Allah İçin Öfkelenmenin Mertebeleri
Bismillah.
Velâ ve Berâ yani yakınlığı Allah için göstermek ve
uzaklaşmayı Allah için yapmak kaidesi, İslam dininin olmazsa olmaz rükünlerinden
biridir. Bunun farz oluşuna delalet eden birçok Kur’ân ayetleri ve sahih sünnet
nasları, sahabe ve tabiinin icmaı ve insan fıtratının delaleti malum ve
meşhurdur. Bu delillerden birçoğunu daha önceki makale ve tercümelerimde
yayınlamıştım.
Bu yazıda ise sufiler ve mezhepçiler başta olmak üzere,
birçok kesimin kabullendiği bir isim olan İmam Şa’ranî rahimehullah’ın delillere
ve selefin menhecine uygun olarak ele aldığı, isabetli açıklamalarda bulunduğu
bir konuyu, İmam Şa’ranî’nin piyasada baskısı tükenmiş olan, “Hukuku’l-Uhuvveti Fi’l-İslam
adlı eserinden iktibas ederek ve tercüme bozukluklarını tashih ederek aktaracağım.
Bu iktibasın sebepleri şu şekildedir:
* Velâ ve berâ rüknünü savsaklamaya çalışan muasır sapıklık
önderlerinin, velâ ve bera esasını ümmetin selefinin icmaından devralarak
uygulayagelen Selefileri aşırılık ve sertlikle suçlamaları, “selefiler
kendilerinden başkasını hak üzerinde görmüyor ve başkalarının görüşlerine hoşgörüde
bulunmuyor” ithamında bulunmaları.
Hâlbuki Kur’ân’ı okuyan, bilen ve ondakilere tabi olan bir
kimsenin böyle bir mugalata yaparak tribünlere oynaması yakışıksız bir tutumdur
ve art niyet sergilemekten ibarettir. Çünkü âlemlerin rabbi, aziz kitabında:
“Hakkın dışında sapıklıktan başka ne vardır?” (Yunus
32) buyurmakta, kendisinin indirdiği vahiyden ibaret olan hakka aykırı olan her
unsuru batıl ve sapıklık olarak nitelemektedir. Yine Allah Teâlâ, rasulüne
şöyle demesini emretmiştir:
“Bu, hiç şüphesiz, benim dosdoğru yolumdur; bu itibarla
ona uyun; diğer yollara uymayın. Aksi halde sizi O'nun yolundan ayırır.”
(En’am 153) Pekçok yollar vardır ve bunlardan sadece bir tanesi Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in dosdoğru yoludur. Onun dışındaki yollar ise
Allah’ın yolundan ayıran yollardan ibarettir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Ümmetim
yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan biri dışında hepsi ateştedir”
buyurmuş, sahabeler ateşten kurtulan o tek fırkanın hangisi olduğunu sorunca
da:
“Bugün benim ve ashabımın üzerinde olduğumuz yolda
olanlar” buyurmuştur. Bunu Ziyau’l-Makdisi, Hâkim ve başkaları Enes radiyallahu
anh’den sahih bir isnad ile rivayet etmişlerdir.
Dün, bugün ve kıyamet gününe kadar her asırda Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatı döneminde iken ashab hangi yolda ise
yalnızca ona dönülmesine çağıran tek bir topluluk vardır ki onlar da
Selefilerdir. Selefilik zaten bu hadisin gereğine tabi olma çağrısından başka
bir şey de değildir. Kim selefilik adı altında, bu hadisin muhtevasından başka
bir şeye çağırıyorsa, onlar bâtıla hak kisvesi giydirmeye çalışan yol
kesicilerdir.
* İkinci bir sebep, Türkiye parlementosunda yeni anayasa
tasarısında laikliğin yer alıp almaması konusu üzerinden başlayan bir
tartışmaya cumhurbaşkanımızın (Allah kendisini hakka hidayet etsin) verdiği şu
cevaptır: “Benim düşüncem, Ak Partiyi kurduğum dönemden itibaren belli.
