Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

31 Temmuz 2010 Cumartesi

İtikaf Meselesi

Bismillahirrahmanirrahim.
Bu yazıyı yazmama sebep, www.tevhidvesunnet.com sitesinde itikaf konulu bir fetva yayınlanmış bulunmasıdır. Fetva kıymetli alimler heyetinden oluşan Lecnetu’d-Daime’nin fetvası. Daha önce Sahih İlmihal adıyla hazırladığım çalışmamda bu fetvaya aykırı hüküm zikretmiş olmam hasebiyle bazıları “şaz” kaldığımı, hatta çerçeveyi genişletecek olursak, İslam aleminde Şeyh Elbani rahimehullah ile Ali el-Halebi’nin şaz kaldıklarını düşünenler olabilir. Ancak dinin meseleleri ele alınırken bunların hangi isimler tarafından savunulduğu değil, bu görüşlerin hangi deliller tarafından desteklendiği önem arz eder.
Görüşler, bunları savunan ilim ehlinin isimlerini birbiriyle karşılaştırılarak tespit edilmeye kalkılırsa, alimlerin korunması gereken değerleri zede alır. Haksız olduğu halde desteklenip, haklı olduğu yerde abartılan, kendisine hata etmek yakıştırılmayan alim anlayışına mukabil, ümmet adına çektiği sıkıntılara, Allah’ın kendilerine lutfettiği fıkha/dinde anlayışlılığa hiçbir kıymet verilmeyen, tek kelimede itibarı yerle bir edilen, tahsilsiz ve hizmetsiz kimselerin dahi tepeden baktığı biri haline geliveren bir alim anlayışı ortaya çıkar.
Lakin dini mevzularda dile getirilen görüşlerin değeri, şeriatın aslî kaynakları olan Kitap ve Sünnet’ten getirilen bir delili varsa ortaya çıkar. Elbette Tevhid ehlinin alimleri delil ile hareket etme mecburiyetini başkalarından daha iyi bilen kimselerdir. Lakin delil getiren her alimin haklı olduğunun da kabul edilemeyeceği bir gerçektir. Bu ümmet her iddia sahibine “sen de haklısın” diyen Nasreddin Hoca darbı meseline çok şahit olmuştur ve olmaktadır. İşte ilmin gücü burada ortaya çıkmaktadır: delilleri incelemek ve sahih neticeye varmak. Nasıl olsa şunun da delili var, bunun da delili var, o da haktır, bu da hak deyip yan çizmek değil!
Böyle bir durumda içtihat edene, doğru hükme ulaşmak için çaba gösterene Allah Azze ve Celle, rasulünün diliyle ecir vaad etmiş, isabet edene ise iki ecir tayin etmiştir. Hata edenin de konumu korunmuş, ancak hata ettiği anlaşıldıktan sonra müçtehidin hatasına tabi olmaya açık kapı bırakılmamıştır.
Her mükellef kendi şakilesine göre içtihad eder. Bu ümmet, gazaba uğrayanlarla sapıtanların arasında, mustakim yolu dileyen vasat ümmettir. Din adına değer verdiği kimselere aklını kiraya verip imanını teslim edenlerden berî olduğu gibi, peygamberlerini katledenlere nispet yaparcasına alimlerini hiçe sayanlardan, onlara yerli yersiz dil uzatanlardan da berîdir. Bilmediği konularda kendisinden daha iyi bilene müracaat etmekten çekinmezler, kendilerinden daha iyi bilenleri masum da kabul etmezler. Bu yüzden, kendilerinden daha iyi bilenlere müracaat ettiklerinde dahi delil isterler ki, Allah Azze ve Celle’ye karşı kendileri lehine ellerinde bir bûrhân olsun, geçmiştekiler gibi alimlerini, din adamlarını rabler edinen kimseler değil, alimlerinden öğrendikleri delillere tabi olan kimseler olduklarının belgesi olsun.
Velhasıl bu ümmet, ifrat ve tefritten uzak, taklid eden değil, ittiba eden bir ümmettir. Bunu başardığı oranda hedeflerine ulaşır.
İtikaf meselesine gelince, adı geçen sitede nakledilen fetvayı aynen aktaracağım ve kimilerince “şaz görüş” sayılan görüşün de delilini sunarak, diğer görüşün – iddia edilenin aksine – sabit bir hadise dayandığını ve hadis sabit olduktan sonra bunun gereği olan görüşe “şaz” denilmesinin yanılgı olduğunu arz edeceğim.

Lecne’nin fetvası şu şekilde:

İlmi Araştırmalar ve Fetvâ Komisyonuna soruldu:
Soru: Çok kereler şöyle diyenleri işitmekteyiz: Üç mescidin [Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksâ] dışında i’tikâf câiz değildir. Buna Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözüyle delîl getirmektedirler: “İ’tikâf ancak üç mescidde yapılabilir.” Yine şöyle demektedirler: Hadîs hâs, âyet ise umumîdir. Hususi olan umumi olana takdîm edilir. Ancak bizler fazîlet sâhibi hocamız Abdulazîz b. Bâz’dan başka bir görüş işittik. Sizden bu konuyu delîliyle açıklamanızı istiyoruz. Umulur ki Allah göğsümüzü hak için genişletir. Allah size hayırlı karşılıklar versin.
Cevap: İ’tikâf üç mescide has değildir. Bilakis bütün mescidlerde meşrûdur. Seleften ve haleften ilim ehlinin cumhûru bu görüştedir. Ancak Cuma mescidinde, yani içinde Cuma namazı kılınan mescidde olması daha evlâdır. Müslümanlar geçmişten bu yana bütün mescidlerde i’tikâfa giregelmişlerdir. İ’tikâfı herhangi bir mescide hâs kılmamışlardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Mescidlerde i’tikâfta bulunduğunuzda onlarla [kadınlarla] yakınlaşmayın.” [2/Bakara, 187]

“İ’tikâf ancak üç mescidde yapılabilir.” şeklindeki Huzeyfe hadîsine gelince, bu hadîs sâbit değildir.

Tevfik Allah’tandır. Peygamberimiz Muhammed’e, âilesine ve ashâbına salât ve selâm olsun.

Üye: Bekr Ebû Zeyd

Üye: Abdulazîz Âlu'ş-Şeyh

Üye: Sâlih el-Fevzân

Üye: Abdullah el-Ğudeyyân

Başkan: Abdulazîz b. Abdillah b. Bâz

[Fetâvâ el-Lecnetu’d-Dâime 2/9/319]

Ali el-Halebi’nin itikaf hakkındaki risalesinin ve Şeyh Elbani’nin izahlarının tercemesini web sayfamda yayınlamış bulunuyorum. Burada sadece konuya doğrudan değinen bölümleri aktaracağım:

İTİKAF YAPILACAK YER

Geriye çok önemli bir mesele kaldı. Daha önce zikri geçen bütün hükümler bu meselenin üzerine kuruludur. Yani: içinde itikaf yapmanın caiz olduğu yer neresidir?

İlim ehli bu hususta büyük bir ihtilafla ihtilaf etmiştir.

Onlardan bazıları der ki: “(İtikaf) geniş mescidde olur.”

Bazılarıda şöyle der: “Evinin mescidinde de olur”

Bazıları ise: “Mescidin dışında da (olur) derler.

Nitekim İbn Rüşd Bidayetu’l-Muctehid’de (2/427) ve başkaları bu şekilde açıklamış ve nakletmişlerdir.

Derin bir düşünce ile alimlerin görüş ve ihtilaflarına bakan kimse, içinde itikafa girmenin caiz olduğu yerin sınırını koymada Allah Subhanehu’nun “…siz mescidlerde itikafta iken..” ayeti hakkındaki anlayışlarından dolayı bu sonuçlara vardıklarını görür.

İmam Nevevi el-Mecmu’da (6/483) hangi mescidde itikafa girmenin caiz olduğunu zikrettikten sonra –ki o İmam Şafi’nin de görüşüdür- şöyle der:

“Ashabımız (yani Şafiiler) Yüce Allah’ın şu buyruğu ile delil getirmiştir: “Mescidlerde itikâfa çekilmiş olduğunuz sürece kadınlara yaklaşmayın.” Bu ayetin mescidin şartlarına delalet eden yönü; eğer mescidin dışında itikafa girmek geçerli olsaydı cinsel ilişkinin haramlılığı mescidde itikafa girmeye mahsus olmazdı. Çünkü o itikafın (şartlarına) zıttır. İtikafın bilinen açık anlamı mescidlerde olmasıdır.

Mescidlerde yapılmasının cevazı sabit olduğu zaman, (bu) her mescidde geçerli olduğunu gösterir. Delil ile olması müstesna kim onu (mescidlerden) bir kısmına özel kılarsa, (bu) tahsis kabul edilmez. Tahsis hakkında açık bir şey (olmadan bu tahsis) geçerli olmaz.

Cessas Ahkamu’l-Kur’an’da (1/243) şöyle der: “Siz mescidlerde itikafta iken” ayetinin zahiri lafzın umumiliğiden dolayı diğer mescidlerde itikafa girmeyi serbest bırakmaktadır. Kim onu (mescidlerin) bir kısmı ile kısıtlarsa, onun delil getirmesi gerekir. Onu geniş mescidlere mahsus kılmaya bir delil yoktur. Peygamberlerin mescidlerine has kılan kimsenin tahsis etmesinde de olduğu gibi, bir delil olmadığı zaman ona itibar edilmez.”

(Cessas) Rahimehullah (devamla) der ki: “…Ayetin umumunu, delalet etmediği şey hakkında hususileştirmek bizim için caiz değildir.”

İbn Rüşd de Bidayetu’l-Muctehid’de (2/427-428) benzer bir sebep zikrederek şöyle der: “Derim ki: İmam Şafi’ Rahimehullah (şuna) kaildir: “Hadis, Kur’an’a zıt değildir. Fakat Allah Rasulü’nün (Sallallahu aleyhi ve selem) hadisi kastedilen şeyi, özeli ve geneli, nasihi ve mensuhu açıklar. Sonra, insanlara gereken Allah’ın emrine uymalarıdır. Kim Allah Rasulü’den (Sallallahu aleyhi ve selem) geleni kabul ederse, Allah’a itaati kabul etmiş olur.”

Hamd ve minnet Allah’adır ki, zikredilen ayeti tahsis eden (özelleştiren), ayeti tahsis eden hadise ulaşmamaları sebebiyle alimlerin üzerinde bulundukları tartışmayı gideren sahih nebevi, merfu hadis gelmiştir!

İmam Şâfii’ Rahimehullah şöyle demiştir: “Hiçkimse yoktur ki, Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden dolayı sözü terk edilmesin. Ne zaman Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerine aykırı düştüğüm bir söz söylemişsem veya bu şekilde bir asla dayanmışsam, kabul edilecek söz Allah Rasulünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) söylediği sözdür ve o benim de sözüm odur.”

İşte bu diğer imamların da (Rahimehumullah) asıl menhecidir.

İbn-i Vehb şöyle der: “Malik’ten abdestte iki ayak parmaklarının arasını hilallemekten sorulurken işittim. (Malik) Dedi ki:

“Bu insanların (bildiği, yani bilinen bir şey) değildir.” (İbn-i Vehb) Dedi ki: İnsanlar azalıncaya kadar onu bıraktım. Sonra ona şöyle dedim:

“Bizde bunun hakkında bir sünnet vardır.” (Malik) Dedi ki:

“Nedir o?” Dedim ki:

“Bana Leys İbn-i Sad …… Müstevrid b. Şeddad el-Kureşi’den tahdis etti ki, o şöyle demiştir:

“Allah Rasul’ünü (Sallallahu aleyhi ve sellem) serçe parmağı ile iki ayak parmaklarının arasını ovalıyor gördüm.” (Malik) Dedi ki:

“Bu hadis güzeldir. Onu bu vakte kadar işitmemiştim.” Sonra onu işittim, bundan sonra sorulunca parmakları hilallemeyi emrediyordu.

Derim ki: Bugün bizim de, içinde itikafa girmenin caiz olduğu yer hakkındaki meselemiz bunun gibidir:

1- Bu insanların (bildiği, yani bilinen bir şey) değildir.

2- Bizde bunun hakkında bir sünnet vardır.

3- Bu konudaki hadis hasen, hatta sahihtir.

4- İnsanlar yakın zamana kadar onu işitmemişti.

