Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

2 Eylül 2007 Pazar

Tasavvuf Ehlinin Bazı Hataları

Şüphesiz hamd yalnız Allah'adır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidayet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlüdür.
"Ey iman edenler! Âllah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak müslümanlar olarak ölünüz." (Al-i İmran; 3/103)
"Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan ve ondan da eşini var eden, her ikisinden birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir." (en-Nisâ; 4/1),
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin. O da amellerinizi lehinize olmak üzere düzeltsin, günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur." (el-Ahzâb; 33/70-71)
Bundan sonra,
Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın Kelam’ı, yolların en hayırlısı Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlarıdır. Her sonradan çıkarılan şey bidattir ve her bidat sapıklıktır. Her sapıklık da ateştedir.
Şüphesiz sahabe ve Tabiin dönemlerinde zühd, vera ve ibadet ile meşhur olan kimseler vardı. Bunlardan sonra zühd, vera, ibadet gibi hasletleri devam ettiren, yün (Suf) giyinmeye verdikleri önemden dolayı “Sûfîler” denilen kimseler çıktı. Zühd ve ibadet yolunu tutan kimseler de artık, onlara nisbet ile “Sufiler” diye anılır oldular. Fakat bu ismin bir ekol haline gelmesi, “Tasavvuf” adı altında, İslam dışı unsurların da din’denmiş gibi görünmesine sebep olmuştur.
Tasavvufun ilk dönemlerinde ilimden yüz çevirme, Hulul, ittihat, vahdet-i vucud, Rafızîlik, Batınîlik, birden fazla anlama çekilebilen ıstılahların kullanımı gibi unsurlar bazı sufilerde görülmeye başlandı. Sonraları çeşitli anlayış ihtilaflarından dolayı tarikatler zuhur etti. Bu dönemlerde önceki sufilerde rastlanılmayan şu tehlikeli bidatler çıktı;
Şeyhlere ölü gibi teslim olma şartı,
Şeyhleri masum görme,
Musiki ve raks ederek zikretmeyi caiz sayma,
Müridleri kendilerine bağlamak için tılsımlar ile keramet elde etmeyi caiz sayma[1],
Yalnız Allah’tan istenebilecek manevi yardımı velilerden isteyerek istiğase yapma,
Kabirlerin türbeleştirilip ziyaretgâh edinilmesi,
Mürşidin her an kendisini gördüğünü düşünerek onu rabıta etmek[2],
Allah Rasulünün ve sahabelerin yapmadığı bir takım zikir usulleriyle halkalar kurarak toplu halde yüksek sesle zikir yapmak,
Bidatlerin güzelinin de olduğunu iddia etmek,
Uyanık iken Rasulullah ile görüşme iddiaları,
Kur’an ve Sünnetin nefis tezkiyesinde yetersiz olduğunu iddia etme v.b.[3]
Her ne kadar Ebu Talib el-Mekkî[4], Kuşeyrî, Gazalî, Serrac, Sühreverdî gibi ilimle meşgul olan ve tasavvuf esasları hakkında eser yazan sufiler, bir çok bidatlerden sakındırıp, selef yolundan sapılmaması ve keşifler ile ilhamlara Kitap ve Sünnet’e uygunluk oranında itibar etmek gerektiğine dikkat çekseler de, kendileri de bazı bidatlere kapı açmaktan kurtulamamışlar, ne Rasulullah’ın, ne de sahabe ve tabiin’in bahsetmediği şeylerden bahsetmişler, Batınî yorumlara girişmişlerdir.
