Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

19 Temmuz 2015 Pazar

Ezanda Sağa ve Sola Dönülür mü?

Ebû Dâvûd’un (no 520) rivayetinde Ebu Cuhayfe radıyallahu anh şöyle demiştir:
رأيتُ بلالاً خرجَ إلى الأبطَحِ، فأذَّنَ، فلمَّا بلغ: "حيَّ على الصَّلاة، حيَّ على الفلاح" لَوَى عُنُقَه يميناً وشمالاً، ولم يَستَدِر
“Bilal’in Ebtah’a çıkıp ezan okuduğunu gördüm. “Hayye ale’s-salat ve hayye ale’l-felah dediği zaman boynunu sağa sola çevirdi fakat dönmedi”
Ebû Dâvûd bunu iki isnad ile rivayet etmiştir. Birinci isnad sahihtir. İkinci isnadda Kays b. er-Rebi hafızası bakımından eleştirilmiştir. “Dönmezdi” sözünün sabit olduğu hususunda ihtilaf vardır.
İbn Mace’nin Sünen’inde (no:711) Haccac b. Ertat’ın Avn b. Cuhayfe’den rivayetinde “Ezan okurken dönerdi” şeklindedir. Haccac mudellis olup bunu tedlis sigası olan an’ane ile rivayet etmiştir.
Ahmed (4/308) ve Tirmizî’nin (no:195) Sufyan es-Sevri yoluyla yaptıkları rivayette: “Bilalin ezan okurken döndüğünü gördüm” şeklinde geçer.  Tirmizî bunun sahih olduğunu söylemiş, Beyhaki ise Sunen’de (1/396) ve İbn Hacer Fethu’l-Bari’de bunu illetli bulmuştur.
İbn Hacer Fethu’l-Bari’de (2/115) dedi ki: “Sufyan’ın Avn’dan rivayetindeki bu kelime müdreçtir.” Sonra Sufyan’ın bu lafzı Haccac’dan aldığını, Haccac’ın ise Avn’dan işitmediğini açıklamıştır. Nitekim Sufyan’dan rivayette bulunan bir cemaat bunu şu lafızla rivayet etmişlerdir: “Ben onun ağzını şu yana ve şu yana çevirirken takip ettim.” 
İbn Hacer’in bu söylediğini Taberânî’nin (22/261) Yahya b. Adem – Avn – babası yoluyla yaptığı şu rivayet netleştirmektedir:
رأيت بلالاً فأذن، فأتبع فاه هاهنا وهاهنا، والتفت يميناَ وشمالاَ، قال سفيان: كان حجاج- يعني ابن أرطاة- يذكر لنا عن عون أنه قال: فاستدار في أذانه، فلما لقينا عوناً لم يذكر فيه الاستدارة
“Bilal’i ezan okurken gördüm. Ağzını şuraya ve buraya çevirirken izledim. Sağa sola yöneldi.” Sufyan dedi ki: Haccac (b. Ertat) bize bunu Avn’dan rivayet ederek “Ezanında dönerdi” diye zikretti. Avn ile karşılaştığım zaman “Bilal’in ezanda döndüğünü” zikretmedi.”
 Nitekim Ahmed’in (no:18762) Veki – Sufyan yoluyla getirdiği rivayetinde – ki bu hadis Muslim’de (no:503) ve Buhârî (no:634) yer alan rivayettir – şöyle gelmiştir: “Bilalin ağzını takip ettim, şöyle ve şöyle yaptı, yani sağa ve sola (döndü)”
İbn Hacer sonra dedi ki: “Bu rivayetlerin arasını şöyle birleştirmek mümkündür: Bilal radıyallahu anh’ın ezan okurken döndüğünü söyleyen rivayetler başıyla döndüğünü ifade eder. Dönmediğini söyleyen rivayetler ise bedeniyle dönmediğini kastetmektedir.”
İbn Hacer’in bu açıklaması inşallah isabetlidir. Nitekim İbn Huzeyme’nin (no:387) Sufyan – Avn – Ebu Cuhayfe radıyallahu anh yoluyla rivayetinde lafız şöyledir:
«رَأَيْتُ بِلَالًا يُؤَذِّنُ فَيَتْبَعُ بِفِيهِ»، وَوَصَفَ سُفْيَانُ: يَمِيلُ بِرَأْسِهِ يَمِينًا وَشِمَالًا
“Bilali ezan okurken gördüm ve ağzını takip ettim.” Sufyan başıyla sağa ve sola meylederek gösterdi.
Hadisin aslını ayrıca; Nesâî Sunenu'l-Kubrâ (135, 850, 1619, 4189, 9741); Avn b. Ebi Cuhayfe – babası yoluyla rivayet etmiştir. Tirmizî ve İbn Mace’nin rivayetlerinde: “Bilal (radıyallahu anh) iki parmağını iki kulağına koydu” ziyadesi de vardır. Bu ayrıca Ahmed (4/308) ve İbn Hibbân (no:2382) tarafından da rivayet edilmiştir.

15 Temmuz 2015 Çarşamba

Âlimlerin Kişilere Verdikleri Hükümde İhtilaf Fitnesinden Çıkış Yolu


Âlimlerin Kişilere Verdikleri Hükümde İhtilaf Fitnesinden Çıkış Yolu

Şeyh Hişam b. Fehmi el-Arif Hafizahullah

Faziletli şeyh Ebu Abdila’la Hâlid Muhammed Osman el-Mısrî hafizahullah “eş-Şebabu’l-Hair ve Menhecu’l-İksa” başlıklı bir makale yazdı ve bana verdi. Allah ona hayırla karşılık versin ve bunda bereket kılsın. Selefî talebeler için alimlerin kişilere verdikleri hükümde ihtilaf etmeleri fitnesinden çıkış yolunu özetliyorum:

1- Selefî talebenin sahih dînî ilmi yalnız Allah için ihlâs ile talep etmesi gerekir.

2- Selefî talebenin selefî davet alimlerinin, özellikle de hadis alimleri ile cerh ve ta’dil imamlarının siyretlerini okuması gerekir.

3- Selefî talebenin selefî davet hususunda ilhad, sapıklık ve bid’at ehline, yoldan çıkanlara verdikleri reddiye kitaplarına bakması gerekir.

4- Selefî talebenin sabır ve sıdk ile tabi olmaya devam etmesi, Allah Teâlâ için mucahede etmesi gerekir.

5- Selefî talebenin, rütbeleri ve konumları ne olursa olsun şeyhlere/hocalara taassup göstermekten uzak olmaları, nerede olursa olsun hak ile beraber dönmeleri gerekir.

6- Bir âlime hak hususunda yakınlık göstermek ve onu basiret üzere savunmak ona taassup etmek değildir!

7- İlimde zayıf olan selefî talebenin, herhangi bir kimse hakkında hüküm vermede ihtilaf ettikleri zaman taklid ettiği âlimlerden birini savunmaması gerekir. Bilakis durum iyice ortaya çıkıncaya kadar geri durmalıdır. Allah’ın kendisini isabet edeni bilecek ilimle desteklemesine kadar sahih sebeplere tutunma konusunda gayretini artırmalıdır.

8-   Selefî talebenin, selefî davet alimlerini, özellikle de cerh ve ta’dil alimlerini şiddet (sertlik) ile niteleyen kimselere iştirak etmemesi gerekir. Çünkü bu sözü söyleyen kişi, cerh ve ta’dil imamları olan uzman alimlerin başkalarında bulunmayan siyretlerini, tavırlarını, sünneti savunmadaki kuvvetlerini, hakka basiretle destek olmalarını bilmediği için, bu söz sahibine reddedilir.

9- Selefî talebenin, reddedilen fiilin hangi taraftan meydana geldiğine bakmaması gerekir. Cerh ve ta’dil hakkında hükmeden alimin hükmü hak ise, mertebesi ne olursa olsun, şu sözler gibi şüphelerin peşinden gitmesi caiz değildir:

 Halkın genelini gözetmeli
İnsanların anlayış derecelerini gözetmek lazım
Fitne çıkmaması için
Bunun yerine (daha üsluplu) başka bir şey diyebiliriz, mesela “bid’at çıkardığını değil hata ettiğini söyleyelim”, “sapık/saptı demeyelim de inhiraf etti diyelim
Bunun gibi hakimin hükmünü önemsizleştiren ve insanları sağa sola sapmaya götüren nice sözler ederler!
10- Alimin herhangi bir kimse hakkında cerh ve ta’dile dair tezkiyede bulunduktan sonra bu görüşünden dönmesi ayıp veya idrak kusuru değildir. Bilakis bu onun cesaretinin, samimiyetinin ve hak üzerinde gayretinin delilidir.

