Buhârî ve Muslim’in Sahih Şartları
Aynıdır
Esasen Buhârî ve Muslim’in sıhhat şartları birbirinden farklı değildir
ve bu şartlar aynı zamanda bütün muhaddislerin üzerinde ittifak ettikleri
şartlardır. Bir hadisin Buhârî’nin şartına göre veya Muslim’in şartına göre
olduğunu söylemenin manası; Buhârî’nin veya Muslim’in Sahih’lerinde
kendileriyle ihticacda bulunduğu raviler yoluyla rivayet edildiğinin
belirtilmesi demektir.
İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Buhari ve Müslim’in şartına gelince:
Onların ravilerinden her birinden onlardan rivayette bulunmakla meşhur olmuş
kişiler rivayette bulunmuştur ve bunlar da diğer ravilerden rivayette
bulunmakla müşterek olmuşlardır. İşte Buhari ve Müslim bu tür ravilerden hadis
almakta ittifak etmişlerdir ve onların hadisleri hep bu ravilerden gelmiştir.
Nitekim onlardan biri, birisinden rivayetin aslı dışında mutabaat ve şahitlerle
rivayet etmiştir. Ondan da tek kaldığı rivayeti değil, başka bir yoldan
bilineni rivayet etmiştir. Güvenilir de olsa, o kişinin o hadiste hata yaptığı
anlaşılmışsa hadisi terk edilmiştir. Meselenin iç yüzünü bilmeyen kimseler,
Sahih adlı kitapların sahiplerinin rivayette bulunduğu her şahsı hüccet
zannederler. Hâlbuki durum böyle değildir. Şüphesiz hadis illetlerini tanımak
şerefli bir ilimdir. Yahya b. Said el-Kattan, Ali b. el-Medinî, Ahmed b.
Hanbel, es-Sahih sahibi Buhari ve Darekutni gibi imamlar bu fenni iyi
bilirlerdi. Bu ilimleri onun ashabı bilir. Vallahu a’lem.”[1]
Buhari ve Muslim’in sıhhat şartları arasında fark olduğunu iddia
edenler, en çok mu’an’an rivayet üzerinde bu farka dikkat çekerler.
Mu’an’an hadis;
ravinin şeydinden “an” kelimesiyle rivayet ettiği hadis demektir. Bazıları
tarafından “an” kelimesinin lügatte ittisale (isnadın kesintisiz olduğuna)
delalet etmediği gerekçesiyle mu’an’an hadisin kabulü konusunda ihtilaf nakledilmiştir.
Bilindiği gibi ittisal yani isnadın kesintisiz olması, rivayetlerin sıhhati
için en önemli şartlardan birisidir.
Bu meseleden ilk
bahsedilen yer İmam Muslimin Sahih’inin mukaddimesidir. Bu mesele için özel bir
bölüm ayırmıştır. Muslim rahimehullah bu bölümde zikrin yüklenicilerinden bir
cahilin mu’an’an hadisin kabulü için hadis ehlinin üzerinde bulundukları şarta
şunu eklediğini zikreder: “Ravinin, muasırı olduğu şeyhinden bir defa dahi
olsa işittiğini veya karşılaştığını bilmek gerekir.” İmam Muslim bu
iddianın icmaya aykırı olduğunu söyleyerek sonradan çıkma bir bid’at olduğunu
belirtmiştir.
İmam Muslim’den
sonra âlimler, Kadı Iyad (vefatı 544 hicri) gelinceye kadar bu ihtilaftan
bahsetmemişler, Kadı Iyad, Muslim’in bid’at olarak değerlendirip icmaya aykırı
olduğunu belirttiği bu şartı İmam Buhârî’ye, O’nun hocası Ali b. el-Medini’ye
ve başkalarına nispet etmiştir!
Bundan dolayı bu
mesele tehlikeli bir gelişme göstermiş, İbnu’s-Salah (vefatı 643 hicri)
Buhârî’ye nispet edilen bu görüşü benimsemiştir. Bu asra gelinceye kadar da âlimler
buna tabi olmuşlardır.
Hatta âlimlerden
biri Buhârî’ye nispet edilen bu metodu Muslim’in metodu üzerine tercih eden
özel bir kitap yazmıştır. O; İbnu Ruşeyd es-Sebtî diye meşhur olan Ebu Abdillah
Muhammed b. Ömer b. Muhammed el-Fihrî’dir (vefatı 721 hicri). Bahsi geçen
kitabının adı da: “es-Sunenu’l-Ebyen ve’l-Mevridi’l-Em’an Fi’l-Muhakemeti
Beyne’l-İmameyn Fi’s-Senedi’l-Muan’an”dır.
Kadı Iyad’dan sonra
ilim ehlinin geneli Kadı Iyad’a uyarak; Muslim’in muan’an hadis hususunda
Buhârî’ye muhalif olduğu, zira Buhârî’nin Muslim’in Sahih’inde beyan ettiği
şartla yetinmediği, bilakis fazladan bir şart daha eklediği şeklinde bir görüş
nispet etmişlerdir.
İbn Ruşeyd
es-Sebti, es-Sunenu’l-Ebyen’de: Buhârî’nin Muslim’in yaptığı gibi muasarat ile
yetinmediğini hatta iki ravi arasında likaya delalet ile de yetinmediğini,
ancak işitmeye delaletin bilinmesini şart koştuğunu iddia etmiştir. Bununla
beraber Buhârî’nin böyle bir beyanına vakıf olmadığını da açıkça belirtir. İbn
Ruşeyd’e göre Buhârî’nin en doğruyu araştırmasına layık olanı budur! Zira nice
tabiî, sahabi ile karşılaşmasına rağmen ondan bir şey işitmemiştir.[2]
İbn Receb
el-Hanbelî, (vefatı 795 hicri) İlelut-Tirmizi şerhinde Buhârî ve
İbnu’l-Medini’nin hilafına; İmam Ahmed, Ebu Zur’a er-Razi ve Ebu Hatim
er-Razi’nin işitmenin bilinmesini şart koştuklarını nispet etmiştir. Zira
Buhârî ve İbnu’l-Medini’den nakledilen onların lika (karşılaşma) ile
yetindikleridir.[3]
İbn Receb’i bu
hususta Halid ed-Durays, Mevkifu’l-İmameyn el-Buhârî ve Muslim Min
İştirati’l-Lika ve’s-Sema Fis-Senedil-Muan’an Beynel-Muasirayn kitabında
destekler. Bu konuda Buhârî’nin ittisale delalet için mutlak lika’yı
zikretmekle yetinmesini ve Muslim’in mukaddimesinde likayı şart koşanı reddedip
işitme şartını zikretmemesini gerekçe gösterir.[4]
İbn Ruşeyd, bu
teşeddüdüne rağmen, kitabının sonunda işitme veya likanın bilinmesi şartı
olmadan, muhadramın sahabeden rivayet etmesi gibi, işitmeye delalet eden
karineler olması halinde muasarat ile yetinmeye meyleder.[5] Ancak
İbn Ruşeyd bu hafifletmeyi Buhârî’ye açıkça nispet etmemiş, kendi anlayışına
göre ona yakıştırmıştır.
