Şüphesiz hamd yalnız Allah'adır. O'na hamd eder, O'ndan yardım ve mağfiret dileriz. Nefislerimizin şerlerinden, amellerimizin kötülüklerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın hidâyet verdiğini kimse saptıramaz. O'nun saptırdığını da kimse doğru yola iletemez.
Şahadet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Yine şahadet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûludur.
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve siz ancak Müslümanlar olarak ölünüz." (Al-i İmran; 3/103)
"Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan ve ondan da eşini var eden, her ikisinden birçok erkek ve kadınlar türeten Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını kesmekten de sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir." (en-Nisâ; 4/1),
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve dosdoğru söz söyleyin. O da amellerinizi lehinize olmak üzere düzeltsin, günahlarınızı da mağfiret etsin. Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşla kurtulmuş olur." (el-Ahzâb; 33/70-71)
Bundan sonra,
Şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın Kelam’ı, yolların en hayırlısı Muhammed Sallallahu aleyhi ve sellem’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlarıdır. Her sonradan çıkarılan şey bid’attir ve her bid’at sapıklıktır. Her sapıklık ta ateştedir
Ahmed, Ebu Ya’la, Bezzar ve Taberani Ömer radıyallahu anh’den rivayet ediyor:
“Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’le beraber oturuyorduk.
“İman yönünden, ehli imanın, en üstününün kim olduğunu bana haber veriniz?” dedi. Sahabîler
“Ey Allah’ın Rasûlü, Meleklerdir!” dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Melekler öyledir ve öyle olmaları da gerekir. Onların öyle olmasına ne mani olabilir ki. Allah onlara bulundukları mertebeyi vermiştir. Ben onları sormuyorum” dedi. Sahabîler
“O halde Allah’ın peygamberlikle şereflendirdiği peygamberlerdir” dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Peygamberler böyledir ve böyle olmaları da haklarıdır. Allah onlara bulundukları mertebeyi vermişken onların böyle olmasına ne mani olabilir?” dedi. Sahabîler
“Ey Allah’ın Rasûlü! Şehidlerdir. Peygamberlerle beraber olup şehid düşenlerdir” dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Onlar da şereflidir ve şerefli olmaları haklarıdır. Allah onları şahadet mertebesiyle şereflendirdikten sonra onların böyle olmasına ne mani olabilir? Ben onları sormuyorum” dedi. Sahabîler
“Ey Allah’ın Rasûlü! Onlar kimdir?” deyince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Bazı kavimlerdir ki, hâlâ atalarının bellerinde olup benden sonra gelecekler, beni görmedikleri halde bana iman edecekler, beni tasdik edeceklerdir, duvarlarda asılı duran Mushaf’ı görerek içindeki hükümlere uyarlar. İşte imanı en üstün olanlar bunlardır” buyurdu[1]
Bu hadiste imanın üstünlüğünden bahsedilirken, dikkat etmemiz gereken bir nokta var. Asrı saadette sahabelerin azalarıyla eda ettikleri amellerin görünüşte aynılarını yapmak bugün de mümkündür. Fakat Allah katında imanın üstünlüğü kalp amellerinde hakka muvafakati sağlamakla mümkündür. Görünürde aynı ameli işleyen iki kişinin birbirine üstünlüğü kalbi muhafaza nispetindedir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, müslüman kulun güzel ahlakı sayesinde çok ibadet edenlerin mertebesine ulaşacağını bildirmiştir. Güzel ahlakın gereği olan amellerin bir kısmı her ne kadar zahirdeki azaların ameliyle ilgili olsa da, bunun Allah katında değer kazanabilmesi yine kalbin muhafazasına bağlıdır. Bu sebeple ferdin kalbine hakkın hakim olabilmesi ve böylece sıhhatli bir akide kardeşliğinin oluşturulabilmesi için nefis terbiyesinin ne kadar zaruri olduğu malumdur. Nitekim Allah Azze ve Celle: “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez” buyurmuştur (Rad 11)
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene, Sonra da ona iyilik ve kötülükleri ilham edene yemin ederim ki, Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 7-10)
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dua ederdi: “Allah’ım nefsime takvasını ver ve onu tezkiye et (arındır). Sen tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisi ve mevlasısın.” (Müslim)
1- Nefsi Tanımak
Nefsin ayıp ve eksikliklerine muttali olmak onu tanımaktır. Nefsini tanımayan onun ayıp ve eksikliklerinden haberdar olmayan onu terbiye ve tezkiye edemez. Ancak kişi nefsini tanımakla ona muhalefet etme imkânına kavuşur.
Şüphesiz nefis kötülüğü emredicidir; “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Zira şüphesiz nefs daima kötülüğü emredicidir.”(Yusuf 53)
Allah Teala mahlukatın kendisini en iyi bileni ve kendisine en yakını olan peygamberine şöyle hitap etmiştir:
"Eğer biz seni sebatkar kılmasaydık, onlara neredeyse azıcık meyledecektin." (İsra, 74)
Hz. Yusuf der ki:
" Eğer sen onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum." (Yusuf, 33)
“kendinizi siz temize çıkarmayın; O, sakınan kimseyi daha iyi bilir.” (Necm 32)
Allah Azze ve Celle “Ancak alimler Allah’tan korkar” buyurmuştur.
Nefsi bilmek, sadık kimselere korkuyu getirir. Eğer böyle olmasaydı, kendini beğenme duygusuna kapılır, kendilerini övmek isterlerdi. Kendi kusurlarını küçümsemek, kendini beğenmekten ileri gelir. Bu yüzden yaptığı az ameli çok görüp onunla başkasına üstünlük taslar, onları hor görür. Kibir, böbürlenme, ucub (kendini beğenme) kendi nefsini bilmemekten kaynaklanır.
Yunus bin Ubeyd şöyle derdi. ‘’Ben hayır ve iyilikten yüz kadar haslet biliyorum ki bunlardan hiç biri kendi nefsimde bulunmamaktadır.’’
Muhammed bin Vasi de şöyle der:” İşlenen günahların kokusu açıkca belli olsa kimse benim yanımda oturmaya güç yetiremezdi.”
Nefsine hakim olmayan kul, başkalarını helakte görür. Nitekim hadiste: “İnsanlar helak oldu diyen, onların en çok helak olanıdır” buyrulmuştur.
Seleme b. Ekva radıyallahu anh şöyle demiştir: “Biz bir kişinin müslüman bir kardeşine lânet okuduğunu gördüğümüzde, büyük günahların onun kapısına geldiğine inanırdık.[2]
2 MURAKABE(KONTROL):
Allah Teala şöyle buyuruyor; “Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının.”(Bakara 235) Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ihsanın manası sorulduğunda buyurduğu gibi; “Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmendir. Zira şüphesiz sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.”[3] Bununla ibadet anında Allah’ın azametine ve murakabesine hazırlanmak kastedilmiştir.
Kulun, amel etmeden önce, amel ederken ve amel ettikten sonra nefsini kontrol etmesi gerekir.