11- “Sana selefi davetin alimlerinin ölmüş olanlarını tavsiye ederim” sözüyle, başta Şeyh Rebi b. Hadi el-Medhali gibi hayatta olan alimlerden uzaklaştıran kimse, Allah’a iftira etmiş, selefi davete hakaret etmiştir.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Bid'atçiye Karşı Sevgi İle Buğz Bir Araya Gelir mi?/Rebi b. Hâdî el-Medhalî

Şeyh Rebi b. Hâdî el-Medhalî’ye şöyle soruldu: “Bid’atçi bir kimseye sevgi gösterme ile buğz etme bir araya gelir mi?”
Şöyle cevap verdi: Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek imanın en sağlam kulplarındandır. Bu sevgiye ihlas sahibi sadık müminler girer.. Çünkü sen bu kimseleri Allah Azze ve Celle için seversin. Bu buğzun kapsamına; çeşitli sınıflarıyla münafıklara ve kâfirlere buğzetmek de girer. Nitekim bid’at ehli de bu kapsamdadır. Çünkü onların, bid’ati oranında Allah’ın kitabına ve Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine muhalefetten payları vardır. Yine akide ve menhec olarak kafirlere ve münafıklara uyum göstermek suretiyle yaptıkları muhalefetten dolayı buğzdan nasipleri vardır. Selefin sözlerini ve sünnet kitaplarının genelini iyi düşünecek olursak, böyle bir dağıtımı bulamayız. Bid’at ehli meselesinde kalbi bir açıdan sevgi göstermeye ve diğer bir açıdan buğz göstermeye dağıtmayı bulamayız. Selef’te bulacağımız şey; bid’at ehline karşı yalnızca buğz etmek ve onları terk etmektir. Hatta imamlardan, sünnet imamlarından biri olan, müceddidlerden sayılan, Şerhu’s-Sunne ve Tefsir ve daha birçok faydalı eserlerin sahibi el-Begavi rahimehullah ve Şerhu Akideti’s-Selefi Ashabi’l-Hadis adlı eserin sahibi İmam es-Sâbûnî rahimehullah gibi birçok kimse, bid’at ehline buğz edilmesi, onların terk edilip alakanın kesilmesi konusunda icma nakletmişlerdir. Bu sahabenin ve onlardan sonrakilerin icma ettikleri bir husustur.
Bir kimsenin sevgi ve buğzu bir araya getirebileceğini, bunları iki kısma ayırıp dağıtabileceğini, işlediği bid’at kadar buğz edip, kalan sünnet kadarıyla sevgi gösterebileceğini zannetmiyorum. Bu imkânsız olanı yüklemek olurdu. Bu İslam imamlarından bir kimsenin sözü dahi olsa, herkesin sözü alınabilir veya reddedilebilir. Onun sözlerinin durumu aynı sünnet imamlarının sözleri gibidir. Hak olanı kabul eder ve başımız üzerine kaldırırız. Hatalı olan sözler ise reddedilir. Her sözü alınıp, hiçbir sözü reddedilmeyecek olan ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Selef, sahabe hata etmesine rağmen, birbirlerine hürmet eder, saygı gösterirlerdi. Lakin onların hatası alınmaz. İsmet (korunmuşluk) ancak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve nebiler (aleyhimu's-selâm) için, tebliğ ettikleri konularda söz konusudur. Onlardan başkaları ise hataya düşmekten korunmuş değillerdir. Bu yüzden ne Ömer radıyallahu anh’ın ne Osman radıyallahu anh’ın diğer bir şey hakkında şüpheli gelen bir sözünü almadıklarını, reddettiklerini görürsün. Ali, İbn Abbas ve İbn Mes’ud radıyallahu anhum’un şüpheli gelen sözünü reddetmişlerdir. Onlardan sonraki büyük imamlardan; Said b. el-Museyyeb, Malik, el-Evzâî, es-Sevrî, eş-Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve daha başkalarının bazı sözlerini almamışlar, ancak hakka uygun olan, kitap ve sünnete uygun olan sözlerini almışlar, bununla beraber onlara hürmet etmişler, onlardan razı olmuşlar ve onların hata da eden, isabet de eden müçtehitler olduklarına itikat etmişlerdir. Bu, hakkında içtihadın caiz olduğu, Allah’tan ve rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’den bir nas bulunmayan meseleler hakkındadır.
 “Kendisinde bulunan sünnet oranında sever, onda bulunan bid’at oranında da buğz ederiz” sözüne gelince, selefte böyle bir söz bulunmaz. Nitekim bazı kitaplarda bu fikrin münakaşasını yaptık ve “muvazene (iyiliklerle kötülükleri tartma) ehline ve onlara bağlananlara reddiye verdik. “Bir kimseye onda bulunan sünnet oranında sevgi gösterilir, bidati oranında da buğz edilir” görüşünü Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın sözüyle gizliyorlar. Bu iddiaları selefin ve onlara uyanların sözleriyle, hatta icmalarıyla reddettik. Allah’tan bizleri sünnet üzerinde sabit kılmasını dileriz.
Lakin buğzun farklı dereceleri vardır. Bir Yahudiye, bir Hristiyana buğzdan daha fazla buğz edilir. Hristiyanlara da, Yahudilere de buğz eder, onları sevmeyiz. Lakin Yahudilerin düşmanlığı daha şiddetlidir. “İman edenlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlileri olarak Yahudileri ve şirk koşanları bulursun.” (Maide 72) Hristiyanların Müslümanlara buğzu veya düşmanlığı ise Yahudilerinkinden daha azdır. Bu sabit bir şeydir. Bunu vakıa ve tarih ispatlamıştır. Müslüman, Hristiyanların ülkelerinde yaşamaya güç yetirebilir. Nitekim Müslümanlardan birçok kimsenin Hristiyan ülkelerinde yaşayabildiklerini görürsün. Ama Yahudi ülkelerinde yaşamaya güç yetiremezler. Hatta Yahudiler, kendi ülkeleri bir tarafa, Hristiyanların ülkelerinde dahi onlara musallat olurlar. Aynı şekilde bir sünnî de Rafızilerin yanında yaşayamaz. Yahudilerden bile görmeyeceği baskı ve eziyetler görür. Onlarda bulunan küfürlere rağmen Rafizileri nasıl sevebiliriz? Onlar bize Yahudilerin bize buğzundan bile daha fazla buğz ederlerken onları nasıl sevebiliriz? Sevgiyi bizimle onlar arasında nasıl taksim edebiliriz? Sen selefin hiçbir kitabında bu muvazeneyi göremezsin. Biz birçok fırkaları olan Sufilere ve diğer bid’at ehline, Eş’arilere ve diğerlerine buğz ettiğimizde, Yahudilere ve Hristiyanlara buğz ettiğimiz gibi buğz etmeyiz. Yani sevgi de iman gibi artar ve eksilir. Kullar hakkındaki sevginin farklı dereceleri vardır. Buğz da böyledir. Yahudilere olan buğzum, Hristiyanlara olan buğzum gibi değildir. Bid’at ehline olan buğzum da böyle değildir.
Eğer Yahudi ve Hristiyan kafirleri, mesela Eşari ve Sufiler gibilerine saldırırsa onları savunuruz. Bu bid’at ehline buğz etmemize rağmen, o düşmanlara karşı bunları müdafaa ederiz. Onların bize karşı buğzu ise daha şiddetlidir. Onlarda böyle bir sevgi dağılımı yoktur. Onların yapması gereken şey bizleri sevmeleri ve üzerinde bulunduğumuz şeye dönüş yapmalarıdır. Lakin ne sevgi ne de insaf gösterirler. Bilakis bazı aşırıları zulüm ve düşmanlık ederek bizi tekfir ederler. Biz ise onları tekfir etmeyiz ve onlara düşmanlığımızı kafirlere olan düşmanlık derecesine vardırmayız.”
Rebi b. Hâdî hafizehullah’ın Avnu’l-Bari (2/981) kitabından tercüme eden: Ebu Muaz

Sevgi ve Yakınlık Gösterme Konusunda Bidatçi Hiçbir Şekilde Günahkâr İle Kıyaslanamaz