El-A’lâî
Camiu’t-Tahsil kitabında bütün bu hususlarda İbn Ruşeyd’e uyum göstermiştir.[6]
Halid ed-Durays her
ikisini de desteklemiş ve bu hafifletmeyi Buhârî’nin şartı olarak nispet
etmiştir. Buhârî’ye nispet edilen tashihin, Buhârî’nin lika ihtimalini
kuvvetlendirici karineler ile beraber muasarat ile yetindiğini gösterdiğini
belirtmiştir.[7]
Buhari’nin şartıyla
ilgili olarak O’na nispet edilen diğer bir durum da; Buhârî’nin
el-Camiu’s-Sahih’te sıhhatin aslını gözetmeyip teşeddüdde bulunduğu, lika veya
sema’ın (karşılaşma veya işitmenin) bilinmesini diğer kitaplarında sıhhat için
şart koşmadığı söylenmiştir. Nitekim bazı ilim ehli bu durumu şu sözle tabir ediyorlar:
“Bu şart sıhhat şartı değil, kemâl şartıdır.”[8]
Burada şöyle
özetleyebiliriz: muan’an hadis tedlisten selamette olduğu takdirde Buhârî’nin
şartı hususunda dört görüş üzere ihtilaf edilmiştir:
1- Buhârî, sema’ı
(işitmeyi) belirtmenin bilinmesini şart koşmuştur.
2- Buhârî, likânın
(karşılaşmanın) bilinmesini şart koşmuştur.
3- Buhârî likanın
bilinmesini şart koşmakla beraber bazen lika veya sema’a delalet eden kuvvetli
karineler bulunduğunda muasarat ile yetinmiştir.
4- Buhârî lika veya
sema’ın bilinmesini Sahih’inde şart koşmuş, diğer kitaplarında ittisal için
bunu şart koşmamıştır.
İbn Ruşeyd,
el-A’lâî ve ed-Durays kendilerinin lika veya semaya dair kuvvetli karinelerin
bulunmasıyla yetinmeye meylettiklerine dair bir uyarı yapmamışlardır.
Peki, onlara göre
Muslim bu karineleri gözetmemiş mi acaba? Çünkü onlar Muslim’in Buhârî’ye
muhalefet ettiği kanaatindedirler!
Buhârî’ye nispet
edilen şarta göre, lika ve sema’ın bilinmediği mu’an’an hadisin hükmü Buhârî’ye
göre nedir? O munkatı mıdır yoksa ittisaline hükmetme hakkında duraklanır mı?
Buhârî’ye nispet
edilen bu şartın gereği olarak likanın bilinmediği böyle bir isnadın munkatı
olduğu kesin olarak söylenemez, duraklamakla yetinilir. Zira likanın
bilinmesini şart koşmak ancak karşılaşmamış olma ihtimalinden dolayı söz konusu
edilir, karşılaşılmadığının kesin olduğundan değil! Kesin olarak karşılaşmayı
bilmediğimizde geriye karşılaşmış olma ihtimali kalmaktadır. Her iki ihtimal de
eşittir. Bu durumda tevakkuf gerekir.[9]
Bu, Muslim’in
reddiye verdiği kimsenin görüşü olarak naklettiği şeydir. Muslim,
mukaddimesinde bu görüşü şöyle zikreder: “Kavlini anlatmaktan ve çürük fikrini haber vermekten söz açtığımız bu
kailin iddiasına göre:
“Senedinde “Fulânun
an fulânin” ibaresi bulunan her isnadın râvilerinin aynı asırda yaşadıkları
ilmen sabit ve râvînin hadîsi, şeyhinin ağzından işitmiş olması pek a'lâ mümkün
olduğu halde yalnız ondan işittiğini biz bilmiyor ve rivayetlerin hiç birinde
bu iki râvînin buluştukları veya bir hadîs söyleştikleri zikredilmiyorsa, bu şekilde
gelen hiç bir haberden hüccet olamaz. Meğer ki bu iki râvînin yaşadıkları
asırda bir veya bir kaç defa buluştukları yahut bir hadîsi aralarında
söyleştikleri ve yahud yaşadıkları asırda bir veya bir kaç defa bir araya
gelerek buluştuklarını gösteren bir haber vârid olduğu biline!”
Ona göre, eğer bu
cihet bilinmez ve râvînin, kendisinden hadîs rivayet ettiği zâtla bir defa
buluşarak ondan bir şey işittiğini haber veren sahih bir rivayet de gelmezse
kendisinden rivayette bulunduğu zâttan bu haberi nakletmesinde bir hüccet
yoktur. Adı geçen kaile göre yeni gelen rivayete benzeyen başka bir rivayet
hususunda ondan az çok bir parça hadîs dinlediğini duymadıkça böyle bir haber
hakkında duraklanır!”[10]
Yine İbn Katan
el-Fasi’nin de (vefatı 628 hicri) belirttiği ve Buhârî ile Ali b. el-Medini’ye
nispet ettiği şey budur.[11]
Zehebi ise İbn
Katan’a itiraz ederek: “Bilakis onların (Buhârî ve İbnu’l-Medini’nin) görüşleri
bunun munkatı olduğuna delalet eder” der.[12]
Lakin bu görüşün
gereğini Muslim, mukaddimesinde İbn Katan’ı destekleyecek şekilde belirtmiştir.
Zehebinin tavrı ise garip ve çelişkilidir. Çünkü Zehebi, likanın bilinmesi
şartının Buhârî’ye nispetini sahih görüyor! Bu nispet ancak İbn Katan’ın
zikrettiği şekilde olursa doğru olabilir, Zehebinin tercihine göre değil!
Müslim’in Şartı
İmam Muslim
mukaddimesinde görüşünü açıkça belirtmiştir: “İsnâdlara ta'n hususundaki bu kavil - Allah sana rahmet etsin – uydurma,
yeni çıkma, sahibinden önce kimse tarafından söylenmemiş ve ehl-i ilmden hiç
bir taraftarı bulunmayan bir sözdür. Çünkü eski ve yeni bütün hadîs ve rivayet
âlimleri arasında ittifakla yaygın olan söz şudur:
“Sika görülen her râvî,
kendi gibisinden bir hadis rivâyet eder ve her ikisi bir asırda bulunmakla; onunla
görüşmüş olması ve kendisinden hadis işitmiş olması mümkün olursa, bir araya
geldikleri ve şifahen görüştükleri hiç bir haberde ifade edilmese bile o rivayet
sabittir ve huccet olmayı gerektirir. Ancak ortada bu râvînin rivayette bulunduğu
zâtla görüşmediğine yahut ondan bir şey işitmediğine apaçık delâlet eden bir delil
bulunursa o başka. Ama mesele îzâh ettiğimiz şekildeki imkân üzerinde mübhem
kalırsa o rivayet - beyan etiğimiz kesin delâlet bulunmadıkça - daima semâ'a
hamledilir.” Binaenaleyh anlattığımız bu kavli ortaya atana yahut onun
savunucusuna şöyle denilir:
“Sen, sözün arasında:
sika olan bir kişinin sika bir kimseden verdiği haber hüccettir, onunla amel
vâcib olur” dedin. Sonra ona şart koşarak: “Tâ ki biz bu iki râvînin bir defa
veya daha fazla görüştüklerini yahut ondan bir şey işittiğini bilelim” dedin.