Amelden önce; nefsin isteğiyle mi hareket ediyor, şöhret veya riyaset mi istiyor, geçici kazanç mı istiyor, yoksa sadece Allah’ın rızasını mı istiyor? Eğer Allah için ise o amel yapılır, aksi halde terk edilir. İşte bu ihlastır.
Amel esnasında; bu amel ile seviniyor mu, insanlara amelini süslüyor mu, insanlar onu görünce övsünler diye güzelleştiriyor mu, veya insanlar onu bu halde göremeyecekler de zemmedecekler diye endişeleniyor mu, veya bunu Allah’ın emrini yerine getirip, yasaklarından sakınıyor görünmek için mi yapıyor? Şayet yalnız Allah içinse, devam eder, değilse Allah’tan bağışlanma diler.
Amelden sonra kontrole gelince; yaptığından dolayı övülmeyi seviyor musun? Bu yaptığın sebebiyle seni överler. bunu insanlardan açıkça veya ima ile istersin. Kim böyle yapmazsa, seni övmezse ona eza etmeye çalışırsın. Veya aslandan kaçar gibi ondan kaçarsın. Onun haline halkını muttali kılacak olan ancak Allah’tır. Kul, başkalarının kendisinin haline muttali olmalarını istemez. Yaptıklarını ancak Allah’ın kolaylaştırması ve fazlı ile yapabilmiştir. Ameliyle değil, Allah’a itaat ediyor olmasıyla sevinir. Allah Teala’nın buyurduğu gibi; “De ki; Ancak Allah’ın fazlıyla ve rahmetiyle, evet yalnız bununla sevinsinler! Bu onların toplamakta olduklarından hayırlıdır.”(Yunus 58)
Ebu Zerr radıyallahu anh rivayet ediyor; o, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e; “Ey Allah’ın rasulü! Kişi hayırlı bir amel işleyince insanlar onu övüyorlar. Buna ne buyurursunuz?” deyince buyurur ki; “Bu, mü’min için peşin müjdedir.”[4]
Nefsin isyanda kontrolü; tevbe, pişmanlık ve ondan vazgeçmektir.
Mübahta kontrolü; edebi gözetmesi, nimetlere şükretmesidir. Zira şüphesiz nimet görmediği bir an yoktur ve ona şükretmek kaçınılmazdır. Beladan da boş kalınmaz ve ona da sabretmek gerekir. Bütün bunlar murakabeye dahildir.
Kul, bu murakabeye devam ederek, Allah’ın, kendisinin zahirine ve batınına muttali olduğunu yakin ile bilir. Bu ilim ile yakinini devam ettirmesi murakabedir. Bu Allah’ın kendisini murakabe ettiğini bilmesinin bir meyvesidir. Allah’ın kendisine baktığını, sözünü işittiğini, yaptıklarına her an, her nefes, her göz kırpmasında, gönlünden geçenlere muttali olduğunu bilir. Bunun için Rasulullah sallallahu aleyhi ve selem, Muaz r.a.’e; “Nerede olursan ol Allah’tan sakın.”[5] Buyurarak tavsiyede bulunmuştur. Bundan gafil olan, takva sahiplerinin halinden uzaklaşmıştır.
Böylece murakabe, Allah’ın; er-Rakib (gözeten), el-Hafiz (himaye eden), el-Aliym (her şeyi bilen), es-Semi’ (işiten), el-Basir (gören) isimleriyle kulluktur. Kim bunları sayarsa, ezberlerse, düşünürse ve gerektirdiği ile ibadet ederse murakabeye ulaşır.
"Ey iman edenler Allah'dan korkunuz her, nefs yarın için ne hazırladığına baksın" (Haşr, 18).
Allah Sübhanehu kulun yarın için ne hazırladığına bakmasını emrediyor. Bu emir, kulun buna göre kendisini muhasebe etmesi gerektiği manasını taşır. Bakmak da kulun hazırladığı şeyle Allah'ın huzuruna çıkmasının uygun olup olmadığına bakması ve incelemesidir. Bu bakıştan maksad, kulun ahiret günü için gereken hazırlıkları en mükemmel şekilde yapmasıdır. Allah'ın azabından kurtaracak şeyleri hazırlaması ve Allah'ın huzurunda yüzünü ağartacak şeyleri işlemesidir.
Ömer b. Hattab -Allah ondan razı olsun- diyorki: "Hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekiniz, tartılmadan önce kendinizi tartınız, kendinizi en büyük arz için hazırlayınız",
"O gün siz Allah'ın huzuruna arzedilirsiniz ve o gün sizden hiç birşey gizli kalmaz." (Hakka,18) veya "Amellerinizin gizli kalmadığı Allah'a arzolunacağınız güne hazırlanınız".
"Muhasebinin temellerinden birisi de senin kendinden razı olduğun her itaatin aleyhinde olduğunu, kardeşini ayıplamana sebeb olan her günahın ise senin başına geleceğini bilmendir."
Kulun kendi ibadetinden hoşnud olması, nefsine olan hüsn-ü zannına delildir. Bu onun kulluk haklarını bilmediğini, Rabb Teala'ya layık, muhatab alınmaya değecek ameli bulunmadığını gösterir.
Kulun taatlarını beğenip, nefsine hüsn-ü zan etmesi, kendi sıfatlarını, afetlerini, amellerinin kusurlarını görmemesinden, Rabbini ve Rabbinin hakkını, Ona nasıl ibadet edileceğini bilmemesinden kaynaklanır. Yine zina, şarab içme, savaştan kaçma gibi büyük günahlardan daha büyük olan kibir, ucub ve diğer afetler de buradan kaynaklanır. Netice itibariyle, yaptığı ibadetten hoşnud olmak nefsin saçmalıklarından ve ahmaklıklarındandır.
İbadetlerdeki noksanlıklarını müşahede ettiklerinden, Allah'ın yüceliğine ve celalına layık şekilde ibadet edemediklerini gördüklerinden dolayı azim ve basiret sahibleri ibadetlerinin sonlarında çokça istiğfar ederler.
"Onlar seher vakitlerinde mağfiret dileyenlerdir" (Al-i İmran, 17). Hasan Basri der ki: Bunlar seher vaktine kadar namazı uzatan, sonra oturup Allah'a istiğfar edenlerdir.
Sahih'de yer alan bir hadise göre Nebi (s.a.v): "Namazda selam verince üç kez mağfiret dilerdi, sonra da, Ey Allah'ım sen selamsın ve selam sendendir, ey celal ve ikram sahibi sen mübareksin" buyururdu.[6]
Sen ne zaman nefsinden ve Allah için yaptığın amelinden razı olursan, bil ki Allah senin yaptığın amelden razı değildir. Nefsinin her türlü ayıp ve şerrin kaynağı olduğunu ve amelinin her türlü afet ve noksanlık içinde arzedildiğini bilen biri Allah için nefsinden ve amelinden razı olmaz.