(İ’lamu’n-Nebhi Ennehu La Yukase’l-Mubtedî Alel-Asî Fi’l-Muhabbeti ve’l-Muvalati Min Vechi)
Te’lif: Ebû Muâz Raid Âlu Tahir
Tercüme: Ebu Muâz Seyfullah el-Çubukâbâdî
Bismillah.
Allah’a hamd, rasulüne, âline, ashabına ve din gününe kadar O’nun menhecinde gidenlere salat ve selam olsun.
Bundan sonra:
Muhakkak ki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in Haricilerden, Mu’tezile’den, Cehmiyye’den ve Mürcie’den ayrıldıkları temel esaslardan birisi de şudur: Günahkârlara bir açıdan sevgi ve yakınlık gösterilirken, diğer bir açıdan buğz ve düşmanlık gösterilir. Mürcie’nin iddia ettikleri gibi onlara tamamen sevgi ve yakınlık gösterilmez. Haricilerin iddia ettikleri gibi sevgi ve yakınlık onlardan tamamen de kesilmez. Ancak imanları yönünden onlara sevgi ve yakınlık gösterilir, günahları yönünden buğz ve düşmanlık gösterilir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Her Müslümana gereken; sevgisinde, buğzunda, yakınlığında ve düşmanlığında Allah’ın ve rasulünün emrine tabi olmasıdır. Allah ve rasulünün sevdiklerini sever, Allah ve rasulünün buğz ettiklerini buğz eder. Allah ve rasulüne yakınlık gösteenlere yakınlık gösterir, Allah ve rasulüne düşmanlık edenlere düşmanlık eder. Her kimde yakınlık gösterilmesi gereken iyilikler ve düşmanlık gösterilmesi gereken kötülükler varsa ona göre davranılır. Mesela bu dine mensup olan fasıklar gibi. Onlar ödül ve cezayı, yakınlık ve düşmanlık gösterilmesini, sevgi ve buğzu, kendilerinde bulunan iyilik ve kötülüklere göre hak ederler. Zira “Kim zerre (karınca) ağırlığınca iyilik işlerse onu görür, kim de zerre (karınca) ağırlığınca kötülük işlerse onu görür.” Bu Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in; Haricilere, Mu’tezile’ye, Murcie’ye ve Cehmiyye’ye muhalif olan mezhebidir. Zira onlar bir yönden bunlara meylederken, diğer yönden şunlara meylederler. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat ise vasattır.”[1]
 Bu asırdaki gevşemeciler bu esasa karşı sözü yerinden kaydırmak türünden bir tahrif yaparak aşırılık yapmışlardır. Şöyle iddia ediyorlar: “Bid’at ehline karşı sevgi ve yakınlık gösterilir, onlar sünnete uyum gösterdikleri açıdan övülür ve ikram edilir. Sünnete aykırı düştükleri ve bid’at işledikleri açıdan düşmanlık gösterilir, kınanır ve aşağılanırlar.” Yine şöyle iddia ediyorlar: “Bu bid’at ehline karşı tavır, şehvetlerine uyan günahkârlara karşı yapılan tavra kıyas edilir.” Veya “Hepsi de bu dinin fasıkları konumunda oldukları için bid’at ehli ile günahkârlar arasında fark yoktur.”
Bu bozuk esası kökleştirdikten sonra buna delil getirmek için kitaptan, sünnetten, imamların ve ümmetin selefinin âlimlerinin sözlerinden araştırma yapıyorlar, fakat bu bâtıllarını destekleyecek bir şey bulamıyorlar! Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın kitaplarını çokça araştırıyorlar, sonra sadece bid’at ehline buğzettiğini, onlardan sakındırıp mutlak ve muayyen olarak onları aşağıladığını görüyorlar.
Lakin onlar İbn Teymiyye’nin bir yerde geçen kapalı bir sözünü buldular ve çok sevinerek sınıfları ve şekilleri farklı olan birçok yerde yayınladılar. Bu söz, İbn Teymiyye rahimehullah’ın şu sözüdür: “Bilinmeli ki, mümin kimse sana zulmetse ve sana karşı taşkınlık yapsa dahi ona yakınlık göstermek gerekir. Kafir kimse sana bağışta bulunsa ve sana iyi davransa bile ona düşmanlık etmek gerekir. Muhakkak ki Allah Subhanehu dinin tamamen Allah için olması üzere rasuller göndermiş ve kitaplar indirmiştir. Sevgi; Allah’ın dostlarına,  buğz ise Allah’ın düşmanlarına karşı olmalıdır. O’nun dostlarına ikram etmeli, düşmanlarını aşağılamalıdır. Ödül O’nun dostlarına, ceza ise düşmanlarınadır. Bir şahısta iyilik ve kötülük, birr ve fücur, taat ve masiyet, sünnet ve bid’at bir araya gelirse, onda bulunan iyilik oranında kendisine yakınlık gösterilir ve ödüllendirilir. Kendisinde bulunan şer oranında da düşmanlık gösterilir ve cezalandırılır. Bir şahısta ikram etmeyi ve aşağılamayı, gerektiren haller bir araya gelirse mesela bir fakir kimse hırsızlık yapsa, onun eli kesilmekle beraber, kendisine beytu’l-mâlden ihtiyacını giderecek ödeme yapılır. Bu, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in ittifak ettikleri bir esastır. Hariciler, Mu’tezile ve onlara uyum gösterenler buna muhalefet etmişlerdir. İnsanların ya yalnızca ödüllendirilebilecekleri ya da yalnızca cezalandırılabileceklerini söylemişlerdir.”[2]
Bazıları bu sözleri İbn Teymiyye rahimehullah’ın diğer bir sözüyle de destekliyorlar: “Muhakkak ki çoğu zaman tek bir fiilde veya tek bir şahısta iki durum bir araya gelir; kötüleme, yasaklama ve ceza bunlardan birine yönlendirildiğinde, onda bulunan diğer türden gaflet edilmez. Nitekim övgü, emir ve ödül bunlardan birine yönlendirildiğinde de diğer yönü hakkında gaflet edilmez. Bir kimse bazı kötülükleri, bid’atleri ve fücuru terk ettiği için övülebilir. Lakin bununla beraber bir başkası da iyilikleri, sünnetleri ve birri işlediği içim övülmeyebilir. Bu muvazene ve muadele yoluyla olur. Kim bu yolu tutarsa Allah’ın indirdiği kitap ve mizana göre adaletle hareket etmiş olur.”[3]
Gevşemeciler bu iki nakli, bid’at ehli için yorumluyorlar ve Ehl-i Sünnet’e bazı meselelerde uyum gösteren bidatçiye bir açıdan sevgi ve yakınlık gösterilip övülmesi, bid’ati ve sünnete muhalefeti açısından da buğz ve düşmanlık gösterilmesi ve kınanması gerektiğini iddia ediyorlar!
Onların bu konuda heva ve cehaletten başka gerekçeleri yoktur!
