinine muhalefet edenleri azabıyla yakalamasıdır.
Bizlere düşen, rabbimizin dinine sarılmamız, hayatımızda kitap ve sünnet ile amel etmemiz, parmak ucu kadar ondan sapmamamızdır.
Allah Subhanehu’dan bizlere rüşdümüzü ilham etmesini, bizi nefislerimizin şerrinden korumasını, bize hakkı hak olarak gösterip ona uymakla rızıklandırmasını ve batılı batıl olarak gösterip ondan uzaklaşmakla rızıklandırmasını dileriz. Bizleri kitabına ve nebisinin sünnetine sarılanlardan kılsın, insanların ihtilaf ettikleri hususlarda izniyle bizleri hakka ulaştırsın. Şüphesiz O dilediğini dosdoğru yola hidayet edendir.

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Musibetlerin Sebepleri ve Kurtuluş Yolu


Musibetlerin Sebepleri ve Kurtuluş Yolu
 Te'lif: Ebu Muaz el-Çubukâbâdî

Okumak için buraya tıklayın

28 Ağustos 2017 Pazartesi

İbn Kudame Mufevvida Mıdır?/Hanbelîlerin Taassubu


سئل الشيخ: عن بعض عبارات الإمام ابن قدامة في "لمعة الاعتقاد" التي يفهم منها التفويض ؟ فقال الشيخ رحمه الله : مذهب السلف هو التفويض في كيفية الصفات لا في المعنى، وقد غلط ابن قدامة في لمعة الاعتقاد، وقال: بالتفويض ولكن الحنابلة يتعصبون للحنابلة، ولذلك يتعصب بعض المشايخ في الدفاع عن ابن قدامة، ولكن الصحيح أن ابن قدامة مفوض.
المصدر: فتاوى ورسائل سماحة الشيخ عبد الرزاق عفيفي رحمه الله
Abdurrazzak el-Afifî rahimehullah'a İbn Kudame'nin; Lum'atu'l-İtikad (İtikat Parıltıları adıyla Türkçe'ye çevrilmiştir) kitabında tefviz anlaşılan bazı ifadeleri hakkında soruldu.
 
el-Afifî dedi ki: "Selefin mezhebi, sıfatların manasında değil, keyfiyetinde tefvizdir. (Yani Allah'ın sıfatlarının manalarını değil, nasıl olduklarının ilmini Allah'a havale ederler) İbn Kudame Lum'atu'l-İtikad kitabında hata etmiştir ve tefvizi dile getirmiştir. Hanbeliler, Hanbelilere taassup ettiklerinden dolayı Şeyhler, İbn Kudame'yi savunuyorlar! Doğrusu İbn Kudame'nin Mufevvida olduğudur."
 
Kaynak: Fetava ve Resailu'ş-Şeyh Abdurrazzak el-Afifî, Suudî Arabistan genel müftü vekili (s.347, 348)
 
Tercüme: Ebû Leylâ 

27 Ağustos 2017 Pazar

Kalp Katılığı (Kasâvet)

Kalp Katılığı (Kasâvet)
Ebu Muaz el-Çubukâbâdî
 
Şüphesiz hamd yalnız Allah'adır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka ibadete layık hak ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlüdür.
Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz.” (Al-i İmran; 103)
“Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan ve ondan da eşini var eden, her ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir.” (en-Nisâ; 1),
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin. O da amellerinizi lehinize olmak üzere düzeltsin, günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur.” (el-Ahzâb; 70-71)
Bundan sonra, Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın Kelam’ı, yolların en hayırlısı Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlarıdır. Her sonradan çıkarılan şey bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Her sapıklık da ateştedir.
Kalp katılığı (kasvet) ile kastedilen kalbin ölümüdür. Kasavet; sert bir tabaka demektir. Kalp hakkında kullanıldığında kalbin hakka ve Allah Tealâ’nın ayetlerine boyun eğmeye dönmemesi kastedilir. Bu durum, kalbin cezalandırıldığı en şiddetli şeydir. Bu yüzden kâfirlerin ve münafıkların kalpleri bununla mühürlenir.
Malik b. Dinar rahimehullah şöyle demiştir:
إِنَّ لِلَّهِ عُقُوبَاتٍ فِي الْقُلُوبِ وَالْأَبْدَانِ: ضَنْكٌ فِي الْمَعِيشَةِ، وَوَهَنٌ فِي الْعِبَادَةِ، وَمَا ضُرِبَ عَبْدٌ بِعُقُوبَةٍ أَعْظَمَ مِنْ قَسْوَةِ الْقَلْبِ
“Muhakkak ki Allah’ın kalplere ve bedenlere cezaları vardır. Geçimde sıkıntı, ibadette gevşeklik ve kula verilen en büyük ceza olan kalp kasveti.”[1]
Huzeyfe el-Mer’aşî rahimehullah da bu manayı pekiştirerek şöyle demiştir:
مَا أُصِيبَ أَحَدٌ بِمُصِيبَةٍ أَعْظَمَ مِنْ قَسَاوَةِ قَلْبِهِ
“Hiç kimse kalbinin kasvetlendirilmesinden daha büyük bir musibete uğramamıştır.”[2]
Allah Teâlâ’nın şu ayetini düşünün:
ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ
Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı; artık o taşlar gibi yahut katılık bakımından daha da şiddetlidir. Çünkü taşlardan öylesi vardır ki ondan nehirler fışkırır, elbette öylesi vardır ki, yarılır da kendisinden su çıkar, muhakkak öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir!” (Bakara 74)
Burada Allah Teâlâ, İsrailoğullarının başından geçen, öldürülmüş kişinin diriltilmesi hadisesine işaret etmektedir. Onlarla beraber dağlar yürütülmüş, kayalar onlara yumuşatılmış idi. Onlara yakışan şey kalplerinin yumuşaması idi. Fakat bu olmamış, imanı gerektiren sebepleri görmelerine rağmen imandan uzaklaşmaları sebebiyle onların kalpleri kasveti hak etmişti. Bu kalpler taşlar gibi, hatta katılık bakımından taşlardan bile daha sert idiler.  
İnsanlar taşların sertliğini bilirler ve bu meşhurdur. İnsanların indinde hissedilebilen bir şey olduğu için, kalplerin kasveti taşın sertliğine benzetilmiştir. Bununla beraber, Allah Teâlâ, onların kalplerinin katılığı yanında taşları bile mazur görmüş, “Çünkü taşlardan öylesi vardır ki ondan nehirler fışkırır, elbette öylesi vardır ki, yarılır da kendisinden su çıkar, muhakkak öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır” buyurmuştur.  
Allah Teâlâ’nın kasvetli kalbe sahip olmakla nitelediği kimseler; günahları kendisini kuşatmış, bütün hallerini kapsamış, neredeyse etrafını çeviren bu günah duvarından dışarı çıkamayan kişilerdir. Bir günah işler, sonra onu terk etmez, bu durum kendisini başka bir günaha bulaşmaya ve günahlara batmaya sürükler. Böylece daha büyük olan günahları işler. Hatta günahlar ona hâkim olur, kalbini kuşatır. Tabiati günahlara meyilli hale gelir, onları güzel görmeye başlar. Bunların dışında bir lezzet olmadığına inanır. Kendisiyle günahların arasına girenlerden nefret eder. Bu günahlardan uzaklaşmayı öğütleyeni yalanlar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
 ثُمَّ كَانَ عَاقِبَةَ الَّذِينَ أَسَاءُوا السُّوءَى أَنْ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَكَانُوا بِهَا يَسْتَهْزِئُونَ
Sonunda, Allah'ın âyetlerini yalanlayarak ve onları alaya alarak kötülük yapanların âkibetleri pek fena oldu.” (Rum 10)
Günahlar, bu kişiyi herşeyden; kendisini görmekte olan Allah’tan, kendisini bekleyecek olan cennet nimetlerinden ve cehennem azabından, iblisin kurduğu tuzaklardan ve şefkatli meleklerin üzüntüsünden perdeleyen bir çadır haline gelir. Günaha düştüğü esnada bunların hiçbirini görmez, düşünemez. Bu durum, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözündeki anlamdır:
لاَ يَزْنِي الزَّانِي حِينَ يَزْنِي وَهُوَ مُؤْمِنٌ، وَلاَ يَشْرَبُ الخَمْرَ حِينَ يَشْرَبُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ، وَلاَ يَسْرِقُ حِينَ يَسْرِقُ وَهُوَ مُؤْمِنٌ، وَلاَ يَنْتَهِبُ نُهْبَةً، يَرْفَعُ النَّاسُ إِلَيْهِ فِيهَا أَبْصَارَهُمْ حِينَ يَنْتَهِبُهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ
Zinâ eden kişi mü’min olduğu halde zina etmez. İçki içen kişi mü’min olduğu halde içki içmez. Hırsızlık yapan kişi mü’min olduğu halde çalmaz. İnsanların gözleri önünde yağma yapan kişi, mü’min olduğu halde yağma yapmaz.”[3]
İnsanlardan kalbi ölmeye en yakın olanı kasvetli olan ve ölümden etkilenmeyen kalptir. İnsanlardan kalbin ölümüne en uzak olanı diri olan ve ölümü için boyun eğen kalptir. Hatta kalpler bazen sertleşir bazan yumuşar. Bazen bizzat diri olan bir kalp, kasvetlenebilir. Allah’ın ayetini işitir ve ağlar, başka bir gün de yine ayetleri işitir de etkilenmez. Çünkü ilk dinlediğinde kalbi selamette idi. Sonrakinde ise kasavet halinde idi. Nitekim bazen öğütü dinleyince bedeni elektrik akımına kapılmış gibi olur, sonraki bir günde ise mermerden bir sütun gibi olur! Bunun sebebi kalbidir.  Bazen sadakada eli açık olur, bazen de sadaka hususunda parmaklarını yumar. Sanki kaya gibi olur. Yine bunun da sebebi kalbidir.
Hiç kimse bu kasvetten istisna değildir. Hatta kalplerin anahtarlarını taşıyan, ruhların hayat sırrını bilen kalplere ki, bunlar Kur’ân okuyanların kalpleridir, onlarda da bu durum meydana gelir. Bu yüzden Ebu Musa el-Eş’arî radiyallahu anh, Basra halkının Kur’ân okuyucularına gönderildi. Onun yanına Kur’ân kârîsi olan üç yüz kişi girdi. Onlara dedi ki:
أَنْتُمْ خِيَارُ أَهْلِ الْبَصْرَةِ وَقُرَّاؤُهُمْ، فَاتْلُوهُ، وَلَا يَطُولَنَّ عَلَيْكُمُ الْأَمَدُ فَتَقْسُوَ قُلُوبُكُمْ، كَمَا قَسَتْ قُلُوبُ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ
Sizler Basra halkının hayırlıları ve Kur’ân okuyucularısınız. Kur’ânı okuyun ve üzerinizden (onu okumadan) uzun bir süre geçmesin. Aksi halde sizden öncekilerin kalplerinin kasvetlendiği gibi sizlerin de kalpleriniz kasvetlenir.”[4]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ
İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve haktan inene kalplerinin ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Sakın daha önce kendilerine kitap verildiği halde uzun zaman geçince kalpleri katılaşan ve çoğu fasık olan kimseler gibi olmayın.” (Hadîd 16)


