Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

31 Aralık 2021 Cuma

Aşı Olmak ve Tedavi Olmanın Hükmü Hakkında

 Aşı veya Tedavi Olmanın Hükmü

Fetva: Üstad Doktor Hâkim el-Mutayrî Tercüme: Ebu Muaz

Fetva tarihi: Cemadilâhira 1442 h./Şubat 2021 m.

Soru: Hükümetlerin halkları, insanî haklarının ve doğal hayat ilişkilerinin sağlanması için aşı olmaya mecbur tutmasının hükmü nedir? Kendisine zarar verdiğini ve ölümüne sebep olacağını bildiği halde aşı olmak zorunda kalan kimse günaha girmiş olur mu?

Cevap: Hamd âlemlerin rabbi Allah içindir. Allah’ın salat ve selamı nebimiz Muhammed’e, ailesinin ve ashabının üzerine olsun. Bundan sonra:

Fakihlerin çoğunluğu hastanın tedavi olmasının vacip olmadığı görüşündedir. Hatta Kadı Iyaz bu konuda icma olduğunu iddia etmiştir.

Bunun sebebi şudur: Bedenleri hasta eden, hastalıktan koruyan ve şifa veren Allah’tır. Kişi sabrettiği zaman bu kendisi için daha hayırlıdır. Bazılarının acıya tahammül etmekten aciz olması sebebiyle tıp ve tedavi de ona mubah kılınmıştır. Şifanın kesin olmaması ve tedaviden zarar görme imkanı sebebiyle bu vacip kılınmamıştır.  

Şeyhulislam İbn Teymiyye bunun illetlerini Fetava’l-Kubra’da (1/388) şöyle açıklamıştır:

“Tedavi olmak şu sebeplerden dolayı zaruret değildir:

Birincisi: Hastalardan birçoğu veya çoğunluğu tedavi olmadıkları halde şifa bulmaktadırlar. Özellikle kırsallarda ve şehirden uzakta yaşayanlarda böyledir. Allah, onların bedenlerinde yaratmış olduğu kuvvetli tabiat sebebiyle onlara şifa vermekte, hastalığı kaldırmaktadır. Onlara hareket ve çalışma türünden işleri kolaylaştırmıştır. Yahut kabul gören bir dua, faydalı rukye, kuvvetli kalp, güzel bir tevekkül veya daha başka ilaç dışında birçok sebeplerle şifa vermektedir. Ama yemek zarurettir. Allah canlıların bedenlerinin ancak gıda ile ayakta durmasını belirlemiştir. Şayet bu olmazsa ölür. Böylece sabit oluyor ki tedavinin zaruretle alakası yoktur.

İkincisi: Zaruret halinde yemek yemek vaciptir. Mesruk rahimehullah şöyle demiştir: “Leş yemek zorunda kalan kimse yemez de ölürse cehenneme girer.” Tedavi ise vacip değildir. Kim bu konuda tartışacak olursa ona sünnette sabit olan şu delili getiririz: Siyah kadını Nebî sallallahu aleyhi ve sellem belaya sabredip cennete girmesi ile afiyet bulması için dua etmesi arasında tercihte bırakmıştır. O da belayı ve cenneti tercih etmiştir. şayet hastalığın kaldırılması açlığın giderilmesinde olduğu gibi vacip olsaydı onu bu konuda muhayyer bırakmazdı. Yine hummânın Kuba halkında kalması ve ümmetinin ta’n (savaşta vurulma) ve taûn (cinlerin saldırısıyla meydana gelen vebâ) ile ölmeleri için dua etmesi, taundan kaçmayı yasaklaması da böyledir. Yine Eyyub aleyhi's-selâm ve Allah’ın diğer nebileri belalara uğramışlar ve belaya sabretmişler, bunu giderecek sebeplere tutunmamışlardır. 

Salih selefin halleri de böyleydi. Ebu Bekr es-Sıddık radiyallahu anh kendisine: “Senin için tabip çağırmayalım mı?” dediklerinde şöyle demiştir: “Beni gördü!” Dediler ki: “Peki sana ne dedi?” Ebu Bekr radiyallahu anh dedi ki: “Muhakkak ki ben dilediğimi yapanım” dedi.”

Bunun bir benzeri de Kufelilerin en üstünlerinden biri olan er-Rebi b. Huseym rahimehullah’tan rivayet edilmiştir. Raşid halife Ömer b. Abdilaziz rahimehullah ve sayılamayacak kadar çok kimseden de rivayet edilmiştir. Seleften kimsenin tedaviyi vacip gördüğü bilinmemektedir. Fazilet ve marifet ehlinden birçok kimse ancak tedaviyi terk etmeyi, Allah’ın seçtiği şeyi tercih etmeyi ve buna razı olup teslim olmayı daha faziletli görmüşlerdir. Her ne kadar ashabından bazısı tedaviyi vacip, bazısı müstehap görse de İmam Ahmed tedaviyi terkin daha faziletli olduğunu belirtmiştir. Böylece imam Ahmed selefin çoğunun yolunu tercih etmiş, Allah’ın yarattığı ve kulları için sünnetlerinden kıldığı sebeplere tutunmuştur.