Bu alıştıkları şeylere aykırı olduğu için Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) hadisini reddetmeye başlarlar mı? Yoksa onlar üzerinde bulundukları adetlere aykırı dahi olsa Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) hadisini kabul ederler mi?
(Allame Cemaluddin el-Kasımi, Kavaidu’t-Tahdis’te (s.94) şöyle der: “Şu, hadis ilminin güzel meyvelerindendir: Hiçkimse amel etmiyor olsa bile sahih hadisi kabul etmek gereği. İmam Şafii meşhur er-Risale’sinde der ki: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den başka kimsenin sözü mutlak delil değildir. İstihsan ile de görüş belirtilemez. Zira istihsan ile bir şey söylemek, daha önce örneği olmayan bir şey ortaya koymaktır.”
Derim ki: er-Risale’de (no:70) böyle demiştir. İmam Şafii rahimehullah orada (598-599) şöyle der: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olan bir hadise farkında olmadan muhalefet etmemize gelince, umarım ki Allah bundan sorumlu tutmaz. İnşaallah. Bunu kimsenin bilerek yapmaya hakkı yoktur. Fakat insan bazen sünnetten haberdar olmaz, kasten sünnete muhalefet ettiği için değil, haberdar olmadığı için ona aykırı bir söz söyler. İnsan bazen de gaflet sebebiyle yorumda hata eder.”
 
Derim ki: Şeyh Ahmed Şakir bu sözlere şu notu düşmüştür: “Allahu ekber! O gerçekten bir imamdır! Mekke’liler ona “Hadisin destekçisi” ismini verirken doğru söylemişler ve isabet etmişler!” Bkz.: İbn Kayyım, İ’lamu’l-Muvakkiin (3/464) Avdet İle’s-Sunne adlı risalem (s.27)
Cevabı alimlerin hayatından ve gittikleri yoldan alıyoruz. İmam Şâfi’ Rahimehullah bir gün bir hadis rivayet etmişti ve dedi ki: “O şüphesiz sahihtir.” Birisi ona dedi ki:

“Senin görüşün de o (hadis) gibi mi Ey Ebu Abdillah?” Şâfi’ (bu söz üzerine) sarsıldı ve dedi ki: “Be adam! Beni kiliseden çıkarken mi gördün? Belimde zünnarla mı gördün? Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis rivayet edeceğim ve ona uymayacağım (öyle mi)?”

Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: “Ne zaman Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis rivayet edip de ona uymamışsam, şahit olun ki aklım gitmiştir."

Asla hiçbir şüphe yoktur ki hakkı talep eden her insaf sahibi, Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine göre sahih olan bir hadisine vakıf olduğunda, sabit bir şeyle karşı çıkmaz. O (insaflı kimse), insanlar ne söylerlerse söylesinler, o hadise mecburen, şüphesiz, mutlaka uymak zorundadır. O kimse için insanların mı, yoksa insanların Rabbi Subhanehunun mu ona karşı tutumu mu önemlidir?

İş bu şekilde olduğunda söyleyenlerin söylemesine iltifat etme. Şerefli nebevi sünnetle beraber bulunduğun sürece iddiacıların değersiz iddialarına da aldırma!

Derim ki: Ayeti Kerime’yi tahsis eden hadis-i nebevîye gelince, o, Beyhaki’nin Sunen’inde (4/316), Tahavi’nin Muşkilu’l- Âsâr’da (4/20), Zehebi’nin Siyeru A’lamu’n-Nubela’da (15/81) rivayet ettikleri hadistir. Hepsi de: Sufyan b. Uyeyne - Cami’ b. Ebi Raşid - Ebi Vail, yolundan rivayet etmişlerdir: Ebu Vail dedi ki:

“Huzeyfe radıyallahu anh, Abdullah’a (yani İbn-i Mes’ud radıyallahu anh’a) şöyle dedi:

“Evin ve Ebu Musa’nın evi arasında itikafa girmenin zararı yok mudur? Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) öğrenmişindir ki: o şöyle buyurdu:

“Üç mescid dışında itikaf olmaz!”

Abdullah dedi ki: “Belki sen unuttun, onlar ezberledi veya sen hata ettin, onlar isabet etti.”

Hafız Zehebi hadisi rivayet ettikten sonra şöyle dedi: “ Sahih garib ve isnadı âlî’dir (yani az sayıda ravinin rivayetiyle gelmiştir.).”

Derim ki: İsnadı Buhari’nin şartı üzeredir.

Nitekim seleften bir kısmı bu hadis üzere amel etmiştir. İbn-i Ebi Şeybe Musannef’te (3/91) ve İbn-i Hazm (5/191) sahih bir senedle Said b. Müseyyeb’den şöyle dediğini rivayet etmişlerdir:

“Mescid-i Nebevi’den başkasında itikafa girilmez.”

Ve Abdurrezzak Musannaf’ta (8019) Ata rahimehullahdan sahih bir isnadla şöyle dediğini rivayet eder:

“Mekke mescidi ve Medine mescidi dışında civar (yani itikafa girmek) yoktur.”

Derim ki: Bu, az önce rivayet ettiğimiz hadisin manasının dışına çıkmaz. Nitekim İbn-i Hazm (5/194) şöyle demiştir: Ata’ dan sabit olmuş olan “civar” kelimesiyle kastettiği itikafa girmek demektir.”

İbn-i Vehb (ondan gelen haberde daha önce geçtiği gibi) İmam Malik Rahimehullah’ın kendisinde bulunmayan (hilalleme rivayeti) açıklandıktan sonra parmakların arasını hilallemeyi emretmeye başladığını zikretmiştir. Hadise ulaşınca kim olursa olsun hiç kimsenin sözüne iltifat etmemiştir. Bilakis –hadisin sıhhati ona sabit olduktan sonra- hiç düşünmeden gerektirdiği şeyi emretmeye başlamıştır.

Böylece biz (Allah’a hamdolsun) Ayeti Kerime’nin umum manası üzere her mescidde itikafın cevazını kastedenlere karşı birçok ilim ehlinin söylediği gibi söylemiş olduk. Bu sahih hadis, bize belirinceye ve sıhhati açık bir şekilde ortaya çıkıncaya kadar, ona zıt bir şey görmedik. Hadisi gerektiği şekilde, bize yazdırıldığı ve sünnet imamları ve selef alimlerinin istediği şekilde açıkladık.

ŞÜPHELER
Huzeyfe radıyallahu anh hadisi üzerinde bazı şüpheler varid olmuştur. Şüpheleri ve cevabını aktarıyoruz:
Birincisi: İbn-i Mes’ud (Radiyallahu anh) “Belki sen unuttun, onlar ezberledi veya sen hata ettin, onlar isabet etti” sözü ile Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) sözüne karşı çıkmıştır.
Cevap: Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) hata yaptığına dair bir nas yoktur. Çünkü “Lealle (Belki de)” Arap dilinde ummayı ifade eder. Mümkün olabilecek bir işi beklemek, gözlemek, ihtimal çeşitlerinden bir çeşidi tahmin etmek demektir. Usul ulemasının dediği gibi “ihtimal varid olunca istidlal batıl olur”.
Sonra bu ihtimali İbn-i Mes’ud (Radiyallahu anh) iki yöne ayırmıştır:
1- Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) unutması veya hatası.
2- (O şekil) İtikaf yapan topluluğun hıfzı veya isabet etmesi.
Bir kimse için bu iki ihtimalden hangisi tercihe şayandır?
Hüccet ve delilin tercih edilmesi (gerektiğine) şüphe yoktur. Peki kim hüccet sahibidir? Allah Rasul’ünün (Sallallahu aleyhi ve sellem) sünnetini tereddüt ve şüphe olmaksızın kesinkes bilen Huzeyfe Radiyallahu anh mı? Yoksa ihtimaller koyan ve tahmin eden, o konu hakkında kendisinde kesin nebevi bir şey olmayan İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh mı?
İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh, Huzeyfe Radiyallahu anh’e, itikafa girenlerin daha çok oluşlarıyla ve Huzeyfe Radiyallahu anh’ın ise bir tek kişi olmasıyla reddiye vermek istedi. Fakat onun uslubunda ilim vardı. Şüphe ve tereddüde düşmüş olması bunun delilidir. Huzeyfe Radiyallahu anh ezberlemiş kendisi ise ezberlememişti. Bu konu hakkında Huzeyfe’ye (Radiyallahu anh) itimat ettiği kadar itikaf eden cemaate itimat etmemiştir. Aksi halde gidip itikafları hakkında onlara sorardı.”
Sonra bu şüphe ile ilgili cevap hakkındaki başka bir yön de, İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın , Huzeyfe Radiyallahu anh’e karşı çıkması, onun hadisin lafzında hata etmiş olması değil, sadece hadisi anlama hususunda hatalı bulmasıyla ilgilidir.
(Allah ondan razı olsun, o bunu “Üç mescidden başkasında kamil itikaf yoktur” anlamında anlamıştır. Nassın zahirinden ayrı olan bir fehmin/anlayışın, zahire uygun fehme karşı delil olması söz konusu değildir. Lakin bu hakikatte dil açısından kusurlu bir anlayıştır. Zira üzerinde ittifak edilen esasa göre, söz, zahiri üzere alınır. Bu zahirin dışında ancak delil ile çıkılabilir. Burada, itikafı üç mescid ile sınırlayan ve herhangi bir mescidde itikafı nefyeden bu nassın dışına çıkmayı gerektiren bir delil yoktur. Hadisin lafzının zahiri budur. Zira buradaki “Lâ” cinsin nefyini yani bütün itikafların nefyini ifade eder. bundan sonra gelen “illa” edatı, bu mutlak nefiyden, hadiste bildirilen üç mescidi istisna etmektedir. Hadis, arap dilinin açık delaletiyle zahirine uygun olarak kalır. Zahirinin dışına çıkılamaz. Allah’a hamd olsun.)
Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) bunu itikaf yapanların aleyhine delil getirmesi ise bunu kabul etmediğinden dolayıdır. Bunun delili, Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) ona (İbn-i Mes’ud’a (Radiyallahu anh) şöyle demiş olmasıdır:
“Sen de bilmektesin ki Allah Rasul’ü (Sallallahu aleyhi ve sellem)…” sonra (hadisi) zikretti. İbn-i Mes’ud’ (Radiyallahu anh) - Huzeyfe’nin (Radiyallahu anh) dediği gibi- hadisi biliyordu ve ona vakıftı. Fakat o, Huzeyfe Radiyallahu anh’e onun anlamı hususunda karşı çıkıyordu.
Eğer denilirse ki: İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh, Huzeyfe radıyallahu anh’den daha fakih/anlayışlı değil midir? Ve İbn-i Mes’ud radıyallahu anh’ın anlayışını, Huzeyfe radıyallahu anh’ın anlayışından üstün tutmak gerekmez mi?
Cevap olarak şöyle denilir: İbn-i Mes’ud radıyallahu anh’ın daha anlayışlı olduğunda şüphe yoktur. Fakat bu, Huzeyfe radıyallahu anh’ın anlayışının ve ezberlemesindeki titizliğinin değerini düşürmez. Nasıl olmasın ki? O, Hafız Zehebi’nin Siyeru A’lami’n-Nubela’’da (2/361) vasfettiği gibi Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem’in “sırdaşı”dır. Ve aynı şekilde o, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabının seçkinlerindendir.
Sonra Huzeyfe Radiyallahu anh tanınan biridir ve her mesele hakkında isabet etmek fakihliğin şartından değildir. Özellikle de anlayış ve fıkhı nassın zahirine muhalif olduğunda!
Buna ilaveten biz, İbn Mesud radıyallahu anh ya da bir başkası, kim olursa olsun, hiçkimsenin anlayışına boyun eğmeyiz. Bilakis biz Allah Rasul’ünden (Sallallahu aleyhi ve sellem) sabit olan nassa boyun eğeriz.
Bunu Buhari (346) ve Müslim’in (368) rivayet ettikleri sahabe siretleri de desteklemektedir. Şakik b. Seleme dedi ki: “Abdullah b. Mes’ud ve Ebu Musa ile beraber oturuyordum. Ebu Musa dedi ki:
“Ne dersin Ey Ebu Abdurrahman! Bir adam cünüp olsa ve bir ay su bulamasa namazı nasıl yapar? Abdullah dedi ki:
“Bir ay su bulamasa da teyemmüm etmez.” Ebu Musa dedi ki:
“Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) kendisine “Şöyle yapman sana yeterli olurdu” buyurduğu zaman ki, Ammar’ın sözünü ne yapacaksın! Dedi ki:
“Ömer’i görmedin mi bunu kabul etmedi? Ebu Musa dedi ki:
“Hadi Ammar’ın sözünü bırakalım, şu ayeti ne yapacaksın? “….su da bulamadıysanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin.” (Maide-6) Abdullah ne söyleyeceğini bilemedi de, dedi ki:
“Biz eğer onlara bu hususta ruhsat verirsek, onlardan biri neredeyse suyu soğuk bulduğunda onu bırakır ve teyemmüm eder.” Şakik’e dedim ki:
“Abdullah sırf bu yüzden mi (teyemmümü) hoş görmüyordu?” Dedi ki:
“Evet”
Derim ki: (Peki şimdi) İbn-i Mes’ud Radıyallahu anh’ın anlayışı ve görüşünden dolayı ayeti ve Ammar hadisini terk mi edelim? Bu husustan dolayı Hafız İbn-i Hacer Fethu’l-Bari’de (1/457) şöyle demiştir:
“İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’e gelince Ammar hadisini kabulden uzak durması hususunda özrü yoktu.”
Burada dediğimiz şudur: İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın Huzeyfe hadisini kabul etmemesi hususunda özrü yoktur. Fakat o görüş, İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın ictihadıdır. O yüzden ona bir ecir vardır inşaallah.
Haktan sapılamayacak olan hak şudur ki hadisin zahiri alınıp ona tabi olmak daha uygun ve önceliklidir. Hadisi delil olmaksızın, birisinin anlayışıyla kayıtlamak ve sınırlamak sözkonusu olamaz. Nitekim şöyle denilmiştir: “Lafızlar manaların kalıplarıdır.” Gerçekten hadisin lafzı ve anlamı çok açıktır. Daha önce geçtiği gibi, seleften bazılarının bu hadisle amel etmiş olması, netliğini ve açıklığını artırmaktadır.
Eğer denilirse ki: “Huzeyfe Radiyallahu anh, İbn-i Mes’ud Radiyallahu anh’ın cevabından sonra neden sustu?”
Derim ki: Çünkü nebevi delil endişe ve ihtimali yok eder. Bunda şüphe yoktur. Huzeyfe radıyallahu anh’ın zihninde ezberlediği ve tebliğ ettiği hadis hakkında bu endişe ve ihtimale dair bir şey yoktu. Hal böyleyken, bu endişenin aksine kesin olarak kanaat ettiği halde ona nasıl cevap verebilirdi ki? Onun sadece hadisi rivayet etmedeki ısrar ve gayreti en büyük cevap ve en açık reddiye idi.
İkinci Şüphe: Huzeyfe Radiyallahu anh veya ondan sonra hadisi rivayet edenlerden birisi şüphe etmiş, üç mescidi zikrettikten sonra: “….. veya geniş mescid..” demiştir. Bu bir şüphedir ve bu şüphe ile Allah Rasulu Sallallahu aleyhi ve sellem’in sözü olduğuna karar verilemez.
Cevap: Şayet bir topluluğun İbn Uyeyne’den, herhangi bir şek içermeyen rivayetine vakıf olmamışsa, bu şüphe kendisine vaki’ olan kimse mazurdur. Sözü edilen topluluk şunlardır:

1- El-İsmailî, Mu’cem’inde (112/2), Muhammed b. Ferec’den,

2- Beyhaki ve Zehebi’nin rivayetinde; Mahmud b. Adem el-Mervezi’den,

3- Tahavi’nin rivayetinde Hişam b. Ammar’dan rivayet etmişlerdir.

Bunların hepsi kendileriyle delil gösterilen ravilerdir. Hişam b. Ammar saduk/dürüst bir ravidir. Yaşlanınca telkin kabul etmeye başlamıştır. Fakat ondan önceki iki ravinin rivayetine uygunluğu, bu hadisi doğru ezberlediğine delil olmaktadır.

Bu ravilerin hadisi, sözü edilen şek bulunmaksızın rivayet etmede ittifak etmeleri, itiraz edenin görüşünün tercih edilemeyeceğine delildir. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü Şüphe: Bu konudaki hadis İmam Tahavi’nin Muşkilu’l- Âsâr’da (4/20) dediği gibi mensuhtur.

Cevap: Bu mesnetsiz bir iddia ve delilsiz bir görüştür. Çünkü nasih ve mensuha ancak Allah Rasulün Sallallahu aleyhi ve sellem’den bir haber veya o ikisinden birinin zaman olarak diğerinden sonra oluşunu gösteren bir delil ile istidlal edilebilir. Nesh, Sonuncusunun nasih (hükmü kaldıran) olmasıyla, hadisi işitenin sözüyle ya da icma’ ile bilinir.

Bu, usulcüler arasında, üzerinde ittifak edilen bir konudur. Aksi halde herkes dilediği bir ayet veya rivayetin nesh edilmiş olduğunu iddia ederdi. Bu en çirkin şeydir!!! Bu iddianın bir delili olabilir mi?

Dördüncü Şüphe: Hadis muzdarip/çelişkilidir.

Derim ki: Bu pervasız ve geçersiz bir iddiadır. İsnadların ve haberlerin ehli olan alimler bu iddiaya karşı çıkar! İşte sana itiraz ederek karşı çıkanların iddialarını ispat için getirdikleri şüpheler:

Birincisi: Hadis merfu olarak ve mevkuf olarak, her ikisi de Huzeyfe radıyallahu anh’den rivayet edilmiştir. Bu rivayeti reddetmek gerekir!?

Derim ki: Bundan önce rivayet edilen üç merfu’ rivayet geçmişti. Onlardan sadece Abdurrezzak’ın İbn-i Uyeyne yoluyla rivayeti mevkuftur.

Bunu Abdurrezzak Musannef’te (8016) ve aynı yoldan Taberani Mu’cemu’l-Kebir’de (9511) tahric etmişlerdir.

Bunda tek kalan Abdurrezzak’ın haberi, üç sika ravinin kesin bir şekilde merfu rivayetlerine karşı duramaz. Bu bir yönü.

Başka bir yönü ise, merfu olduğunun bildirilmesi ziyade bilgidir. Sika/güvenilir ravilerin ziyadesi olduğu için de kabul edilmesi gerekir.

Nevevi rahimehullah, “Ma Temesse İleyhi Hacetu’l-Kari, Li-Sahihi’l-İmam Buhari” adlı risalesinde şöyle der: “Sikalardan biri hadisi muttasıl olarak, birisi mürsel olarak, birisi merfu olarak, birisi mevkuf olarak rivayet etmişse veya ravi mevsul olarak rivayet ettiğini bir seferinse merfu, bir seferinde mürsel veya bir seferinde de mevkuf olarak rivayet etmişse, fakihlere, usul ehline ve muhakkik hadisçilerce göre doğru olanı; bu rivayetin mevsul ve merfu’ olduğuna hükmedilmesidir. Çünkü bu sikanın ziyadesidir.”
(Bu, Hatibu’l-Bağdadi’nin de el-Kifaye’de (s.411- Hindistan baskısı) tercih ettiğidir. Bkz.: İbn Salah, Ulumu’l-Hadis (s.79)

İkinci itiraz: Izdırab/çelişki Huzeyfe radıyallahu anh’ın Allah Rasulü Sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayetinde de meydana gelmiştir.

1- Bir defasında merfu’ olarak şöyle rivayet etmiştir: “İmam ve müezzin olan her mescidde itikafa girilebilir.”

2- Bir defasında şöyle rivayet etmiştir: “Üç mescidden başkasında itikafa girilmez.”

3- Bir defasında da şekke düşerek şu ziyade ile rivayet etmiştir: “Veya geniş mescidde”

Cevap: Birinci hadisi Darakutni (2/200) rivayet etmiştir. İbn-i Hazm el-Muhalla’da (5/196) onun hakkında şöyle der: “Bu kusurludur anlayış sahibi biri bununla meşgul olmaz. Cuveybir helak olmuştur (çok zayıftır). Dahhak zayıftır ve Huzeyfe’ye yetişmemiştir.”

Derim ki: Böyle bir rivayetle gönül yatışmaz.

İkinci hadise gelince, daha önce geçtiği gibi şüphesiz sahihtir.

Üçüncü hadisteki şüpheye gelince, bu tercih edilen değildir. Daha önce ikinci şüphenin cevabında açıklama geçmiştir.
Sadece ikinci hadis kesindir ve o da (şöyledir) “Üç mescidin dışında itikafa girilmez”. Bu merfu olarak sahihtir. Buna aykırı bir eser veya bir haber yoktur. Bunun karşısında duracak kuvvet bir görüş veya anlayış yoktur. Bu hadis itimad edilip amel edilecek özelliktedir. Başarılı kılan yalnız Allah’tır.
Beşinci Şüphe: Şüphesiz bu (ikinci hadis) Aişe radıyallahu anha’dan rivayet edilen: “Sadece geniş mescid de itikafa girilir” hadisine zıt ve aykırıdır. Hadis daha önce geçmişti.
(Şeyh Şuayb el-Arnaut, Siyeru A’lami’n-Nubela dipnotunda (15/81) meselenin tartışma gerektirdiğini söylemiş ve şöyle demiştir: “İtikafın üç mescid ile tahsis edilmesinde Huzeyfe radıyallahu anh tek kalmış ve çoğunluk başka mescidlerde de itikafın caiz olduğu görüşünü benimsemiştir.”
Derim ki: Bu doğru bir görüş değildir. Huzeyfe radıyallahu anh, rivayet edilen sahih sünnet ile birliktedir. Çoğunluk nedir ki? Onların elinde ayetin umumi ifadesinden başka bir şey yoktur. O ayet ise bu sahih nebevi hadis ile tahsis edilmiştir. İtimad edilecek hak budur inşaallahu teala.)
Cevap: Aykırılık ve zıtlık yoktur. Bilakis bu da tahsise dahildir. Çünkü Aişe radıyallahu anha hadisinin, Huzeyfe radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadisten genel kapsamlı olduğu net ve açıktır. Bu yüzden tahsis edenle amel edilir. Bunu pekiştiren ve ispat eden hususlardan birisi de, Huzeyfe radıyallahu anh hadisinin merfu oluşu açıkça tasrih edilmişken, Aişe radıyallahu anha’nın sözü hükmen merfudur.
(Huzeyfe radıyallahu anh hadisine aykırı olan ve çoğu zayıf olan mevkuf ve maktu (sahabe sözü ve tabiin sözü) rivayetlerden başka bir şey yoktur.)
İlim ehli katında bu, tercih sebeplerindendir.
Tenbih: Geçen bu açıklamalar, şu hadiste geldiği gibi, mescidlerde alışılagelmiş oturmanın mutlak faziletine aykırı değildir: “Sizden biriniz namaz kıldığı yerde abdesti bozulmadan oturmaya devam ettiği sürece melekler onun için salat ederler ve: “Allah’ım! Onu bağışla, Allah’ım! Ona merhamet et” derler” Bunu Buhari ve Muslim, Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet etmişlerdir. Bkz.: Fethu’l-Bari (2/142, 143) el-Mescid Fi’l-İslam (s.56-57)

Şeyh el-Elbani Rahimehullah’ın Bu Mesele Hakkındaki Açıklaması

Bismillahirramanirrahim.
Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem: “İtikaf ancak üç mescitte olur” buyurmuştur. Bu hadis hakkında el-Albani Sahiha’da (2786) şöyle der:

“Bunu el-İsmailî Mu’cem’de (112/2) şeyhi el-Abbas b. Ahmed el-Veşşa – Muhammed b. El-Ferec tarikiyle rivayet etti. Beyhaki Sünen’de (4/316) Muhammed b. Adem el-Mervezî tarikinden, her ikisi Sufyan b. Uyeyne – Cami b. Ebi Şeddad – Ebu Vail tarikiyle: dedi ki; Huzeyfe radıyallahu anh, Abdullah radıyallahu anh’e (yani İbn Mesud’a)

“Bir topluluk senin evin ile Ebu Musa’nın evi arasında itikaf yapıyor ve sen karşı çıkmıyorsun! Halbuki Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem’in “İtikaf ancak üç mescidte olur” buyurduğunu biliyorsun.” Abdullah radıyallahu anh dedi ki:

“Onların ezberlediğini sen unutmuş yahut onlar isabet edip sen hata etmiş olabilirsin”

Bu isnad şeyhayn (Buhari ve Müslim)in şartlarına göre sahihtir. İbn Mesud’un sözü, Huzeyfe’nin hadisin rivayet lafzında hata ettiğini gösteren bir nas değildir. Hatta Huzeyfe radıyallahu anh’ın karşı çıktığı itikaf hususunda İbn Mesud’a göre hadisin anlamı, tıpkı “emaneti olmayanın imanı, ahdi olmayanın dini yoktur” hadisindeki gibi “kamil itikaf yoktur” şeklinde olabilir. Allahu alem.