[1] Sahih maktu. Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ (6/287) Ahmed Zühd (1890) İsmail el-Esbehani Siyeru’s-Selef (s.986) İbn Abdilberr Camiu Beyani’l-İlm (1253)
[2] Hasen maktu. Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ (8/269)
[3] Sahih. Buhârî (2475, 5578, 6772) Muslim (57) Ebu Hureyre radiyallahu anh’den.
[4] Sahih. Muslim (1050)

18 Ağustos 2017 Cuma

İmam Suyuti'nin ez-Zecru Bi'l-Hecr Kitabının Tercümesi

ez-Zecru Bi'l-Hecr
(Alakayı Keserek Sakındırma)
Te'lif: İmam Celaleddin es-Suyutî
Tercüme ve Dipnotlar: Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Zeylinde: Bid'atçi Akrabalardan Alakayı Kesmek
Te'lif: Ebu Muaz el-Çubukâbâdî

Okumak için buraya tıklayın

16 Ağustos 2017 Çarşamba

İhtilafın Kısımları ve Muhaliflere Muamele Şekli

İhtilafın Kısımları ve Muhaliflere Muamele Şekli

Ebu Muhammed Abdulhamid el-Hacuri Hafizehullah

Tercüme: Ebu Muaz el-Çubukâbadî

okumak için buraya tıklayın

İmam Berbehârî - Şerhu's-Sunne Tercümesi


Şerhu's-Sunne - İmam Berbehârî

Tercüme: Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî

okumak için buraya tıklayın

Tahavi Akidesi Üzerine Selefî Uyarılar

Akidetu't-Tahâviyye Üzerine Selefî Uyarılar

Te'lif:
Ebu Muhammed Abdulhamid el-Hacûrî hafizehullah

Tercüme:
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî

risaleyi okumak için buraya tıklayın

14 Ağustos 2017 Pazartesi

Hecr (Bidatçiyi Terk Etmek), Sadece Hecrin Kendisine Fayda Vereceği Kimseye mi Uygulanır?

“Bid’atçiye hecir uygulamak, yani onunla ilişkileri kesmek, o bid’atçiye fayda verecekse uygulanır, fayda vermeyecekse, bu hecir o kimseye daha çok zarar verecekse uygulanmaz” şeklinde bir şüphe zikredilmektedir. Bu vacip, böyle bir şarta bağlı değildir. Şayet hecr uygulamak fayda verir de o bid’atçi bidatinden dönerse ne alâ, fakat dönmezse, bid’atinden tevbe etmediği sürece terk edilir. Nitekim Katade b. Diame rahimehullah bunu açıkça ifade etmiş, Kitap, sünnet ve salih selefin menhecinden gelen deliller bu şekilde gelmiş, zikredilen şart ancak sonrakilerden bazıları tarafından ve bid’atçi hakkında değil de, günahkâr kimseye uygulanacak hecr hususunda iddia edilmiştir.
Tuhaftır, riyakâr bir bid’at davetçisinin; “Bana hecr uygulanması bana fayda vermez, sünnet ehli bana neden hecr uyguluyor” diye ahmakça bir gerekçe öne sürdüğünü dahi işitmişizdir.
Zehebi rahimehullah, Siyeru A’lam’da (11/327) İmam Ahmed b. Hanbel rahimehullah’ın hal tercemesinde şöyle zikreder:
“es-Sulemî dedi ki: “Ebu’l-Kasın en-Nasrabazi’nin şöyle dediğini işittim: “el-Haris el-Muhasibî’nin kelamdan bir şeyler konuştuğu bana ulaştı. Ahmed b. Hanbel, Haris evinde gizlenmiş bir halde ölünceye ona hecr uyguladı. (Onunla ilişkileri kesti ve ondan sakındırdı) Öldüğünde Haris’in cenazesini sadece dört kişi kıldı.” Bunu Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad’da (8/215- 216) rivayet etmiştir.
Görüldüğü gibi, Haris’e hecr uygulanması ona fayda etmemesine rağmen, o ölünceye kadar bu tavır devam ettirilmiştir.