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın sözü ancak Ehl-i Sünnet’ten olup da, kendisinde bir içtihat, te’vil veya bir şüphe nedeniyle bir bid’ate düşen kimse hakkındadır. Mesela Menazilu’s-Sairin sahibi Ebu İsmail el-Herevî gibi! Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Bu, el-Cuneyd rahimehullah ve onun emsali olan ârif şeyhlerin kötülükledikleri şeylerdendir. Halkın birçokları, hatta Kur’an’ı, tefsirini, hadisi ve rivayetleri bilen, Allah’a ve rasulüne içten ve dıştan tazim eden, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetini sevip onu savunan kimseler dahi kasıtsız olarak bu yanlışa düşmüşlerdir. Onlar bunun tevhidin nihayeti olduğunu zannetmişlerdir. Tıpkı Menazilu’s-Sairin sahibi gibi. Halbuki o ilmine, sünnete uymasına, bilgisine ve dindarlığına rağmen Menazilu’s-Sairin kitabında güzel ve faydalı şeyler zikrettiği gibi bâtıl şeyler de zikretmiştir.”[4]
Yine şöyle demiştir: “el-Menazil sahibinin zikrettiği “el-fenâ” kavramına gelince, bu ilahiyet tevhidinde değil, rububiyet tevhidinde fenâ'dır. O sebepleri ve hikmetleri nefyetmekle beraber, rububiyyet tevhidini ispat etmektedir. Nitekim Cehm b. Safvan gibi Cebriyeci Kaderîler ve ona tabi olanlardan el-Eşarî ve başkaları da böyle demektedirler. Şeyhulislam (Ebu İsmail el-Herevi) Allah kendisine rahmet etsin, sıfatlar hususunda ispat edenlerle iptal edenler arasındaki farka dair “el-Faruk” kitabını yazarak insanları Cehmilikten şiddetle uzaklaştıranlardan biridir. “Tekfiru’l-Cehmiyye” kitabını yazmış, yine “Zemmu’l-Kelam ve Ehlihi” kitabını da tasnif etmiştir. Bu konuda ise sıfatları ispatta aşırılığa ulaşmıştır. Lakin o kader meselesinde hikmetleri ve sebepleri nefyeden Cehmiyye’nin görüşündedir.”[5]
Derim ki: Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah kendisinde sünnet ve bid’atin bir araya geldiği bir şahıs hakkında konuşmaktadır. Bu sıfat ancak ehl-i sünnetten olup da içtihada genişlik bulunan bir meselede içtihat etmesi neticesinde bir bid'ate düşen kimse hakkında kullanılır. Zira bizler bu sıfatı bid’at ehli olanlar için de aynı şekilde kullanırsak, sünnet ehlinden olup da, bid’ati, küfre düşürücü olmayan kimseler de bunun dışında kalmaz. “Az da olsa sünnete uyum gösterdikleri bir şeyler olduğu sürece, küfre düşürücü bid'ati olmayan bid’at ehlinin tamamına bir açıdan yakınlık ve sevgi gösterilebilir” denilebilir mi?!
Eğer gevşemecilerden (Ehlu’t-Temeyyi’den) birisi “Evet” derse!
Onlara şöyle denilir: “Öyleyse Şia, Mu’tezile, Hariciler, Kaderîler, Cebrîler, Mürcie, Eşariler, Sufiler ve bunların dışında eski ve yeni bütün fırkalara bu sevgi ve yakınlığınız kutlu olsun!
Bu, gevşemenin aslı ve bugünkü selefilere harp açanların hakikatidir! Selefî gençler bu hususa çok dikkat etmelidirler!
Onlardaki bu esas şu kötü etkileri ortaya çıkarmaktadır:
* Bid’at ehlinden bahsedilirken onun iyilikleri ile kötülüklerini tartma (muvazene)!
* Bid’at ehliyle yardımlaşma ve beraber çalışma
* Bid’at ehlini savunma ve onlara destek olma!
* Bid’at ehline, sünnet ehli oldukları zannını verme! Zira bunlar, onlardan hakka uygun gördükleri şeyi alacak, hakka muhalif gördükleri şeyi reddedecekler. Bu geniş menhec, bugünkü gevşemecilerin nida ettikleri şişirilmiş yoldur.
* Bid’at ehliyle beraber oturmak!
* Bid’at ehliyle beraber ihtilaf edilen meseleleri önemsizleştirmek!
* Bid’atçi sayma ve cerh etme kapısını kapamak!
Bu bâtıl kökten dallanan bunun gibi b daha birçok bozukluklar vardır.
Derim ki:   Selefî’nin “Bid’atçi” ile “günahkâr” arasındaki farka dikkat etmesi zorunludur. Bu meselenin şu açıları vardır:
Birinci açı: Sünnet ve icma, bid’atçi ile günahkâr arasında ayrım gözetmiştir. Bid’atçiyi günahkârdan daha şiddetli kılmıştır. Birincisi, ikincisine kıyas edilemez. Çünkü bu kıyas maa’l-farıktır ve bâtıl bir kıyastır.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Sünnete ve icmaya göre, muhakkak ki bid’at ehli, şehvetleriyle isyan edenlerden (günahkârlardan) daha şerlidirler. Zira Nebî sallallahu aleyhi ve sellem Haricilerle savaşılmasını emrederken, zalim yöneticilerle savaşılmasını yasaklamıştır. İçki içen kimse hakkında: “Ona lanet etme! Zira o Allah’ı ve rasulünü seviyor” buyrulmuştur. Fakat Zu’l-Huveysira hakkında şöyle buyurmuştur: “Bunun soyundan Kur’an’ı okuyan, okudukları gırtlaklarından inmeyen, dinden (bir rivayette: İslam’dan) okun yaydan çıktığı gibi çıkan bir topluluk çıkacaktır. Biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların orucu yanında kendi orucunu, Kur’an okuyuşları yanında kendi okuyuşunu beğenmeyecektir. Onlarla nerede karşılaşırsanız öldürün. Zira onların öldürdüğü kimseye ve onları öldürenlere kıyamet gününde Allah katında ecir vardır.”  Önceki kaideler gibi bu kaideyi birçok delilleriyle kaydetmiştim. Sonra günahkârlar, hırsızlık, zina, içki içme, malı bâtıl yolla yemek gibi yasaklanan bazı günahları işlemişlerdir. Bid’at ehlinin günahları ise emrolundukları; sünnete ve müminlerin cemaatine uymayı terk etmektir. Haricilerin bid’atlerinin aslı, onlara göre Kur’an’ın zahirine aykırı görünen hususta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve O’na tabi olanlara itaat etmeyi uygun görmemeleridir. Bu farzın terk edilmesidir. Yine Rafıziler sahabenin adil oluşlarını, onları sevip bağışlanma dilemek gerektiğini kabul etmezler. Bu da farzın terkidir. Kaderiyye Allah Teâlâ’nın kadim ilmine, kapsamlı meşiyetine (dilemesine) ve kâmil kudretine iman etmezler. Bu da farzın terkidir. Cebriyye kulun kudretini ve meşiyetini (dilemesini) ispat etmez, işi tamamen kadere yüklerler. Bu da farzın terk edilmesidir. Orta yollu Murcieler de böyledir. Onların bid’atleri, fakihlerin bid’atlerinden olup, imamların hiçbiri katında küfür olmasa da, ashabımızdan bazısı onları tekfir edilen bid’atçilere dâhil etmiş ve bu konuda yanlış yapmışlardır. Onlar ancak amelleri veya sözleri imana dâhil görmedikleri için farzı terk etmişlerdir. Murcie’nin aşırılarına gelince cezalandırmayı inkâr etmekte, nasların sadece korkutma içerdiğini, bunların hakikati olmadığını iddia etmektedirler. Bu büyük bir sözdür. Bu da farzı terk etmektir. Yine Vaidiyye, büyük günah işleyenlerin cehennemden çıkacaklarını reddetmekte, şefaati kabul etmemektedirler. Bu da farzın terkidir.