Sonra Tahavi’nin bu hadisi Müşkil’de (4/20) aynı tarikten rivayet ettiğini gördüm. Aynı şekilde Abdurrazzak Musannef’te (4/248/8016) ondan da Taberani (9/350/9511) İbn Uyeyne’den bu yol ile rivayet ettiler, lakin merfu oluşunu tasrih etmediler.

Said b. Mansur; Sufyan b. Uyeyne yoluyla rivayet etti ancak merfu oluşundan şüphe ile ve özet olarak rivayet etti; Şakik b. Seleme dedi ki: Huzeyfe radıyallahu anh Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’e:

“Rasulullah Sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu biliyorsun: “İtikaf ancak üç mescidte olur” veya cemaat mescidi dedi.

İbn Hazm el-Muhalla’da (5/195) ondan nakleder ve bu şekten dolayı hadisi reddeder. İbn Hazm, İbn Uyeyne’den şeksiz olarak merfu gelen “veya cemaat mescidi” lafzıyla rivayete vakıf olmadığından mazurdur…

Said b. Mansur’un hadisin merfu oluşunda tereddüt etmesi sıhhatini etkilemez. Özellikle kıssanın geliş şekli (siyakı) dikkatle bakıldığı zaman hadisin merfu olduğu hususunu pekiştirir. Zira Huzeyfe radıyallahu anh, onların evler arasında itikaf yapmaları hakkında ibn Mesud radıyallahu anh’ın sessiz kalmasına mücerret görüşüyle karşı çıkmamıştı. O, İbn Mesud radıyallahu anh’ın üstünlük ve fıkhını biliyordu. Şayet ona göre hadis merfu olmasaydı, ibn Mesud radıyallahu anh’e karşı çıkıp hüccet ikame etmezdi. Hatta Abdurrazzak’ın mevkuf rivayeti dahi dediklerimi destekler. Zira ondaki lafız şöyledir:

“Bir topluluk evinle Ebu Musa’nın evi arasında itikaf yapıyor ve sen yasaklamıyorsun ha!” Abdullah radıyallahu anh:

“Sen hata edip onlar isabet etmiş veya sen unutup onlar ezberlemiş olabilirler” dedi. Bunun üzerine Huzeyfe radıyallahu anh:

“İtikaf ancak üç mescidte olur” diye devam etti.

Bunun bir misli de İbrahim’in rivayetidir: “Huzeyfe radıyallahu anh, Abdullah radıyallahu anh’e geldi ve:

“Senin evinle Eşari’nin evi arasında mescidte itikafa girenleri garip karşılamıyor musun?“ dedi. Abdullah radıyallahu anh:

“Sen hata edip onlar isabet etmiş de olabilir” dedi. Huzeyfe radıyallahu anh:

“Bilmiyor musun ki itikaf ancak üç mescidte olur! Orada veya şu çarşıda itikaf etmeleri arasında fark görmüyorum. (Huzeyfe radıyallahu anh’ın ayıpladığı bu kimseler Büyük Kufe Mescidinde itikafa girmişlerdi.)

Bunu İbn Ebi Şeybe Musannef’te (3/91) rivayet etti. Yine Abdurrazzak (4/347-48) rivayet etmiş olup parantez içindeki ziyade ona aittir. Ondan da Taberani (9510) rivayet etti. Ricali güvenilirdir, şeyhayn ravileridir. Yalnız İbrahim (en-Nehai) dışında. O Huzeyfe radıyallahu anh’e yetişmemiştir.

Huzeyfe radıyallahu anh’ın İbn Mesud radıyallahu anh’e karşı “Üç mescid haricinde itikaf olmaz” cümlesiyle delil getirmesi, ona göre bunun hüccet makamında bir söz olduğunu düşündürmektedir. Aksi halde ona:

“Bilmiyor musun!” diye söylemezdi. Allahu a’lem.

Şunu iyi bil ki, alimler itikaf yapılacak mescidin şartları hususunda ihtilaf ettiler. Bunu geniş olarak musanneflerde, el-Muhalla’da ve diğerlerinde görebilirsin. “Siz mescidlerde itikaf edersiniz” ayeti ile hüccet getirmek doğru değildir. Hadis sahihtir. Ayet umum olup hadis hâstır. Usul gereğince umum, hâs olana hamledilir. Hadis mahsus, ayet onun mubeyyenidir ve Huzeyfe hadisine delil olur.

Bu konuda eserler (sahabe ve tabiinden gelenler) de muhteliftir. Alınmaya layık olanı hadise muvafık olandır. Mesela Said b. Museyyeb’in sözü gibi:

“İtikaf ancak Mescid-i Nebi’de olur.” Bunu İbn Ebi Şeybe ve İbn Hazm sahih isnad ile rivayet ettiler…

Şeyh Elbani daha sonra hadisin sıhhati konusunda yapılan itirazlara karşı delilleriyle hadisin sıhhatini ispatlayan açıklamalar yapar.

Neticede hadisin lafzından anlaşıldığı üzere üç mescid dışında itikaf olmaz. Lecne'nin fetvası ve cumhurun görüşü şaz olup sahih hadise aykırı olan bu fetva ile amel etmek caiz değildir. Allah en iyi bilendir.

Ali el-Halebi hafazahullah, adı geçen risalesinin başlarında Reşid Rıza’nın Fetavasından (2/503) şu sözünü nakletmiştir: “Şeriat sahibinin sözü dışında dinde kimsenin sözü hüccet değildir. Dinin delillerinin desteklemediği her sözün reddedilmesi gerekir. Bunun delili üzerinde ittifak edilen şu hadistir: “Kim dinde emrimiz olmayan bir şey ortaya koyarsa reddedilir” yani reddedilmiştir. Nitekim meşhur alimler bunu böyle açıklamışlardır.”

El-Halebi şöyle devam eder: “Allah ona rahmet etsin, o, kendisine “Alimlerin delilsiz sözlerini reddetmenin hükmü” hakkında sorulan bir soruya şöyle cevap vermiştir: “Şüphesiz o hakka tabi olmuş, Kur’an ile hidayet bulmuş, salih selefin ve razı olunmuş imamların yolunda yürümüştür.”

Allah bana da sana da rahmet etsin, buna dikkat et! İnsanların delilsiz sözleriyle fitneye düşme! Delilsiz olmalarına rağmen kalabalık oluşlarına aldırma! İki gözünün arasına sadece delil, hücceti, beyyine ve burhanı dik!”

Ebu Muaz

13 Temmuz 2010 Salı

Zevzekliğin Alemi Yok! (Kevseri Hayranlarına!)

Zevzekliğin Alemi Yok! (Kevseri Hayranlarına!)

Ebu Muaz Seyfullah Erdoğmuş
Bundan bir müddet önce Ehli Sünnet’in azılı düşmanlarından, zındık cehmî Muhammed Zahid el-Kevseri hakkında Ebu Ahmed Abdurrahman kardeşimizin bazı notlarını yayınlamıştım. Darusselam başlıklı – aslında Darulkelam adı onlara daha layıktır – sitede sözkonusu yazının iftiralardan ibaret olduğu şeklinde bir makale yayınlandı. Ebu Ahmed Abdurrahman kardeşimizin bu makaleye bizzat cevap vermesinin gerektiğini düşünerek bu konuda herhangi bir cevap vermemiştim. Zira bu konuda cevap hakkı Ebu Ahmed’e aittir. Ancak sözkonusu yazı içerisinde Ehl-i Sünnet akidesine çirkefçe saldırıların mevcut olduğu dikkatimden kaçmış değildir. Bazı ayak takımı da farklı sitelerde “Ebu Muaz’ın yalancılığı tescil edildi” gibi bayağı ifadelerle adı geçen makaleye işaret etmektedir. Belirttiğim gibi makale sahibi ben değilim, ancak makale sahibi ile aynı akidedeyim ve Kevseri’nin Ehl-i Sünnete düşmanlığını, cehmîliğini dile getirmek malumu ilandan başka bir şey de değildir. alıntı ve nakiller hakkındaki sözlere cevaptan Ebu Ahmed sorumludur. Ben reddiye mahiyetinde yazılmış olan yazıda gördüğüm, Ehl-i Sünnete çirkince yapılan saldırılar ve çarpıtmalar hakkında üzerime düşeni yapmak gayesiyle bu yazıyı yazmak durumunda kaldım.

1- Reddiyenin sahibi şu ifadeleri kullanmıştır: “Çünkü Kevseri’nin eserleri çağdaş Mücessime fırkasını son derece rahatsız edici, susturucu ve müdellel bir mahiyete sahiptirler. Önce Arab dünyasından Kevseri’ye dair yazılmış iftira dolu bir yazı, Türkiye’deki Mücessime fırkası mensuplarınca tercüme edilmiş ve birtakım sitelerde neşredilmiştir”

Cevap: Hakkaniyeti arzu eden bir eda ile Kevseri’ye iftira edildiğini dile getirmeye çalışan yazar “iftira olduğunu düşündüğü”(!) bir yazıya neden başka bir iftira ile karşılık verme çabasındadır? Yazardan ricamız; önce mücessimelik dediği şeyi açıklamasıdır. Eğer mücessime sözüyle Allah’ı mahlukata benzetmek ve O’na cisim isnad etmeyi kastediyorsa – ki kelimenin açık anlamı budur – bizlerin nerede bunu yaptığımızı ispat etmelidir. Yok eğer mücessime kelimesini hevasına göre yüklediği anlamlarla şerh edip “Kur’an ve Sünnet’in Allah Azze ve Celle hakkında belirttiği sıfatlara geldiği gibi iman etmeyi” dahil ediyorsa, başta sahabeler, tabiin, müçtehit imamlar ve bütün ehl-i sünneti vehmettiği dairenin içine sokmaktadır. Bu takdirde sahabelerin içinde bulunduğu dairede bulunmaktan dolayı da ancak Allah’a hamd ederim. Heva ehlinin buna “mücessime” ismini vermiş olmasına da aldırmam. Zira bu gibi isimlerle yakıştırma yapmak batıl ehlinin kadim adetidir. Bu batılâne tavrı bu ümmet içinde sürdürmeye çalışanlardan biri de el-Kevseri’dir ve muhtemelen reddiyeci yazar da Kevseri’nin adımlarını takip etmektedir. Hafız Zehebi’nin el-Uluv adlı eserinde geçen şu nakli ve Şeyh Elbani rahimehullah’ın buna düştüğü notlar bunun bir numunesidir:

“256- Hâfız Ebû Kâsım et-Taberî - Bu İmam el-Lâlekâî olup, “Şerhu’s-Sünen” adlı eserin müellifidir - dedi ki: Ben Ebû Hâtim Muhammed b. İdrîs b. el-Münzir el-Hanzalî’nin kitabında -onun ondan işittikleri arasında- şunları söylediğini gördüm: “Bizim mezhebimiz ve tercihimiz Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e, ashâbına onlardan sonra gelip, onlara güzelce uyanlara uymaktır. Şafi‘î, Ahmed, İshâk ve Ebû Ubeyd -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- gibi rivayet ehlinin mezheplerine sımsıkı sarılıp, kitap ve sünnete bağlı kalmaktır. Azîz ve Celîl olan Allah’ın Arşı üzerinde olup, mahlûkatından ayrı olduğuna “O’nun benzeri hiçbir şey olmadığına, işiten, gören olduğuna” inanırız. Dedi ki: “Bizim tercih ettiğimiz, imanın artıp eksildiğidir. Kabir azabına, havza, kabirde sorgulanmaya, şefaate iman ederiz. Bütün Ashâb-ı Kirâm’a rahmet okuruz. Onlardan hiç kimseye sövüp saymayız. Fitne zamanlarında savaşmayız. Allah’ın işimizin başına yönetici olarak getirdiği kimselerin (şerîate uygun) emirlerini dinler ve itaat ederiz. İmamlarla birlikte namaz kılıp, haccedip, cihad etmeyi, davarların zekâtlarının onlara verilmesini uygun görüyor ve muvahhidlerden şefaat ile cehennemden bir topluluğun çıkarılacağını belirten sahih rivayetlere iman ederiz. -Sonunda şunları söyler-: “Bid’at ehlinin alameti ise rivayet ehli olan kimselere dil uzatmalarıdır. Cehmiyye’nin alameti Ehl-i Sünnet’e Müşebbihe ve Nâbite adını vermeleridir. Kaderiyyenin alameti Ehl-i Sünnet’e Cebriyyeci adını vermeleri, zındıkların alameti ise rivayet ehli olanları Haşviyye diye adlandırmalarıdır”

Elbani dedi ki: Nitekim Kevserî de böyle yapmaktadır. Onun notları ve risâleleri hadis imamlarına dil uzatıp onları tenkit etmekle, onları mücessimecilikle itham etmekle, onlara müşebbihe ve haşviyye adını vermekle dolup taşmaktadır. Bununla birlikte onun öğrencisine göre o hüccet, büyük ilim adamı, büyük münekkid Kevserî…dir. Benim el-Mektebu’l-İslâmî’de dördüncü baskısı yapılmış bulunan Şerhu’t-Tahâviyye adlı esere yazdığım mukaddimeme bakınız.”