Bid’at Ehli Hakkında Sükût Eden Yalancı Vera Sahiplerine Nasihat

Bid’at Ehli Hakkında Sükût Eden Yalancı Vera Sahiplerine Nasihat


Soru: “Gençler arasında yalancı bir vera yaygınlaştı. Onlar, bid’at ehlinden ve onların menheclerinden sakındıran, onların gerçek yüzünü anlatan, onlara reddiye veren, ölmüş olsalar dahi, insanları fitneye düşürdükleri için onlardan bazılarının isimlerini de zikreden, samimi âlimleri veya ilim talebelerini işittikleri zaman bundan rahatsız oluyorlar. Hâlbuki bu, dinin savunulması için yapılmakta, ümmetin safları arasına girerek şüpheye düşüren, fırka ve ayrılık çıkaran kimselerin durumunu ortaya koymaktadır. Bu meselede sözünüz nedir?
Fevzan'ın Cevabı: Hata ve sapmaya karşı uyarı yapılmasında kaide şudur: Durum, şahısların isimlerini açıkça zikretmeyi gerektirdiği zaman, insanların onlarda aldanmamaları için şahıs olarak açıklanır. Özellikle kendilerinde fikrî sapma ve gidişatında bozukluk olup insanlar arasında meşhur olan ve kendisine güzel zan beslenilen kimseleri isimleriyle zikretmekte ve onlardan sakındırmakta sakınca yoktur.
Âlimler Cerh ve Ta’dil ilmini araştırırlar, ravileri ve onlar hakkında söylenen kusurları zikrederler. Bunu şahıslarını karalamak için değil, ancak ümmete nasihat olması, dini onlar sebebiyle meydana gelecek yanlışlardan veya Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem üzerine yalandan korumak için yaparlar.
Hataya uyarmada ilk kural, hata sahibinin isminin zikredilmesi zarar verecekse veya bunda bir fayda yoksa isminin zikredilmemesidir. Ama durum, insanların bu kimseden sakındırılması için isminin açıklanmasını gerektiriyorsa bu, Allah için, rasulü için, müslümanların imamları için ve geneli için bir nasihat olur. İnsanlara durumu kapalı olan ve insanların revaç gösterdikleri kimselerin ismi zikredilir. Özellikle bu kimsenin insanlar arasında bir etkisi varsa ve kendisine güzel zan besleniliyorsa, onun ses kayıtları ve kitapları takip ediliyorsa böyle bir kimsede şöyle ve şöyle hatalar vardır, ona güvenilmez diye şahsen zikredilmesi gerekir. Çünkü bu kimse insanlara zarar vermektedir, durumunun açıklanması zorunludur. Bu iş, şahısların eleştirilmesi amacıyla değil, ancak Allah için, kitabı için, rasulü için, müslümanların imamları için ve geneli için nasihat olmak üzere yapılır.”
Et-Tasfiye ve’t-Terbiye sitesinden tercüme eden: Ebu Muaz
* Uyarı: Bu fetvadan, ilim ehli olmayan bazı kimseler, hevâlarına uyarak ilim sahiplerini eleştirme gibi bir cüretkarlığa kalkışmaya malzeme çıkarmak isterlerse bunun kastedilmediği gayet açıktır.
İlim ehlinin hatasını ancak başka bir ilim ehli, ilmin kuralları ve delilleri çerçevesinde tespit eder ve eleştirir. Cahil ve terbiyesiz, kibir sahibi, menheci bozuk kimselerin yahut şahıslara tarafgirlik taassubuyla hareket eden hevâ ehlinin, ilim ehline karşı dil uzatmaları, onları üslupsuzluk, taassup, hata, isabetsizlik, cahillik gibi suçlamalarda bulunmaları, onlara karşı taşkınlık ederek onlara işlerini öğretmeye kalkışmaları ne Kur'an'a, ne sünnete, ne selefin menhecine ne de insanlığa sığar.
Nitekim herhangi bir mesleğin ustası olan kimseye, o meslek konusunda işten anlamayan kimselerin veya çırak mertebesindekilerin iş öğretmeye kalkışmasını kimse kabullenmez.
Cerh ve ta'dil, hadis ilimleri veya tefsir, fıkıh, menhec, akide ve tevhid konularında alim olan kimseler elbette hatasız kimseler değildir. Lakin ilim ehlinin hatalarından bahsetmek, - tespitlerinde haklı olsalar bile - cahillerin ve ilim talebelerinin işi değildir. Zira onların neyin hata, neyin isabet olduğu konusunda bilgileri ve tecrübeleri kısıtlıdır. Bir alimin yanlışları, ilimde sebkati ve güvenilirliği olan başka bir alim veya alimler tarafından delillendirilmedikçe ilim talebesinin, hocasında gördüğü hatalara - açık nassa veya sabit icmaya muhalif bir durum olmadıkça - mesele gerçekten terk edilmeyi ve reddiye vermeyi gerektiren bir hata mı, yoksa talebenin kendisindeki bir eksik anlayıştan kaynaklanan bir durum mu diye netleşinceye veya ilmin ehli olan güvenilir kimseler tarafından o şahıs açık delillerle cerh edilip durumu ortaya konuncaya kadar sabretmelidir.
Her hata ve hatta düşülmüş olan her bid'at, sahibinin bidatçi olduğuna hükmetmeyi gerektirmez. Meselenin birçok ayrıntıları vardır ve muayyen şahısların bid'atçi olduğuna hükmetmek ilim ehlinin işidir. İlim ehli muayyen bir şahsın bid'atçi olduğuna hükmettiğinde isabet etse de, yanılsa da, bu konuda söz söyleme hakkı cahillere değil, ilim ehline aittir. İlim ehli olmayan kimselerin "Falan alim, filanı bidatçi saymada hata etti veya isabet etti" gibi konuları dillendirerek yorum yapmaları, kendilerini ilgilendirmeyen ve ehli olmadıkları konulara dalarak vebal yüklenmeleri demektir.
İlim ehli, ancak kendilerine zahir olan deliller muvacehesinde şahitlik ederler. İlim ehli olmayanların hadlerini bilmeleri, tarafgirlik taassubuyla asla bu konulara girerek ilim ehline dil uzatmamaları gerekir. Cerh edilen bir bid'at ehli varsa, ilim ehli olmayanlar, o kimseden sakınmalı, şayet şahitliğe ehil iseler bu cerhi ilim ehlinden naklederek başkalarını sakındırmalıdır. Zira ilim ehli olmayanların, ilim ehlini cerh etmeleri hiçbir şekilde makbul değildir.

13 Ağustos 2017 Pazar

Zındık Ne Demektir? Kime Denir?