İbn Kayyım, İgasetu’l-Lehfan’da şöyle naklediyor: “Cafer bin Zeyd babasının şöyle anlattığını haber vermiştir:’’Biz Kabil’e gazaya çıktığımız zaman aramızda Sıla bin Eşyem de vardı. Asker yatsı namazı vaktinde bir yere indi ve orada yatsı namazını kılıp istirahata çekildi. Ben bu sırada Sıle bin Eşyem’in ne yapacağını merak edip izlemeye başladım. İnsanların tümü uykuya daldıkları sırada yerinden kalkıp yakındaki ağaçlıkların arasına girdi. Ben de kendisine sezdirmeden ağaçlığa girdim. O orada abdestini yenileyip namaza durdu. O namazdayken bir arslan gelip ona yaklaştı. Ben derhal bir ağaca çıktım ve arslanın onu parçalamasından korktum. O ise hiçbir endişeye kapılmadan namazını huzurla kılmaya devam etti. Başını secdeye koyduğu zaman tamam dedim arslan şimdi onu parçalar!. Fakat o hiç aldırmıyordu. Nihayet kade’ye oturup namazını tamamladı. Selam verdikten sonra arslana hitaben:
‘’Ey hayvancağız haydi nasibini başka yerde ara!’’ dedi. Arslan kükreyerek oradan ayrıldı. Kükreyişi o kadar korkunçtu ki dağlarda yankı yaptı. Sıle kalkıp tekrar namaza durdu. Sabaha kadar da namaz kılmaya devam etti. Şafak atınca dua ve niyaza başladı. Öyle duada ve hamd ü senada bulundu ki o kadar güzelini o zamana kadar duymamıştım. Sonra duasında:
’’Allah’ım ben senden beni cennemden kurtarmanı istiyorum! Benim gibi birisi senden cennet ve cemal istemeye cüret edemez!” diyordu. Sonra dönüp askerin arasına katıldı. Sanki sabaha kadar yumuşak yatakta yatmış gibi bir hali ve zindeliği vardı. Ben ise tarif edilemez bir korku ve duyguya kapılmıştım ki bunu Allah bilmektedir.’’
Başkalarını kınamadan nefsi alıkoymak
Günahından dolayı kardeşini ayıplaman daha büyük bir günah, onun isyanından daha şiddetli bir isyandır. Çünkü bu günah itaat ve ibadete, nefsi temizlemeye, nefsin şükrünü ifa etmeye, günahlardan kurtulmak için nefsi hesaba çekmeye vesile olabilir. Din kardeşin bu günahtan dönmüş ve belki de işlediği günahından dolayı kahr olmaktadır. Bu günahın onda meydana getirdiği, boyun eğiş ve zillet, nefsini azarlama benlik davasından, kibir ve ucubden kurtulmaya çalışma, Allah'ın huzurunda boynu bükük, başı eğik, kalbi kırık olarak durması, senin itaatinin çokluğundan, hazırladığın ibadetlerden ve bunu Allah'a ve mahlukuna karşı minnet saymandan daha hayırlıdır.
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurur ki: "Kim kardeşini bir günahla ayıplarsa o da bu günahı işlemeden ölmez." (tirmizi)
İmam Ahmed bu hadisi "tevbe ettiği bir günahtan dolayı ayıplarsa... " demiştir.. Yine bu ayıplamanın altında, ayıplanan kişiyle bir tür alay ve günahını ifşa vardır. Tirmizi'den Merfu olarak yer alan hadiste şöyle buyuruluyor:
"Kardeşini günahından dolayı ayıplayıp sevinme, bakarsın Allah ona merhamet eder de seni belaya uğratır".
Ebu’d-Derdâ (r.a.) bir gün bir yerden geçerken birtakım insanların, günah işleyen birisini tartaklayıp ona küfürler ettiklerini gördü. Bunun üzerine yanlarına giderek onlara
“Eğer bu kişi bir kuyuya düşmüş olsaydı onu oradan kurtarır mıydınız?” dedi. Onlar da
“Tabii ki kurtarırdık” diye cevap verdiler. Ebu’d-Derda
“O halde günah işleyen kardeşinize küfredeceğinize sizi bu gibi hallerden koruyan Allah’a hamdediniz” dedi.
“Peki, sen bu adama buğzetmez misin ey Eba’d-Derdâ?” diye sordular.
“Hayır! Ben onun sadece ameline buğzederim. Amelini terkettiği anda o yine benim kardeşimdir” dedi.[7]
İbn Mes’ud şunları söylüyor: “Kardeşinizin bir günah işlediğini gördüğünüzde
‘Rabb’imiz! Onu rezil et! Allah’ım Ona lânet et!’ gibi şeyler söyleyerek onun aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız. Aksine
‘Rabb’imiz! Onu affet ve kendisini doğru yola ilet’ deyiniz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabileri olarak bizler hiç bir kimse hakkında, onun ne üzerine öldüğünü bilmedikçe bir şey söylemez; ömrü hayırla sonuçlanırsa ‘Hayra kavuştu’ der; şerle sonuçlandığında da onun için korkardık[8]
Ömer radıyallahu anh rivayet ediyor: Hımar lakablı bir kişi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e getirildi. Bu zat zaman zaman, yağ bal dolu çanaklar alıyor, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e götürüyordu. O yağ ve balların sahibi de borcunu istemeye geldiklerinde onları Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına getirir;
“Ey Allah’ın Rasûlü! Bunun malının bedelini ver” derdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tebessüm etmekten, malların parasını ödemeyi emretmekten başka bir şey söylemiyordu. Onu bir gün Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e içkili bir halde getirdiler. Bir kişi ona lânet okudu
“Sakın ona lânet okumayın! Allah’a yemin ederim ki, kesinlikle o, Allah ve Rasûlünü seviyor!” dedi[9]
İbn Cerir, Ebu Hureyre’den rivayet ediyor: Rasûlullah’a içki içmiş bir genç getirdiler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Ashabına ona vurmalarını emretti. Kimisi pabucuyla, kimisi eliyle ve kimisi de elbisesiyle vurmaya başladı. Biraz sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem:
“Bu kadar yeter” dedi. Sahabiler adamı kınayarak
“Sen Allah ve Rasûlünden utanmıyor musun?” dediler. Sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem adamı gönderdi. O gidince halk aleyhinde konuşmaya başladı. Bazıları
“Allah’ım! Onu rezil et” diyor, ona lânet okuyordu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
“Sakın böyle demeyiniz ve şeytana, kardeşiniz hususunda yardımcı olmayınız. Fakat deyiniz ki: Yarab! Onu affeyle. Yarab! Ona hidayet eyle!” buyurdu[10]
3- MÜCAHEDE:
Allah Teala buyuruyor ki; “Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, onları mutlaka yollarımıza eriştireceğiz. Şüphesiz ki Allah elbette iyilik edenlerle beraberdir.”(Ankebut 69)
Bu cihad, Allah’ın dini ve O’nun rızasını istemek hususunda geneldir. Nefislerle mücahede ve insanı şeytanın vereceği gafletten uzaklaştırmak için murabata (nöbet) da buna dahildir. Bu makam, Al-i İmran suresinin son ayetlerindeki “ribat edin; cihada hazırlanın” kavli ile kastedilen şeydir;
“Ey iman edenler! Sabredin, sabırda üstün gelin. (her an cihada) hazırlıklı olun ve Allah’tan sakının! Umulur ki kurtuluşa erersiniz.”(Al-i İmran 200)
Ebu Zerr r.a. rivayet ediyor; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “En üstün cihad, kişinin nefsinin arzularıyla cihadıdır.”[11]
Büreyde r.a.’den; “Kişi, yetmiş şeytanın vesvesesini yenmeden sadaka vermez”[12]
Abdullah Bin Amr.r.a.’dan; “Ey Hennan! İşe nefsinle cihad ederek başla! Ey Allah’ın kulu! Nefsinden başla ve onu temizle. Eğer savaştan kaçarken öldürülürsen Allah Azze ve Celle seni o şekilde diriltir. Eğer sabrederek ve sevabını da Allah Azze ve Celle’den umarak öldürülürsen Allah Azze ve Celle seni o şekilde diriltir.”[13]
Allah Teala buyuruyor ki; “Hayır, Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”(Nisa 65)
Bu ayette zikredilen üç mertebe vardır; hüküm verme, hiçbir sıkıntı duymadan göğüs genişliği ve teslimiyet.