Eğer şöyle denilirse: “Bu durum, bu haram inanca sahip olan kimsenin tekfirini, fasık sayılmasını ve cehennemde ebedi kalmasını gerektirmez mi?”
Şöyle denilir: Onlar bu konuda Ehl-i Sünnetin yanında; müminler ile kâfirler menzilesindedirler. Kitap, sünnet ve icma’ın delalet ettiği bir şeye imanı terk etmek sapıklıktır. Böyle bir şeyin varlığına itikad etmese de böyledir. Eğer bu da eklenirse iki durum bir araya gelmiş olur. Onlarda sünnetten bir esas olsa dahi bid’ate düşmüş olurlar.”[6]
Başka bir yerde de şöyle demiştir: “Nefsine zulmetmiş olan iman ehline gelince, onunla beraber imanı ve takvası oranında Allah’ın yakınlığı vardır. Nitekim fücuru oranında da bunun zıddı söz konusudur. Bir şahısta ödüllendirmeyi gerektiren iyilikler ile cezayı gerektiren kötülükler bir araya gelirse, ödüllendirilir de, cezalandırılır da. Bu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bütün ashabının, İslam imamlarının ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in görüşüdür. Onlara göre kalbinde zerre ağırlığınca iman bulunan kimse cehennemde ebedi kalmaz. Hariciler ve Mu’tezile gibi, bu kimsenin ebedi olarak cehennemde kalacağını söyleyenler şöyle derler: “Kıble ehlinden cehenneme giren bir kimse oradan çıkamaz. Büyük günah sahiplerine ne cehenneme girmelerinden önce, ne de girmelerinden sonra, ne rasulün şefaati ne de başkasının şefaati söz konusudur.” Onlara göre bir şahısta ödül ve ceza, iyiliklerle kötülükler bir araya gelemez. Bilakis kim ödüllendirilirse o cezalandırılmaz, kim de cezalandırılırsa o ödüllendirilmez. Bu esasın kitap, sünnet ve ümmetin selefinin icmaından delilleri pek çoktur. Ancak burası bu konunun genişçe inceleneceği yer değildir. Bunun üzerine birçok meseleler ortaya çıkar. Bu yüzden hakiki bir imana sahip kimsenin, günahları olsa dahi, imanı oranında bu amellerden işlemesi mutlaka zorunludur. Nitekim Buhârî Sahih’inde Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh’den şöyle rivayet etmiştir:
“Hımar (eşek) denilen birisi vardı. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem güldüren biriydi. İçki de içerdi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ona sopa cezası uygulardı. Bir defasında birisi: “Allah ona lanet etsin, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e ne de çok getiriliyor” dedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem bu adama şöyle buyurdu: “Ona lanet etme! Zira o Allah’ı ve rasulünü seviyor” Bu bize gösteriyor ki, içki içme günahını ve daha başkasını işleyen kimse Allah’ı ve rasulünü seviyor olabilir. Allah’ı ve rasulünü sevmek imanın en sağlam kulpudur. Nitekim zahid bir âbidde bir açıdan Allah ve rasulünü öfkelendiren bir bid’at ve nifak bulunabilir.  Sahih’te ve daha başka eserlerde gelen hadisten şöyle anlaşılmaktadır: Müminlerin emiri Ali b. Ebi Taib radıyallahu anh, Ebu Said el-Hudri radıyallahu anh ve başkaları Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in Hariciler hakkında şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: “Biriniz onların namazı yanında kendi namazını, onların orucu yanında kendi orucunu, onların Kur’an okuyuşları yanında kendi okuyuşunu beğenmez. Okudukları Kur’an gırtlaklarını aşmaz ve okun yaydan çıktığı gibi İslam’dan çıkarlar. Onlarla nerede karşılaşırsanız öldürün. Zira onları öldürene ve onlar tarafından öldürülene kıyamet gününde Allah katında ecir vardır. Şayet onlarla karşılaşırsam Ad’ın öldürüldüğü gibi onlarla savaşırım.”
Onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı ve müminlerin emiri Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’ın, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in emriyle kendileriyle savaştıkları kimselerdir. Sahih hadiste Nebî sallallahu aleyhi ve sellem onlar hakkında şöyle buyurmuştur: “Müslümanlar arasında ayrılık olduğu zaman bir fırka çıkar, iki taifeden hakka en yakın olanı onlarla savaşır.”
Bu yüzden Sufyan es-Sevri ve daha başka İslam imamları şöyle demişlerdir: “Bid’at, İblise, günahtan daha sevimli gelir. Çünkü bid’atten tevbe edilmez. Ama günahtan tevbe edilir.” Bu sözlerinin manası şudur: Muhakkak ki bid’atten tevbe edilmez.” Çünkü bid’atçi bid’atini Allah’ın ve rasulünün meşru kılmadığı bir din edinmiştir. Lakin kötü ameli kendisine süslenmiş ve onu güzel görmüştür. Bu yüzden onu güzel gördüğü sürece ondan tevbe etmez. Zira tevbenin başı, yaptığı şeyin tevbe edilmesi gereken kötü bir şey olduğunu veya onu terk etmenin farz olarak veya müstehap olarak emrolunan bir iyilik olduğunu bilmektir.  Hakikatte kötülük olan bu şeyi, bir iyilik olarak gördüğü sürece ondan tevbe etmez. Lakin Allah’ın hidayet etmesi ve hakka irşad etmesiyle hak kendisine ortaya çıkarsa tevbe etmesi mümkün olur. Nitekim Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hidayet ettiği kâfirler, münafıklar, bid’at ve sapıklık ehli taifeler vardır. Bu, hakkı bildikten sonra ona tabi olmakla söz konusu olur. Bildiğiyle amel edeni Allah bilmediği şeylere de varis kılar.”[7]
Derim ki: Bu iki nakilden anlıyoruz ki bid’atçi ile günahkâr arasında fark vardır:
* Günahkârın itikadı ve imanı sahihtir, fiili ise dine aykırıdır. Bu yüzden imanı ve günahı haram sayması açısından övülür, günahı işlemesi açısından da kınanır.
* Bid’atçiye gelince, itikadı bozuktur. O hakiki imanı terk ederek bu hususta muhalefet etmiştir. Çünkü bu muhalefetinin meşru olduğuna itikat etmektedir. Onun durumunun hakikati, kendisine (ilim) ulaşmış ve zıt düşmüştür. Dine zıt düşmesi Allame eş-Şatibî rahimehullah’ın el-İ’tisam’da zikrettiği gibi, din için bu fiiliyle muhalefet etmesidir.