Bazı cahiller, muayyen bir şahıs hakkında “Zındık” kelimesinin kullanılmasının, İslam’ın ilk yıllarında bu kelimenin kâfir manasında kullanıldığı için Haricîlerin tekfiri ile aynı olduğu şeklinde iddia etmektedirler. 
İbn Kudame rahimehullah şöyle der: “Zındık; İslam’ı izhar edip küfrünü gizleyen münafık demektir. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in asrında münafık diye isimlendirilenler, bu günümüzde zındık diye isimlendirilmektedir.”[1]

11 Ağustos 2017 Cuma

Şeyh Abdulhamid el-Hacurî Hafizehullah'ın Hal Tercemesi

11.08.2017 Cuma sabahı Şeyh Abdulhamid el-Hacurî hafizehullah, kendisinin İmam Buhari rahimehullah’a ulaşan isnadıyla Sahihu’l-Buharî rivayet etmem hususunda izin ve icazet vermiştir.
Hamd ve minnet Allah’adır.
Allah şeyh Abdulhamid el-Hacuri’ye hayırlı karşılıklar versin, bizleri ilminden faydalandırsın.
Şeyh Abdulhamid el-Hacurî hafizehullah’ın resmi sitesini hazırlayan kardeşimiz, şeyhin kısa biyografisini yayınlamıştır. Şeyh’e bir teşekkür olarak bu biyografiyi tercüme ettim ve aşağıda yayınlıyorum:

Şeyh Abdulhamid el-Hacûrî ez-Zu’kurî Hafizehullah’ın Özet Hal Tercemesi

Alimler, Oy Kullanma Meselesinde Çelişkili mi Konuşuyor?