Acaba koştuğun bu şartın, sözü hüccet sayılan tek bir zâttan rivâyet
edildiğini bulabilir misin? Aksi halde iddiana delil getir.
Eğer bu görüşü ortaya
atan kişi, haberi tespit hususunda ortaya koyduğu şartın selef ulemâdan birinin
kavli olduğunu iddia ederse, kendisinden bu kavli göstermesi istenir ki, ne o,
ne de başkası böyle bir kavil göstermeye asla imkân bulamayacaktır. Yok,
iddiasını ispat için hüccet olabilecek bir delil bulunduğunu iddia ederse
kendisine:
“Bu delil nedir?” diye
sorulur. Bu defa:
“Ben onu söyledim.
Çünkü ben, yeni ve eski bütün haber râvîlerinin, biri diğerini hiç görmeden ve
ondan bir şey işitmeden bir birlerinden hadîs rivayet ettiklerini gördüm.
Onların bu suretle kendi aralarında semâ bulunmaksızın mürsel olarak hadîs
rivayetine cevaz verdiklerini görünce - ki bizim asıl kavlimize ve ilm-i ahbâr
ulemasına göre mürsel rivayetler hüccet değildir - ben de arz ettiğim sebepten
dolayı her haber râvîsinin, rivayet ettiği zâttan işitmiş olmasını araştırmaya
ihtiyâç hissettim. Şayet bir râvînin rivayet ettiği zâttan en ufak bir şey
işittiğine vâkıf olursam, bunun sebebiyle benim nazarımda artık ondan rivayet
ettiği her şey sabit olur. İşittiğine muttali' olamazsam o haber hakkında
duraklarım ve haberde mürsel olmak ihtimâli bulunduğu için bence artık hüccet
yerine de geçemez” derse kendisine şöyle cevap verilir:
“Eğer senin bir haberi
zayıf kabul ederek onunla ihticacı terk etmene sebep, ondaki irsal ihtimali ise
bu takdirde, başından sonuna kadar semâ' bulunduğunu görmedikçe hiç bir muan'an
isnadı kabul etmemen lâzım gelir. Çünkü bize Hişâm b. Urve’den babası
tarikiyle gelen, onun da Âişe radiyallahu anha'dan işittiği bir hadîsi yakînen
biliriz ki Hişam muhakkak babasından, babası da Âişe'den işitmiştir. Nitekim
Âişe'nin de Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'den işittiğini biliriz. Ama Hişâm
babasından rivayet ederken, “işittim” veya “bana haber verdi” dememişse, bu
rivayette kendisi ile babası arasında bazen başka bir insan da olabilir. O
rivayeti babasından Hişam'a haber vermiş, Hişam onu babasından işitmemiş olur.
Hadisi mürsel olarak rivayet ederek, işittiği kimseye isnadda bulunmak
istemediği zaman bu pekâlâ mümkündür. Bu, Hişâm'ın babasından rivayet ettiği
surette mümkün olduğu gibi, babasının Âişe'den rivayetinde de mümkündür.
Râvilerinin birbirlerinden işittikleri zikredilmeyen bir hadîsin her isnadı
böyledir. Vâkıâ bazen her râvînin bir birinden birçok defalar hadîs dinlediği
bilinirse de, bazı rivayetlerde bu râvîlerin her birinin daha aşağıdaki râviye
inerek, yukarıki râvinin bazı hadîslerini ondan işitmesi; sonra bazen hadîsi
irsal ederek, işittiği zâtın ismini söylememesi, bazen de gayrete gelerek hadisini
aldığı zâtın adını söylemesi ve irsali terk etmesi de mümkündür.
Bu söylediklerimiz
mevsuk muhaddislerle ilim ehli olan imamların yapmış oldukları işler olup
hadîste mevcut ve yaygındır. Biz onların söylediğimiz şekilde rivayetlerinden
bir kaçını zikredeceğiz…” İmam Muslim burada bazı örnekler zikreder ve şöyle
devam eder:
“Rivayetler içinde bu
gibileri pek çoktur. Bunları saymak uzun sürer. Anlayanlara, bizim
zikrettiklerimiz kâfidir. Az önce görüşünden bahsettiğimiz zâta göre eğer, râvînin
kendisinden rivayet ettiği kimseden bir şey işittiği bilinmediği zaman hadisin
bozuk ve çürüğe çıkarılması için illet, sadece hadîsin mürsel olması ihtimali
ise, o takdirde kendisine, kendi sözünün gereği olarak; rivayet ettiği zâttan
işittiği bilinen râvînin rivâyetiyle ihticâc etmemek lâzım gelir. Ancak
kendisinde semâ' zikredilen haber müstesnadır. Çünkü az önce açıkladığımız
şekilde haberleri nakleden imamlar bazen bir hadisi irsal ederek kendisinden
hadis dinledikleri zâtın ismini hiç anmazlar; bazen de gayrete gelerek, haberi
işittikleri şekilde isnâd ederler ve bir hadiste aşağı inmişlerse inişi,
yukarıya çıkmışlarsa çıkışı haber verirler. Nitekim bu ciheti onlardan naklen
îzâh etmiştik.
Haberlerle meşgul olan
ve isnâdların sağlamını çürüğünü araştırma, Eyyûb es-Sahtiyani, İbn Avn, Mâlik
b. Enes, Şu'be b. el-Haccâc, Yahya b. Saîd el-Kattân, Abdurrahman b. Mehdî gibi
selef imamlarından ve onlardan sonraki hadîs âlimlerinden hiç birinin, az
evvel sözünü açıkladığımız zâtın iddia ettiği gibi isnâdlardaki işitme
vaziyetini araştırdığını bilmiyoruz. Bunlardan araştırma yapanlar, hadis râvilerinin,
kendilerinden rivayette bulundukları kimselerden işitmeleri vaki' olup
olmadığını sadece râvi hadiste tedlîs yapmakla ma'ruf ve bununla şöhret bulmuş
kimselerden olduğu zaman yapmışlardır. İşte o zaman bu gibi râvîlerden tedlîs
illeti bertaraf edilmesi için rivayetlerinde semâ' olup olmadığını, araştırır
soruştururlar. Ama kavlini hikâye ettiğimiz zâtın iddiasında ortada müdellis
yokken böyle bir şart arayan varsa biz bunu isimlerini söylediğim ve
söylemediğim hiç bir imamdan işitmedik.