İmam Şatıbî el-İtisam’da sufilerin hatalarını sayarak der ki;
a. Rasûlullah (s.a)’a yalan ihtiva eden ve zayıf hadislere güvenmeleri... Zayıf hadislerin ise Peygamber (s.a) tarafından söylendiğine dair zan galip değildir. Dolayısıyla bunlara bir hüküm isnad etmeye imkân yoktur. Durum böyle olunca ya yalan oldukları bilinen hadisler hakkında ne denilir? (s. 299-300)
b. Maksatlarına uymayan sahih hadisleri reddederek bunların akla muhalif olduğunu ileri sürerler. Kabir azabını, sıratı, mizanı, ahirette Allah’ın görülmesini ve benzeri hususları inkâr edenler gibi bunların akla aykırı olduğunu ileri sürerler. (s. 309)
c. Allah’tan ve Rasûlünden gelenlerin kendisi vasıtasıyla anlaşılabildiği arapça ilmini bilmemekle birlikte, arapça olan Kur’an ve sünnet hakkında söz söyleme cesaretini göstererek, şeriatı geride bırakıp, ilimde derinleşmiş olan kimselere muhalefet etmeleri.
d. Apaçık usulü bırakıp saparak, akılların çeşitli tavırlar takındığı müteşabihata tabi olmaya yönelmeleri. (s. 320)
e. Mutlaklara kayıt getiren hükümleri tetkik etmeden, mutlak ifadeleri alıp kabul etmek. Tahsis edici buyrukları var mıdır, yok mudur düşünmeden umumi buyrukları anmak. Aynı şekilde bunun aksini de yaptıkları olur. Mesela nass mukayyed ise mutlak alınır yahut has ise başka herhangi bir delil olmadan mücerred görüş ile umumi kabul edilir. (s. 329)
f. (s. 334): Delilleri kullanılacakları yerlerden uzaklaştırarak tahrif etmek. Mesela delil herhangi bir menata dair varid olmuş iken bir başka menata yönlendirilerek her iki menatın aynı olduğu vehmini vermekle delilleri tahrife kalkışmak. Bu ise sözleri yerlerinden kaydırmak suretiyle yapılan gizli tahriflerdendir. Bundan Allah’a sığınırız. Büyük bir ihtimalle İslamı kabul ettiğini ifade etmekle birlikte sözlerin yerlerinden tahrif edilmesini yeren bir kimse bu işe ancak karşı karşıya kaldığı bir şüphe ya da kendisini haktan alıkoyacak bir bilgisizlik olmadan açıkça sığınması. Bununla birlikte o kimsede delilin gerçek yerinde kullanılmasını alıkoyacak bir hevası da sözkonusu olur. Bu sebeple böyle bir kimse bid’atçi olur.
g. (s. 348) Şeyhlerini tazimde çok ileri derecede giderek sonunda onları haketmedikleri seviyeye ulaştırmaları. Onların aşırıya gitmeyip, orta hallileri filandan Allah’ın daha büyük hiçbir velisinin olmadığını iddia eder. Bazen velayet kapısını bu sözü eden kişi dışında diğer ümmetin yüzüne kapatırlar. Bu ise katıksız bir batıldır... (s. 349): Orta halli mutedil olanları ise şeyhinin Peygamber (s.a)’a eşit olduğunu ileri sürer, ancak ona vahiy gelmediğini ifade eder.”

Zühd ve ibadet ile meşhur olmuş pek çok kimsenin hadis rivayeti konusunda dikkatsiz oldukları bilinmektedir. İmam Suyuti şunları nakleder;
“Zahid olarak tanınan Meysere Bin Abdirabbih vefat ettiği gün, cenazesine katılabilmek için Bağdat çarşıları tamamen kapanmıştır. Böyle bir zahid olmasına rağmen Meysere, hadis uydurmakla itham edilmiştir. Vefat edeceği sırada;
“Rabbinden ümitvar ol” dedikleri zaman
“Nasıl olmam ki, Ali R.a.’ın fazileti hakkında yetmiş hadis uydurdum.” Diye cevap vermiştir.[5]
Suyuti’nin verdiği daha başka bilgilere göre Ebu Davud en Nehai geceleri ibadet etmesi, gündüzleri oruç tutmasıyla şöhret bulan bir zattı. Buna rağmen hadis uydururdu.
Ebu Bişr Ahmed Bin Muhammed el-Fakih el-Mervezi, zamanında sünneti en çok müdafaa eden, muhaliflere karşı amansız mücadele veren biriydi. Böyleyken hadis uydurmaktan çekinmezdi.