Ebu Yasir künyeli birisi,  Yarpuz Filim Karıştırma merkezi adına Yotube’a; “Ebu Muaz’ın Oy Kullanmak Hakkındaki Çelişkileri” diye bir video hazırlayıp atmış.
Eski yıllarda, Ebu Said Yarpuzi denen zındık mu’tezilî’yi tevhid ehli zannettiğim zamanlarda, oy kullanan herkesi tekfir eden bir zihniyete karşı, oy kullanmaya yüklenen manaların tamamının tutarlı olmadığı, başka ihtimallerin de söz konusu olması sebebiyle oy kullanan herkesin tekfir edilmemesi gerektiğini, haricî fikrine kapılmış kimselere karşı savunurken, oy kullanmayı dinden bir vacip gibi gören anlayışa da karşı çıktım.
Ebu Said, Akp’ye oy kullanılmasını tavsiye ettiği zaman, kendisine: “ABD ve Yahudi lobileri, Chp’den çok, Akp’nin iktidar olmasını istiyor, ben Tayyib’in yerinde olsam, neden İslam düşmanları Chp’yi değil de beni istiyor diye kendime bir sorarım” demiştim ve sahih bir cevap alamamıştım. Yine İzmir’de Taceddin Zozik’e; “Biz ancak zaruret halinde oy kullanmanın caiz olabileceğini tartışırken sen nasıl oy kullanmanın vacip olduğunu söylersin?” dediğimde, bunun ağzından kaçtığını söylemiş, fakat bundan sonra da oy kullanmanın vacipliğini savunmaya devam ederek münafıklık yapmıştır.
O zamanlarda da, şimdi de, oy kullanmanın kişinin niyeti ve şartların durumuna göre şirk ile haramlık arasında gidip geldiğini savunuyorum. Yazılarım ve sohbetlerim buna şahittir. Hatta yeri geldiğinde “Oy kullanmak caiz olsaydı, Chp’ye oy vermek daha layık olurdu, zira Chp’nin zararı müslümanlara yönelik iken, Akp’nin zararları İslam’ın kendisine yöneliktir” şeklinde, ahmakların idrak edemediği bazı cümlelerle meselenin ciddiyetine dikkat çekmiştim.
Yine bazı durumlarda bir münkere mani olmanın oy kullanmaktan başka bir yolu olmadığında, yeri geldiğinde oy kullanmanın vacip bile olabileceğini söylemişim, bunu hala söylüyorum. Ses kaydından kesilip alınan kısımda Fransa'daki peçe yasağını kaldıracak kafir partiye oy vermenin zaruret olduğunu söylemişim, doğrudur, çünkü Fransa'da hükmedecek olan parti, yine kafirlere hükmedecektir, bu durumda zaruretlerden olan tesettürün önündeki bir engel kalkacaktır. Fransa'da yaşamak mecbur olmadıkça caiz değil, o ayrı mevzu, mecbur kalan Müslümanlar için söyledim bunu. Peki bunu Müslüman bir ülkede küfrün hükümleriyle hükmedecek olan ve kendilerini İslam'a nispet eden Akp'liler ile nasıl kıyas edersiniz? Bir kimse, Akp'lileri ve Türkiye'deki halkı tekfir etmedikçe onlara oy kullanmayı caiz göremez!  Aksi halde bir Müslümanın (mesela Tayyib'in) Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek esasına dayalı bir parlementoya, batıl bir sistemin kurallarına uymak üzere girmesine hangi Müslüman razı olabilir? Buna nasıl onay verebilir? Bu yüzden Türkiye'deki sistemde oy kullanmayı caiz görmek Haricîlikten bir şubedir!  
Anlayıştan mı mahrumsunuz, sözü anlamıyor musunuz! Gayet açık bir Türkçe konuştuğum halde ne söylediğimi, vakıanın ne olduğunu anlamıyorlar! Çünkü maksatları münafıkça açık aramak!
Ey anlayıştan nasipsiz! Münker Akp ile mi değişiyor ki Akp’ye oy atmak vacip olsun? Demokrasi pisliğinin ne demek olduğunu hiç idrak etmiyor musun? Ebu Said ve Taceddin Zozik gibi münafıkların taassubunu yapacağına, ne demek istediğimi anlamaya çalışsaydın belki Allah sana hidayet verirdi. Fakat sen hala sapıklık pisliğinde bocalayıp, bulunduğun durumdan zevk almaya devam ediyorsun!
Ben şahsen o dönemlerde de oy kullanmadım, fakat oy kullanmanın tamamen sakıncasız olduğunu, Akp’ye oy vermenin vacip olduğunu söyleyene karşı çıktığım gibi, yersiz yükleme yorumlarla muayyen şahısları sırf oy kullanma sebebiyle tekfir edenlere de reddiye verdim. Ehli Sünnet daima iki sapıklığın ortasındadır, bu sebeple her iki sapıklığın mensupları da hak ehline düşmanlık ederler.
Videoyu hazırlayan anlayış yoksunu, “Sende mi o zamanlar sapıktın o halde?” diye soruyor, evet öyleydim, Allah hidayet etti hamd olsun. Çünkü Deyyusiyye Mu’tezile’lerine, Ebu Emre, Ebu Said, Taceddin Zozik, Ebu Enes, Ebu Erva, Ubeyd Sırtlan, Bilgin Yalçın, Mesut Körpe, Soner Bilgisiz gibi ahlak fukarası kimselere, tevhid ehlidir diye hüsnüzan etmekle çok büyük bir hata içindeydim. Türkiye’de hakkı söyleyen hiç kimse de yoktu ki öğüt alayım. Bunların sözleri ise hakka benziyor, fakat fiilleri hak ehlinin fiillerine benzemiyordu. Yalan, dalavere, düzen kurma, iki yüzlülük, takiyye vs. her türlü ameli problemleri, güya tevhid adına görmezden gelmek gerektiğini zannediyordum. Selefin bid’atçiler ve fasıklara karşı vela ve bera esasını ne kadar çok önemsediklerine dair nasları okudukça, düşündükçe nasıl bir mikrop yuvası içinde olduğum, akreplere ve yılanlara göz yumdukça nasıl birer birer ısırıldığım ortaya çıktı. İnegölde büyük imtihanlar yaşasam da, Allah’a hamd olsun, tevhidi ve selefi daveti iğrenç emellerine alet eden Ebu Saitçi bir mikrop yuvasını Allah, benim vesilemle dağıttı. Yüzlerini göremediğim maske sahiplerinin maskeleri birer birer düştü. Hamd ve minnet Allah’adır.
Videoda, Ebu Said’i, Taceddini tekfir ettiğim vurgulanmış(!) Evet, bu habislere zındık diyorum. Onların nifaklarının büyük nifak olduğunu bağıra bağıra tekrar söylüyorum. Çünkü onlar kalplerindeki küfür akidelerini dilleriyle söylemişler, icma ile haram olanları helal saymışlar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisleri ve ashabı ile alay etmişler, dinde vacip olmayanı din edinmişler, birçok bid’atler uydurmuşlar, bid’at ehlinden teberri etme vacibini inkar etmişler, daha nice küfürleri izhar etmişler ve bu sapıklıklarına davet etmektedirler.
Lakin zındık demek; itikadında küfür olduğu halde, kendisini İslam’a nispet eden nifak önderleri hakkında kullanılır. Böyle kimselere İslam devleti olsa, Kadı, tevbe etmeye çağırır, tevbe etmezlerse öldürülürler. Fakat günümüzde bu uygulamayı yapacak bir devlet yoktur. Bu sebeple fertler olarak bizler böyle kimselerin kanlarını, canlarını, mallarını helal saymayız, mürtet demeyiz. Fakat bu münafıklara karşı ümmeti uyarmak, ilim ehlinin üzerine vacip olduğu için bu görevi ifa ediyorum.
Oy verme meselesini anlayışı kıt bu zavallılara biraz daha açık yazayım, umulur ki Allah anlayış nasip eder:
Altın kaideler şerhinde işlediğim gibi, oy kullanmak zaruret halinde caiz olabilir, hatta bazen vacip dahi olabilir. Bu teorik kısmı. Mesela yüzme bilmeyen bir insan, denize gemiyle açılır, gemide yangın çıkar ve yanmaya başlar, bu durumda kalan kimsenin boğularak ölmeyi mi yoksa, yanarak ölmeyi mi tercih etmesi gibi sadece iki seçeneğin olduğu durumlarda iki şerden hafif olanını tercih etmek gibi durumlar söz konusu olabilir.