Yine Zehebi adı geçen eserde şunu nakleder: “258- İbn Ebî Hâtim, er-Reddu ‘ale’l-Cehmiyye adlı eserinde diyor ki: Bize Ahmed b. Sinan el-Vâsıtî tahdis edip dedi ki: Bana İbn Ebî Duâd -mihnet günlerinin kadısını kastediyor-’den şöyle dediği ulaştı: Nebîlerden üçü müşebbihecidir. Îsâ b. Meryem aleyhisselâm: “Sen benim nefsimde olanı bilirsin. Ama ben senin nefsinde olanı bilmem” demesiyle, Musa aleyhisselâm: “Rabbim bana kendini göster, sana bakayım” sözü ile, Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem de: “Şüphesiz siz Rabbinizi göreceksiniz” buyruğu ile. (İbn Ebî Duâd) dedi ki: Bu ya apaçık bir küfürdür ya bu itibarla teşbih bir haktır.” Görüldüğü gibi batıl ehlinin iddia ve iftiralarına bazı peygamberler bile dahil edilmiştir.

2- Reddiyenin sahibi şu ifadeleri kullanmıştır: “Kevserî gösterilen yerlerde (s.94)’de “Câriye Hadîsi” diye bilinen rivâyetin sened ve metin bakımından Muztarib/çelişik bir rivâyet olduğunu, büyük bir Muhaddis dirâyetiyle ortaya koymaktadır.”

Cevap: Sözü edilen hadis Sahihu Muslim hadislerindendir ve bu hadisi, Ehl-i Sünnet akidesine düşmanlığından dolayı hüccet olmaktan çıkarmak için yırtınan Kevseri’nin peşrevlerini “Muhaddis dirayeti” olarak nitelemek takılan gözlüğün markasından kaynaklanmış olsa gerek.

Hadis hakkındaki ızdırap ve şazlık iddiasına Elbani rahimehullah Muhtasaru’l-Uluv’de şöyle cevap vermiştir:

“Bu hadis çeşitli yollarla varid olmuştur. Muhtemelen bundan dolayı musannıf bunun mütevatir hadislerden birisi olduğunu söylemiş olmalıdır. Ancak bu tartışılır. Çünkü bazılarının rivayetinde cariyenin Arapça bilmediği ve: “Semâdadır, dedi” yerine semâya işaret ettiği belirtilmektedir. Müsned’de olduğu gibi. Fakat bu hadisin senedinde asıl adı Abdurrahmân b. Abdullah b. Utbe b. Mes’ûd el-Kûfî olan el-Mes’ûdî adındaki ravi bulunmaktadır. Bu ravinin hafızası karışmıştı. Bu hadisi de hafızasının karıştığı zamanlarda rivayet etmiştir. Çünkü hadis Müsned’de (II, 291) ve Beyhakî’nin Sünen’inde (VII, 388) Yezîd b. Hârûn’un kendisinden diye naklettiği rivayet olarak kaydedilmiştir. İbn Numeyr şöyle demektedir: (el-Mes’ûdî) sika bir ravi idi, ama son zamanlarında hafızası karışmıştır. Ondan İbn Mehdî ve Yezîd b. Hârûn karışmış halde bir takım hadisler dinlemiştir. Dolayısıyla ez-Zehebî’nin kitabın aslında “senedi hasendir” demesi pek güzel bir ifade değildir. Çünkü buradaki “Arap olmayan” fazlalığının zayıf olduğunu pekiştiren hususlardan birisi de diğer rivayet yollarında bu lafzın bulunmamasıdır. Musannıf bunu kitabın aslında da zikretmiştir. Rivayetin bir kısmı sahih, diğer bölümlerinin ise şevâhid arasında kullanılmasında bir sakınca yoktur. Ben Sahîhu Ebî Dâvûd (862) ile İbn Ebî Şeybe, el-İman, (84) numaralı hadis ile İbn Ebî Âsım’ın Tahrîcu’s-Sünne (489)’de bu hadisin kaynaklarını gösterdim.

Bu hadis hiç şüphesiz sahih bir hadistir. Bunda cahil ya da hevâ sahibi garezkâr kimseler dışında şüphe eden olmaz. Böylelerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den bulundukları sapıklığa muhalif bir nas geldi mi hemen onu te’vil etmek hatta büsbütün ta’til etmek suretiyle ondan kurtulmaya çalışırlar. Buna imkânları olmazsa bu hadiste olduğu gibi, hadisin sübûtu hakkında tenkitte bulunmaya çalışırlar. Şüphesiz hadis, senedinin sıhhati ile birlikte hadis imamları da aralarında bildiğim kadarıyla bir görüş ayrılığı bulunmaksızın sahih kabul etmişlerdir. Bunlardan birisi de İmam Müslim’dir. Çünkü hadisi Sahîh’inde rivayet etmiştir. Aynı şekilde Ebû Avane de, Müslim üzerine Mustahrec’inde bu hadisi rivayet etmiş, Beyhakî el-Esmâ ve’s-Sıfât’ta hadisin akabinde (s. 422): “Bu sahihtir ve bunu Müslim rivayet etmiştir” demiştir.

Bununla birlikte taassubun içerisinde helak olmuş Kevserî’nin hadiste ızdırab bulunduğu iddiası ile sıhhati hakkında şüphe uyandırmaya çalıştığını görüyoruz. O, el-Esmâ adlı eser üzerinde karaladıkları arasında bu hadis hakkında (s. 441-442) şu notu düşmüştür:

“Bunların hadisini Muâviye b. el-Hakem’den yalnızca Atâ b. Yesâr rivayet etmiştir. ez-Zehebî’nin “Kitabu’l-Uluvv”da belirtildiği üzere bu hadisin bir lafzında Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in cariye ile konuşmasının ancak işaret ile olduğuna ve ravinin işaretten anladıklarını kendisinin tercih ettiği bir lafız ile sıraladığına delil teşkil etmektedir. Buna göre, bizim dediğimize delil teşkil eden Atâ’nın lafzı şöyledir: “Bana bizzat cariye sahibinin kendisi tahdis etti…” Bu hadiste şu ifadeler yer almaktadır: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem soru sormak amacı ile elini cariyeye uzatarak: Semâda kim var, diye sormuş, cariye: Allah demiştir. Peki, ben kimim diye sorunca, cariye: Rasûlullah demiştir. Allah Rasûlü: Bu cariyeyi hürriyetine kavuştur. Çünkü o müslüman birisidir, buyurdu. İşte bu “Allah nerededir?” ifadesinin Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem tarafından telaffuz edilmediğine bir delildir. İşte mana yoluyla rivayet, hadiste gördüğünüz şekildeki bir ızdırabı ortaya çıkarmış bulunmaktadır.”

Kevserî böyle demektedir. Allah ona adaletiyle muamele etsin. Daha önce hadisin sahih oluşuna dair yaptığımız açıklamaları hatırlayın. Ayrıca Atâ’nın bizatihi cariye sahibinden nakletmiş olduğu hadis, Saîd b. Zeyd’in rivayetinden olduğundan ötürü senedi açısından sahih değildir. Çünkü Saîd b. Zeyd her ne kadar doğru sözlü birisi ise de, hıfzı pek güçlü birisi değildir. Bundan dolayı bir topluluk onun zayıf olduğunu söylemiştir. Hatta Yahyâ b. Saîd onun oldukça zayıf olduğunu söylüyordu. Hâfız da Takrîbu’t-Tehzîb’de buna işaret ederek: “O doğru sözlüdür. Ama bazı yanılmaları vardır” demektedir.

İşte bu şekilde: Allah nerede, diye kendisine sorulan herkesin, fıtratı gereği hemen: Semâdadır, dediğini görüyoruz. Bu rivayette iki mesele vardır:

Birincisi müslümanın: Allah nerededir diye sormasının meşru olduğudur.

İkincisi ise, kendisine soru sorulan kimsenin: Semâdadır, diyeceğidir. Bu iki meseleyi inkâr edip reddeden bir kimse aslında Muhammed Mustafa sallallâhu aleyhi ve sellem’e karşı tepki gösteriyor demektir.

- Câbir b. Abdullah radiyallâhu anh’in rivayet ettiği hadis: Buna göre Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Arafe günü verdiği hutbesinde: “Tebliğ ettim mi?” diye sormuş, ashâb, evet diye cevap verince, Allah rasûlü parmağını semâya kaldırıp, onu onlara doğru indirip işaret ederken: “Şahit ol Allah’ım!” buyurdu. Hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Buna ek olarak, hadisin rivayetinde geçen “el ve soru sormak”, bu hadisi rivayet eden hadis hafızları ile onların daha alt mertebelerinde bulunanlar arasında yalnız kendisinin münferiden söylediği bir şeydir. Onun bunu münferiden rivayet etmesini hadis âlimleri şüphesiz münker olarak saymaktadır.

Allah bizi de, sizi de hevâdan korusun. Şimdi şu adamın (Kevserî’nin) bu münker rivayete nasıl dayandığına bir bakıp düşünün. Durum bundan ibaret de değildir. Aksine bu rivayet ile muhaddisler arasında sahih olduğu ittifakla kabul edilmiş, ikinci rivayeti vurmakta ve münker rivayeti sahih olan rivayetin zayıf ve muzdarip oluşuna delil kabul etmektedir. İlmini ve bildiklerini müslümanların peygamberlerinin hadisleri hakkında şüphe uyandırmak için kötüye kullanan bu adam hakkında mümin ne der? -Allah ona layıkını versin- Diğer taraftan o bu şekilde bir saptırıcılıkla yetinmiyor. Aksine raviye Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem hakkında bilerek yalan söylemeyi de nispet ediyor. Fakat bu ravi hangisi olursa olsun sika birisidir. Çünkü bu hadisin bütün ravileri sikadırlar. Bunu dememizin sebebi, Kevserî’nin az önce geçen sözlerinin anlamının şu olmasıdır: Ravi Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in cariyeye “Allah nerededir?” dediğini nispet etmeyi tercih etmiştir. Halbuki Kevserî’ye göre vakıa Peygamber’in böyle bir şey demediği şeklindedir. Bunu ancak ravi kendi kanaati ile Saîd b. Zeyd’in rivayeti yerine koymuştur: “Peygamber elini cariyeye soru sormak üzere uzattı: Semâda olan kimdir, (anlamında) sordu.”

İşte müslümanları Kevserî denilen bu zattan ve suçsuz olan kimseleri yapmadıkları ile itham eden benzerlerinden sakındırmak, görevlerim arasındadır. Bunu yaparken de onlara Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse -bilgisizce bir kavme sataşıp da onlara yaptıklarınıza pişman olmamak için- iyice araştırın.” (Hucurât, 49/6) âyetini hatırlatıyorum.”