Hüküm vermede; nefse Allah ve Rasulünün emrine uygun hareket etmesi için şart koşulur ve buna riayeti kontrol edilir.
Sıkıntı duymadan göğüs genişliğinde kalbin teslim makamına gelip halis olmasına kadar mücahede edilir. Bu, haberde açığa çıkan şüpheden, amelde açığa çıkan şehvetten, ihlasın açığa çıkmasını istemekten, kadere ve şeriata aykırı olmaktan, sevgisinde rekabetten kurtulmaktır. Bu ahlakın sahibi, selim kalbe sahiptir ki, kıyamet gününde Allah’a öyle kalpten başkasıyla giden kurtuluşa eremez. Teslim; çekişme ve itirazın zıddıdır. Çekişme, itirazdan meydana gelir.
İtiraz insana üç şekilde bulaşır; ancak Allah’ın koruduğu kimse bunlardan korunur;
Birinci çeşidi; Allah’ın isimleri ve sıfatlarında batıl şüphelerle itirazdır. Erbabı bunu akli kesinlikler dese de, hakikatte bunlar; cahilce hayaller, zihni imkansızlıklardır. Onlarla Allah Azze ve Celle’nin isimleri ve sıfatları hususunda çekişirler ve O’nun aleyhinde hüküm verirler. Allah’ın ve Rasulünün Allah için sabit kıldıklarını iptal ederler, ve onların nefyettiklerini sabit kılarlar. O’nun düşmanlarını dost, dostlarını düşman sayarlar. Kelimeyi yeri dışına koyarak tahrif ederler. O’nu zikrettiklerinde pek çok kıymetini unuturlar. Aralarında alakayı keserler ve paramparça olurlar. Her fırka kendi yanlarındakiyle sevinir.
Bu itirazdan koruyan; vahye tam teslim olmaktır. Kalp ona teslim olunca, onunla gelecek olanın doğrusunu görür, akılla ve fıtratla anlar ki, hak apaçıktır. İşitme, akıl ve fıtrat onda toplanır. İşte bu imanın en kamilidir. Rivayetlere, aklına ve fıtratına karşı harp eden kimse bunun zıddıdır.
İkinci çeşidi; Allah’ın şeraitine ve emrine itirazdır. Bu itiraz ehlinin çeşidi de üçtür; birisi; görüşleriyle ve kıyaslarıyla itiraz edip, Allah’ın haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarını haram sayarlar, vacipleri geçersiz kılıp vacip olmayanları vacip sayarlar. Sahihleri batıl, batılları sahih kabul ederler. Hükümsüze itibar edip, muteberi hükümsüz kılarlar, mutlak olanı sınırlandırıp sınırlıyı mutlak kabul ederler. Bu görüş ve kıyasçılığa Selef karşı çıkmış, bundan sakındırmışlar, yeryüzünün çeşitli yerlerinde bulunan arkadaşlarını uyarmışlar, böyle kimselerden sakındırmışlar ve onlardan nefret etmişlerdir.
İkincisi; İman ve şeriat hakikatlerine zevkleri, vecdleri, hayalleri, batıl şeytani keşifleri ile itiraz edenlerdir. Allah’ın izin vermediği şeyleri din edinirler, Allah’ın, Rasulü diliyle din kıldığı şeriatı iptal ederler. İman hakikatlerini şeytanın hilesi ve cahil nefsin hazları ile değişirler.
Onların içinde bulunduğu şey hazdır. Lakin hazları Allah’ın muradına muhaliftir. O’nun dininden uzaklaşmaktır. Allah’a yaklaştığına inanır fakat uzaklaşır. Şehvet ashabının hazları nerede, onun kötülüğünü itiraf ederek bundan bağışlanma dileyenler, bunların kusur ve ayıp oluşunu, dine ters düştüğünü itiraf edenler nerede?
Onlar hazlarını din edinip, onu Allah’ın şeriatı ve dini önüne geçiriyor, onunla kalpleri mahvediyorlar, Allah’ın yolunu kapatıyorlar. Biraz önce anlatılan kişilerin batıl görüşleri ve kıyasları ile bunların zevkleri alemi fesada uğratıyor, din kaidelerini yıkıyor, tehlikeli tuzaklara düşüyorlar. Şayet Allah dinini korumayı garanti etmeseydi, dinin alametlerini açık etmeseydi, herkes bu tuzaklara düşerdi.
Üçüncüsü; şeriata yöneticilerin, Allah ve Rasulünün getirdiklerinden önde tuttukları zalim siyasetlerle itiraz etmektir. Bu zalim yöneticiler, halka bunlarla hükmederek, Allah’ın şeriat, adalet ve hadlerini geçersiz kılmışlardır.
Öncekiler; “Akıl ile nakil çakıştığında aklı öne alırız” dediler. Sonrakiler “haber ile kıyas çakıştığında kıyası öne alırız” dediler. Zevk, keşif ve vecd ehli ise şöyle dedi; “Zevk, keşif ve vecd, şeriatın zahiriyle çakıştığında, zevk, vecd ve keşfi öne alırız” Sonuçta her grup, Allah’ın dini ve şeriatı yerine, kendisiyle hüküm verdikleri bir taguta öncelik vermişlerdir.
“nakil sizin olsun, akıl bize yeter”, derler, diğerleri; “siz zahir ehlisiniz, biz ise hakikat ehliyiz.” Derler. Üçüncü grup; “şeriat sizin olsun bize siyaset yeter” diyorlar. Bu büyük bir beladır ve her yere yayılmış ve herkesi kör etmiştir. Bu öyle bir fitnedir ki, hevesli kalpler ona icabet etmiştir. Onların yüzünden Allah’ın hükümleri işlemez olmuştur. O’nun izzet ve ikram sıfatları kaldırılmıştır. Herkes zulme ve zalim görüşlere dayanır hale gelmiştir. Fasit sözleri ve arzularıyla Allah’a ve kullarına hükmeder olmuşlardır. Bu yüzden vahiy sürekli tevil ve tahrife, din her türlü ifrat ve saptırmaya maruz kalmıştır.