Oy kullanma konusunu buna uygulayacak olursak, bir kimse sizi canınıza, malınıza, ailenize yönelik bir tehdit altında tutarak; ya A partisine, ya da B partisine oy vereceksin diye ikrah etse, oy kullanmak caiz, hatta vacip olur. Bunda şart olan, kişinin kalbinin demokrasi pisliğini ve oy kullanma fiilini çirkinlik olarak görmesidir.
Ey videocu ahmak, zaruret halinde domuz eti yemek zorunda kalanın bu fiiline vaciptir veya caizdir demek, sana göre; her hâlükârda domuz eti yemenin vacip veya caiz olduğu demek mi oluyor?!!
Şayet Türkiye’deki sistemde, tevhid ehlinden olan birileri, çıkıp parlamentoya girmek için aday olsa ve: “Bize oy verin, yönetime geçelim, küfür düzenini yıkacağız, İslam şeriatini hakim kılacağız, bu yolda da fotoğraf, müzik, pantolon giymek, kravat takmak, karılarla tokalaşmak ve ihtilat etmek gibi hiçbir harama bulaşmayacağız” diye vaad etse, küfür düzenini yıkmanın başka yolu olmadığı takdir edilirse, bu durumda bu kimselere oy vermenin caiz olduğuna, Bin Baz, el-Elbani, İbn Useymin, Muhammed el-Medhalî gibi bazı muasır alimler cevaz vermişlerdir. Görüldüğü gibi bu fetva teoriktir, pratik değildir. Bu yüzden adı geçen bu âlimlerin, günümüzdeki seçimlere katılmaya şiddetle karşı çıkan fetvaları mevcuttur. Bunun anlamı, bu âlimler bir yerde böyle diyor, sonra başka bir yerde başka diyor demek değildir. Farklı şartlar ve durumların değerlendirilmesi yapılmıştır.
Türkiye'deki seçimlerde siz tevhid ehli bir adayın, bahsedilen çerçeveler dâhilinde İslam Şeriatiyle hükmetmeyi vaad ettiğini görüyor musunuz?
Bilakis kendilerine oy kullanmanın vacip olduğunu iddia ettikleri partinin lideri: “Akp ile İslam’ı bir arada zikretmek Akp’ye hakarettir” diyor, bu lider Şeriat talep eden Mısır halkına giderek: “Aman demokrasiden vaz geçmeyin” diyor, “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyor, “Her dine karşı eşit mesafedeyiz” diyor, “Kadınların çarşaf giymesi gibi aşırılıklara biz de karşıyız” diyor, tesettürün yasak olduğu ve birçok münkerâtın mevcut olduğu okullara çocukları göndermeyi mecbur kılıyor, göz boyamak için “One Minute” şovu yapıyor, ertesi gün gidip İsrail’li alçaklardan özür diliyor, her gün yalan söylüyor, müzik, kadın erkek karışıklığı, pantolon giymek, sakalı kesmek, hadis inkârı vs. birçok münkeratı caiz sayıyor, Fetocu münafıkları devletin her yerine soktuktan sonra, dünyayı paylaşamayınca, CIA’in Fetö'yü alet ederek sözde darbe girişimlerini, menfaat kapısına çevirip “Demokrasi için şehitlik, gazilik” vs. saçmalıklarla Müslümanların kanlarını birbirine döktürüyor, camileri bu pis oyunlara alet ediyor, neler neler… Sanki Fetö darbeyi becerseydi bunlardan farklı mı olacaktı? Ama o kadar malsınız ki, namazda parmak işareti yapıyor diye salih lider diyorsunuz! Demokrasi meydanları için "Okçu tepesini terk etmeyin" tabirini kullanan geri zekalılara prim veriyorsunuz!
Bu münkerat, Akp diliyle sergilendiğinde halk kitleleri tarafından kabul ile karşılanıyor, fakat bunları Chp’li münafıklar yapsa idi birçok kimse itiraz eder, kabullenmezdi.
Yukarıda bazı teorik şartlarla bazı alimlerin oy kullanmaya cevaz verdiklerini, fakat bu şartlar pratikte asla mevcut olmayacağı için seçimlere katılmaya karşı çıktıklarını zikretmiştim. Benim şahsi kanaatim ise bu sayılan teorik şartların da İslam’ın değişim metodu olamayacağıdır. Bilakis, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bizlere zalim ve münafık yöneticilere karşı sabretmemiz gerektiğini, dünyevi konularda bize haksızlık yaptıklarında sabretmemizi, bundan dolayı ayaklanmamamızı, fakat dinimizle ilgili meşru olmayan uygulamalarda onlara itaat etmememizi emretmiştir.
İslamî değişimin metodu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine uymak, uygulatmak, hayatlarının her meselesinde vahye uyan insanların sayısını artırmak, demokrasi gibi küfür sistemlerine hareket alanı bırakmamaktır. Bu kavgayla, devrimle, darbeyle, oy kullanma vb. Allah’ın yasakladığı metodlarla olmaz. Bilakis toplum, hayatlarında Allah’ın indirdiklerini uygularsa, Allah onlara Allah’ın indirdikleriyle hükmeden yöneticiler nasip eder. Sabır ve mücadele tamamen bunun içindir.
Peki ya sizi kandıranlar ne diyor ey videocu! Rum Suresi ilk ayetleri diyor, iki şerden hafif olanı diyor, din düşmanı olan dinsize karşı din düşmanı olmayan dinsizi seçeriz diyor, türlü hikayeler uyduruyor, öyle değil mi?
İki şerden biri Akp, diğeri Chp öyle değil mi?
Din düşmanı olan dinsiz Chp, Din düşmanı olmayan dinsiz Akp öyle mi?
Peki ya oy kullanmayıp, sabretmek gibi hayrın ta kendisi olan bir seçenek dururken, oy kullanmak nasıl bir zaruret oluyor?
Hayırlı olan üçüncü bir seçenek; yani zulme sabır, oy kullanmamak suretiyle Allah'a ve rasulüne isyan etmemek ve kafirlere benzeme gibi fiillere bulaşmamak gibi bir seçenek dururken, iki şerden  - yani Akp ile Chp'den - birini tercih etme mecburiyetinde bırakan unsur nedir?
Allah’ın vaadine güvenmemeniz mi?
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sabır tavsiyesine inanmamanız mı?
Alnınıza "oy kullanacaksın" diye silah mı dayadılar, baskı mı yaptılar?  
Amacınız ne?
Rum Suresinin ilk ayetleriyle gözleriniz boyanarak nasıl kandırılabiliyorsunuz?
Söyler misiniz Akp ile Chp’den hangisi kitap ehli, hangisi kitapsız kafir?
Her ikisi de kendisini İslam’a nispet eden, Müslüman olduklarını söyleyen, buna rağmen her ikisi de demokrasi vaad eden iki nifak fırkası değil mi?
Yoksa siz tekfirci misiniz? Chp’lileri tekfir mi ediyorsunuz?
Gerçi hocanız her ikisine de dinsiz diyor, sonra da takiyye yapıyor ama neyse… Nasıl olsa çevresinde sizin gibi sözden anlamayan aptallar var, bir şey anlamazsınız.
Allah’ı unutmuşsunuz, Allah da sizi bu pisliğin içinde debelenir bir halde bırakmış. Bilmiyorum size de tevbe etmeyi nasip eder mi, etmez mi…
Keşke bön bön bakıp, kıt anlayışla ilim ehline karşı saldıracağına, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ahir zaman yöneticilerine karşı nasıl tavır almak gerektiğine dair nasihatlerine bir kulak verseydin!
Zalim Yöneticiler Karşısında Tevhid Ehli’nin tavırları kitabımı pdf olarak da yayınladım, nebilerin ve salihlerin tavırlarını sahih kaynaklardan naklettim, tenezzül edip de bir bakmaz mısın acaba?
Yoksa Allah’tan ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelenler, Ebu Said gibi filozofların sözleri kadar hislerine ve hevâna hitap etmiyor mu?