Peki bu bid’atçiye hangi açıdan yakınlık gösterilecek? Onun, kendisi için sevgi gösterilecek sahih itikadı olmadığı gibi meşru bir fiili de yoktur!!
* Günahkâr kimseler yasaklandıkları bazı şeyleri işlerler. Bid’at ehli ise emrolundukları; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e itaat ve ittibayı terk ederler. Bu farz olan imanı terk etmektir.  Nitekim bu, bozuk itikatlar gibi yasaklanmış şeyleri işlemeyi de içerebilir. Böylece sapıklıkları daha fazla artar.
* Günahkârlar kendilerinin dine muhalefet etmekle günahkâr olduklarını ve tevbe etmeleri gerektiğini bilirler. Ancak baskın gelen şehvetin galebesi ve imanlarının zayıflığı sebebiyle bunları işlerler. Bid’at ehline gelince onlara kötü amelleri süslenmiş ve bu kötülükleri iyilik olarak görmüşlerdir. Bundan dolayı tevbe etmeleri gerektiğini görmezler. Çünkü onlar dine muhalif olduklarını düşünmezler. Bu yüzden bid’at İblis için günahtan daha sevimlidir.
Allah kendisine rahmet etsin İmam el-Berbehârî Şerhu’s-Sunne’de şöyle demiştir: “Bir kimsede bid’atlerden bir şey ortaya çıkarsa ondan sakın. Zira sana ortaya çıkardıklarından daha fazlasını gizler. Sünnet ehlinden bir kimsenin kötü bir yol ve gidişatta olduğunu, fasık, facir ve zalim bir günahkar olduğunu görsen, onunla arkadaşlık edip beraber oturabilirsin. Zira onun günahı sana zarar vermez. Ama ibadette gayretli olan zahid bir kimsenin hevâ sahibi olduğunu görürsen onunla oturma, sözünü dinleme, yolda onunla beraber yürüme. Zira kendi yolunu süslü gösterip seni tehlikeye düşürmesinden emin olunamaz.”
İkinci Açı: Ehl-i Sünnet imamları akideye dair eserlerinde bid’at ehlinden buğz edip düşmanlık gösterme konusunu zikretmişler, mutlak olarak herhangi bir açıdan onlara sevgi ve yakınlık gösterilmesini zikretmemişlerdir. Nitekim bu hususu şehvetleri sebebiyle isyan ve günah ehli olanlar hakkında zikretmişlerdir.
Bu imamların yaptıkları, iki durum arasında fark olduğunu gösterir. Bunların arasında ayrım yapmayan önceki imamların yolu üzerinde değildir
İmam İbn Batta rahimehullah, el-İbânetu’l-Kubrâ’da şöyle demiştir: “Dinin hususunda bid’at ehlinden hiç kimseye danışma, yolculuğunda onunla arkadaşlık etme. Mümkünse onunla yakın komşu da olma. Zikrettiğimiz hususlardan bir şeye itikad eden herkese karşı darılıp öfkelenmemiz ve bu kimselere yakınlık gösteren, onları destekleyen, savunan ve arkadaşlık eden herkesi de terk etmemiz sünnettendir. Kişi bunu yaparsa sünneti izhar etmiş olur.”
İmam Ebu Osman es-Sâbûnî rahimehullah, Akidetu’s-Selefi ve Ashabi’l-Hadis kitabında şöyle demiştir: “Bid’at ehlini kahretmek, onları zelil etmek, aşağılamak, onlardan uzaklaşmak, onları uzaklaştırmak, onlarla arkadaşlık edenlerden ve beraber bulunanlardan da uzaklaşmak, böylece onlardan uzaklaşıp terk etmek suretiyle Allah Azze ve Celle’ye yakınlaşmak görüşünde ittifak etmişlerdir."
Yine şöyle demiştir: “Bid’at ve sapıklık ehlinden uzaklaşırlar, hevâ ve cehalet sahiplerine düşmanlık ederler, dinde ondan olmayan şeyler çıkaran bid’at ehline buğz ederler. Onları sevmez ve onlarla arkadaşlık etmez, onların sözlerini dinlemez ve onlarla oturmazlar.”
İmam Begavî rahimehullah da Şerhu’s-Sunne’de şöyle demiştir: “Sahabe, tabiun ve onlara tâbî olan sünnet âlimleri, bid’at ehline düşmanlık edip onları terk etmek hususunda söz birliği (icma) etmişlerdir.”
Şeyh Hamûd et-Tuveycirî rahimehullah, el-Kavlu’l-Belîğ Fi’t-Tahzîri Min Cemâati’t-Tebliğ’de şöyle demiştir: “Salih selef bid’at ehlinden sakındırmış ve onlardan sakındırma hususunda mübalağa göstermişlerdir. Onlarla oturmayı, arkadaşlık etmeyi, sözlerini dinlemeyi yasaklamışlar ve onlardan uzaklaşmayı, düşmanlık göstermeyi, onlara buğz etmeyi ve onları terk etmeyi emretmişlerdir.”[8]
Şeyh İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “Bid’at ehlini terk etmek ile kastedilen; onlardan uzaklaşmak, onlara sevgi ve yakınlık göstermeyi, onlara selam vermeyi, ziyaret etmeyi, hasta ziyaretinde bulunmayı ve benzerlerini terk etmektir. Bid’at ehlini terk etmek, Allah Teâlâ’nın şu ayetinden dolayı farzdır: “Allah'a ve âhiret gününe îman eden bir kavmin, babaları yahut oğulları yahut kardeşleri yahut da akrabaları bile olsalar, Allah'a ve Rasûlüne karşı gelen kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mucadele 22)”[9]
Bid’at ehli Allah’a ve rasulüne karşı gelenlerdendir. Onlara sevgi beslenmez ve yakınlık gösterilemez. Bu konuda ümmetin selefi ittifak etmişlerdir. Onların menhecinde gitmek ve onlara muhalefet etmemek farzdır.
Bir kimse şöyle diyebilir: “Bid’atçiye sevgi ve yakınlık gösterilmeyecek ve değer verilip hiçbir açıdan övülmeyecekse, bu onu kâfire benzetmek olmaz mı? Veya o bir kâfir midir ki, ona hiçbir açıdan sevgi ve yakınlık gösterilmiyor?
Cevap: Şüphesiz bid’at ehline buğz etmek ve düşmanlık göstermek, sakındırma ve ta’zir babındandır, kafir ve mürtet sayma babından değildir. Mesela ona selam vermemek, arkadaşlık etmemek, onunla oturmamak, hastalandığında ziyaret etmemek, öldüğünde cenaze namazını kılmamak gibi hükümleri uygulayan kimse hakkında: “Bid’at sahibini tekfir ediyor” denilebilir mi?
İşte bunun gibi, bid’atçiye hiçbir açıdan sevgi ve yakınlık göstermeyen kimseye de, eğer bid’ati küfre sokan bir bid’at değilse, onu tekfir etmediği söylenir. Bu tavır ancak sakındırma, ta’zir ve dinde nasihat babındandır.
Tekfir edilmeyen bid’at ehli, bu dinin fasıklarından ise, aynı günahkarlarda olduğu gibi onlarda da övgüyü ve yakınlığı gerektiren haller ile kınanmayı ve düşmanlığı gerektiren haller bir araya gelmiş olabilir. Lakin bid’atçiye övgüde bulunmaktan ve ona yakınlık göstermekten yasaklanması, cezalandırma, Müslümanlara nasihat ve suçluların yoluna tabi olmaktan sakındırma babındandır. Çünkü insanlar günahkarlara aldanmazlar ama bid’at sahibine aldanırlar.
Başarılı kılacak olan Allah’tır.