3- Reddiye sahibi şöyle diyor: “Kevserî, Tebdîdü’z-Zalâm’ının 95. sayfasında üstü çizilen satırlarda Muaviye hakkında sadece şöyle diyor: “Hâdiseyi anlatan/Muâviye Sahâbe’nin fakihlerinden değildi. Tahkikte bu hadisden başka rivâyeti de yoktur. Aksine O, namaz hakkında konuşan bir A’râbî idi.” Bununla O’ndan çok daha ileri olan Sahâbe’nin mekân bildirmeyen rivâyetlerinin O’nun rivâyetine tercîh edileceğini, değilse “eyne”/nerede sözünün “hangi makamda ve rütbededir” manasında olduğunu söylemektedir. Bunda hangi hakaret vardır?. Bir mü’min böyle bir iftirâya nasıl cesaret edebilir?”

Cevap: “Aksine o, namaz hakkında konuşan bir A’rabi idi” şeklinde tercüme Kevseri’yi temize çıkarma çabasından başka bir şey değildir. cümlenin doğru tercümesi: “Hatta o ( Muaviye b. Hakem radıyallahu anh) namazda dahi konuşan bir bedevi idi” şeklindedir. Kevseri bu ifadesiyle Muaviye b. Hakem radıyallahu anh’ın fakih olmadığını vurgulama gayesindedir. Ve "a’rabi" kelimesi türkçede “bedevi” demektir. Zaten Kevseri’nin anlatmak istediği anlam da budur. Bu olayın adı geçen sahabenin fakih olmadığına delil getirilmesi Kevseri’nin ya cahilliğini ya da kasıtlı olarak meseleyi başka vadilere sürüklemek istediğini gösterir. Zira namazda konuşma yasağı sonradan vaki olmuştur ve bu sahabe bu yasaktan habersizdir. Kevseri’nin bu yaklaşımına göre, Kudüse yönelerek namaz kılan sahabeler hatta Nebi sallallahu aleyhi ve sellem de fakih değildi demek gerekir ki bundan Allaha sığınırız.

4- Reddiye sahibi şöyle diyor: “Allah celle celâlühû’ya adres arayıp göstermek ve O’nun Mekân manasında olarak göklerde olduğu inancı, Ehl-i Sünnet’in değil, Firavun ve yolundakilerin inancı idi.”

Cevap: Yalanın uçan daireye binmiş dolma yiyen hali diye işte buna derler. Kur’an’ın herkesin elinde mevcut olduğunu düşünmüyor musunuz bunları zırvalarken?

Firavun şöyle demişti: “Ey Haman! Benim için yüksek bir kule yap. Belki o yollara, göklerin yollarına ulaşırım. Sonunda belki Musa’nın ilahının yanına çıkarım. Doğrusu şu ki, ben onun yalancı olduğunu sanıyorum” (Mu’min 36-37)

Şimdi bu ayete göre, Musa aleyhisselam Allah’ın gökte olduğunu söylediğini, Firavunun da bununla alay etmeye çalıştığını anlıyoruz ve reddiye sahibine soruyoruz:

Firavunun itikadı neydi ve Musa aleyhisselam’ın itikadı neydi, tekrar bakabilecek misin?

Ehli sünnetin itikadını bakın Abdulkadir el-Geylani rahimehullah nasıl tarif ediyor: “Bu, (Allah’ın semada olduğu inancı) Allah’ın her peygambere indirdiği her kitapta söylenegelmiştir” (el-Gunye)

5- Reddiye sahibi İbn Huzeyme’nin et-Tevhid adlı kitabıyla ilgili uzun bahiste şu ifadeyi kullanmıştır: “İmam Kevserî, o kitabda yazılan yorumlar ve çıkartılan putperest akideler bakımından yerden göğe kadar haklı idi.”

Cevap: Yazar kendi kalemiyle söylenenlerin iftira olmadığını ikrar etmekte, Sahabe, tabiin ve tebeut tabiin’den bu yana devam eden Ehli Sünnetin ve salih selefin akidesinin “putperest akideler” olduğuna göndermede bulunmaktadır. Bu sözlerimiz, zayıf nakiller hakkında değildir, yanlış anlaşılmasın. İmam Abdullah b. Ahmed’in es-Sunne adlı eserinde, İbn Huzeyme’nin et-Tevhid adlı kitabında ve benzer eserlerde zayıf rivayetlerin bulunduğuna itiraz etmiyoruz ve o zayıf rivayetlere itikat etmekten herkesten önce biz beriyiz diyoruz. Ama açık yüreklilikle şunu söyleyin:

“Allah zatıyla semadadır” diye inanmak putperestlik midir?

“Allah’ın iki eli, parmakları, ayağı, yüzü, gülmesi, rahmeti, konuşması vardır ve bunlar hakikidir, mahlukuna hiçbir sıfatında benzemez” diye inanmak putperestlik midir?

Eğer evet diyecekseniz buna gereken cevabı alacaksınız.

Ama hayır diyeceksiniz, Abdullah b. Ahmed, İbn Huzeyme, İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi alimlere düşmanlığınızın altında yatan sebebi itiraf etmeniz gerekir.

Bu sebebe Elbani şu sözleriyle işaret etmektedir:

“Diğer taraftan onlar bu zayıf nakil ile bu basit aklî delillendirmeye dayanarak ümmetin ileri gelenlerinden bir takım kimseleri kâfir, sapık, bidatçi, bilgisiz olmakla itham etmektedirler. Bazıları bir kısmı affedilebilir bir hata olarak görülecek türden hakta kusurlu, insanlara da haksızlık etmekte, bazen de bu kabilden söyledikleri oldukça münker ve iftira olabilmektedir. Hatta bu, cezaların ağırlaştırılmasını dahi gerektiren bir takım bid’at ve dalaletler kabilinden dahi olabilir. İşte bu gibi kanaatleri ancak cahil ya da zalim bir kimse zikredebilir. Ben bunun çok şaşırtıcı örneklerini gördüm.

Ama bu hususta onların başkalarına göre durumları Müslümanların diğer din mensuplarına göre olan durumları gibidir. Şüphesiz Müslümanların bir çoğunda bilgisi her şeyi kuşatandan başkasının bilemeyeceği türden zulüm, bilgisizlik, bid’at ve günahkârlıkların bulunduğu bilinen bir husustur, ama bir takım Müslümanlarda bulunan her bir kötülük başkalarında daha fazladır. Onların başkalarında bulunan her bir hayır da Müslümanlarda daha üstün ve daha büyüktür. İşte hadis ehli de başkalarına göre bu durumdadır.”

Bundan sonra hadis ehlinin kendilerinin dışındaki diğer fırkalardan farklı, ayırıcı özelliklere sahip olduklarını ortaya koyan geniş açıklamalara koyulmaktadır. Bu nedenle oradaki açıklamalara başvurunuz. Çünkü bu açıklamaları başka bir yerde bulamayacaksınız. Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun.

Bu açıklamalardan maksadımız, bazı muhaddislerin zayıf hadisleri rivayet etmelerinin, onlara muhalif olan kimseler tarafından ayıplandıkları bir husus olduğunu ortaya koymaktadır. Her ne kadar bu gibi kimseler, Şeyhu’l-İslam’ın biraz önce referans gösterdiğimiz sözlerinde açıkladığı gibi, daha kötüsünü yapmakta iseler de bu böyledir.

Çağımızda bundan dolayı onları sorgulayıp, onların basitlikleri ve sapıklıkları konusunda bunu onlara karşı bir delil olarak kullanan en ünlülerden birisi de sünnet ve hadis ehline ileri derecedeki düşmanlığı, onları Haşviyye ve Mücessime diye iftira ederek lakaplandırmasıyla tanınan Şeyh Kevserî’dir. O bunu yaparken onlara zulmetmekte, iftirada bulunmaktadır ama doğruyu söylemek gerekirse bazen onların bir kısmının rivayet etmiş oldukları hadis ve rivayetlerde bu iftirasını destekleyecek dayanaklar da bulabilmektedir.

Buna örneklerden birisi de Yüce Allah’ın: “Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama gönderir.” (İsrâ, 17/79) buyruğunun tefsirinde rivayet edilmiş bulunan: “Rabbim beni Arş’ın üzerine oturtacaktır” şeklindeki hadistir. Musannıf bunu (s. 74-75)’de İbn Mes’ûd’tan merfû olarak rivayet etmiş ve: “Bu hadisi mürsel olarak nakleden kişi rivayet ettiği hadisleri terk olunan (metrûk bir ravi olan) el-Ahmer’dir” sözleriyle oldukça zayıf olduğunu belirtmiştir. Aynı şekilde bunu (s. 99)’da İbn Abbâs’tan böylece mevkûf olarak rivayet etmiş ve şunları söylemiştir: “Senedi sâkıttır (muteber değildir). Ömer b. Mudrik er-Râzî ise metruk bir ravidir. Bu Mücâhid’in sözü olarak meşhur bir rivayet olmakla beraber, merfû bir hadis olarak da rivayet edilmektedir ama batıldır.” Ben bu iki hadisi de Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Da‘îfe’de (871) tahriç etmiş bulunuyorum.

Muhammed b. Mus’ab el-Âbid’in -ileride geleceği üzere- tercümesinde de şunları söylemektedir: “Peygamberimizin Arşın üzerinde oturacağı meselesine gelince, bu konuda hiçbir nas sabit değildir. Bu konudaki rivayet, vâhî bir hadis ile -belirttiğimiz gibi- Mücâhid’in âyetin tefsiri ile ilgili olarak söylediklerinden ibarettir.”

Derim ki: Eğer musannıf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- bu konuda delil olarak alınmasını gerektirici bir nassın bulunmadığına dair açık seçik olan bu açıklamaları yapmakla yetinmiş olsaydı, çok iyi bir iş yapmış olur ve böylelikle Kevserî’nin bizzat bu hususta yaptığı gibi sünnet ve hadis ehline dil uzatmak için hevâ ehlinin izleyebilecekleri bir yolu baştan beri kapatmış olurdu. Nitekim Kevserî“Tebyînu Kezibi’l-Mufterî fî mâ Nusibe ile’l-İmâmi Ebî’l-Haseni’l-Eş‘arî” adlı eserinin (s. 64) mukaddimesinde böyle yapmış ve geçmişindeki cehmiyyelere ve başkalarına uyarak onları Haşviyye diye lakaplandırdıktan sonra haklarında şunları söylemektedir: “Onlar Allah hakkında aklın da, şerîatin de caiz göremeyeceği, Yüce Allah’ın hareket ettiği, bir yerden bir yere intikal ettiği (bu ikisiyle Allah’ın dünya semâsına nüzûlünü kastetmektedir), haddinin (sınırının) ve cihetinin söz konusu olduğunu (bununla da Allah’ın uluvvunu (yukarıda oluşunu) kastetmektedir), oturmayı ve oturtmayı kabul ederler.” Bu sözleriyle de bizim sabit olmadığını açıklamak sadedinde söylemekte olduğumuz bu rivayeti kastetmektedir.”

Kevseri’nin başka bir saptırmasına şu şekilde değiniyor:

“85- Ebû Mûsâ radiyallâhu anh’in rivayet ettiği hadis: Dedi ki: “Kürsî iki ayağın konulduğu yerdir”

Derim ki: Hadisin senedi mevkûf ve sahihtir. Abdullah es-Sünne (s. 71)’de, Ebu’ş-Şeyh el-‘Azame (42/b), Ebû Cafer b. Ebû Şeybe de el-Arş (vr. 114/a-b)’de bütün ravileri sika ve bilinen kimseler olarak rivayet edilmiştir. Ehl-i Sünnet’ten uzaklaşması ile bilinen Kevserî ise el-Esmâ ve’s-Sıfât (s. 404)’deki ta’likında isnadında Umâre b. ‘Umeyr’in bulunması dolayısıyla illetli olduğunu belirtip: “Buhârî bunu ed-Du‘afâ’da söz konusu etmiştir” demektedir.