İsimlerini söylemediğimiz
imamlardan biri Abdullah b.Yezîd el-Ensârî’dir. Bu zât Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem’i gördüğü halde Huzeyfe ile Ebu Mes'ud el-Ensârî radiyallahu
anhuma’dan rivayette bulunmuş ve bunların her birinden Nebî sallallahu aleyhi
ve sellem'e isnâd ettiği birer hadîs rivayet etmiştir. Halbu ki Abdullâh'ın bu
iki zâttan yaptığı rivayetinde onlardan işittiği zikredilmediği gibi biz de
rivayetlerin hiç birinde Abdullah b. Yezîd'in Huzeyfe ve Ebu Mes'ud'la hiç bir
hadîsi yüz yüze konuşttuğunu bilmiyoruz. Onları gördüğünden bahsedildiğini
dahi muayyen bir rivayette bulamadık. Bununla beraber ne geçmişlerden ne de
eriştiklerimizden hiç bir ehl-i ilmin Abdullah b. Yezîd'in Huzeyfe ile Ebu
Mes'ud'dan rivayet ettiği bu iki habere zayıftırlar diye ta'n ettiğini duymadık.
Bilâkis bu iki haber ve benzerleri görüştüğümüz hadîs uleması nazarında sahih
ve kuvvetli isnâdlardandır. Bu isnadlarla nakledilen hadîslerin isti'malini ve
bunların getirdiği sünnet ve eserlerle ihticâc etmeyi caiz görmektedirler.
Hâlbuki mezkûr isnadlar
biraz önce görüşünden bahsettiğimiz zâtın, iddiasına göre, râvînin rivayet
ettiği kimseden semâına tesadüf edilmedikçe boş ve mühmeldirler. Bu kailin
iddiasıa göre zayıf sayılan râvîler tarafından nakledilen fakat ulemaya göre sahîh
olan haberleri sayıp dökmeye kalkarsak onları sonuna kadar sayıp bitirmekten
âciz kalırız. Lâkin biz söylemediklerimize alâmet olmak üzere bunların yalnız
bir miktarını arz etmek istedik.”[13]
Bu nakle göre İmam
Muslim’in muan’an hadisin kabulünde şu üç şartı koştuğu ortaya çıkmıştır:
1- Muasarat.
(birbirinden rivayette bulunan ravilerin aynı dönemde yaşamış olmaları)
2- Mu’an’an
rivayette bulunan ravinin an’anesi reddedilecek olan müdellislerden olmaması
3- Ravinin
şeyhinden işitmediğine delalet eden bir karine bulunmaması.
İlk iki şart
açıktır, bunda ihtilaf veya kapalılık söz konusu değildir. Üçüncü şartta ise
açıklamayı gerektiren ihtilaf meydana gelmiştir.
İmam Muslim şöyle
demişti: “Ancak ortada bu râvînin
rivayette bulunduğu zâtla görüşmediğine yahut ondan bir şey işitmediğine apaçık
delâlet eden bir delil bulunursa o başka.” Burada iki ravi arasında muasarat
olsa dahi, işitmemeye apaçık bir delalet bulunması halinde ittisale hükmetmeye
mani bir durum söz konusu olmaktadır.
Peki, Muslim’in:
“işitmediğine apaçık delalet eden delil” ile kastettiği şey nedir? Şüphe yok
ki, ravinin kendisi muasırı olan şeyhinden işitmediğini belirtmiş olabilir veya
ikisinin bir beldede asla bir araya gelmediklerine, ikisinin arasında yazışma
veya icazet bulunmadığına dair haberler bulunabilir. Bunlar, rivayetin muttasıl
olmadığına en açık göstergelerdir. Böyle bir durumda Muslim ittisale
hükmetmemektedir. Yine İbn Ruşeyd es-Sebtî de aynı şeyi belirtmiştir.[14]
Hatta bu durumun
belirtilmesine bile gerek yoktur. Çünkü Muslim’in burada şart koştuğu ittisal
şartının yerine gelmediği kesindir. Muasaratın ve tedlis bulunmamasının şart
koşulmasından sonra tekrar bunu şart koşmanın da bir manası yoktur. Lakin
burada hadis ehli katında bahsedilen kesin deliller dışında bazı açık göstergeler
daha vardır. Mesela beldelerin uzaklığı veya araya vasıtanın girmiş olması
gibi, bizzat işitmemiş olmaya delalet eden karineler böyledir. Peki bu
karineler Muslim’in zikrettiği “apaçık bir delalet” kapsamına girmekte midir? Zahir olan bu kapsama girdiğidir. Zira
muasaratı zikrettikten sonra buna diğer bir şartı da ekliyor: işitmenin mümkün
olmasıdır. Yani lika ihtimalini uzaklaştıran karinelerin bulunmamasını şart
koşmaktadır!
Muslim’in Tatbikatında Karineleri Gözetmesi
İmam Muslim,
Sahih’inde el-Hasen el-Basrî’nin İmran b. Husayn radiyallahu anh’den
rivayetlerini tahric etmemiştir. Zira aralarında işitmenin gerçekleşmemiş
olmasından korkmuştur. Hâlbuki Hasen el-Basrî hicri 21 yılında doğmuş, İmran b.
Husayn radiyallahu anh ise hicri 52 veya 53 senesinde vefat etmiştir. Hasen,
İmran ile otuz seneden fazla bir süre aynı dönemde yaşamıştır. Her ikisi de
aynı beldede Basra’da on beş sene kadar yaşamışlardır. İmran b. Husayn
radiyallahu anh sahabenin fakihlerinden birisidir ve Ömer radiyallahu anh onu Basra’ya
insanlara ilim öğretmesi için göndermiştir. İmran b. Husayn radiyallahu anh
Hasen el-Basri’nin beldesinde ilim öğretmekle meşgul olmuş, emirlik veya
valilik gibi görevlerle bu işten uzaklaşmamıştır.
Bütün bunlara rağmen Hâkim,
el-Mustedrek’te, Hasen’in İmran radiyallahu anh’den rivayeti hakkında: “Hadisin
isnadı sahihtir. Uzun olduğundan dolayı Buhârî ve Muslim tahric etmemişlerdir.
Bana göre onlar irsal korkusundan dolayı bunu rivayet etmediler” demiştir.[15]
Başka bir yerde de
Buhârî ve Muslim’in gerekçelerini açıkça belirtir ve der ki: “Muhammed b.
İsmail ve Muslim b. Haccac bu isnadla tek kelime rivayet etmediler. O ikisi
Hasen’in İmran’dan işitmediğini zikrettiler. Fakat bana göre Hasen, İmran’dan
işitmiştir.”[16]
Uzun süre muasarat
olmasına rağmen İmam Muslim neden irsal’den korkmuştur? Bu durum, İmam
Muslim’in indinde, Hasen’in İmran’dan işitmediğine delalet eden karineleri
gözettiğini göstermektedir.
Nesâî, çokça mürsel rivayette bulunduğu için Hasen el-Basri’yi tedlis ile nitelemiş, İbn Hibban da Nesâî’ye tabi olmuştur. Halbuki tedlis başka, irsal başka bir şeydir. Mürsel rivayette bulunmak asla tedlis ile nitelemeyi gerektirmez. Dolayısıyla Muslim’in Hasen-İmran yoluyla yaptığı rivayetleri terk etmesini gerektirecek görünür bir illet yoktur. Zira Hasen el-Basri an’anesi reddedilecek müdellis değildir. Sonrakilerden bazıları, ilk olarak Hafız İbn Hacer’in ortaya attığı “irsalu hafi” ıstılahına dayanarak Hasen el-Basri’nin İmran’dan rivayetini zayıflatmaya teşebbüs etmektedirler. Bu ıstılahın tedlisten ayrı olarak ele alınması hatadır.