Zevk, vecd, keşf ve hal ehlinin efendisi ve bu ümmetin velisi olan Ömer radıyallahu anh; erkek olsun kadın olsun ya da bedevi olsun itiraz etmedikleri müddetçe hiç bir dini konuda kendi zevk, vecd ve arzularına iltifat etmemiştir. Kendisine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadisi haber verildiği zamanda yine ne kendi zevkine, ne vecdi ve arzusuna iltifat etmemiştir, aksine:
"Bunu işitmeseydik başka bir hüküm verecektik" demiş ve şöyle devam etmiştir:
"Ey insanlar, bir adam hata ve bir kadın isabet etti."
İşte bu, kendini, din ve ümmeti aldatanın değil, kendisi ve ümmet için samimi olan hem kendine hem de ümmetine nasihat eden bir insanın davranışıdır;.
İtirazın üçüncü çeşidi; Allah’ın fiillerine, kaza ve kaderine itirazdır. Bu cahillerin itirazıdır. Açığı ve gizlisi arasında sayılamayacak kadar çok çeşidi vardır. Bu, hasta kimsenin ateşinin bedenine yayılması gibi, nefislerde yayılır. Kul, sözlerini, emniyetini, irade ve hallerini iyi düşünürse, şüphesiz bunu kalbinde açıkça görürdü. Her nefis, Allah’ın kaderine, taksimine ve fiillerine itiraz edicidir. Ancak O’nu hakkıyla tanıma noktasına, insanın ulaşabileceği imkanda ulaşanlar O’nunla huzur bulurlar. İşte onun hazzı, teslim olup boyun eğmekte ve her şeye razı olmaktadır.[14]
Bunun için İbni Ömer radıyallahu anhuma der ki; “Kul, göğsünde düğüm olan şeyi terk etmedikçe takvanın hakikatine ulaşamaz.”[15]
İşte bu, Allah’ın emrine ve dini, kevni ve kaderi hükümlerine teslimiyettir. Bu, ayakların kaydığı, anlayışların saptığı, akılların şaştığı, bir konudur.
Lakin kişiye Allah’ın hükmüne; aklını ve kıyasını boyun eğdirmesi gerekir. Bu, Allah’ın mahlukatına taksimidir. Şüphe ve kıyasla buna itiraz edilemez. Hikmeti ve adaletiyle taksim edip, bağışlayana teslim olmak gerekir. Şüphesiz O’nun kulları içinde ancak fakirlik ile ıslah olacaklar vardır ki, onu zengin etse fesada uğrar. Yine kullarından ancak zenginlik ile ıslah olacaklar vardır ki, onu fakir etse fesada uğrar. Yine onlardan hastalıkla ıslah olacak, sıhhat ile fesada uğrayacak olanlar ve ancak sıhhat ile ıslah olup, hasta etse fesada uğrayacaklar vardır.
İnsanların iman bakımından en kamili, teslimiyeti en kamil olanıdır. Bu makamın sahibi, Allah yolunda cihad, O’nun yolunda eziyete tahammül, O’nun imtihanına sabır gibi korkulu yerlerde atılgan olur, peşine düşen durumlardan, sürüklendiği korkunç hallerden korkmaz. Onun teslimiyeti, o düşüncelerden onu korur. Korkmasına da gerek yoktur. Zira o, teslimiyet kalesinin koruması altındadır.
İmam Ahmed, Bezzar ve Taberani, Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet ediyorlar: “Bir kişi Ebubekir’e Peygamber sallallahu aleyhi ve sellema orada oturduğu halde, küfretti. Ebubekir’in karşılık vermediğini gören Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bundan hoşnut olarak gülümsedi. Fakat adam ileri gidip işi uzatınca, bu sefer Ebubekir radıyallahu anh ona karşılık verdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem öfkelenerek gitti. Ebubekir radıyallahu anh arkadan ona yetişti ve
“Ey Allah’ın Rasûlü! Sen oturduğun halde bu bana küfrediyordu. Ben onun sözlerini kendisine iade edince de öfkelenerek kalktın. Bu nasıl oluyor?” dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
“Seninle beraber bir melek vardı. O ne derse ona karşılık veriyordu. Sen onun sözlerinden bir kısmına karşılık verince şeytan araya girdi. Ben şeytanla beraber oturmam” dedi. Sonra
“Ey Ebabekir! Üç şey vardır, hepsi haktır:
1- Bir kula bir zulüm yapılırsa, o da o zulmü Allah rızası için affederse, Allah onu o zulümden dolayı aziz kılar ve yardımcısı olur.
2- Bir kişi yakınına veya muhtaçlara yardım gayesiyle iyilik ve ihsan kapısını açarsa, Allah o kimsenin varlığını artırır.
3- Bir kişi muhtaç olmadığı halde, dilencilik kapısını açarsa, “Allah onu daha fakir kılar!” buyurdu[16]
Bunun bölümleri vardır;
Rab olarak Allah’tan razı olmak; Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet etmek, kulun Allah’tan başka Rab edinmemesi, O’nun takdiri gerçekleşirken, O’nun tedbirine itimad etmesini gerektirir. Allah Teala buyuruyor ki;
“De ki; Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka Rab arar mıyım?”(En’am 164)
“De ki; Ben Allah’tan başkasını dost tutar mıyım ki, gökleri ve yeri yaratan O’dur. O yedirip besliyor ve yedirilip beslenmeye muhtaç değildir. De ki; Bana İslam’da ilk olmaklığım emrolundu ve bana sakın müşriklerden olma (denildi)”(En’am 14)
Yani; ma’bud, yardımcı ve sığınak olarak Allah’tan başkasını dost tutar mıyım? Demektir. bu dostluk, sevmek ve itaat etmektir.
Bu hüküm, veli(dost) kelimesinin bütün manalarında yalnız Allah’ı dost edinmeyi gerektirir ki, bu da imanda samimiyet hükmüdür.
Eğer O’na dost olursa, şüphesiz onu rızıklandırır ve doyurur. Şüphesiz Allah Rezzak’tır. Göklerde ve yerdekileri yedirip içirendir… Allah’tan başka metin kuvvet sahibi Rezzak var mıdır ki, dost edinilsin?
Sonra naziklik, yağcılık ve insafa izin olmadan ayırıcı izah getiriyor; “De ki; Bana İslam’da ilk olmam ve müşriklerden olmamam emrolundu.”
Sınırları belirli hüküm, yumuşaklık ve çözülme kabul etmez. Her hareket ve sükunda maksat, yöneliş, itaat, boyun eğme yalnız Allah’adır. Başkasını O’na ortak etmekten uzaktır. Bu, O’na rızadır. O’ndan Rab olarak razı olmanın tamamındandır. Kim O’ndan hakkıyla razı olursa, O’ndan başkasına ibadetten kesinlikle nefret eder. Zira rıza, yalnız O’nun Rububiyetini ve yalnız O’na ibadeti gerektirir.
Bu, İslam çarkının eksenidir; Rab olarak Allah’tan razı olmak, kulun, Allah’ın kendisine takdir ettiği şeylere razı olmasını gerektirir. İlah olarak Allah’tan razı olması, O’nun emirlerine razı olmasını gerektirir.