Üçüncüsü: Tedavinin sonucu kesin değildir. Bilakis hastalıklardan bir çoğunda hastalığın def edilmesi zannı bulunmaz. Bu tedavi terk edildiğinde de kimse ölmez. Zorunlu kalınan yiyeceği terk etmek ise böyle değildir. Allah’ın kulları ve mahlukatı üzerindeki sünnetinin hükmüyle bundaki durum kesindir.

Dördüncüsü: Hastalığın çeşitli tedavileri olur. helal kılınmış olanlar, haram kılınmış olanlara ihtiyaç bırakmaz. Helalden bir şifanın veya ilacın bulunmuyor olması mümkün değildir. Hastalığı indiren ölüm dışında her derdin devasını da indirmiştir. İlacın yalnızca haram kılınan şeylerde olması mümkün değildir. Allah bundan münezzehtir, O Rauf ve Rahim’dir. Nitekim şu hadis buna işaret etmektedir: “Muhakkak ki Allah ümmetimin şifasını onlara haram kıldığı şeyde kılmamıştır.”

 Açlık zaruretinde olan kimse ise böyle değildir. Helalden yiyecek bulunmadığı takdirde bu kimsenin herhangi bir yiyeceği yemesinin mubah olduğunda ittifak vardır. Eğer bu durum tedavide de söz konusu olursa bu nadir bir surettir. Çünkü (ölümcül) hastalık, açlıktan çok ender görülen bir durumdur ve haramdan olan bir ilacın hastalığı giderecek olması kesin değildir. Geçen açıklamalardan dolayı burada bir çelişki yoktur.

Beşincisi: Bu konuda fıkhın şöyle bir bölümü vardır: “Muhakkak ki Allah Teâlâ insanları yemek ve gıdaya muhtaç kılmıştır. Açlıklarını ancak yiyecek sınıfından bir şeyle giderebilirler. Nitekim bizi açlık zaruretini giderecek şeylere yönlendirmiş ve öğretmiştir.”

Hastalığa gelince o, açık ve gizli, ruhani ve cismani bazı sebeplerle giderilebilir. Hastalığı giderecek olan ilaç tayin edilmiş değildir. Sonra tedavi türleri de bedenlerin türlerine göre belirlenmiş değildir. Belli bir tür ilaç da insanların çoğuna gizli kalmaktadır. Onu bu uzmanlık dalıyla uğraşan anlayış ve akıl sahibi olan, ömrünü bunları öğrenmek için harcayan özel bazı kimseler bilmektedir. Sonra hastalığın türü ve hakikati gizli kalabildiği gibi tedavisi ve şifası da gizli kalabilmektedir. Böylece hastalığı giderecek sebepler birbirinden farklı olabilmektedir. Açlık zaruretini giderecek olan sebepler ise böyle değildir. Bundan dolayı bunların hükümleri de anlattığımız üzere birbirinden farklıdır. Böylece haramı mubah kılan hacet ve zarurete dair zikredilen kıyaslara karşı cevap da zahir olmuştur.”

Yine Şeyhulislam İbn Temiyye Fetava’l-Kubra’da (3/10) şöyle demiştir: “Tabiplerin: “Bu kişi hastalıktan ancak bu belirli ilacı almakla kurtulur” şeklindeki sözü cahilce bir sözdür. Allah'ı ve rasulünü bilmeyi bir kenara bırakın, aslen tıbbı bilen bir kimse de bunu diyemez. Zira âdeten doymayı gerektiren belli bir sebebin bulunması gibi,  âdeten şifayı gerekli kılan belli bir sebep yoktur. Bazı insanları Allah tedavi söz konusu olmaksızın şifaya kavuşturur. Kimine haram ya da helal olan cismani ilaçlarla şifa verir. Nitekim kişi bunları kullandığı halde şartın yerine gelmemesi veya bir mani bulunması sebebiyle şifaya da ulaşamayabilir. Yemek yeme ise böyle değildir. Zira yemek, doymanın bir sebebidir. Bundan dolayı Allah mecbur kalana habis bir şeyi yemeyi zaruret anında mubah kılmıştır. Zira açlık başka şeyle değil, bununla giderilir. Kişi bunu yemezse açlıktan ölebilir veya hastalanabilir. Maksada götüren yol belli olduğundan Allah onu mubah kılmıştır. Habis şeylerle tedavi ise böyle değildir.

Hatta şöyle denilebilir: “Kim habis şeylerle tedavi olarak şifa bulmaya çalışırsa bu onun kalbinin hasta olduğunu gösterir. Bu da imanındaki sorundur. Zira şayet Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in iman eden ümmetinden ise Allah onun şifasını haram kıldığı bir şeyde vermez. Bu yüzden leş veya benzeri bir şey yemek zorunda kalan kimsenin ondan yemesinin vacip olduğu görüşü, dört mezhep imamlarından meşhur bir görüş iken, helal ile tedaviyi dahi âlimlerin çoğunluğu vacip görmemişlerdir. İhtilaf ettikleri şey; (helal bir şeyle) tedavi olmanın mı yoksa tevekkül yoluyla tedaviyi terk etmenin mi daha üstün olduğu hususundadır.