Nesâî, çokça mürsel rivayette bulunduğu için Hasen el-Basri’yi tedlis ile nitelemiş, İbn Hibban da Nesâî’ye tabi olmuştur. Halbuki tedlis başka, irsal başka bir şeydir. Mürsel rivayette bulunmak asla tedlis ile nitelemeyi gerektirmez. Dolayısıyla Muslim’in Hasen-İmran yoluyla yaptığı rivayetleri terk etmesini gerektirecek görünür bir illet yoktur. Zira Hasen el-Basri an’anesi reddedilecek müdellis değildir. Sonrakilerden bazıları, ilk olarak Hafız İbn Hacer’in ortaya attığı “irsalu hafi” ıstılahına dayanarak Hasen el-Basri’nin İmran’dan rivayetini zayıflatmaya teşebbüs etmektedirler. Bu ıstılahın tedlisten ayrı olarak ele alınması hatadır.
Muslim’in bahsi geçen
karineleri gözettiğini birçok âlimler de belirtmişlerdir. İbn Katan el-Fasi,
Beyanu’l-Vehm’de; lika veya sema’a dair tasrih bulunmayan muasır iki ravi
arasına vasıtaların girmesini işitmemeye delalet eden bir gösterge olarak
zikreder ve bunu bir inkıta olarak değerlendirir. Muhaddislerin metodunun bu
olduğunu zikreder ve İmam Muslim’in et-Temyiz kitabını, Darekutni’nin İlel’ini,
Tirmizî’yi, Buhârî’yi, Nesâî’yi, Bezzar’ı ve daha isimlerini sayamayacağımız
pek çoklarını kaynak gösterir.[17]
El-A’lâî,
Camiu’t-Tahsil’de âlimlerin muan’an hadis hakkındaki görüşlerini zikrederken
şöyle demiştir: “Dördüncü görüş: mücerret buluşma imkânı ile yetinilmesi. Ravi
tedlis ithamından berî ise ve an’ane ile rivayet ediyorsa, zaman ve mekân
bakımından buluşma imkânı varsa, buluştuklarına dair hiçbir haber gelmese dahi
hadis muttasıldır. Bu imam Muslim, Hâkim Ebu Abdillah, Kadı Ebu Bekr
el-Bakillani ve ashabımızdan İmam Ebu Berk es-Sayrafi’nin görüşüdür. Nitekim
Muslim rahimehullah bu görüşü hadis ehlinin genelinin görüşü olarak nitelemiştir.”[18]
Bu iki âlim, İmam
Muslim’in karineleri gözettiğini belirtmiş oluyorlar. İbn Katan, araya
vasıtaların girmesini karine olarak zikrederken, el-A’lâî iki ravinin
beldelerinin uzaklığını karine olarak zikretmiştir.
İbn Katan, bugün
elimizde büyük bir kısmı kayıp olan İmam Muslim’in et-Temyiz kitabının tam
metninden nakilde bulunarak bunu söylemektedir. El-A’laî ise Buhârî’nin
görüşünü destekleyenlerden olmakla beraber bu nakille Muslim’e insaflı
davranmış olmaktadır.
Bu gösteriyor ki,
Muslim’in karineleri gözetmeden yalnızca muasarat ile yetindiği söylenemez!
Muslim’in Sahih’inde
tahric ettiği rivayetlerde ravilerinin birbiriyle buluşmadıklarına hükmedilirse
bu istidlal, Buhârînin Muslim gibi olduğunu, zira onun da ravilerinin
birbiriyle görüşmediklerine hükmedilen isnadlar tahric ettiğini[19] göstermez
mi diye iddia edilebilir. Doğrusu şudur:
Buhârî ve Muslim
işitme veya işitmemenin karinelerini tam anlamıyla gözetmişlerdir. Onların
tahric ettikleri halde işitmemeye hükmedilen isnadlar ancak imamlar arasındaki
içtihat farklılığına dayalıdır. Bazı hadisler hakkında onlar hüccet getirirken
mutabaat ve şahide itibar ettikleri doğru olabilir.[20] Yine bu
manada illetini açıklamak için tahriç etmiş de olabilirler.
Bakın, İbn Receb, İmam
Muslim rahimehullah’a karineleri gözetmediğini iddia ederek nasıl zulmediyor:
“Muslim’in zikrettiğini şu husus reddeder: O, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’i gördüğü sabit olan herkesin rivayet ettiği hadisin muttasıl olduğuna
hükmetmeyi gerekli görmüştür. Hatta onlar buna daha layıktır. Çünkü onların
lika’ı sabit olmuştur. Muslim, sadece işitmenin mümkün olmasıyla yetinmiştir.
Yine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile muasır olan herkesin, - işittiği
sabit olmasa da buluşma imkânından dolayı - hadisinin ittisaline hükmetmeyi
gerekli görmüş, bunu Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den mürsel hadis olarak
görmemiştir. Bu ise hadis imamlarının icmaına aykırıdır.”[21]
İbn Receb, Muslim’in
işitmeme hususundaki karineleri gözetmediğini zannetmiş ve böylece ilzam etmeye
teşebbüs etmiştir. Muslim’in bu karineleri gözettiğine dair açık ifadeleri bu
zannı reddeden en kuvvetli delildir.
Muslim, Tabakat adlı
kitabında tabiin tabakasını şöyle zikreder: “Onlardan ilk zikredeceklerimiz
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında doğanlardır. Bunlardan bazının
ismini Nebî sallallahu aleyhi ve sellem koymuştur.”[22]
Muslim rahimehullah
burada açıkça ilan ediyor ki Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatı
döneminde doğan, ismini Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in koyduğu kimseler
olmasına rağmen bunlar tabiindir. Tabiinin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den
rivayet ettiği hadisi hiç kimse muttasıl olarak nitelememiştir.
Muslim rahimehullah,
muhadramlar (Cahiliyye dönemini gördükleri halde Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem ile görüşmemiş olanlar) hakkında ilk tasnifte bulunan kişidir ve
muhadramlar tabiinin en üst tabakasıdır. Bununla beraber Muslim onların Nebî
sallallahu aleyhi ve sellem ile karşılaşmadıklarına hükmetmiş ve şöyle
demiştir: “Cahiliyye dönemine yetiştikleri halde Nebî sallallahu aleyhi ve sellem
ile karşılaşmamış olan, lakin Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra sahabe
ile arkadaşlık yapmış olanlar”[23]
Bu ifadeler gösteriyor
ki Muslim, yalnızca muasarat ile yetinmemiştir! Yine Muslim’in muan’an hadis
hakkında koştuğu üç şartı daha önce zikretmiştik.