10 Ağustos 2017 Perşembe

Seferde Namazı Kısaltmak Farz Değil, Ruhsattır

Seferde Namazı Kısaltmak Farz Değil, Ruhsattır
Ebu Muaz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Hafız İbn Hacer, Metalibu’l-Aliye’de (no:727) naklediyor: Musedded (b. Muserhed); Abdulvahid – el-Mugira b. Ziyad – Atâ – Aişe radiyallahu anha isnadıyla rivayet ediyor:
كَانَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يُتِمُّ الصَّلَاةَ، وَيُقْصِرُ يَعْنِي فِي السَّفَرِ
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem seferde namazı bazen tam kılar, bazen kısaltırdı.”
Yine Hafız İbn Hacer’in Metalibu’l-Aliye’de naklettiğine göre Ebû Ya'lâ: Abdu’l-A’lâ – Abdullah b. Davud – el-Mugira yoluyla ve şu ziyade ile rivayet etmiştir:
وَيُؤَخِّرُ الظُّهْرَ وَيُعَجِّلُ الْعَصْرَ، وَيُؤَخِّرُ الْمَغْرِبَ وَيُعَجِّلُ العشاء
Öğleyi geciktirir, ikindiyi öne alırdı ve akşamı geciktirir, yatsıyı öne alırdı.”
Saduk ve hadisleri hasen olan el-Mugira b. Ziyad dışındaki ravileri sikadırlar. Lakin Mugira bazı münker rivayetlerde (tek kaldığı rivayetlerde) bulunmuştur. Nitekim İmam Ahmed rahimehullah bu hadisi onun münker rivayetlerinden saymıştır.
Bu hadisi Tahavi Şerhu Meani’l-Asar’da (1/415), İbn Ebî Şeybe (2/452) Bezzar (Keşfu’l-Estar 1/329) Darekutni (2/189) Beyhakî (3/141-142) Mugira yoluyla rivayet etmişlerdir.
Abdullah b. Ahmed, el-Mesail’de (s.107) babasına bu hadisin sıhhatini sorunca şöyle demiştir:
“Onun (yani Mugira’nın) münker hadisleri vardır.” Böylece bu hadisi de münker gördü.”
Hakim Nisaburi:  “Mugira, özellikle Ata b. Ebi Rabah’tan rivayet ederse hadisi münkerdir” demiştir. Mugira bu hadisi Ata’dan rivayet etmiştir.
Ancak el-Mugira b. Ziyad tek kalmamış, ona Talha b. Amr mutabaat etmiştir. Bunu İmam Şafii, el-Umm’de (1/183) ve Musned’inde (1/114); onun rivayet yoluyla: Begavi Şerhu’s-Sunne’de (4/166) rivayet etmiştir. Yine Haris b. Ebi Usame Musned'inde (189) Darekutni (2/189) ve Beyhaki (3/142) Talha b. Amr yoluyla rivayet etmişlerdir.
Bu çok zayıf bir mutabaattır. Zira Ahmed b. Hanbel ve Nesâî, Talha b. Amr hakkında: “Metruku’l-hadis” demişlerdir. İbn Hibban ise: “Sika kimselerden onların rivayeti olmayan şeyler rivayet ederdi. Taaccub için olması dışında ondan hadis yazmak ve rivayet etmek helal olmaz” demiştir. Bkz.: et-Tehzib (5/23) et-Takrib (283, 3030)
Ömer b. Zerr el-Murhibî ise Mugira ve Talha’ya muhalefet ederek bu hadiste anlatılanı Aişe radiyallahu anha’nın kendi fiili (mevkuf) olarak şu şekilde rivayet etmiştir: Ata b. Ebi Rabah bize haber verip dedi ki:
إِنَّ عَائِشَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا كَانَتْ تُصَلِّي في السفر المكتوبة أربعًا
“Aişe radiyallahu anha seferde iken farz namazları dört rekât olarak kılardı.”
 Bunu Beyhaki (3/142) rivayet etti ve dedi ki: “Ömer b. Zer Kufe’lidir, sikadır.”
El-Elbani, el-İrva’da (3/6) dedi ki: “Ömer b. Zer’in rivayeti daha evladır ve bu, seferde namazı tamamlamanın Aişe radiyallahu anha’dan mevkuf, kendi fiili olduğunu göstermektedir. Zaten bu husus, Aişe radiyallahu anha’dan Sahihayn’da ve başka eserlerde başka rivayet yollarıyla da sabit olmuştur. Merfu olarak rivayeti ise sahih bir yoldan sabit olmamıştır.”
Bu hadisi Şafii, Musned’inde (1/182) Darekutni (2/189), onun rivayet yoluyla Beyhakî (3/142) ve İbnu’l-Cevzi et-Tahkik’te (1/153); Said b. Muhammed b. Sevvab – Ebu Asım – Ömer b. Said – Ata b. Ebi Rabah – Aişe radiyallahu anha youyla şu lafızla rivayet etmişlerdir:
أَنَّ النَّبِيَّ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وسلم-كان يقصر في السفر ويتم، ويفطر ويصوم
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem seferde namazı bazen kısaltır, bazen tamamlardı. Bazen oruç tutmaz, bazen tutardı.”
Darekutni’nin rivayetinde: Ömer b. Said yerine Amr b. Said şeklindedir ve bu bir tashiftir. Bu ravinin hal tercemesi için bkz.: İbn Ebî Hâtim, el-Cerh ve’t-Ta’dil (6/110)
El-Elbani, el-İrva’da (3/6) dedi ki: “İbn Sevvab dışında bütün ravileri güvenilirdir. İbn Sevvab’ın hal tercemesini sadece Tarihu Bağdad’da, cerh ve ta’dil zikredilmeksizin buldum. O meçhulu’l-hâldir. Gönül bu hadisin sahih olduğuna tatmin olmaz.”
Derim ki: Tarihu Bağdad’da (9/49) cerh ve ta’dil zikredilmeksizin hal tercemesi verilmiştir, lakin İbn Hibban es-Sikat’ta (8/272) tevsik etmiş ve: “Mustakimu’l-hadis” demiştir. Darekutni ve Beyhakî de bu isnadın sahih olduğunu söylemişlerdir.
İbn Hacer, ed-Diraye’de (214) bu isnad hakkında: “Ravileri güvenilirdir. İbn Hibban’ın tevsiki, bu iki imamın hadisi sahih saymalarını sağlamlaştırmıştır.”
İbn Hacer’in bu isnadı tevsik etmesi, açıkça anlaşılacağı üzere; İbn Sevvab’ı güvenilir gördüğünü gösterir. Ravi meçhulu’l-hal olduğunda, onun bu durumu muteber bir imamın tevsiki ile ortadan kalkar. İbn Sevvab’a gelince, İbn Hibban’ın sarih bir şekilde tevsik etmesi, Darekutni’nin onun hadisini sahih sayması, Beyhakî’nin ona tabi olması ve Hafız İbn Hacer’in isnaddaki ravilerin tümünü sika diye nitelemesi sebebiyle meçhullüğü ortadan kalkmıştır.
* Uyarı: İbn Hibban, meçhulu'l-hal olan ravileri es-Sikat adlı eserinde zikrettiğinden dolayı gevşeklikle eleştirilmektedir. Ancak kendisinin bir ravi hakkında, sikalarına dair kitabında mücerret zikretmekle kalmayıp, sika oluşunu açıkça ifade etmesi makbul bir ta'dildir. 
Özetle: Bu hadis, bu isnadlar ile hasen derecesinden aşağı düşmez. Lakin Ömer b. Zer el-Murhibi’nin bunu Aişe radiyallahu anha’dan mevkuf olarak rivayet etmesi, buna muaraza etmektedir. Ömer b. Zer’in mevkuf rivayeti daha sahihtir.
Diğer taraftan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den, Aişe radiyallahu anha’nın bu yaptığını ikrar ettiği sabit olmuştur:
el-Alâ b. Züheyr - Abdurrahman b. el-Esved yoluyla (bir tarikte de Abdurrahman b. Esved – Babası yoluyla) rivayet edilmiştir:
خَرَجْتُ مَعَ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي عُمْرَةٍ فِي رَمَضَانَ، فَأَفْطَرَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَصمْتُ وَقَصَرَ وَأَتْمَمْتُ فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللهِ بِأَبِي أَنْتَ وَأُمِّي أَفْطَرْتَ وَصُمْتُ وَقَصَرْتَ وَأَتْمَمْتُ فَقَالَ " أَحْسَنْتِ يَا عَائِشَةُ
“Âişe radiyallahu anha, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber ramazdanda umre yapmak için yola çıktım. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem oruç tutmadı, ben tuttum. O namazı kısalttı, ben tamamladım. Dedim ki:
“Ey Allah'ın Rasûlü! Anam, babam sana feda olsun! Sen oruç tutmadın, ben tuttum, sen namazı kısalttın, ben tam kıldım" deyince Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
İyi etmişsin, ey Âişededi.
Bunu Nesâî (1456) Beyhakî, (3/142) ve Dârekutnî (2/188) rivayet etmişlerdir. Beyhaki dedi ki: “Senedi sahihtir”. Darekutni “bu isnad hasendir, muttasıldır” demiştir. Abdurrahman b. Esved’in Aişe radiyallahu anha’dan işittiği sabit olmuştur. Bkz. Nasbur-Râye (2/191)
Bu hadise karşı mezhep taassubuyla itiraz edenler “münker” demişler, “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ramazanda umre yaptığının belirtilmesi sebebiyle lafzında münkerlik var” diye iddia etmişlerdir. Ancak İbn Abbas ve Enes radiyallahu anhum’den de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ramazan umresi yaptığına dair rivayetler gelmiştir. Yine İbn Ömer radiyallahu anhuma da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in biri ramazanda olmak üzere üç umre yaptığını söylemiştir.
Yine İbn Hazm da taassup göstererek ravilerinden el-A’la b. Zuheyr’in meçhul olduğunu iddia etmiştir. Hafız Abdulhak el-İşbilî rahimehullah onun bu sözünü şöyle reddetmiştir:
“Bu hadis sahihtir. Sika’nın sikadan nakliyle gelmiş olup bütün ravileri sikadır. Her biri diğerinden işitmiştir. İbn Hazm’ın “Bu hadiste hayır yoktur” sözü kendisinin rivayetler konusundaki cehaletidir. El-A’la’nın meçhul olduğunu söylemesi galattır. Bilakis o meşhur bir sikadır. Meşhur kimseler ondan rivayette bulunmuş, İbn Main onun sika olduğunu söylemiştir.” (Bkz.: İbn Mulakkin, Bedru’l-Munir 4/528)
Diğer bir itiraz, Aişe radiyallahu anha’nın şu sözüyledir:
فرضت الصلاة ركعتين، ثم هاجر رسول الله -صلى الله عليه وسلم-، ففرضت أربعًا، وتركت صلاة السفر على الفريضة الأولى
Namazlar iki rekât olarak farz kılındı. Sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hicret edince dört rekât olarak farz kılındı. Seferdeki namaz da ilk farz kılındığı şekliyle kaldı.”
Zührî, Âişe'nin böyle yaptığını kendisine anlatan Urve'ye:
“Namazı neden tam kılardı?” diye sorunca Urve:  
“O da Osman radiyallahu anh gibi te'vîl yoluna gitmişti” diye karşılık verdi. (Bunu Buhârî rivayet etmiştir. Bkz.: Fethu’l-Bari 2/470) Muslim (1/685)
Aişe radiyallahu anha’dan bu rivayetler daha sahihtir. Bu durumda Said b. Muhammed b. Sevvab’ın rivayeti illetli duruma düşmüyor mu? Çünkü Aişe radiyallahu anha, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yolculukta namazı bazen tam kıldığını bilseydi, Osman radiyallahu anh’ın tevil ettiği gibi te’vil etmezdi.
Yine, İbn Kayyım İbn Teymiyye’nin bu hadise karşı yaptığı şu yorumunu aktarır:
“Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin şöyle dediğini işittim: Bu hadis, Aişe'ye atfedilen bir yalandır. Âişe, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve diğer sahabîlerin kılma­sının aksine namaz kılacak biri değildi. Onların kısalttıklarını görsün, sonra kalkıp sebepsiz yere tek başına namazı tam kılsın! Nasıl olur?! Oysa “Na­maz ikişer rekât farz kılınmıştı. Yolculuk namazı olduğu gibi bırakıldı da, ikamet halindeki namaza ilâve edildi." diyen odur. O halde Allah'ın farz ettiğine ilâve edip Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve arkadaşlarına muhalefet etmesi nasıl düşünülebilir?" Şayet Nebî sallallahu aleyhi ve sellem onun davranışını güzel bulmuş ve bunu tasvîb etmişse o halde yoruma gerek kalmaz. Bu takdirde onun namazı tam kılmasını yoruma bağlamak doğru olmaz. İbn Ömer haber vermektedir ki:  "Yolculukta ne Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ne Ebu Bekr, ne de Ömer radiyallahu anhuma iki rekâttan fazla kıldırırdı.” Onların kısalttıklarını gördüğü halde mü'minlerin annesi Âişe radiyallahu anha'nın onlara muhalefeti düşünü­lebilir mi?”
İbn Kayyım’ın İbn Teymiyye’den naklettiği taassuba dayalı olan bu yorumlar çöptür.  İsnadının sıhhati hakkında yukarıda açıklama aktardım.
Metniyle ilgili olarak, Aişe radiyallahu anha’nın namazların iki rekât farz kılındığı, sonra dörde çıkarılıp seferde iki rekât kaldığı ile ilgili sözünü burada bu hadise aykırı görmesine gelince, burada da aykırılık yoktur. Zira seferde dileyen kimseye ruhsat olarak iki rekât olarak kalmıştır. Dileyen de bazen tam kılar. Aişe radiyallahu anha’nın te’vili de işte bu noktadadır. Yani yolculukta namazı tam kılmayı tercih etmesiyle ilgilidir. Zira Hişâm b. Urve, babası Urve'nin şöyle dediğini rivayet eder:
“Âişe radiyallahu anha, yolculukta namazı dört rekât kılardı. Ona:
“İki rekât kılsana” dedim. O da cevaben:
“Ey yeğenim!  Bana zor gelecek değil ya!” dedi.” (Beyhakî (3/143) rivayet etmiştir. Senedi sahihtir. Zeylaî ve İbn Hacer sahih oldu­ğunu söylemişlerdir)
Hafız İbn Kayyım rahimehullah, Zadu’l-Mead’de (1/465) şöyle demiştir: “Âişe radiyallahu anha adına da mazeret olarak, onun, mü'minlerin annesi duru­munda olması ve bu sebeple konakladığı yerin onun vatanı olacağı göste­rilmişse de bu gösterilen mazeret çürüktür. Çünkü Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de mü'minlerin babasıdır; hanımlarının anneliği, O'nun babalığının bir da­lıdır. O, bu sebepten dolayı namazını tam kılmış değildir.”
Sonra İbn Kayyım şöyle devam etti:
“Ancak Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra Aişe radiyallahu anha da, Osman radiyallahu anh gibi namazı tam kıldı. Her ikisi de bir te'vîl yolu tutmuştur. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem yolculukta sürekli olarak namazı kısaltırdı. Ravilerden biri iki hadisi bir hadis kılmış, hadisin aslı:
فَكَانَ رَسُولُ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- يقصر وتتم هي
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kısaltır, Aişe radiyallahu anh ise tam kılardı” şeklinde iken ravilenden biri hata ederek:
كان يقصر ويتم، أي هو
“Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bazen kısaltır, bazen tamamlardı” şeklinde rivayet etmiştir. Delil, onların (sahabenin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den) rivayetidir; yoksa onlardan birinin, başka­larının muhalefeti yanında yaptığı yorum delil olmaz. En iyi bilen Allah'tır.”