Allah, leşi, kanı, domuz etini ve başka şeyleri haram kılarken bunları ancak mecbur kalan kimseye, haddi aşmadan alması şartıyla mubah kılmıştır. Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: “Her kim son derece açlık halinde çaresiz kalırsa, günaha meyletmediği halde muhakkak ki Allah Ğafûr ve Rahîm’dir” (Maide 3) Bilinmektedir ki tedavi olan kimse haramla tedaviye mecbur değildir. Böylece bunun ona helal olmadığı anlaşılır.

Zaruret sebebiyle değil de, ipek elbise giymek gibi hacet sebebiyle mubah olanlara gelince:  Sahih’te şöyle sabit olmuştur: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ez-Zubeyr ve Abdurrahman b. Avf radiyallahu anhuma’ya kendilerinde olan kaşıntı sebebiyle ipek elbise giymelerine ruhsat vermiştir.” Bu, alimlerin görüşlerinden sahih olana göre caizdir. Çünkü ipek elbise ancak ona ihtiyaç olmadığı zaman haramdır. Bu yüzden kadınlara süslenme ihtiyaçları sebebiyle mubah kılınmıştır. Örtünmek için kadınlara mutlak olarak mubah olan tedavi için de mubah, hatta daha evladır. İpek elbise israf, övünme ve böbürlenme sebebi olduğu için (erkeklere) haram kılınmıştır. Buna ihtiyaç olduğu zaman ise mesela soğukta veya örtünmek için giyecek ipekten başka elbise bulunmazsa mubah olur.”

Fakihlerin genelinin tedavinin mubah olduğu ve vacip olmadığı görüşüne binaen hasta olan kimse dilerse tedavi olur veya tedaviyi terk eder. Bağışıklık sistemini kuvvetlendirecek şeylere devam eder ve şimdi yahut daha sonra kendisini zayıflatıp zarar verecek olan, hatta kendisini öldürebilecek olan tedaviden uzak durur. Kendisi veya başkası hakkında tasarrufa sahip olan kendisidir. Dilerse sabredip hastalıktan ölse dahi ecir kazanır!

Nitekim Buhârî’nin Sahih’inde Atâ b. Ebi Rabah rahimehullah’tan şöyle rivayet edilmiştir: “İbn Abbas radiyallahu anhuma bana dedi ki: “Sana cennetlik bir kadını göstereyim mi?” ben: “Evet” dedi. Dedi ki: “Şu siyah kadındır. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: “Ben sara hastasıyım ve (nöbet geldiğinde) üzerim açılıyır. Benim için Allah’a dua et.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Dilersen sabret, sana cennet vardır. dilersen sana afiyet vermesi için Allah’a dua edeyim.” Kadın dedi ki: “Sabrederim. Ancak üzerimin açılmaması için Allah’a dua et.” Bunun üzerine ona dua etti.”

Muslim’in Sahih’inde Cabir b. Abdillah radiyallahu anhuma’dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ummu’s-Saib veya Ummu’l-Museyyeb’in yanına girdi ve buyurdu ki: “Neyin var ey Ummu’s-Saib (veya ey Ummu’l-Museyyeb)! Titriyor musun?” Dedi ki: “Hummâ (ateş nöbeti) var. Allah ona bereket vermesin!” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Hummâya sövme! Zira o körüğün demirdeki pası giderdiği gibi âdemoğullarından günahları giderir.”

Hastalıktan dolayı tedavi olmak ya da olmamak meşru olduğuna göre bir kimseyi tedavi olmaya zorlamak, fakihlerin geneline göre haramdır. Hasta olmayan Müslümanın ise hastalığa uğraması endişesiyle tedaviye zorlanmasının haram olduğu daha önceliklidir!

Halkın insanî haklarından mahrum edilerek korona aşısı olmaya mecbur bırakılmaları, özellikle insan haklarına karşı bir taşkınlık ve engellenmesi gereken bir suçtur.

Tedavi veya korunma babında aşı olmakta veya Allah’a tevekkül ederek veya aşının zararından uzak durmak için aşı olmayı terk etmekte bir sakınca yoktur. Eğer aşı olmaya mecbur bırakılır da bundan dolayı kişi zarara uğrarsa buna mecbur bırakan kimsenin tazmin etmesi gerekir. Aşı sebebiyle ölüm olursa zorlayan kimseye kısas uygulanması gerekir!

Kim bir kimseyi aşı olmaya zorlar ve kişi aşı sebebiyle ölürse onun katili olmuştur ve diyet gerekir. Tabiplere güvenerek aşıya teşvik eden ama mecbur bırakmayan kimseye ise bir şey gerekmez.

Allah’a tevekkül dışında bir sebepten dolayı yemek yemeyi terk etmeye teşvik eden ise böyle değildir. Şüphesiz hastalığın bulaşması diye bir şey yoktur. Allah’ın takdirine sabretmek veya ondan korunmak için, bedeninin aşıya tahammül edemeyeceğinden korkarak aşı olmayan ve hastalıktan ölen kimsenin dinen aleyhine bir durum söz konusu değildir.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)