Din çarkının ekseni bu olunca, bütün itikatlarda, hükümlerde, hallerde, Allah Azze ve Celle’ye ibadette tevhidi, O’ndan başkasından nefret etmeyi gerektirir. Kim bu eksende değilse, çark onun için dönmez. Kim bu eksene ulaşırsa, onun için çark sabit olur, eksen üzerinde döner. Şirkten tevhide, küfürden imana çıkar. İslam’ının çarkı iman ve tevhid ekseninde döner.
1- Allah’a tevekkül: rıza, tevekkülün sonudur. Kimin ayağı tevekkül ve teslimde sağlam olursa, onun için rıza makamının hasıl olması kaçınılmazdır.
Allah Teala buyuruyor ki; “Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter. Şüphesiz Allah, emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur. “(Talak 3)
2- Allah’ın rızasının bulunduğu şeylere devam etmek; Kim bir şey yapmak isterse, O’na ulaşan yola süluk etsin. Kim Allah’tan razı olursa, Allah’ın razı olduğu şeyleri yapmaya devam eder ve bu onu rıza makamına ulaştırır.
3- Kulun zayıflığını ve acizliğini bilmesi; kul zayıflığını görüp, aczini itiraf edince, Rabbinin sağlam korumasına sığınır ve ona şiddetlice sarılır. İşini O’na havale eder, takdir ettiği her şeye razı olur.
4- Kulun Allah’ın rahmetini ve kendisine olan şefkatini bilmesi; Allah, kullarına, kendilerinden daha merhametlidir. Özellikle kendisine yönelenlere ve yoluna tabi olanlara… Buyuruyor ki; “Allah, mü’minlere merhametlidir.”(Ahzab 43)
Kim rıza kapısından girerse, himmetini yüce tutmuş olur ve nefs-i mutmainneye ermiş olur. Ayağını Allah’ın dilediği yere yerleştiren, eli boş dönmez.
Kim Rab olarak Allah’tan razı olursa, Allah ondan, o da Allah’tan razı olur.
Allah Teala buyuruyor ki; “Allah şöyle buyuracaktır: Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür. Onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç budur.”(Maide 119)
“Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.”(Mücadile 22)
“Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkan (O'na saygı gösterenler) içindir.”(Beyyine 8)
Bu ayetler, onların sadakatleri, imanları, Salih amelleri, Allah düşmanlarıyla cihatlarının karşılığı olarak, onların Allah’ın rızasına erdiklerini, onları razı ettiğini ve onların da Allah’tan razı olduğunu garantiliyor. Şüphesiz bu, Rab olarak Allah’tan , peygamber olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den ve din olarak İslam’dan razı olmalarından sonra onlara hasıl olmuştur.
Bunun için, onun rıza ehli, O’ndan rıza ehlidir. Zira O’ndan razı olmak, O’nunla razı olmanın semeresidir. O’nunla rıza; isimleri ve sıfatlarıyla, O’ndan rıza; sevabı ve karşılığıyladır. Ve bu yüzden Allah ile razı olmak, Allah’tan razı olmaktan daha yüce ve yüksektir. Bunun sebepleri vardır;
1- Allah ile razı olmak özel, Allah’tan razı olmak umumidir. Onun gayesi Allah’ın kaza ve kaderine teslim olmaktır. Ve bunun olduğu yerde Rab, İlah ve mabud olarak Allah’tan razı olmak vardır.
2- Rab olarak Allah’tan razı olmak, farzları destekleyen bir farzdır. Kim Allah’tan Rab olarak razı olmazsa, İslam’ı, ameli ve hali de sahih olmaz.
3- Rab olarak Allah’tan razı olmak, O’ndan razı olmayı gerektirir. Şüphesiz O’nun Rububiyetine razı olmak, O’nun emirlerine, taksimine, takdirine, verdiğine, mani olduğuna razı olmaktır. Bütün bunlara razı olmazsa, Rab olarak Allah’tan razı olmamıştır. Rab olarak O’ndan, bunların bir kısmına razı olsa bile, bütün yönlerden razı olmuş olmaz. Rab olarak O’ndan razı olmak ise, bütün yönlerden O’ndan razı olmayı gerektirir. Bunda şüphe yoktur. O’nunla razı olmak, O’ndan razı olmanın aslı, O’ndan razı olmak ise, Onunla rızanın semeresidir.
Kul için, Allah’tan razı olmanın gerçekleşmesi, nimet ve musibet anlarında rızasının eşit olması, Allah’ın onun için tercihine razı olmasına bağlıdır. Nimet ve musibet anında razı olmanın eşit olmasında şu yönler vardır;
1. Müslüman, işini Allah’a havale etmiştir. İşini havale etmesinden dolayı Allah’ın kendisi için seçtiği her şeye razıdır. Özellikle Allah’ın hikmetini, rahmetini, lütfunu, güzel tercihini kemaliyle biliyorsa…
2. Müslüman, Allah’ın kelimesinde değişiklik olmayacağını, hükmünün geri çevrilemeyeceğini kesinlikle bilir. O, yakin ile bilir ki, nimet ve musibet, hükmü verilmiş, sonuçlandırılmış kaza ve kader iledir.
3. Müslüman, sadece kuldur. Kul ise, ihsan ve merhamet sahibi efendisinin hükmünün işlemesinde kızamaz. Bilakis, onların hepsini onunla ve ondan razı olarak kabul eder.
4. Müslüman, Allah’ı sevendir. Sevenin sadık olanı ise, sevdiğinin yaptıklarına razı olur.
5. Müslüman, işlerin sonucunu bilmez. O’nun hak mevlası ise, onun maslahatını ve faydalarını en iyi bilendir; “Hiç yaratan bilmez mi? O latiftir, her şeyden haberdardır.”(Mülk 14)
6. Müslüman, Rabbini tanır, O’na güzel zanda bulunur, yürüyen işlerden O’nu itham etmez. Allah’a güzel zanda bulunmak ise, Müslüman için nimet ve musibetin eşit olmasını gerektirir ve Allah’ın, hak Mevla olarak kendisi için seçtiği şeye razı olmasını gerektirir.
7. Müslüman yakin ile bilir ki; takdir edilen kısmetini, ister rıza ile, ister kızgınlıkla karşılasın, kendisine onun karşılığı vardır. Razı olursa, ondan da razı olunur, gücenirse, kendisine de gücenilir.
8. Müslüman bilir ki, en büyük rahatı, sevinci, nimeti, bütün hallerinde Rabbinden razı olmasındadır. Zira rıza, Allah’ın en yüce kapısı, sevenlerin rahat yeridir. Ona rağbet etmesi için ve onu başka şeyle değiştirmemesi için nefsine nasihat edenlerin layık olduğu yerdir.
9. Müslüman bilir ki; gücenmek, dert etmek, gamlanmak, hüzünlenmek, kalp çarpıntısı, Allah’a muradı hilafına zanda bulunmayı ortaya çıkarır. Lakin razı olmak, bütün bunlardan halis olur ve Ahiret cennetinden önce dünya cennetinin kapılarını ona açar.