Derim ki: O böyle demiştir. Ancak bu katıksız bir hatadır. Bunu yanılarak mı, kasten mi söylemiştir, bilemiyorum. Çünkü biz bu adamdan yalana benzeyen muğalataları çok gördük. Hatta bizatihi yalanı da gördük. Nitekim büyük ilim adamı el-Yemânî et-Tenkîl li ma fi Te’nîbi’l-Kevserî mine’l-Ebâtîl adını verdiği pek büyük reddiyesinde bu hususu açıklamış bulunmaktadır. Benim bunu söyleyişimin sebebi Umâre b. ‘Umeyr’in ittifakla sika olduğu kabul edilmiş bir tabiî oluşundan dolayıdır. Buhârî ve Müslim Sahîh’lerinde ondan gelen rivayetleri nakletmişlerdir. Hâfız (İbn Hacer) “sikadır, sebttir (güvenilir ve sağlam bir ravidir)” demektedir. Böyle bir şeyin Kevserî gibi bir kimse için gizli saklı kalmasına imkân yoktur. Üstelik bu kişi Buhârî’nin ed-Du‘afâ adlı eserinde iddia ettiği gibi bulunmamaktadır. Orada Umâre b. Cüveyn adındaki ravi vardır, bu ise metruk bir ravidir. Allah’ım günahlarımızı bağışlamanı dileriz.”

Bir başka örnek:

“110- Mücâhid’in hadisi: “Onu kendimize yaklaştırarak özel bir şekilde konuştuk.” (Meryem, 19/52) buyruğu hakkında dedi ki: “Yedinci semâ ile Arş arasında yetmiş bin hicâb vardır. Mûsâ kendisi ile O’nun arasında tek bir hicâb kalıncaya kadar yaklaşıp durdu. O’nun yerini görüp de Kalem’in gıcırtısını işitince, Rabbim, bana kendini göster, sana bakayım, dedi.” Bu rivayet tefsir imamı Mücâhid’den sabit olunmuştur. Bunu Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât adlı eserinde ve el-‘Azame (49/b ve 55/1)’de rivayet edilmiştir. Ca’d’dan, o Abdullah’tan böylece rivayet etmiş ve şöyle demiştir: “Bu rivayet Abdullah’a kadar varan mevkûf bir rivayettir. Denildiğine göre bu, (Abdullah) İbn Mes’ûd radiyallâhu anh’dır. Buna göre bu hadis, onun ile Sâlim b. Ebi’l-Ca’d arasında mürseldir.”

Beyhaki el-Esma ve’s-Sıfat (s. 402)’de, Ebu’ş-Şeyh de el-‘Azame (vr. 49/b, 55/a, el-Mektebu’l-İslami fotokopisi) sahih bir senet ile ve hepsi de sika olan raviler yoluyla rivayet etmiştir. Cehmiyyeci Kevserî ise el-Esmâ adlı esere notunda Ravh b. Ubâde’nin yaşı dolayısı ile tenkit edilmiş olmakla illetli olduğunu belirtmiştir. Oysa bu ravi sika birisi olup, Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde rivayeti delil gösterilmiştir. Şibl b. Abbâd da Buhârî’nin ravilerinden sika birisidir. Ancak bu da tenkit edilirken, onun hakkında “kaderîdir” demenin ötesinde bir söz söylememiştir. Acaba bu bir cerh midir?”

Bir diğer örnek:

“130- Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, er-Reddu ‘ale’l-Cehmiyye’de şunu rivayet etmektedir: Bana babam tahdis etti. (Sonra da senedini) Abdullah b. Nâfi’den diye zikrederek şunları söylediğini belirtti: Mâlik b. Enes dedi ki: Allah semâdadır, ilmi her yerdedir. Hiçbir şey O’nun ilminin dışında değildir.

Derim ki (Elbani): Bunu Abdullah, es-Sünne (s. 5)’de rivayet ettiği gibi, Ebû Dâvûd, el-Mesâil’de (s. 263), el-Âcurrî (s. 289), el-Lâlekâî (I, 92/b)’de rivayet etmiş olup, senedi sahihtir. İmam Ahmed de el-Âcurrî’nin naklettiği bir rivayete göre, bunu delil göstermiştir. Kevserî’nin, Beyhakî’nin el-Esmâ adlı eserinin mukaddimesinde (s. ta) söylediği: “Senedinde İmam Mâlik’ten pek çok münker rivayetlerin sahibi Abdullah b. Nâfi el-Esam vardır” ifadesi ise, yine onun hakkı değiştirmelerinden yahut hakkı batıla karıştırmalarındandır. Çünkü cerh imamlarından herhangi bir kimse onu böyle bir ifade ile tenkit etmiş değildir. Aksine onun Mâlik’ten yaptığı rivayetler hakkında özel olarak şöyle demişlerdir: İmam Mâlik’in görüşlerini ve rivayet ettiği hadisleri insanlar arasında en iyi bilen birisidir. Bunun için arzu ederseniz et-Tehzîb adlı esere, başvurabilirsiniz. Onu “el-Asam” diye nitelendirmesi ise yanılmasının ta kendisidir. Çünkü o el-Asam değil, es-Sâiğ diye bilinir.

Bir diğeri:

“291- İmam Ebû Bekr b. Fûrek, hadis ashabının sözü geçen kanaatlerini Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî’den “el-Makâlâtu ve’l-Hilâf beyne’l-Eş‘arî ve beyne Ebî Muhammed Abdullah b. Saîd b. Küllâb el-Basrî” adlı eserinde -ki bu İbn Fûrek’in telif ettiği bir eserdir- naklederek şunları söylemektedir:

Birinci fasıl Ebu’l-Hasen radiyallâhu anh’ın el-Makâlât adlı kitabında hadis ashabının görüşleri ile alakalı zikrettiği özetler ve sonunda onun bütün bunları kabul edip, benimsediğine dair açıklaması.

Sonra İbn Fûrek bu görüşü olduğu gibi uzun uzadıya aktarmakta ve daha sonra sonunda şunları söylemektedir:

“İşte bu senin için onun lafızlarından yapılmış ve kendisinin hadis ashabının temel kuralları ve tevhidlerinin esasını teşkil eden bu asıl ilkelere inanmış olduğunu onun lafızları ile senin için ortaya koyan bir tahkiktir.”

Hafız Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Sâbit et-Tarkî dedi ki: Ben Ebu’l-Hasen el-Eş‘arî’nin el-İbane adlı eserinde (el-İbane, (s. 34-37) istivânın kabul edildiğine dair delilleri okudum. Bu açıklamaları esnasında şunları söylemektedir:

“Müslümanlar Yüce Allah’tan dilekte bulundukları ve dua ettikleri vakit “Ey Arşın sakini” diye dua ederler, yemin ettikleri vakit de: Yedi (semâ) ile hicablanan hakkı için hayır, dediklerini görüyoruz”

Derim ki (Elbani): el-Eş‘arî’nin bu sözlerinde Kevserî’nin Tebyînu Kezibi’l-Müfterî (s. 38)’deki notunda söylediklerinin batıl olduğuna dair apaçık bir delil bulunmaktadır. Ona göre bu el-İbâne kitabı maksadın tayini hususunda bir şey söylememek yöntemi ile ilgili olarak, el-Mufavvida denilen tâifenin yöntemine göre yazıldığını ve bunun selefin mezhebi olduğunu söyleyişinin bâtıl olduğu ortaya çıkmaktadır.

Çünkü musannıf rahimehullah’ın el-İbâne’den naklettiği ve bulunduğu yere bizim de işaret ettiğimiz Eş‘arî’nin sözleri, maksadı tayin etmek hususunda gayet açıktır. Bu da istivânın uluvv (üstünde olmak) anlamıdır. Peki, Kevserî’nin iddia ettiği maksadın tayin edilmesinden kaçınıp, tefvîd (ilmi Allah’a havale etmek) nerede kaldı? Şüphesiz onun “işte bu selefin mezhebi (görüşü, yolu)dur” sözü de aynı şekilde bir yalandır. Nitekim selefin musannıf rahimehullah’ın el-Uluvv adlı eserinde topladığı, sonra da bizim size bu Muhtasar’ında kolaylıkla ele alınmasını sağladığımız sünnetin esas kaynaklarına dair kitaplarında yer alan görüşlerini inceleyen herkesin de anlayacağı gibi bir yalandır. Diğer taraftan görüldüğü üzere biz bu konuda selefin görüşleri arasında senedleri sahih olanlarına da dikkat çekmiş bulunuyoruz.”

Kevseri’nin kabirci olması da başka bir problemdir. Ancak Kevserinin sapıklıklarına örnekler vermek çok fazla yer ve zaman alacaktır. Onun hakkında bir çok reddiyeler mevcuttur. Allah’tan dilerim ki bu reddiyelerden biri veya bir kaçı Türkçe’ye terceme edilir de, insanlar bu konuda ona iftira atılmadığını, hatta onun ve sadık tilmizi Ebu Gudde’nin nakledilenlerden daha da ileri boyutta bir Ehl-i sünnet düşmanlığı içinde bulundukları ortaya çıkar.

Velhamdulillahi rabbil alemin.

11 Temmuz 2010 Pazar

Tesbihi Taşlarla vs. yapmak

Soru:
selamun aleykum hocam. tesbihi taş, hurma veya ip ile çekme ile ilgili imam suyutinin risalesi var tesbihi el ile çekebildiğimiz gibi taş, hurma çekirdeği, düğümlü ip v.s aletlerle yapabilirmiyiz? Allah razı olsun.

İmam suyuti:
Uzun zamandır ‘tesbîh(âletin)in ‘Sünnet’te bir aslı var mıdır?’ diye sorulmaktadır. O yüzden onun hakkında gelen hadîsleri ve eserleri (Sahâbe söz, iş ve takrîrlerini) araştırıp bularak bu cüz’ü topladım. Yardım istenen sadece Allah celle celâlühû’dur.

(Birinci Hadîs): İbnu Ebî Şeybe, Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî ve Hâkim,(Abdullah) İbnu Amr radıyallahu anhumâ’dan rivâyet etmiş ve Hâkim ‘sahîh’ olduğunu söylemiştir:
“Nebi sallahu aleyhi ve sellem’in tesbîhleri eliyle saydığını gördüm.”
(İkinci Hadîs): -İbnu Ebî Şeybe, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve Hâkim, Yüseyre radıyallahu anhâdan -ki hicret eden (Sahâbe) kadınlar(ın)dan idi- şöyle dediğini rivâyet etti:
“Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
(Ey kadınlar!..) Tesbîh’e (sübhânellâh demeye), tehlîl’e (lâ ilâhe illellâh demeye) ve takdîs’e (‘sübhâne’l-meliki’l-kuddûs’ veya ‘sübbûhun kuddûsün Rabbu’l-melâiketi ve’r-rûh’ demeye) sarılın, ğâfil olmayın, tevhîdi unutursunuz. (Onları) parmak uçlarınızla sayın. Çünkü onlar, (bedeninizden, kendileriyle ne yaptığınız) sorulacak ve konuşmaları istenecek olan(uzuv)lar-dır.”
(Üçüncü Hadîs): Tirmizî, Hâkim ve Taberânî, Safiyye radıyallâhu anhâ'dan şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem yanıma girdi; önümde tesbîh etmekte olduğum dört bin hurma çekirdeği vardı. O, ‘nedir bunlar, ey Huyey'in kızı?’ dedi. Ben, ‘onlarla tesbîh ediyorum’ dedim. O, ‘senin başında dikildiğimden beri bunlardan daha çok tesbîh ettim’ buyurdu. Ben, ‘(onu) bana (da) öğret, ey Allah'ın Resûlü!..’ dedim. O, (سبحان الله عدد ما خلق من شئ)/‘Allah'ı, yarattığı şeyler adedince tesbîh ederim’, buyurdu.”
Bu hadîs de sahîhdir.
(Dördüncü Hadîs): Ebû Dâvûd, Tirmizî, Nesâî, İbnu Mâce, İbnu Hibbân ve Hâkim Sa'd İbnu Ebî Vakkâs radıyallâhu anhu'dan rivâyet etmişler ve bu rivâyetin Tirmizî Hasen, Hâkim de sahîh olduğunu söylemişlerdir:
“Sa'd ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem bir kadının yanına girmişler, kadının önünde de hurma çekirdekleri veya küçük taşlar vardı; tesbîh ediyordu. Bunun üzerine Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem, ‘bundan dahâ kolay’ veya (râvînin tereddüdü) ‘daha efdal olanı sana haber vereyim mi?’ buyurdu…”
(Beşinci Hadîs): Hilâl el-Haffâr'ın Cüz'ünde, Beğavî'nin Mu'cemu's-Sahâbe'sinde ve İbnu Asâkir'in Târîh'inde, Mu’temir İbnu Süleymân yolundan Ubeyy İbnu Ka’b’dan, Onun, dedesi Bakıyye’den, Onun da Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in azâdlı kölesi Ebû Safiyye’den yaptıkları şöyle bir rivâyet vardır:
“(Ebû Safiyye’nin) önüne bir deri yaygı konulur ve içinde taşlar bulunan bir sepet getirilir, onunla günün yarısına kadar tesbîh ederdi; sonra da kaldırılırdı. Birinciyi kılınca (o sepet tekrâr) getirilir, onunla akşama kadar tesbîh ederdi.”
(Altıncı Hadîs)Yine), Ahmed İbnu Hanbel deez-Zühd'de, Yûnus İbnu Ubeyd'den, anasının şöyle dediğini rivâyet etti:
“Ebû Safiyye'yi -ki O Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem'in Ashâbındandı ve komşumuz idi- küçük taşlarla tesbîh ederdi.”
(Yedinci Hadîs): İbnu Sa'd,Sa’d’ın kölesi Hakîm İbnu’d-Deylemî’den, “Sa'd İbnü Ebî Vakkâs'ın, taşlarla tesbîh ettiği”ni rivayet etmiştir.
(Sekizinci Hadîs): İbnu Ebî Şeybe el-Musannef'de, Sa’d’ın kölesinden, “Sa’d’ın taşlarla veya hurma çekirdekleriyle tesbîh ettiğini” rivâyet etti.
(Dokuzuncu Hadîs): İbnu Sa’d et-Tabakat’da şöyle dedi:
Bize Ubeydullah İbnu Mûsâ haber verdi (dedi). (Ubeydullâh) bize İsrâîl haber verdi (dedi). (İsrâîl) Câbir’den (haber verdi): Bir kadın O’na (Câbir’e), Fâtıme binti Hüseyin İbni Alî İbni Ebî Tâlib’den rivâyet ederek şöyle dedi:“O (Fâtıme), düğüm atılmış bir ip ile tesbîh ederdi.”