[1] Mecmuu’l-Fetava (35/94-95)
[2] Mecmuu’l-Fetava (28/209)
[3] Mecmuu’l-Fetava (10/366)
[4] Minhacu’s-Sunne (5/241)
[5] Minhacu’s-Sunne (5/249)
[6] Mecmuu’l-Fetava (10/103-105)
[7] Mecmuu’l-Fetava 10/7-10)
[8] El-Kavlu’l-Beliğ (s.31-33)
[9] Lum’atu’l-İtikad (s.110)

9 Temmuz 2015 Perşembe

İftarı Geciktiren Şia ve Onların Fitnesine Düşenlere Cevap

"...Güneş ufukta kaybolmasına rağmen “Orucu geceye kadar tamamlayın” (Bakara 187) ayetinden dolayı gecenin karanlığını beklemek gerektiğini iddia edenler üç hususa müptela olmuşlardır:
Birincisi: Arap dilinde “el-Leyl” (gece) kelimesinin manasını bilmemeleri
Kamusu’l-Muhit’te (1364) şöyle denilir:
اللَّيْلُ : من مَغْرِبِ الشمسِ إلى طُلوعِ الفَجْرِ الصادِقِ أو الشمسِ"
“el-Leyl (gece): Güneşin batmasından fecri sadığın veya güneşin doğmasına kadar olan süredir.”
Lisanu’l-Arab’da (11/607) şöyle denilir:
اللَّيْلُ : عقيب النهار ، ومَبْدَؤُه من غروب الشمس"
“el-Leyl; gündüzden sonrasıdır. Başlangıcı güneşin batışıdır.”
Hafız İbn Kesir rahimehullah Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim’de (1/517) bu ayetin tefsirinde şöyle der:
(ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ) يقتضي الإفطار عند غُرُوب الشمس حكمًا شرعيًا"
“Sonra geceye kadar orucu tamamlayın” Güneşin batışında şer’i bir hüküm olarak iftar etmek gerekir.”
Hatta bazı müfessirler ayette “ilâ” harfi cerrinin kullanılmasının iftarda acele etmeyi gerektirdiğine uyarı yapmışlardır. Zira bu harf gayenin sonuçlandığına delalet eder.
Allame Tahir b. Aşur rahimehullah et-Tahrir ve’t-Tenvir’de (2/181) şöyle demiştir:
" (إِلَى اللَّيْلِ) غاية اختير لها (إِلَى) للدلالة على تعجيل الفطر عند غروب الشمس ؛ لأن (إِلَى) لا تمتد معها الغاية ، بخلاف (حتى) ، فالمراد هنا مقارنة إتمام الصيام بالليل "
“İlâ” kelimesinin seçilmesi güneşin batmasıyla iftarda acele etmeye delalet etmesi içindir. Çünkü “ila” harfinde, gaye gerçekleştiği zaman devam etmez. “Hatta” kelimesi ise böyle değildir. Burada orucun tamamlanmasının gece ile bağlanması kastedilmiştir.”
İkincisi: Onlar kendilerinin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den, sahabeden ve ilk asırlardakilerden daha üstün olduklarını iddia etmiş olurlar.
Üçüncüsü: Ümmete işleri karışık gösterip aralarında fitne yaymaktadırlar.
Birinci hususa cevap: Burada gece gündüzün zıddıdır ve güneşin batmasıyla başlar. İddia ettikleri gibi semanın kararmasıyla değil! Nitekim İmam Ahmed (4/175) Ebu Zer radıyallahu anh’den rivayet ediyor: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
لا تزال أمتي بخير ماعجلوا الإفطار وأخروا السحور
Ümmetim iftarda acele edip sahuru geciktirdikleri sürece hayırda kalmaya devam eder.
Yani Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in emrine muhalefette ve acele etmekle emrolunduğumuz iftarı geciktirmekte büyük bir şer vardır!
Namazlarla ilgili ayetleri delil getirerek şöyle diyorlar:
أقم الصلاة لدلوك الشمس إلى غسق الليل وقرآن الفجر إن قرآن الفجر كان مشهودًا)
Güneşin batıya yönelmesinden gecenin karanlığına kadarki namazı ve sabah namazını kıl. Sabah namazı, (melekler tarafından) şâhid olunan bir namazdır” (İsra 78)
Derim ki: Duluku’ş-şems; güneşin batmasıyla akşam namazı vakti girer, gasaki’l-leyl ile kastedilen ise yatsı namazıdır. Namaz hakkındaki ayeti nasıl oluyor da iftar hakkında delil getiriyorlar bilmiyorum!
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem akşam ezanı okunduğu zaman birkaç yaş hurmayla iftar ederdi. Yani sadece ezanı işitmekle iftar ederdi, iftarın ertelenmesi caiz olmaz.
Orucu geceye kadar tamamlayın” ayeti, şer’i bir hüküm olarak güneşin batmasıyla iftar etmeyi gerektirir. Nitekim Buhârî (1954) ve Muslim (1100) Müminlerin emiri Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh’den rivayet ediyorlar: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
إذا أقبل الليل من ههنا وأدبر النهار من ههنا فقد أفطر الصائم
Gece şuradan gelip, gündüz şuradan gittiği zaman oruçlu iftar eder.”
Yani gündüzün gitmesi kesin olarak gecenin gelmesidir. Gecenin gidişi ise güneşin doğmasıdır. Bu kesin olarak gündüzün gelişidir. Lakin bizler fecrin doğuşu ile yeme içme ve cimadan imsak etmekle emrolunduk. Yani güneşin doğuşuna kadar değil, güneşin doğuşundan önce imsak ederiz!
Ahmed (2/372) ve Tirmizî’nin (700) Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet ettikleri hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
يقول الله عز وجل إن أحب عبادي إلي أعجلهم فطرا
Allah Azze ve Celle buyurdu ki: “Muhakkak kullarımın bana en sevimli olanları iftarda acele edenleridir.
Mü’min; Allah’a ve rasulüne itaat eder. Manalarda zorlama yapmaz. İlimsiz olarak sözü te’vil etmez!
İkinci hususa cevap: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ilk sahabeler ve onlara güzelce tabi olan tabiin, üç veya dördüncü asra kadar bu sünnet üzere devam etmişlerdir. Sonra Mısırda Fatımîler ve Ubeydiler kuvvetlenerek dinde te’vil yapmışlar, onlardan dine aykırı birçok fırkalar ortaya çıkmıştır. Ne sünnetten ne Kur’an’dan bir delilleri yoktur. İlim ve hidayet olmaksızın konuşmuşlar, hem kendileri sapmış, hem de insanlardan birçoklarını saptırmışlardır.
Bizim alimlerimiz; sahabetu’l-kiram ve onlardan sahih isnad ile ilim alanlardır. Bunun şahidi sahihlerde, sünenlerde ve eserlerde yazılanlardır…
Üçüncü hususa cevap: Bugün ümmet şiddetli bir zayıflık içindedir. Ne önümüzdeki Filistin, ne Şam saldırılar ve ölümlerden rahat değildir. Bütün bunlardan da ötesi, dinimiz, namazımız ve orucumuz hususunda fitneye düşürülmekteyiz. Müslümanları fitneye düşürmelerinden önce kendileri uyanmayacaklar mı?...
Herhangi bir tefsire baksan bu hususta birleştiklerini görürsün. Uygun yerinde olmaksızın her bir hadis veya ayet delil getirene dayanılamaz. Özellikle bugün ümmet çeşitli düşmanlara muhataptır:
Birincisi: Yahudiler ve Hristiyanlar, bunların çoğu müsteşriklerdir. Yani Arap dilini biliyor ve Nebevî siyreti okuyorlar, sonra da orada görüşlerini yazarak eklemeler yapıyor ve diledikleri gibi saldırı yapıyorlar.
İkincisi: Ümmetin münafıkları. Müslümanların namaz ve oruç gibi fiillerini yapıyorlar, lakin dine saldırıyor, nübüvvet ve hadisler hakkında şüpheye düşürmeye çalışıyor, Kur’an’ı şehevî tamahları ve maddi kazançları için hevalarına göre tefsir ediyorlar. Allah yardımcımız olsun.
Üçüncüsü: Alimlerin hataları. Nitekim Müminlerin Emiri Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh şöyle demiştir: “İslam'a üç şey zarar verir: Münafığın tartışması, alimin hatası ve zalim yöneticiler.”
Yani özetle: ezan güneş kaybolduğunda okunuyorsa mutmain bir şekilde iftar edin. Batışı görmek için dağa tırmanmaya gerek yoktur. Bu zorlama ve dinde emrolunmadığımız bir aşırılıktır. Kişi bundan dolayı sevap kazanmaz bilakis bu bir fitnedir.

Muhammed Cihad Ahmed Ebu Şakra’nın “İftaru’s-Saimin” adlı makalesinden özetleyerek tercüme eden: Ebu Muaz
 

Yazının orijinal tam metninin linki: http://www.aoua.com/vb/showthread.php?t=326875

 

2 Temmuz 2015 Perşembe

Farklı Zamanlarda Öğle ve İkindi Vakitleri


El-Lecnetu’d-Daime 7550 no’lu fetva

Tercüme: Ebu Muaz

Soru: “Öğle ve ikindi namazlarının vakitleri nasıldır? Mesela kış vakti gölge Mali Cumhuriyeti’nin vaktine göre saat on iki’de beş ayak boyu oluyor. Böyle bir vakitte öğle ve ikindi vakitleri nasıl olur? Yazın ise gölge ayaktan daha kısa oluyor ve sene boyunca vakitler bize karışık geliyor. Bu yüzden size öğle ve ikindi vakitleri hususunda bizi aydınlatmanız için bu soruyu gönderiyoruz.”

Cevap: Din bize namazların vakitlerinin kevni alametlerini asırlar ve mekanları kuşatacak şekilde, değişmeyen kayıtlarla beyan etmiştir. Bize öğle vaktinin zeval vaktinde başladığını açıklamıştır. Yani güneş semanın ortasından batı yönüne doğru meylettiği zaman başlar. O anda her şeyin gölgesi, zevalden önce batıda iken, doğuya doğru uzamaya başlar. Öğlenin vakti, ikindi vaktinin girmesiyle biter. Zeval vaktindeki gölgenin miktarı kışın olduğu gibi uzun olsa da, yazın olduğu gibi kısa olsa da fark etmez.

Yine din bize ikindi vaktinin; zeval anında mevcut olan gölge; ister uzun olsun, ister kısa olsun, bu gölgeden sonra her şeyin gölgesinin bir misli olduğu zaman başladığını açıklamıştır.

Nitekim âlimler her insanın boyunun kendi ayağıyla yedi adım olduğunu zikretmişlerdir. Buna göre ikindi vakti, zeval anındaki gölgene ek olarak gölge boyunun senin adımınla yedi adım olduğu zaman başlar. Hangi mekân ve hangi zamanda olsan, yaz kış bu değişmez. (yani değişen zeval anındaki gölge boyudur - mütercim -) İkindi vaktinin bitişi ise güneşin batışıdır. Başarı Allah’tandır. Allah’ın salat ve selamı nebimiz Muhammed’e ailesine ve ashabı üzerine olsun.”

İlmî Araştırmalar ve Fetva Daimi Komisyonu

Başkan: Abdulaziz b. Abdillah b. Baz

Başkan yardımcısı: Abdurrazzak Afifî

Üyeler: Abdullah b. Kuud, Abdullah b. Gudeyyan

Güneşin Erken Kaybolduğu Mıntıkalarda İkindi Namazı Ne Zaman Kerahete Girer?