Laiklikle ilgili düşüncemizin ne olduğu, kurucusu olduğum Ak Parti programında
kayıtlı… Ben bu konudaki görüşümü Mısır’da Kahire’de o dev opera binasındaki
konuşmamda da söyledim. Laikliğin devletin tüm farklı inanç grupları için bir
güvence olduğunu, bütün farklı inanç gruplarına eşit mesafede durması olduğunu
anlattım…”
Bu sözler kendisine karşı; “egemen din düşmanlarının
baskılarına karşı takiyye yaptığı” şeklindeki zorlama hüsnü zanları tamamen
boşa çıkarır niteliktedir. Diğer yandan bütün bâtıl ve bid'at fırkalarına karşı son derece toleranslı olan hükümetin, Selefilere karşı oldukça tahammülsüz olduklarına, selefîleri harici İşidciler ile aynı kefede değerlendirme zulmünü irtikab ettiklerine şahit olmaktayız. Zira, - her ne kadar seleficilik oynayan ve Akp şakşakçılığı yapan asalak bir güruh bulunsa da - selefiler oy potansiyeli umulan çerçevenin dışında kalmaktadırlar! Maksat şikayet etmek değildir, zira bu tablo kendilerinden beklenmedik bir tablo değildir. Sadece öne sürdükleri iddialardaki tezata işaret etmek istiyoruz.
Allah’tan cumhurbaşkanımıza ve fikirdaşlarına henüz fırsatları varken bu batıl
düşünce ve itikatlarından tevbe etmeyi nasip etmesini dileriz. Zira böyle bir
yol tutuşun anlamı, dinsizliğe karşı batıl dinleri desteklemek yahut diğer bir
ifadeyle hela süpürgesiyle cami temizlemeye kalkmak demektir. Batılı reddetmek
için başka bir bâtıla sarılan, yağmurdan kaçarken doluya tutulmaya ve tedbirsizce denize atlayıp yılana sarılmaya maruz kalır.
Dinsizliğin ve din düşmanlığının alternatifi olarak demokrasi ve laikliği
yüceltmenin, güçlendirmenin, bu batıl dinlerin üstün gelmesine çalışmanın manası nedir?
Allah Teala şöyle buyurmuştur:
“Diğer bütün dinlere üstün kılmak üzere, hidayetle ve hak
dîn ile Rasûlünü gönderen O'dur. Allah, şâhid olarak yeter. Muhammed Allah'ın
Rasûlüdür. Onun beraberinde bulunanlar, kâfirlere karşı sert, kendi aralarında
da merhametlidirler. Onları, rükû ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını
görürsün. Onların alâmetleri, yüzlerindeki secde eseridir. Bu, onlann Tevrat'ta
anlatılan vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları ise, filizini vermiş bir ekin
gibidir ki, onu kuvvetlendirmiş, o da ekicilerin hoşuna gidecek şekilde
kalınlaşmış ve gövdesi üzerine dikilmiştir. Mü'minlerin böyle olması da, kâfirleri
onlara karşı öfkelendirmek içindir. Allah, onlardan îman edip sâlih amel
işleyenlere mağfiret ve büyük bir mükâfat va'ad etmiştir.” (Fetih 28-29)
* Bu iktibas için üçüncü bir sebep, velâ ve berâ kaidesiyle amel etmek
isteyen müslümanlar için, nerede nasıl davranılacağı fıkhını sunmaktır.
Başta kendi nefsime, sonra müslüman kardeşlerime,
yöneticilere ve iyiliği emir, kötülüğü men faaliyetinde bulunanlara nasihat
olmasını umarak aktarıyorum:
İmam Abdulvehhab eş-Şa’rânî rahimehullah şöyle demiştir:
“Kötülüğe karşı bilfiil buğz ve adaveti ortaya koymak bazen
mendup ve mustehab, bazen de farzdır. Günahkâr ve fasıklar ise çeşitli
mertebelerde bulunurlar. Onlara karşı yapılacak en faziletli tavır hangisidir?
Hepsine karşı aynı tavır mı takınılır?”
Bilinmesi gerekir ki, Allah’ın emrine muhalefet eden ya
akidesinde muhalefet eder, ya da amelinde muhalefet eder. Akidelerde muhalefet
eden ya inkârcıdır, ya da bir bid’atçıdır. Bid’atçi ise ya başkalarını bid’atine
davet eden biridir, ya da aczinden veya isteyerek sükût ediyordur.
Akidesi bozukluğu genel olarak üç kısımdır:
Birincisi: Küfürdür. Şayet savaşılacak kâfirlerden
ise öldürülmeyi ve esir edilmeyi hak eder. Bu sınıf için ikisinden daha hafif
bir üçüncü hüküm yoktur.
Ancak zımmî (yani müslüman devlete vergi vererek yaşayan
Ehl-i Kitap kâfirleri veya anlaşmalı) kâfirlerden ise ona eziyet edilmesi caiz
olmadığından, ancak ondan yüz çevirmek, yolun en dar yerine sıkıştırarak selama
onun başlamasına zorlamak, selam verdiği zaman da “ve aleyke” şeklinde cevapla
yetinerek hakarette bulunmak gerekir.