10. Müslüman, rıza ile daha faydalısı bulunmayan sekinet, huzur tadını tadar. Şüphesiz o, kalbine indiği zaman, istikamet sahibi eder, hallerini düzeltir, işlerini yoluna koyar. Allah’ın, Müslüman kuluna en büyük nimeti ona sekinet indirmesidir. onun en büyük sebebi de bütün hallerinde Allah’tan razı olmaktır.
11. Müslüman, rıza ile kalbini ihanetten, kusurdan, kinden temizleyip selim kılacak selamet kapısını açar. Allah katında da ancak selim kalp ile O’na varanlar kurtulacaktır.
Razı olmada en ileri kul, kalbi en selim olandır. Günah, kusur ve ihanet, gücenmenin yakınıdır. Tıpkı kalbin selameti, iyiliği ve nasihatinin, rızanın yakını olması gibi. Böylece hased, gücenmenin sonucu, kanaat de rızanın sonucudur.
12. Müslüman, gücenmenin, kula istikrarsızlık ve Allah ile beraber olmada sebatsızlık getirdiğini görür. Zira o, tabiatının, nefsinin ve hevasının kınadığı şeylerden razı olmaz. Takdirat ise onun kınadığı ve zıddı olan şeylerle cereyan eder. İstemediği şeyler zuhur edince ona kızar ve kulluk makamında sabit kalamaz. Kul, bu sebatsızlığı rızadan başka bir şeyle def edemez.
13. Müslüman bilir ki, gücenmek kendisine Allah hakkında şüphe kapısını açar. Gücenenin kalbinde dolanıp duran şüpheden ve nefsinin takıntılarından kurtulması farkında olmasa bile pek nadirdir. Lakin bir an düşünse, muhasebe edip vakıf olsa, muhakkak şüphe içinde olduğunu görür. Rıza ve yakin, süt kardeştir. Şüphe ile darılma da birbirinin akranıdır.
14. Müslüman, kalbini rıza ile dolduran kimsedir. Allah da onun göğsünü zenginlik, emniyet, kanaat ile doldurur, onun kalbini kendi muhabbeti ve kendisine yönelmesi için boşaltır.
15. Müslüman, Allah ile razı ve Allah’tan razıdır. Hırs afetlerinden, dünyaya bağlanmaktan uzaktır. Her hatanın başı, her belanın aslı, felaketin esası bunlardır. O’nun razı oluşu, bu helak edici afetlere düşmesine terstir.
16. Müslüman, rıza yolunda yürüyen, kalbinden hevayı çıkartan ve hevasını Rabbinin muradına uyduran kimsedir.
Rasul olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den razı olmak, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın rasulü olduğuna şehadet etmeyi, ona kemaliyle uymayı, ona teslim olmayı, O’nu iki yanı arasında bulunan nefse tercih etmeyi, hidayet olarak O’nun sözlerinden başkasını kabul etmemeyi, hüküm vermek için O’ndan başkasına yönelmemeyi, başkasının hükmüne razı olmamayı gerektirir. Bundan aciz olan, O’ndan başkasının hükmünü, ancak zaruret halinde alır. Bu, leş ve kandan başka yiyecek bulamayan zaruret durumundaki kimse gibidir. Onun en güzel hali, temiz su kullanmaktan aciz kalma durumunda toprak ile teyemmüm etmek gibidir.
Allah Teala buyuruyor ki; “Hayır, Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”(Nisa 65)
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den peygamber olarak razı olan, O’nun vermiş olduğu hükme teslim ve razı olur. Söylediklerine, hükümlerine, emirlerine veya yasaklarına, nefsinin hevasına, taklid ettiği kişinin, şeyhinin, cemaatinin ve fırkasının sözlerine muhalif olsa da tamamen razı olur ve onun hükmünden kalbinde bir sıkıntı hissetmez, teslim olur.
İşte bu, dosdoğru hak yoldur. Delil ve burhan istemeyi iddia etmeden önce, nefis hak ve reşadın nerede olduğuna baksın.
Kim Rab olarak Allah’tan razı olursa, Allah’ın razı olduğu ve kendisi için seçtiği muradına razı olur. İslam ise, Allah’ın kulları için razı olduğu dindir. Kullarına ona uymalarını emretmiş, ancak ona uyanları kabul edeceğini belirtmiştir.
“Allah nezdinde hak din İslâm'dır.”(Al-i İmran 19)
“Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, ahirette ziyan edenlerden olacaktır.”(Al-i İmran 85)
“Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.”(Maide 3)
Kul için nefsinde saadetini, işinde huzur ve rahatını, halinin düzelmesini aradığında, hayat nizamında ve toplum programında, bütün kevni nizama uyumlu olması için Allah yoluna dönmesinden kaçış yoktur. Kendi kurduğu hayallerin yolunda yalnız kalırsa, Allah’ın en güzel şekilde koymuş olduğu kainat nizamına uyum sağlayamaz.
Kul, bu kainatta hayalleriyle yaşamaya kalkarsa, zorda kalır, kainat nizamıyla çalışamaz. Kendisiyle, yalnız alemlerin Rabbine itaat eden bu nizam arasında uyum olursa, kainatın onunla beraber, ona yardımcı olarak çarpışmasını sağlar… kul, onunla çekiştiği, çarpıştığı zaman parçalanır. Emaneti yüklenmiştir, fakat onu eda edemez. Zira o, çok zalim ve çok cahildir. Lakin kainatla beraber uyumlu olursa, esrarını, kime hizmet ettiğini bilir, kendisinin layık olduğu saadet, rahat ve huzur vechiyle ondan faydalanır.
İnsani fıtrat, aslında kainatın sırlarıyla beraber uyumludur. Her şey ve her canlı Rablerine İslam ile teslim olmaya elverişlidir. Kulun ondan başkasını seçmesi cahilliğindendir ve onu başka yere koyması zalimliğindendir.
Allah Azze ve Celle buyurur ki; “Göklerde ve yerdekiler, ister istemez O'na teslim olduğu halde onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki O'na döndürüleceklerdir.”(Al-i İmran 83)
Kul, hayat nizamını, bu sırdan çıkardığında, kainat ile çekişemez. O, ancak iki yanı arasındaki fıtratı ile çekişmiş olur, şekavet ehline dahil olur, parçalanır ve huzursuz olur. Bugünkü insanlığın azap, şaşkınlık ve çile içinde yaşaması gibi yaşar.
Allah buyuruyor ki; “Her kim de zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır”(Taha 124)
. “(De ki): Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab'ı açık olarak indiren O'dur. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur'an'ın gerçekten Rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye düşenlerden olma! ”(En’am 114)
Aramızda hükmetmesi için, ihtilaf ettiğimiz şeylere hüküm vermesi için Allah’tan başka, O’nun indirdiği kitabından başka hakem mi ararım?
O, hiçbir şeyi üzeri kapalı, başka bir kaynağa muhtaç bırakmamış iken Allah’tan başka hakem mi ararım?..
Daha önce kendilerine kitap verilenler bunun Allah’tan indirilmiş kitap olduğunu, üzerine hayat nizamı kurulacak esasları ihtiva ettiğini biliyorlardı. Bununla, hayatın meselelerinden birinde Allah’tan başkasının hükmetmesine ihtiyaçları yoktur.