Buhârîye Nispet Edilen Metot İle Muslim’in Metodunun Farkı
Bazı ilim ehli;
“Buhârî lika veya sema’ın bilinmesini şart koşmuş, Muslim ise bunların
bilinmesini şart koşmamıştır” diye zikretmektedirler. Âlimlerin bu ifadeden
maksatları dinleyenler katında mevcut bulunan manaya göre özetleme yapmaktır.
Buhârî ve Muslim’in her ikisi de hakikatte işitmenin bilinmesini şart
koşmuşlardır. Çünkü bu, her ikisinin de ittifak ettikleri ittisal şartının
gereğidir. Ancak Buhârî’ye nispet edilen metod ile Muslim’in metodu arasındaki
fark, ittisal için şart oluşunda ittifak bulunan iştimenin bilinmesi şartında
değil, işitmeyi bilme vesilesinde ortaya çıkmaktadır. Buhârî’ye nispet edilen
metotta, açıkça işitmeye delalet eden bir delil bulunmadıkça işitme bilinmiş olmaz.
Muslim ise işitmeyi ancak daha önce geçen üç şart ile bilir.
Bu yüzden dikkat
edilirse Buhârî ve Muslim’in şartı olarak şöyle denilir: “Buhârî’ye nispet
edilen metotta, kendisinin katında lika veya sema’a delalet eden açık bir ifade
sabit olmalıdır. Muslim ise bunu açık tasrihi şart koşmaz. Bununla beraber her
ikisi de ancak lika veya sema ile meydana gelebilmesi düşünülebilecek olan
ittisali şart koşarlar.
Burada uyarıda
bulunmak gerekir ki, Muslim’in lika veya sema’ın bilinmesini şart koşmaması, ittisali
şart koşmaması anlamında değildir!
Es-Sem’âni’ye Nispet Edilen Şartın Hakikati
Ebu’l-Muzaffer
es-Sem’ânî (vefatı 489 hicri), Şafiiler ile Hanefiler arasında mürsel hadisin
hüccet olması hususunu zikreder; Hanefilerin Şafiilere karşı onların inkita ve
tedlis ihtimaline rağmen muan’an hadisi kabul etmelerini gerekçe
gösterdiklerinden bahseder. Es-Sem’ânî, Kavatiu’l-Edille’de şöyle cevap verir:
“Onların an’aneli rivayetin kabulüne dair söylediklerine gelince, deriz ki: biz
ancak mürsel olmadığını bildiğimiz veya zannı galibe göre mürsel olmadığına
hükmettiğimiz muan’an rivayeti kabul ediyoruz. Ravi “Haddesena fulan” veya
“semi’tu fulan” yahut “an fulanin” der ve kendisinden rivayette bulunduğu
kimseyle uzun süre sohbeti bulunabilir. Çünkü bu durum bunu ondan işittiğine
bir emaredir. Böyle olmayanların ise rivayetini kabul etmeyiz.”[24]
İlim ehlinden bir
topluluk, Ebu’l-Muzaffer es-Sem’ânî’nin öne sürdüğü bu gerekçeyi, yani muasarat
bir yana sadece lika ile de yetinmeyip uzun süre sohbet etme şartını, Buhârî’ye
nispet edilen şartında üzerinde bir şart olarak gerekçe göstermişlerdir.
Ancak es-Sem’ânî,
geçen bu sözünden daha sağlam bir söz daha söylemektedir. Geçen bu sözü işiten
kimse, es-Sem’an’inin muan’an hadise tedlis ile hükmettiğini zannedebilir.
Es-Sem’anî şöyle de diyor:
“Tedlis ile meşhur
olmayan ve tedlis ile bilinmeyen kimselere gelince, onun “an fulanin” diye
yaptığı rivayet kendisinden kabul edilir ve bu işitmeye hamledilir. Çünkü
insanlar kolaylaştırma talebiyle bunu yapmışlar, her hadis için “haddesena”
diyerek güçleştirmek istememişlerdir. Bu makamda devam edegelen örf bunun
işitmeyi tasrih manasında olmasıdır.”[25]
Sonra es-Sem’ani Hâkim’in;
tedlisten selamette olması halinde muan’an hadisin kabulüne dair sözünü
nakleder ve Hâkimin sözünün gereğinin bu konuda icma nakli demek olduğunu ifade
eder.
Burada görüldüğü gibi
es-Sem’anî ravinin müdellis olmaması halinde onun muan’an rivayetini kayıtsız
ve şartsız olarak kabul etmektedir.
Böylece şu durum
ortaya çıkmaktadır: es-Sem’ânî, mu’an’an hadisin kabulünde uzun süre sohbet
şartı zikrederken, müdellis olan ravilerin an’anelerini de dahil ederek bunu
öne sürmüş olmalıdır. Zira an’aneli rivayetin kabulü için ravinin müdellis
olmaması şartını zikretmektedir. Böylece muan’an rivayetin kabulü için uzun süre
sohbet şartını, müdellis olan ravi hakkında koşmaktadır.
Buradan bir mesele
daha aydınlığa kavuşuyor: Bazıları es-Sem’âni’nin zikrettiği bu şartı teşeddüd,
Muslim’in muasarat şartını gevşeklik, Buhârî’ye nispet ettikleri şartı ise
ikisi arasında orta yol gibi lanse ediyorlar.[26] Bütün
bunlar çürük vehimlere dayanmaktadır!
Buhârî’ye Nispet Edilen Şart Hakkında Bilinmesi Gereken Hususlar
1- İbn Receb, İmam
Şafii’nin er-Risale’sini şerh eden İmam Ebu Bekr es-Sayrafi’den (vefatı 330
hicri) işitmenin bilinmesini şart koştuğunu nakletmiştir.[27] Fakat
başkaları bunun aksini nakletmişlerdir. El-A’lâi ve İbn Ruşeyd, her ikisi de
es-Sayrafi’nin Muslim’in metodu üzere olduğunu naklederler.[28] Nitekim
ez-Zerkeşî, Bahru’l-Muhit’te, es-Sayrafi’den Muslim’in metodunu destekleyen
sözlerini uzunca nakletmiştir.[29]
2- Hiçkimse şu hususta
ihtilaf etmez: Buhârî kendisine nispet edilen; lika ve sema’a delalet eden
ifade bulunması şartını ne sahihinde, ne de sahihinin dışında hiçbir yerde
tasrih etmemiştir.
Buhârî’nin Sahih’i
İmam Buhârî’ye nispet edilen bu şart için bir delil ifade etmemektedir. Zira
Buhârî böyle bir şartın tahakkukunu gözetmemiştir. Kendisine göre sika olan
nice ravi vardır ki kitabını şaibelerden uzak tutmak için ondan hadis tahric
etmemiştir. Onun böyle bir raviden rivayet tahric etmekten kaçınması o raviyi
zayıf gördüğünü göstermez. Yine aynı şekilde, muasırından an’ane ile rivayette
bulunan fakat onunla karşılaştığına dair ifade bulunmayan birinden rivayeti
tahric etmemesi de, Buhârî’nin likanın bilinmesini şart koştuğu anlamına
gelmez.