Yine Vehb Bin Hafs Salihlerden bir zat idi. Yirmi sene hiç kimseyle konuşmadan durmasına rağmen, hadis uydurmaktan da geri durmazdı.[6]
[1] Bkz. Molla Cami; Nefahatul Uns, Lamii Çelebi tercümesi(s.119)
[2] Bkz.: Abdulhakim Arvasi; Rabıta-i Şerife
[3] Bu konuların ilmî tenkidi için Sufiye Nasihat adlı kitabıma bakınız.
[4] Ebu Talib el-Mekkî mesela şöyle diyor; “Şatahat ehlinden bir sufiye gidersiniz, böyle bir sufi, yolunu kaybetmiş, hatalar içinde biri olduğu için sizi Kitap ve sünnetin ötesine taşır. O bu iki kaynağı önemsemez ve söylediği sözlerle imamların görüşlerine muhalefet eder. Sadece zanna, vesveseye dayanarak konuşmakta, hakkı batıl göstermektedir. Kevni ve mekânı ortadan kaldırarak ilmi ve ahkâmı tamamen devreden çıkarır. Kaideleri çiğneyip atar. Bunlar ucu bucağı olmayan bir çölde yollarını kaybetmiş ve hiçbir delile dayanmayan kimselerdir. Bu zavallılar rehber olamayacağı gibi delilden yoksun görüşleri de geçersizdir.”(Kut-ul Kulub; terc.:Muharrem Tan, İz yay. İstanbul 1999, c.2 s.60)
[5] Tedribur Ravi(1/283)
[6] Tedribur Ravi(1/283)
-----------------------------------
Sufilerin münker hadisler nakletmelerinin sebebi, ibadetle meşgıliyetlerinin, onları rivayet ilimlerinden alıkoymasıdır. Şeyhulislam İbni Teymiye der ki; “Abidlerin çoğu hadisleri ve isnadlarını ezberleyememiş, hadislerin isnadında ve metinlerinde çokça hatalar yapmışlardır. Bunun için Yahya bin Said; “Hadis konusunda salihlerden yalancısını görmedik” der. Yani çok hata ettiklerini anlatmak ister.
Eyyub es-Sahtiyani r.a. der ki; “Kendisinden bereket umduğum ve seher vaktinde bana dua etmesini istediğim bir komşum var. Bununla beraber o, bir bakla tanesi hakkında şahitlik etse, onun şahitliğini kabul etmem.”
Bu yüzden hayır, zühd ve ibadet ehlinden olan, Sabit el-Bunani, Fudayl bin Iyaz, (İbrahim bin Edhem, Bişr bin Haris el-Hafi) gibi hadisleri sahih olarak rivayet eden sağlam raviler ile Malik bin Dinar, Ferkad es-Sebehî, Hubeyb el-Acemi (ve Şehr bin Havşeb) gibi rivayet konusunda çok yanılan zahidler farklı değerlendirilmiştir. (İkinci kısımda saydıklarımız da aslında fazilet ehlidirler fakat hadis rivayetinde zayıftırlar.)
İmam Malik Bin Enes r.a. der ki; “Şu mescitte hayr, fazilet ve salah ehlinden seksen kişiye yetiştim. Hepsi de isnatlarıyla hadis rivayet etmelerine rağmen onların hiçbir rivayetini almadık. İbni Şihab (Ez-Zuhrî) bize geldiğinde ise, genç olmasına rağmen ondan rivayet edebilmek için kapısında izdiham yapardık. Çünkü o, bu işin (rivayet ilminin) ehli idi.”İbni Şihab, idarecilerin yanına girer, onların bağışlarını kabul ederdi. Bu sebeple zühd ehli onu pek sevmezdi. Fakat Allah seçtiği kimseleri, tercih ettiği şeye has kılar...”[1]
[1] İbni Teymiye el-İstikamet(1/201-202)
-------------------------------