“Gerçek olan, Rabbinden gelendir. O halde kuşkulananlardan olma!”(Bakara 147) Şüphesiz Allah vaadini gerçekleştirecektir. Nitekim karar kıldığı ayırıcı kelimesi tamam olmuştur. O, mahlukatın hepsi bir araya gelse bile, onların yaptıklarıyla değişikliğe uğramaz. “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir, bilendir.”(En’am 115)
Allah’ın kelimesi, buyurduğu gibi doğruluk cihetiyle tamamlanmış, hüküm verdiği gibi adalet cihetiyle yayılmıştır. Bundan sonra kimsenin, akidede, değerde, yaratmada, şer’i hükümde, adette veya taklitte sözü kalmamıştır.
Allah’ın bizim için razı olduğu şeye razı olmak, bize yetecek, doğruya eriştirecektir. Şunları daima tekrarlayarak yardım istemelidir; “Radiytü billahi rabben ve bimuhammedin rasulen ve bilislami dinen = Rab olarak Allah’tan, rasul olarak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den, din olarak ta İslam’dan razı oldum.”
Bil ki, bu zikre devam etmek, cennete girmeyi gerektiren hasletlerdendir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “ Kim Radiytü billahi rabben ve bilislami dinen ve bimuhammedin rasulen derse, cennet ona vacip olur”[17]
Kul, rıza sebeplerinde mekan tutarsa, ağacı dallanıp budaklanır ve onu, Allah ve Rasulünü bilmekle, Allah için ihlas ile, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e uymak ile sağlamlaştırırsa, meyvesini alır, tadını tadar. O zaman da sakındığı hastalıklardan temizlenmeyi taahhüd etmesi kaçınılmazdır. Meyveleri olgunlaşıp tadını bulana kadar, zararlı saldırganların dalmaması için onu bir sur ile kuşatır.
Bu hal, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözünde beyan ettiği şeydir; “Şu üçü kimde bulunursa, imanın tadını bulur; Allah ve rasulünün kişiye bunlar dışındaki her şeyden daha sevgili olması, bir kimseyi sırf Allah için sevmesi ve tekrar küfre dönmekten, ateşe atılmaktan tiksindiği gibi tiksinmesi.”[18]
Allah’ın mü’min kulunun kalbine, nefsinin ızdırabı, şiddet ve korkusu esnasında indirdiği itminan, vakar ve sükunun aslı, bundan sonra kendisine yönelen kötü düşüncelerden rahatsız olmaması, bilakis, yakininin ve sebatının kuvvetlenmesi, imanının artmasıdır. Bu itminan, rızadan meydana gelir.
Allah Azze ve Celle buyurur ki; “Ey huzûra eren nefis! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl, Ve cennetime gir!”(Fecr 27-30)
Bunun için Allah Azze ve Celle Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve mü’minlere, huzursuzluk anlarında sekinet (huzur) indireceğini haber veriyor;
Hicret gününde, mağara arkadaşıyla beraber, düşman da başları üzerinde, şayet ayakları altına baksalar onları görecek halde iken olduğu gibi; “Eğer siz ona (Rasûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.” (Tevbe 40)
Hudeybiye gününde, kafirlerin kendilerine hükmettiklerini gördüklerinde, nefislerin tahammül edemeyeceği şartlara girdiklerinde, kalplerinin ıstırap duyduğu anda olduğu gibi; Ömer radıyallahu anh’e Sıddık radıyallahu anh vesilesiyle Allah tarafından sebat verilene kadar olan zaafını düşün. Allah burada sekineyi üç defa zikreder; “İmanlarını bir kat daha arttırsınlar diye müminlerin kalplerine güven indiren O'dur. Göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.”(Fetih 4)
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah, o müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven duygusu vermiş ve onları pek yakın bir fetihle ödüllendirmiştir. Yine onları elde edecekleri birçok ganimetlerle de mükâfalandırdı. Allah üstündür, hikmet sahibidir.”(Fetih 18-19)
“O zaman inkâr edenler, kalplerine taassubu, cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi, onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah her şeyi bilendir.”(Fetih 26)
Huneyn gününde kafirlerin şiddetinden dolayı arkası üzere yüz çevrildiği, onlardan kimsenin kimseye dost olmadığı anda olduğu gibi; “And olsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn savaşında size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezimete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti, sonunda (bozularak) gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allah, Resûl'ü ile müminler üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi de kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.”(Tevbe 25-26)
Bununla gönül huzurunun takva olduğu ve şuurunu temizlediği beyan ediliyor. Allah şöyle buyurmuyor mu?; “Allah da elçisine ve müminlere sükûnet ve güvenini indirdi, onların takvâ sözünü tutmalarını sağladı. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi.”(Fetih 26)
[1] (Heysemi,10/65, 66)
[2] (Terğib, IV/251 (Tabarani’den)
[3] Müslim(8) Ömer r.a.’den.
[4] Müslim(2642)
[5] şahidleriyle sahihtir. Bkz.:Tahricu Ehadisil Vasiyetis Suğra(s.9)’da ve Sahihu Kitabul Ezkar ve Daifuhu(1262/994)
[6] (Müslim, Mesacid,135)
[7] Kenz, II/174 (İbn Asakir, Ebu Kılabe’den); Ebu Nuaym, Hilye, I/225 (Ebu Kılabe’den bir benzerini).
[8] (Ebu Nuaym, Hilye, II/205)
[9] (Buhari, İbn Cerir ve Beyhaki (Hz. Ömer’den). Kenz, III/107 (Ebu Ya’la, Said b. Mansur ve başkalarından)
[10] (Kenzü’l-Ummal, III/105).
[11] sahihtir. İbni Neccar’dan; Camiüs Sağir(1247) Kenzul Ummal(11265) Ebu Nuaym Hilye(2/249) Deylemi(1/127) Elbani Sahiha(1496) Sahihul Cami(1099) Münavi der ki; “Suyuti bu hadise zayıf rumuzu koyarken zuhul etmiştir. Zira Deylemi ve Ebu Nuaym’ın rivayetleri sahihtir.” (feyzul kadir(2/31)
[12] sahihtir. Ahmed(5/350) İbni Huzeyme(2547) Beyhaki(4/187) İbni Nehhas(1273) Hakim(1/417) Deylemi(6315) Camiüs Sağir(8124) Nevafihul Atire(1830) Sahihul Cami(5814) Sahiha(1268)
[13] Ebu Davud(5219) Beyhaki Zühd(525) Ebu Ya’la’dan; Metalibul Aliye(1876) İbni Ebid Dünya Muhasebetun Nefs(s.97)
[14] Medaricus Salikin(2/69-71)
[15] Buhari(1/45-Fethul Bari) muallak olarak cezm siygasıyla rivayet edilmiştir.
[16] (Heysemi, VIII/190 (). Bunu Ebu Davud da rivayet etmiştir.)
[17] Ebu Davud(1529) Ebu Said el Hudri r.a.’den sahih isnad ile.
[18] Buhari(1/60,72-Fethul Bari) Müslim(43)