Buhârî’ye nispet
edilen bu şart sıhhatin aslı için değil, Camiu’s-Sahih’te gözettiği kemal
şartıdır diyenlerin de bir delili yoktur. Bilakis delil, bu görüşü
çürütmektedir. Buhârî hiçbir yerde böyle bir şey söylememiştir. Âlimler Buhârî’nin
sahihindeki bazı hadislerde sema’ (işitme) gerçekleşmediği gerekçesiyle
eleştirmişler, böyle bir şartın varlığına itibar etmemişlerdir. Aksi halde
insanlar, “bilen, bilmeyene karşı hüccettir” kaidesini biliyorlardı. Neden
illetlendirmelerinde buna dayanmadılar?
3- Buhârî bizzat,
Sahih’inde likanın bilinmesi şartının gerçekleşmesini gözetmemiştir.
Başkalarından önce, bizzat Buhârî’ye göre aralarında lika bilinmemesine rağmen
böyle ravilerin hadisini Buhârî Sahih’inde tahriç etmiştir.[30]
4- Bu şartı Buhârî’ye
ve Ali b. el-Medini’ye ilk nispet eden kişi hicri 544 yılında vefat eden Kadı
Iyad’dır ve bunu İkmalu’l-Mu’lim kitabında iddia etmiştir. Hicri 721 yılında
vefat eden İbn Ruşeyd ise kitabını sırf bu meseleye tahsis etmiştir.
Kadı Iyad, Buhârî’ye
bu şartı nispet ederken bir delil zikretmemiş ve delile benzeyen herhangi bir
işarette de bulunmamıştır. Bu nispet gayet muhtasardır, delili, gerekçesi ve
açıklaması yoktur. Kadı Iyad, Muslim’in mukaddimesine şerhinde muan’an hadis
hakkında şöyle demiştir: “Muslim’in reddettiği görüş, bu ilmin imamları olan
Ali b. el-Medini, Buhârî ve daha başkalarının üzerinde oldukları görüştür.”[31]
Bundan sonra alimler
iki kısma ayrılmışlardır. Bir kısmı bu şartın kabulünde sırf taklide
dayanmışlar, bunun aslî delilini araştırmamışlardır. Lakin onlar Muslim’i bu
şarta muhalefet etmekle nitelemişlerdir. Muslim’in celaletini ve Sahih’inin
konumunu takdir edenler ise Buhârî’ye nispet edilen bu lika şartının kemal
şartı olduğunu söylemişlerdir. Yine bu sözlerinin de bir delile dayanmadığını,
bilakis delile ters düştüğünü unutmuşlardır! Muslim’in mukaddimesinde, bunu
kemal şartı değil, sıhhat şartı olarak öne süreni reddettiğini
hatırlamamışlardır! Hatta Buhârî’ye nispet edilen bu şartı kendisinin
Sahih’inde değil, başka eserlerinde gözettiğinin iddia edilediğini
görmemişlerdir. Nispet edilen bu şart Buhârî’nin Sahih’inde değilse, nerededir?
İbn Kesir ve Bulkinî
ile onlara tabi olan Ebu Gudde ve el-Elbani bu âlimlerdendir.
Diğer kısım âlimler
ise Kadı Iyaz’ın bu şartı Buhârî’ye nispet etmesini taklid etmişler, delile
gerek duymamışlardır. Lakin onlar zanlarına göre bu şartı tatbike dair
araştırma yapmışlar, ya İbn Ruşeyd ve İbn Receb’in yaptıkları gibi Buhârî’ye
nispet edilen bu metodu, Muslim’in metoduna tercih etmişler, ya da Hafız İbn
Hacer’in Nuket’inde yaptığı gibi, Buhârî’nin Sahih’inde gözettiği şartın sıhhat
değil kemal şartı olduğunu söyleyenleri reddetmişlerdir.
Bu grup âlimlerin
başında İbn Ruşeyd, İbn Receb ve İbn Hacer gelmektedir. Onları Halid ed-Dureys
desteklemiştir.
Sonuçlar:
1- Bu âlimlerin her
iki kesimi de bu şartın Buhârî’ye nispetini ispat etmemişlerdir. Çünkü Kadı
Iyad’ı taklid dışında özel bir çaba sarf etmemişlerdir. Bundan sonra da bu
meselede hata edenlerin çokluğu garip görülmemelidir. Çünkü bahsedilen bu çoğunluk,
içtihat etmedikçe ve delil üzerinde düşünmedikçe alışageldiklleri metodun
dışında bir görüş kabul etmemişlerdir.
2- Buhârî’ye nispet
edilen bu görüş ile istidlal eden âlimler, bu nispetin sıhhatini tahkik
etmemişlerdir. Onların istidlali ancak Buhârî’nin metodunun Muslim’in metoduna
tercih edilmesi üzerinedir. Bu mesele ile ilgili en büyük zaaf noktası da
burasıdır. Bu durum derin ve büyük bir hataya sebep olmuştur.
3- Bu iddialarına
delil getirmek isterken Sahihu’l-Buhârî’ye sığınamayan ve oradan delil
çıkaramayan âlimler, Buhârî’nin Tarihu’l-Kebir, Tarihu’l-Evsat, Kıraatu
Halfe’l-İmam gibi diğer eserlerine gitmişlerdir. Asıl meselede söz konusu
edilen kitap Sahihu’l-Buhârî olmasına rağmen bunu yapmışlardır! Hem de bunu
yapanlar, Sahihu’l-Buhârî hakkında geniş bilgi sahibi olan, her ikisinin de ona
Fethu’l-Bari adıyla birer şerhi bulunan; İbn Receb ile İbn Hacer’dir! Burası
iyi düşünülmelidir; onlar neden böyle yaptılar? Bu sorunun cevabında iki tuhaf
ihtimale ulaşılır: Onlar ya bir delil bulamadılar, ya da daha önce açıklandığı
gibi buradan delil olmaya elverişli bir şey çıkmayacağını biliyorlardı! Bu iki
cevaptan hangisini kabul edersen et, inşaallah bu durum sana bu meselede hak
olanı bilmende sana yardımcı olacaktır!
Evet, taklid, tarihi
bir hatayı beraberinde getirmiştir!
Şu sorunun sorulması
gerekir: Âlimler Buhârî’ye yapılan bu nispetin, kendilerine göre doğruluğunu
gösteren hiçbir şey zikretmemişler midir? Eğer soru buysa cevap; evet,
zanlarına göre delil zikretmişlerdir. Lakin onların şüphelerini zikretmeden
önce, bunun delil getirilmeyecek bir şey olması bu görüşün zayıf oluşuna
yeterlidir. Öyleyse delil nedir? Nasıl olmalıdır? Bu delil özetle bazı
hadislerin rivayetinde işitme veya likanın bilinmesinin nefyi ile illetlendirme
şeklinde olmalıdır. Mesela Buhârî’nin veya başkalarının; “Falan’ın filan’dan
işittiği bilinmiyor” yahut “falanın filandan işittiğine dair ifade bulamadım”,
ya da “falandan işittiği zikredilmemiştir” şeklindeki ibareleri gibi.