“fenâ” ıstılahını ne Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ne sahabelerden biri ne de Tabiin kullanmamıştır. İlk şer’î lafızlara uymanın gerekli oluşunda şüphe yoktur. İmam Zehebî der ki; “Şüphesiz fena ve beka sufilerin yanlışlıklarındandır. Bazıları bunu mutlak anlamda alıp her ilhadın ve zındıklığın kapılarından girmişler ve demişlerdir ki; “Allah’tan başka her şey batıl ve fanidir. Allah ise baki olandır. O (Allah) bütün kainattır. Ondan başka bir şey yoktur.” Şu ok gibi fırlayışa, şu sapıklığa bir bakın! Bilakis Allah’tan başka şeyler yaratılmış ve mevcuttur. Allah Teala buyurur ki; “Altı günde gökleri ve yeri yaratandır.”(A’raf 54) önceki sufiler “fena” kelimesi ile sadece; mahlûkatı unutmayı ve bırakmayı, kendilerini Allah’tan başkasıyla meşgul eden nefsi fani kılmayı kastetmişlerdir. Hâlbuki bu da selametli bir yol değildir. Aksine Allah ve Rasulü bizlere mahlukat ile, onları gözetmek ile ve mahlukata hürmet ile meşgul olmayı emretmiştir. Allah Teala buyuruyor ki; “Onlar göklerin ve yerin bağımlı olduğu melekût’a (hakimiyete), Allah’ın yarattığı şeylere bakmazlar mı?”(A’raf 185) yine buyuruyor ki; “De ki; göklerde ve yerde ne var? Bir bakıverin”(Yunus 101) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de; “Bana kadın ve güzel koku sevdirildi.” Buyurmuştur. Yine başka bir yerde; Cabir r.a.’e; “Sen eti sevdiğimizi bilir gibisin” buyurmuştur. Aişe’yi, Usame’yi, iki torununu, helvayı, balı, uhud dağını, memleketini, Ensar’ı severdi. Sevdiği şeyler saymakla bitmez. Bir mümin bunlardan mustağni kalamaz.”(Siyeru A’lamin Nubela(15/393) Fena kelimesi hakkında ayrıntılı bilgi, mertebeleri, kısımları, övüleni ve yerileni için bkz.: İbni Teymiye Mecmuul Fetava(10/218,337) İbni Kayyım Medaricus Salikin(1/148) Tarikul Hicreteyn(s.467) [1] İbni Asakir Tehzibu Tarihi Dımeşk(1/431)
İbni Cevzî, kendi isnadıyla Menakıbul İmam Ahmed adlı eserinde(s.240) rivayet ediyor; “İmam Ahmed, İsmail es-Serrac’dan, Haris ve arkadaşlarının hazır olacağı bir meclis düzenlemesini istedi ve onların görmeyeceği bir yerden onları izledi. İmam Ahmed, Haris’in vaazından dolayı bayılana kadar ağladı. Sonra dedi ki; “Ne bu topluluğun benzerini, ne de bu adamın sözlerinin benzerini görmedim. Bununla beraber, yinede onlarla sohbet etmeni uygun görmüyorum.” Sonra kalkıp gitti.”Muhaddis İmam Ebu Zür’atur Razî’ye, Haris’in kitapları hakkında sorulunca dedi ki; “Bu kitaplardan seni sakındırırım. Bunlar bidat ve sapıklık ile doludur. Sana hadisleri tavsiye ederim. Zira hadislerde buldukların, bu kitaplara seni muhtaç bırakmaz.” Bunun üzerine ona; “Ama bu kitaplarda öğüt vardır” denildi. O da dedi ki; “Allah’ın Kitabından öğüt alamayan kimse için bu kitaplarda da öğüt yoktur. Siz Süfyan’ın, Malik’in ve el-Evzaî’nin hatarat ve vesveselerden bahsettiğini duydunuz mu? İnsanlar bidatlere ne de çabuk dalıyorlar!”