Yine onlar giyimlerinde, bineklerinde, eyerlerinde ve silahlarında
müslümanlardan farklı duruma getirilir. Ata binemezler, silah taşıyamazlar, bir
parmak kalınlığında zimmilere mahsus bir yün kuşak bağlarlar ve müslümanların
eyerlerinden kullanamazlar.
Zimmilerin kadınları da hol ve hamamlarda müslüman
kadınlarından ayrı tutulur. Kendilerine istiğfar ve dua yapılmaması için
zamanında tanıtılırlar.
En uygun olanı zımmi ile bir araya gelmekten ve muamele
etmekten, onlarla karşılıklı yemekten sakınmaktır. Zımmî ile neş’elenmek,
dostlara yapıldığı gibi ona yakınlık ve samimiyet göstermek, harama yakın
mekruhtur.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah’a ve ahiret
gününe iman eden hiçbir kavmi, Allah’a ve rasulüne muhalefete kalkışan
kimselere sevgi besler bulamazsın. İsterse o muhalifler babaları, oğulları,
kardeşleri veya akrabaları olsun.” (Mucadele 22)
“Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanınız olanları dost
edinmeyin.” (Nisa 144)
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: “Mü’min ile
müşriğin ateşleri buluşmaz (geçinemez, dost olamazlar)” buyurmuştur.
İkincisi: Bid’atine davet eden bid’atçidir. Eğer bid’ati
küfrü gerektiren bir şey ise, onun durumu zımmî’nin durumundan daha ağırdır.
Zira onlar (bid’at ehli) ne cizye ile durdurulur, ne de onlara zımmilik bağı
ile musamaha edilir.
Şayet selefimiz bizi onlardan ve mezheplerinin bâtıl
fırkalarının isimlerini zikretmekten sakındırmasalardı, onları yetmiş fırkaya
kadar sayardık.
Bunların hepsi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olduklarını söylemelerine rağmen seleflerinin icmaı ile kâfirdirler. Onların isimlerini zikretmekten korkuyoruz. Çünkü sen onların mezheplerini tanımak ister, onların bâtıl görüşlerine aldanırsın. Zira bütün insanlar, bilmedikleri şeyleri tecessüs etme eğilimindedirler. Bunda nefsin ve şeytanın rolü vardır. En uygun olanı, ashabın ve tabiinin sükût ettikleri konuda susmaktır.
Bunların hepsi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetinden olduklarını söylemelerine rağmen seleflerinin icmaı ile kâfirdirler. Onların isimlerini zikretmekten korkuyoruz. Çünkü sen onların mezheplerini tanımak ister, onların bâtıl görüşlerine aldanırsın. Zira bütün insanlar, bilmedikleri şeyleri tecessüs etme eğilimindedirler. Bunda nefsin ve şeytanın rolü vardır. En uygun olanı, ashabın ve tabiinin sükût ettikleri konuda susmaktır.
Bütün bunlar itikad etmesi küfür olan bid’atler hakkındadır.
Şayet bid’at, küfrü gerektirmeyen hususlarda ise bid’atçinin
durumu, Allah ile onun arasında kalır. Şüphesiz bu küfürden daha hafiftir,
ancak o kâfirden daha çok kınanır. Zira kâfirin şerri, müslümanlara sirayet
edici değildir. Müslümanlar onun küfrünü bilir ve sözüne aldırış etmezler.
Zaten o da müslüman olduğunu ve hak itikadı bulunduğunu iddia etmez.
Fakat bid’atine davet eden ve davet ettiği şeyin hak
olduğunu söyleyen kimse, halkın sapmasına sebep olur. Onun şerri, başkalarına
da sirayet eder. Böylesine karşı buğzun, düşmanlığın ve alaka kesmenin, tahkir
etmenin ve bid’atini kınamanın açıkça ortaya konması ve halkın ondan
uzaklaştırılması daha müstehaptır.
Eğer yalnızken selam verirse, selamını almakta sakınca
yoktur. Ancak selamını almamanın ve susmanın onu bid’atine karşı soğutucu ve
vazgeçirici bir etki yapacağı bilinirse cevap vermemek daha iyi olur. Zira selamın
cevaplanması vacip olmakla beraber, en hafif bir sebeple selamını almayabilir.