Yine Beyhaki (3/145); Zeyd el-Ammî’nın bulunduğu bir isnadla Enes radıyallahu anh’den rivayet ediyor:
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabeleri olarak biz yolculuk yaptığımızda kimimiz tam kılar, kimimiz kısaltırdı… Hiçbirimiz diğerini kınamazdı." Zeyd el-Ammî zayıftır.

Ebu Kılabe rahimehullah dedi ki: “Seferde namazı iki rekat kılsan da sünnettir, dört rekat kılsan da sünnettir.” İbn Ebi Şeybe (8273)
Meymun b. Mihran, Said b. el-Museyyeb'e seferde namazı sorunca:
إِنْ شِئْتَ رَكْعَتَيْنِ وَإِنْ شِئْتَ فَأَرْبَع
"Dilersen iki rekat, dilersen dört rekat kılarsın" demiştir. Bunu İbn Ebi Şeybe (2/452), Muslim'in şartına göre olan bir isnad ile rivayet etmiştir.
İbn Ebi Şeybe, Musannef'inde tabiin imamlarından pek çoğundan da bu görüşü rivayet etmiştir.
Neticede Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in seferde namazı tam kıldığı sabit olmamıştır. Ancak Aişe radiyallahu anha’nın tam kılmasını ikrar ettiğine dair hadisin isnadı sahihtir. Hadis sabit olduktan sonra hiçkimsenin buna aykırı re’yinin bir kıymeti yoktur. Buna göre bazen kişi seferde namazı tam kılabilir. Nitekim İbn Ömer radiyallahu anhuma’nın bir millik mesafede namazı kısalttığı sabit olmuş, buna rağmen bir milden daha uzak bir mesafeye gittiği başka bir yolculuğunda namazı kısaltmamıştır.
Burada tahkik edilen durum, bazı sahabelerin seferde namazı kısaltmayı farz değil, ruhsat olarak görmelerinin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafından onaylandığını, seferde namazı kısaltmanın azimet ve farz olduğu görüşünde olan Ebu Hanife, Hanbeliler, İbn Hazm ve Zahirî’lerin isabet etmediğini göstermektedir. Allah en iyi bilendir.
Bu konudaki hadisin sıhhati hakkındaki bu tahkike ulaşmadan önce, "Sahih İlmihal" ve "Abdest ve Namaz Ahkamı" adlı kitaplarımda, bu hadisin zayıf olduğuna dair bazı alimlerin kanaatine dayanarak yazmış olduğum  "seferde namazın kısaltılmasının farz olduğu" şeklindeki kanaatten, sabit olan bu hadiste geçen hükme rücu ettiğimi de buradan ilan ediyorum. Muvaffak kılan ancak Allah'tır.  

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)