Naslardan ve icmadan açıkça bilindiği gibi güneşin ufukta kaybolması ile akşam vakti girer.  Bazen aynı yerleşim yerinin farklı bölgelerinde güneşin farklı saatlerde battığı gözlemlenmektedir. Yüksek bir yerin yamacında olan kimsenin ufukta güneşin kayboluşunu görmesi, yüksek yerlerde bulunanların ise hala güneşi görmeye devam etmeleri gibi.
Son asırda Şia taraftarları "Vahhabiler erken iftar ediyor" diyerek yaygara yapmışlar, sünnetle amel edenleri suçlamak istemişlerdir. Hatta bid'at ehlinin hocalarından Hasen es-Sekkaf: "Sahihayn hadisi bile olsa Kur'ân'ın zahirine aykırı olan hadisleri duvara vururuz" deme küstahlığında bulunmuş, Buhari ve Muslim'in İbn Ebi Evfa radıyallahu anh'den yaptıkları rivayeti reddetmiştir. Bu rivayeti daha önceki yazılarda zikretmiştim. Aralarında ilim ehlinden kimselerin bulunduğu diğer bazıları da zayıf bir şüphe atarak: "Gecenin başlaması, güneşin şehre ve binalara vuran ışığının kaybolması" gibi şartlar zikretmişlerdir. Lakin bunların hiçbirinin vahiyden delili olmadığı gibi, vahiyde gelen delile de aykırıdır. Bu delilleri daha önce zikretmiştim. Şeyh el-Elbani'nin fetvasının tercümesinde de tatmin edici açıklama mevcuttur.
Nasların delalet ettiği ve ümmetin selefinin icma ettiği; "Bid'at ve hevâ ehlinden teberri etme gereği"ne defalarca uyarı yaptığımız halde, sermayesi "yalan", "saptırma" ve "delilsiz karalama"dan ibaret olan hevâ ehliyle irtibatı kesmeyen, dinini ciddiye almayan bazı kimseler, sünnet düşmanlarına, sünnet ehlini karalamak için yeni bir malzeme daha vermişler, "erken oruç açıyorlar" söylentilerini yaymışlardır. Bu gece dünkü geceye ne kadar benziyor! Bizden önceki sünnet ehli nelerle karalanmışsa elbette bizler de benzerlerine muhatap olacağız. "Sabredenleri müjdele!"
Bu yazıyı yazmamın sebebi ise bid'at ehline cevap yetiştirmek değil, sünnet ehli kardeşlerimizin zihinlerine takılan bir meselede şüpheyi bertaraf etmektir.
Yükseltilerin yamaçları gibi bölgelerde güneşin erken, hatta düzlük yerlere göre çok daha erken battığını söylemiştik. Şer'î vakit için akşam vaktine güneşin ufukta kaybolmasından başka bir ölçü yoktur. Müslümanlar bulundukları yerde ufku görmelerine rağmen, yüksek dağlara tepelere çıkıp güneşin peşinden takip etmekle de emrolunmamışlardır. Allah'a hamd olsun.
Lakin mesela düzlük bölgelere göre bir ya da iki saat önce güneşin batışının gözlemlendiği yerlerde ikindi namazının kerahet vakti bulunması gerekmiyor mu?
Zira İbn Sirin, Malik, Şafii ve İshak güneşin sararmasını kerahet vakti olarak değerlendirmişlerdir. İbnu’l-Munzir Re’y ehlinden de bu görüşü nakletmiş, İbn Receb: “Bazı ashabımız (Hanbeliler) bu görüştedir” demiştir. Bu konuda İmam Ahmed’den iki rivayet vardır demiştir.
Şureyh, birisini güneş sararmışken namaz kılarken görünce “Onu namaz kılmaktan yasaklayın. Zira bu vakit namaz kılmanın helal olmadığı vakittir” demiştir.
Bu şüpheye hadislerde cevap varid olmuştur:
İbn Ömer radıyallahu anhuma’dan: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
وَإِذَا غَابَ حَاجِبُ الشَّمْسِ فَأَخِّرُوا الصَّلاَةَ حَتَّى تَغِيبَ

“...Güneşin (alt) kaşı kaybolduğu zaman tamamen kayboluncaya kadar namazı erteleyin” (Buhari (583) Muslim (828, 829) Nesâî Sunenu'l-Kubrâ (1562)
Bu hadise göre güneş batmaya başladığı zaman tamamen kayboluncaya kadar kerahet vakti söz konusudur.
Ukbe b. Amir radıyallahu anh’den gelen üç vakitte namazın yasaklanması Muslim’de şu lafızla gelmiştir:

وَحِينَ تَضَيَّفُ الشَّمْسُ لِلْغُرُوبِ حَتَّى تَغْرُبَ

“… ve güneş batmaya meyledince batıncaya kadar namazı yasakladı.” Muslim (831)
İmam Ahmed’in Ka’b b. Murre – veya Murre b. Ka’b’dan – rivayetinde Nebî sallallahu aleyhi ve sellem güneşin zevalinden sonra şöyle buyurdu:

ثُمَّ الصَّلَاةُ مَقْبُولَةٌ حَتَّى تَكُونَ الشَّمْسُ قِيدَ رُمْحٍ أَوْ رُمْحَيْنِ، ثُمَّ لَا صَلَاةَ حَتَّى تَغْرُبَ الشَّمْسُ

“…Sonra güneş bir veya iki mızrak boyunda oluncaya kadar namaz makbuldür. sonra  güneş batıncaya kadar namaz yoktur.” (Ahmed 4/321) Abdurrazzak (2/424) Ehadisu Serî b. Yahya (no:120)

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Orucu Geceye Kadar Tamamlamanın Anlamı


Reşid Rıda, Tefsiru'l-Menar'da (2/143) şöyle demiştir:
(ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ) فُهِمَ مِنْ غَايَةِ وَقْتِ الْأَكْلِ وَالشُّرْبِ فِي الْجُمْلَةِ السَّابِقَةِ مَبْدَأُ الصِّيَامِ. وَذَكَرَ فِي هَذِهِ غَايَتَهُ وَهِيَ ابْتِدَاءُ اللَّيْلِ بِغُرُوبِ قُرْصِ الشَّمْسِ وَمَا يَلْزَمُهُ مِنْ ذَهَابِ شُعَاعِهَا عَنْ جُدْرَانِ الْبُيُوتِ وَالْمَآذِنِ، وَلَا يَلْزَمُ أَهْلَ الْأَغْوَارِ وَالْقِيعَانِ ذَهَابُ شُعَاعِهَا عَنْ شَنَاخِيبِ الْجِبَالِ الْعَالِيَةِ بَعِيدَةً كَانَتْ أَوْ قَرِيبَةً، وَإِنَّمَا الْعِبْرَةُ بِمَغِيبِ الشَّمْسِ فِي أُفُقِهِمُ الَّذِي يَتْلُوهُ إِقْبَالُ اللَّيْلِ. قَالَ - صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ -: ((إِذَا أَدْبَرَ النَّهَارُ وَأَقْبَلَ اللَّيْلُ وَغَابَتِ الشَّمْسُ فَقَدْ أَفْطَرَ الصَّائِمُ)) مُتَّفَقٌ عَلَيْهِ. وَزَادَ فِيهِ الْبُخَارِيُّ ((مِنْ هَاهُنَا)) عِنْدَ ذِكْرِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْإِشَارَةِ إِلَى الْمَغْرِبِ وَالْمَشْرِقِ، وَلِلْمَبَانِي الْعَصْرِيَّةِ الشَّامِخَةِ فِي بِلَادِ أَمْرِيكَا حُكْمُهَا فِي ذَلِكَ. وَأَنْتَ تَرَى أَنَّ هَذَا التَّحْدِيدَ جَاءَ بِأُسْلُوبِ الْإِطْنَابِ ; لِأَنَّهُ بَيَانٌ لِلْإِجْمَالِ بَعْدَ وُقُوعِ الْخَطَأِ فِيهِ، وَإِنَّمَا أَخَّرَ الْبَيَانَ إِلَى وَقْتِ الْحَاجَةِ إِلَيْهِ لِيَكُونَ أَوْقَعَ فِي النَّفْسِ، وَأَظْهَرَ فِي رَحْمَةِ الشَّارِعِ
الْحَكِيمِ

"Sonra orucu geceye kadar tamamlayın" (Bakara 187)
Önceki cümledeki yeme ve içme vaktinin gayesinden orucun başlangıcı anlaşılmıştı. Burada da gaye; güneşin yuvarlağının batışı ile gecenin başlangıcı olduğudur. Evlerin duvarlarından ve yüksek yerlerden güneş ışınlarının gitmesi (kaybolması) şart değildir. Yine ovada ve alçak bölgelerde, yakındaki veya uzaktaki yüksek dağların üzerinde güneş ışınlarının kaybolması da şart değildir. Gecenin gelişi için yalnızca güneşin kendi ufuklarında kaybolması yeterlidir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: "Gündüz şuradan gidip, gece şuradan geldiğinde ve güneş kaybolduğunda oruçlu iftar eder." Buhari ve Muslim rivayet etmişlerdir. Buhari'de "Şuradan" derken gece ve gündüzü anlattığı sırada doğuya ve batıya işaret ettiği geçer. Amerika ülkelerinde modern yüksek binalar için de aynı hüküm geçerlidir.
Burada sınırlamanın itnab (ayrıntılı açıklama) üslubu ile geldiğini görüyorsun. Çünkü bu önce hatalı anlaşılan kapalı cümlenin beyanıdır. Beyanın ihtiyaç anına kadar ertelenmesi gönüle daha iyi etki eder ve hikmetli şeriat koyucunun rahmetini daha çok ortaya çıkarır."  

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)