Hatta insanın hamamda olması yahut def’i hacet etmesi halinde selamı
cevaplamanın farzlığı düşer. Onu bid’atinden vazgeçirmek gayesi ise daha
mühimdir. Fakat insanların içinde onun selamını almamak, halkı ondan
sakındırmak ve gözlerinde onun bid’atini çirkin göstermek bakımından daha
hayırlıdır.
Aynı şekilde onlara yardım ve ihsanda bulunmayı kesmek de
böyledir. Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Kim bir bid’atçiyi terslerse,
Allah Teâlâ onun kalbini iman ve emniyetle doldurur. Kim bir bid’âtçiyi
küçümserse Allah onu büyük korkunun olduğu gün korur. Kim de ona yumuşak
davranır, ikram eder yahut onu güleryüzle karşılarsa, o Allah’ın Muhammed (sallallahu
aleyhi ve sellem)’e gönderdiği şeyi hafife almıştır.”
Üçüncüsü: Avamdan olan ve başkasını davete gücü yetmeyen,
kendisine uyulmasından da korkulmayan kimsedir. Bunun durumu daha hafiftir.
Onu katı davranmak ve küçümsemek suretiyle ürkütmemeli, aksine tatlılıkla
nasihatte bulunmalıdır. Zira halkın kalbi çabuk değişebilir. Şayet nasihat
fayda vermiyorsa ve ondan yüz çevirilmesi de bid’atini gözünde çirkin
gösterirse, ondan yüz çevirmek daha hayırlı olur.
Eğer kalbindeki düğümün katılığı ve tabiatinin sertliği
dolayısıyla bunun fayda vermeyeceği bilinirse yine de münasebetleri kesmek daha
iyidir. Zira bid’at, aşırı derecede kınanmazsa halkın arasında yayılır ve
kötülüğü genelleşir.
İtikadında değil de, ameli ve fiiliyle âsî olana gelince,
onun bu günahı ya zulüm, gazap, yalan şahitlik, gıybet, halkı tahrik, söz
taşıyıcılık gibi başkalarına da zararı dokunan cinstendir yahut da zararı
başkasına dokunmayacak ve kendi şahsında kalacak şekildedir. Bu da kendi
arasında iki kısma ayrılır:
Birisi; başkalarını da fesada davet eden cinstendir.
Mesela meyhane açarak, kadınlarla erkekleri bir araya getirip, fesat ehlini
günaha ve şarap içmeye sebebiyet veren kimse gibi.
Diğeri ise, başkalarını fiiline davet etmeyen kimsedir.
İçki içen veya zina eden kimse gibi. Başkasını davet etmeyen bu kimsenin günahı
da ya büyük günahlardan olur, ya da küçük günahlardan olur. Bunların her
birinde de ya ısrar edicidir, ya da ısrar edici değildir.
Bu taksimattan üç sınıf ortaya çıkıyor ki, bir kısmı
diğerinden farklı derecelerdedir. Hepsine karşı aynı tavır alınmaz.
Birinci kısım: En şiddetlisi olup zulüm, gazap, yalan
şahitlik, gıybet, söz taşıyıcılık gibi başkalarına da zararı dokunan
günahlardır. Böyle günahları işleyenlerden yüz çevirmek, onlarla bir araya
gelmeyi bırakmak evladır. Zira günahlar başkalarına sirayet ettikçe
şiddetlenir. Sonra bunlar da şahıslarda, malda ve ırzda zulmedenler olmak üzere
bölümlere ayrılır. Bazısı diğerinden daha ağırdır. Cidden böylesinden alakayı
kesmek, onları küçük düşürmek önemli bir sünnettir. İşte her ne kadar onları
küçük düşürmek onlar için veya başkaları için günahtan sakındırıcı olursa,
durum o nispette önem kazanır.
İkinci kısım: Başkalarına fısk ve fesat sebepleri
hazırlayan ve onlara bunların yollarını kolaylaştıran kimselerdir. Böyleleri her
ne kadar dünya işlerinde başkalarına eziyet etmiyorsa, hatta durumu onların
hoşlarına da gitse bu fiilleriyle, onların dinlerine kastediyorlardır.
Böylesinin de hakkı küçük düşürülmek, tahkir olunmak ve kendisinden yüz
çevirilerek alakayı kesmek ve selamını almamaktır. Özellikle onun veya
başkalarının bu hareketlerle günahtan sakındırılmaları söz konusu olursa. Çünkü
onun da günahı başkalarına sirayet eder. Fakat durumu birinci kısımdakilerden
daha hafiftir.