(Onuncu Hadîs): Abdullâh İbnu Ahmed, ez-Zühd Zevâid’inde, Nuaym İbnu Muhriz İbni Ebî Hureyre’den, O (Nuaym), dedesi Ebû Hureyre’den şöyle rivâyet etti:
“Ebû Hureyre’nin iki bin düğümlü bir ipi vardı; onunla tesbîh çekmedikçe uyumazdı.”

(On Birinci Hadîs): Ahmed İbnu Hanbel de ez-Zühd’de (isnâdıyla) Kasim İbnu Abdirrah-mân’ın şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Ebû'd-Derdâ’nın bir kese içinde Acve hurması çekirdeklerinden hurma çekirdekleri vardı; sabah namazını kılınca onları birer birer çıkarır, onlarla tesbîh ederdi.”
(On İkinci Hadîs): İbnu Sa’d, Ebû Hureyre’den şöyle rivâyet etti:“(Ebû Hureyre) yarısı beyaz yarısı kara (alaca) olan hurma çekirdeğiyle tesbîh ederdi.”
(On Üçüncü Hadîs): Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs’de (isnâdıyla) merfû’ olarak şöyle rivâyet etti:
“Tesbîh âleti (Allah celle celâlühû’yu) ne güzel hatırlatıcıdır!...”
(On Dördüncü Hadîs): İbnu Ebî Şeybe (el-Musannef’de) Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhu’dan rivâyet etti:
“(Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anhu) taşlarla tesbîh ederdi.”
(On Beşinci Hadîs)İbnu Ebî Şeybe yine) Ebû Nadra yoluyla, Tufâve(denilen bir yer)’den olan bir adamdan şöyle dediğini rivâyet etti:“Ebû Hureyre radıyellâhu anhu’nun yanında konakladım; O’nunla beraber, içinde taşların -veya hurma çekirdeklerinin- bulunduğu bir kese vardı. Tükenene kadar onlarla sübhânellâh derdi...”
(On Altıncı Hadîs)İbnu Ebî Şeybe yine) Zâzân’dan şöyle dediğini rivâyet etti:“Ümmü Ya’fûr’dan tesbîhlerini aldım. Alî’ye vardığımda, ‘Ümmü Ya’fûr’a tesbîhlerini geri ver’ dedi.”


Cevap:
Aleykum selam ve rahmetullah ve berakatuh
İlk iki hadiste taşlarla veya çekirdeklerle zikretmeye dair bir delil yoktur. Bilakis aksine delil vardır. Bu sebeple diğer rivayetleri inceleyelim:

1- üçüncü hadis olarak zikredilen Safiyye radıyallahu anha rivayeti: Tirmizi bu hadisin zayıflığına işaret ederek: “Bu hadis garibdir. Sadece Haşim b. Said el-Kufi yoluyla bilinmektedir. İsnadı bilinmemektedir. Bu babda ibn Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayet vardır” der. Hakim: “İsnadı sahih” demiş, Zehebi de onaylamıştır. Halbuki bu şaşırtıcıdır, zira tek kalan ravisi Haşim b. Said’i Zehebi el-Mizan’da zikrederek: “İbn Main onun hakkında bişey değildir” dedi. İbn Adiy: Onun rivayetlerinden bir kısmına tabi olunamaz” dedi.” Diyerek nakletmektedir. Bu yüzden Takrib’de onun hakkında: “Zayıf” denilmiştir. Ebu Hatim er-Razi de Haşim’i zayıf saymıştır. Yine ravilerinden Kinane’nin durumu meçhuldür. Meçhul ravileri sika saymak adeti olan İbn Hibban’dan başkası onu sika görmemiştir. Ebul Feth el-Êzdî onu ed-Duafa’da zikretmiştir. Tirmizi’nin bahsettiği İbn Abbas radıyallahu anhuma rivayetinde ise taşlarla zikredildiğinden bahsedilmemektedir. Mahfuz olan budur ve Muslim rivayet etmiştir. Taşlarla zikredildiğine dair rivayet ise münkerdir. Çünkü zayıf isnadla gelen aykırı ziyadedir. Sahih hadislerde parmaklarla zikretmek teşvik edilmektedir. Abdullah b. Mesud radıyallahu anh’ın taşlarla zikredenlere şiddetle karşı çıkması da bu rivayetin münker oluşunun delilidir.

2- Dördüncü hadis olarak zikredilen Sad b. Ebi Vakkas radıyallahu anh rivayeti: Bunu Ebu Davud, Tirmizi, Musnedu Sad’da ed-Devraki, Fevaid’de el-Muhlis ve Hakim; Amr b. El-Haris – Said b. Ebi Hilal – Huzeyme – Aişe bt. Sad b. Ebi Vakkas – babası yoluyla rivayet etmişlerdir. Tirmizi: “Hasen” Hakim: “Sahih” demiş ve Zehebi onaylayarak hata etmiştir. Çünkü Huzeyme meçhuldür. Zehebi’nin kendisi el-Mizan’da: “Huzeyme bilinmeyen bir kimsedir, Said b. Hilal ondan rivayette tek kalmıştır” der. Yine Hafız İbn Hacer et-Takrib’de: “Şüphesiz o bilinmemektedir” der. Said b. Ebi Hilal ise es-Saci’nin nakline göre imam Ahmed tarafından güvenilir bulunmakla beraber hafıza karışıklığına uğramıştır. Hadisin sahih ya da hasen olmasına imkan yoktur.

3- Beşinci hadis olarak zikredilen Ebu Safiye rivayeti: İsnadındaki ravi Ubey b. Kab değil Ebu Ka’b’dır. İbn Asakir’in tarihinde Ebu Kab olarak geçer. İsmi Abdurabbihtir. Bakiyye’den rivayeti bilinmemektedir. El-İsabe’de yanlışlıkla “Ubey b. Kab” diye geçmiştir. Onun Ubey b. Kab olması mümkün değildir. dedesi Bakiyye diye zikredilmesi ve Mutemir b. Suleyman’In Ubey b. Kab’dan rivayetinin olmaması onun “Ubey b. Kab” olmadığının delilidir. Adı geçen Bakiyye, eğer Bakiyye b. Velid ise o müdellis bir ravi olup zayıf ravilerden tedlis yapardı. Burada an’ane yapmıştır. Sahabeden hiçkimseye yetişmediğinden buradaki isnad ayrıca kopuktur. Ebu Safiyye’nin sahabe olmasında şüphe vardır. Bir sonraki maddede açıklanacaktır.

4- Altıncı hadis: Yunus b. Ubeyd’in annesi meçhuldür. Dolayısıyla Ebu Safiyye’nin sahabe olarak tesbiti de sabit değildir.

5- Yedinci hadis: Hakim b. Ed-Deylem hakkında Ebu Hatim: “Hüccet değildir” demiştir. Hakim b. Ed-Deylem, Sad b. Ebi Vakkas’a yetişmemiştir. Sad’ın kölesi diye tercemesinde yanlışlık vardır. Suyuti adı geçen risalesinde öyle dememiştir. Nitekim İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’teki rivayetinde Sad’ın kölelerinden birinden diyerek rivayet etmiş fakat ismini bildirmemiştir. Yani isnadı ayrıca kopuktur.

6- Sekizinci hadiste yine Hakim b. Ed-Deylem vardır ve Sad’dan rivayet eden kişi meçhuldür.

7- Dokuzuncu hadis: isnadında Cabir b. Yezid el-Cufi zayıf, rafızidir. İsmi belirtilmeyen meçhul bir kadından rivayet etmiştir.

8- Onuncu hadis: Nuaym b. Muhriz ile ondan rivayette bulunan abdulvahid b. Musa meçhuldürler.

9- Onbirinci hadis: Miskin b. Bukeyr, Sabit b. Aclan ve el-Kasım b. Abdirrahman eş-Şami’de zayıflık vardır. Ayrıca el-Kasım b. Abdirrahman’ın Ebu’d-Derda’ya yetiştiği bilinmemektedir.

10- Onikinci hadis: Ne İbn Sad’ın tabakatında ne de başka bir eserde bu şekilde bulamadım. Ancak Ebu Hureyre radıyallahu anhden bu konuda gelen bütün tarikler zayıftır.

11- Onüçüncü hadis: Uydurmadır. Bkz.: Elbani ed-Daife (no: 83)

12- Ondördüncü hadis: isnadında meçhul ravi vardır. Ayrıca ibn Ebi Şeybe’nin söz konusu rivayetinde Ebu Said radıyallahu anh’ın üç taşı alıp kucağına koyduğu, tesbih ettikten sonra bir taşı bırakır sonra yine tesbih çeker, bir taşı daha bırakır tesbih çeker, aynı şekilde tekrarlar olduğu geçmektedir. Ancak isnadı zayıftır.

13- Onbeşinci hadis: isnadında el-Ceriri hafıza karşıklığına uğramış birisidir. Ayrıca Ebu Nadra bunu ismini belirtmediği meçhul bir kimseden rivayet etmiştir.

14- Onaltıncı hadis: Zadan dışında ravileri meçhul kimselerdir. Zadan hakkında ise hafif eleştiriler vardır.

Netice: taş veya çekirdekle tesbih etmek hakkındaki rivayetler zayıftır. Sahih olan rivayetlerde ise Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ve sahabelerinin parmaklarıyla tesbih ettikleri ve bunu teşvik ettikleri, taşlarla, ip düğümleri veya başka şeylerle tesbih ederek bidat çıkaranlara şiddetle karşı çıktıklarıdır. Bu konuda İbn Vaddah, el-Bid’a adlı risalesinde bir çok tariklerden rivayetler serdetmiştir. Bugün ellerinde (99’luk, 33’lük ya da 11’lik) tesbihleri taşımaları bidat ehlinin bir alametidir. Yine bazı fasıklar da ellerinde bu türden tesbihler sallarlar. Allah ıslah etsin.

Parmakların sayıya yetmediği şeklinde getirilen şüphe ise bidatle amel etmekten kaynaklanmaktadır. Zira Allah’ı zikrederken sınırlı sayıda zikir yapmak ancak delil ile olur. Delil olmadan zikir sayısını sınırlamak bidattir. Bu yüzden İbn Mesud radıyallahu anh, taşlarla zikreden bidatçi topluluğa: “Korkmayın, Allah ecrinizi zayi etmez, sayacaksanız günahlarınızı sayın” demiştir (Darimi 210) sahih hadislerde gelen sınırlı zikir sayıları ise 100’ü geçmemektedir. Bunların parmakla yapılması ise zor değildir.

Velhamdulillahi rabbil alemin.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)