--------------------
Mübahları terk ve ibadetlerde aşırı gitmek Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem zamanında ve Selefi Salihin dönemlerinde yoktu. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Allah’tan en çok korkan ve Allah’ı en iyi bilen kimse olarak, et yer, tatlıyı sever ve suyu soğutarak içmekten hoşlanırdı. Sahabeler de böyle idi. İmam Zehebî, Siyeru A’lam(12/89)’da, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti konusunda nefis bir açıklama yaparak diyor ki; “Muhammedî yol; helali almak, israfa kaçmadan mübahlardan istifade etmektir. Allah Teala buyuruyor ki; “Ey Rasul! Helali yiyin, salih amel işleyin.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “Ben bazen (nafile) oruç tutarım, bazen tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılar, bir kısmında da uyurum. Hanınlarıma gider, et yerim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” Şüphesiz bize ruhbanlık, aşırı gitmek ve visal orucu (her günü oruçlu geçirmek) helal kılınmamıştır. İslam dini kolay, müsamahalı haniflik dinidir. Müslüman, helalinden yer. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem, hanımlarını, eti, tatlıyı, balı, soğuk suyu ve güzel kokuyu severdi. O yaratılmışların en üstünü ve Allah’a en sevgili olan kişi olmasına rağmen böyleydi. Yalnız halvete çekilmek, açlık riyazeti çekmek bizim dinimizde yoktur. Nefislerin tezkiyesi; gıdayı ve konuşmayı azaltarak zikre devam etmek, günahlara tevbe edip ağlamak, anlamını düşünerek Kuran okumak, meşru olan nafile orucu artırmak, gece namazına devam etmek, Müslümanlara tevazu, Allah düşmanlarına sertlik göstermek, akrabayı gözetmek, acı gerçeği yumuşaklıkla söylemek, iyiliği emretmek, sınırlarda nöbet beklemek, düşmanla cihad etmek, helalinden yemek, seherlerde istiğfarı çoğaltmak ile olur. İşte bu, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in gidişatına uyan Allah dostlarının yoludur.
-----------
Teganni; zühd içerikli kasideleri ve şiirleri dinleyerek rikkate gelmek ve ağlamaktır. Allah’ı ve ahireti hatırlamak için toplanan gruptan biri onların ruhlarını ve kalplerini terennüm ettiği şiir ile ahirete doğru yönlendirir. Bkz.: İbn Kayyım el-Kelam Ala Meseletis Sema(s.135)
Bu işte dinleyenin sakıncalı şeyler düşünmemesi, şeriatın kötülediği şeyler dinlenilmemesi, hevaya uyulmaması, bunun Kuran dinlemekten üstün görülmemesi gibi şartlar vardır. El çırpmak, def çalmak, dönerek ve raks ederek Allah’ı zikrettiğini iddia etmek caiz değildir. Zira Allah, kendisini zikredenleri kalplerinde itminan ve huşu ile vasıflamıştır.
İmam el-Kadı Iyaz r.a. Tertibul Medarik’te(2/54) et Tinnisî’den naklediyor; “İmam Malik r.a.’ın yanında idik. Ashabı da oradalardı. Nusaybin halkından birisi dedi ki;
“Bizim o tarafta “sufiler” denilen bir topluluk var. Çok yiyorlar, sonra kasideler okumaya başlıyor ve kalkıp raks ediyorlar” Bunun üzerine imam Malik dedi ki;
“Onlar çocuk mu?”
“Hayır” dedi.
“Peki, onlar mecnun mu?” diye sorunca adam dedi ki;
“Hayır onlar şeyhtirler ve akıl sahibidirler.” İmam Malik dedi ki;
“İslam ehlinden hiç kimsenin böyle yaptığını duymadım!!!” Adam dedi ki;
“Onlar yiyorlar, sonra kalkıp ayakları üzerinde raks ediyor, bazıları başlarını ve yüzlerini tokatlıyorlar” bunun üzerine imam Malik güldü ve kalkıp evine girdi. Malik r.a.’ın ashabı adama dediler ki;
“Biz otuz küsur senedir onun meclisindeydik, bu gün dışında güldüğünü görmedik.”
İbn Ebi Şeybe Musannefinde(2/231) ve Kurtubi Tefsir’inde(4/310) naklediyorlar; Cüveybir Bin Dahhak der ki; “İbni Mes’ud r.a. bir topluluğun ayakta zikir yaptığını öğrendi ve onlara karşı çıktı. Onlar dediler ki;
“Allah Teala; “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarak Allah’ı zikrederler” buyurmuyor mu?” bunun üzerine İbni Mesud r.a.;
“Bu ayet, ayakta namaz kılmaya güç yetiremeyen kimse hakkındadır” dedi.”

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)