Üçüncü kısım: Şarap içmek yahut bir farzı terk etmek
veya şahsını ilgilendiren bir sakıncalı işi işleyip nefsinde fasık olabilir.
Şayet onun dini bir vecibeyi terk edip fasık bir amel işlemesi itikadından
gelen bir bozukluk sebebiyle olursa durumu kâfirin durumundan daha ağırdır. Çünkü
o aynı zamanda bid’atçi ve bir inkârcıdır. Onun hükmü zikredilmişti.
Bir günahta ısrar eden, sürekli olarak işleyen veya farzı
terk edenlerin tamamı ya bunu gizli küfürlerinden yahut apaçık bir ahmaklık
sebebiyle yaparlar. Fakat bunlar, ölüm sekeratına gelinceye kadar asıl durumlarından
habersizdirler. Çoğu kâfir olarak ölür. Allah kötü sondan korusun.
Şayet bunu itikadının bozukluğundan değil de, sadece
tembellikten bir emri terk ediyor veya şehvetine yenik düştüğünden dolayı bir
günah işliyorsa onun durumu kendisinden yüz çevirilmesi ve kınanması bakımından
ikinci kısımdakilerin durumundan daha hafiftir. Ancak eğer günahı işlemekte
olduğu zaman tesadüf edilirse dövmek suretiyle de olsa bundan men edilmesi
gerekir. Zira günahtan men etmek vaciptir. Günahtan ayrıldığı zaman bunun onun âdetinden
olduğu ve günaha devam edici olduğu bilinirse, onun tekrar etmesine mani
olacaksa nasihat edilmesi vacip olur. Eğer nasihat fayda vermezse yine de
nasihat etmek faziletlidir.
Onu tatlılıkla vazgeçirmek daha doğrudur. Fakat daha faydalı
görülürse zorlama da yapılır. Nasihatin fayda vermeyeceği biliniyor ve o da
günahı işlemeye devam ediyorsa ondan alaka kesilir ve selamı alınmaz. Böylece
bu, bir görüş ve içtihat meselesidir. Âlimlerin de takip ettikleri yol farklı
olmuştur. Doğru olan, bu hususun kişinin niyetine göre değiştiğidir. Bu durumda
ameller ancak niyetlerledir denilir.
Aslında yumuşaklıkta ve rahmet nazarıyla bakmakta bir nevi
tevazu vardır. Sertlik ve yüz çevirmede ise sakındırma vardır. Doğru olan
nefsin hevası ve arzuların gereğiyle karşılaşıldığında nefse muhalefet
etmektir. Zira bazen böyle bir kimseyi küçümseyip sakındırmak kibrin, kendini
beğenmenin ve üstünlüğünü ortaya koymanın bir sonucu olabilir. Bazen de
başkalarına karşı hoş görünerek bir gayeye ulaşmak söz konusu olabilri. Yahut
ondan uzaklaşma ve nefretin, kendisinin mal veya şöhretini etkilemesi
endişesiyle bu tavrı göstermeyebilir.
Bütün bunlar şeytanî bir takım tereddütlere işarettir ve
ahiret ehlinin amellerinden uzaktır. Dinî şuuru yerinde olan herkes bu
incelikleri seçmek ve bu durumları kontrol etmek için nefsiyle bir cihadın içindedir.
Burada fetvayı verecek olan kişinin kendi kalbidir. Bazen hevasına uyarak hata
eder, bazen de isabet eder. Fakat kişi kendisini bilir. Bazen de eğri gittiği
halde kendisini Allah için gayret eden biri ve ahiret yolcusu zannedebilir.
Rivayet edilmiştir ki, içki içen bir ayyaş Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in huzurunda defalarca had cezası uygulanmasına
rağmen fiiline devam ediyordu. Sahabeden biri dedi ki:
“Allah ona lanet etsin, kaç defa cezalandırıldığı halde
içmeye devam ediyor.” Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem
şöyle buyurdu:
“Kardeşine karşı şeytana yardımcı olma. Ona lanet okuma.”
Yahut buna benzer bir lafız kullandı.
Bu aynı zamanda yumuşaklığın, katılık ve haşinlikten daha
iyi olduğuna işarettir. Sonuç olarak bu sınıftakinin hakkı, kınanmak, küçük
düşürülmek, yüz çevirilmek ve dövmekle de olsa onu sakındırmaktır. Fakat bu
sınıf, öncekilerden daha hafiftir.” (Şa’ranî, Hukuku’l-Uhuvveti Fi’l-İslam
s.228 vd.)