Bu şekilde delil
getirmenin açısı şudur: işitmenin bilinmesinin nefyi, işitmenin bilinmesi
şartına delalet eder. Aksi halde bu şekilde illet sunmanın bir manası olmaz.
Âlimlerin
zikrettikleri yegâne gerekçe budur. Daha önce geçtiği gibi, meselemizin aslı
bunun üzerine değildir. Onlar, zikredilen şartın Buhârî’ye ve ondan başka ilim
ehline nispetinin doğruluğuna bunu gerekçe göstermişlerdir. Bu nispetin tashihi
için bildiğim ilim ehlinden hiç kimsenin bundan başka bir gerekçesi yoktur.
Şayet Buhârî’ye bu sıhhat için bunu şart
koştuğu nispeti bu gerekçeden dolayı sahih olsaydı, Sahih’inde bunu uygulaması
gerekirdi. Eğer bunu uygulamamışsa delil olarak zikredilen bu gerekçe de bâtıl
demektir.
Bu yüzden öne sürülen
bu delilin değerlendirmesini yapmak önemlidir. Buhârî ve başkalarının bir
hadisi işitmenin bilinmemesi sebebiyle illetlendirmesi, onların işitmenin
bilinmesini şart koştuklarına delil getirilmiştir. Delil olma yönü; şayet
onların: “Falanın filandan işittiğini bilmiyorum” şeklindeki sözleri; işitmenin
bilinmemesiyle illetlendirme oluyorsa, işitmenin bilinmemesi tek başına
illettir. Peki, bu doğru mudur?
Ayrıntılı cevap
delilleriyle daha önce geçmişti. Hadis imamlarının; muasır raviler arasında
işitmenin bilinmemesi ile inkita ve irsal hususundaki hükümleriyle ilgili
olarak uzmanlara gizli kalmayan bir hususu zikretmek yeterli olacaktır. Bu
hükümlerin her biri ayrı ele alınır ve müstakil eserler de yazılmıştır. Mesela
İbn Ebi Hatim’in; “el-Merasil”, el-A’lai’nin “Camiu’t-Tahsil”, Ebu Zur’a
el-Iraki’nin “Tuhfetu’t-Tahsil” kitapları gibi.
İşitmeme ve inkıtaya
dair bu hükümlere bakan kimse bu ifadelerin zahirinde işitmenin
gerçekleşmediğinin kesin olarak belirtildiğini; bu hususta rivayet eden ravi
ile şeyhi arasında söz konusu olan karinelere dayanıldığını görür. Çok nadir
istisnalar dışında bu hüküm, sırf işitmediğine hükmedilen ravinin haberine
dayanılarak verilmemiştir. Bu hususta uzman olan kimseler şüphe etmez.
Ayrıntılı olarak verilecek örneklerden sonra da bunları gören hiç kimse şüphe
etmez.
İşitmenin
gerçekleşmediğini gösteren karinelerin bulunması, bu işitmenin
gerçekleşmediğini ifade eder. Nitekim karineler bu sınıra ulaşmamış da olabilir
ve işitmenin gerçekleşmediğine dair zann-ı galip ifade eder. Eğer işitmenin
gerçekleşmediğini gösteren karineler kesin olarak işitmemeyi ifade eden sınıra
ulaşmamışsa, ravinin işittiğini açıkça belirttiği sabit olmuşsa, açık ifadenin,
karinelere tercih edilmesi asıldır. Çünkü bu, delaleti kesin olanın, delaleti
zanni olana takdim edilmesidir. Bu durumda da asıl, işitmeye hükmetmek olur ve
işitmeme zannı ifade eden karinelere bakılmaz.
Lakin işitmeye delalet
eden ifade bulunmazsa, işitmenin gerçekleşmediğine dair zannı galip ifade eden
karineler ile amel edilir. Buradan anlaşılıyor ki, işitmeye delalet eden veya
işitmemeye delalet eden açık ifadenin bilinmesi, karinelerin uygulanmasına dair
kaidelerin uygulanıp uygulanmamasıyla ilgilidir. Bu yüzden işitmeye açıkça
delil bulunmadığının belirtmesi, bunun muhtemel olduğunu gösteren karinelerin
varlığı halinde işitmeye delalet eder. Neticeye ulaşmak için bu mukaddimeler
tamamlanır. İşitmenin bilinmemesinin zikredilerek illetlendirme yapılmasının
birinci sebebi budur. Bu ravinin, şeyhinden işittiğini gösteren bir ifadede
bulunmadığını duyurmadır. Genellikle bu duyurmanın işitmemeye delalet eden
karinelere şahitlik etmekten başka bir faydası olmaz.
İmamların işitmemeye dair hükümleri, nadir
bazı istisnalar dışında genel olarak karinelerin mülahazası içindir. Falanın
filandan bizzat işitmediği hakkında kesin bir bilgiden dolayı değildir. Durum
böyle olduğu sürece karineler tek başına kesin olak karşılaşmamış olmayı ifade
etmez. İmamlar, tabirde dikkat gereği olarak işitme hususundaki şüpheleri
değerlendirmiş ve işitmemiş olmayı tercih etmişler, bu konuda kesinlik ifade
eden ibare kullanmamışlardır. Mesela: “Falanın filandan işitip işitmediğini
bilmiyorum” demişlerdir.[32] Bu
ibarelerdeki maksat; işitmenin gerçekleşmediğini gösteren karinelerin
bulunduğunu açıklamaktır. Bununla beraber işitmenin tasrih edilmesi halinde bu
karineler savunulmamaktadır.
Önceki ve sonraki
âlimler bu şekilde ibareler kullanmaya devam etmişlerdir. İşitmenin
nefyedilmesine dair net ifadeler ise: “Falan, filandan işitmemiştir” veya
“falanın filandan rivayeti munkatıdır” veya “mürseldir” şeklindeki kesinlik
belirten ifadelerdir.
Eğer “falanın filandan
işittiğini bilmiyorum” sözü ile “falan filandan işitmemiştir” sözü aynı
seviyede olsaydı bu, işitmemiş olmaya delalet eden karinelerden dolayı
işitmemiş olmanın tercih edilmesi demek olurdu. O halde işitmenin bilinmemesini
bunun bilinmesini şart koşmak olarak delil getirmenin açısı açıklanmalıdır!
Böyle bir açı yoktur!
Buhârî’ye Nispet Edilen Şartın Sahih Olmadığını Gösteren Örnekler
1- Suleyman b. Burayde
hakkında Buhârî Tarihu’l-Kebir’de şöyle demiştir: “Suleyman’ın babasından
işittiği zikredilmemiştir.”[33]
Bizzat Buhârî,
Suleyman’ın babasıyla uzun süre aynı dönemde yaşadığını zikretmiştir. Bununla beraber
Buhârî, Suleyman’ın babasından an’ane ile yaptğı rivayeti, işitmeyi bilmemesi
sebebiyle reddetmemiştir. Üstelik onun babasından işittiğini tasrih ettiği sadece
bir tek hadis vardır. O halde Buhârî’nin: “Suleyman’ın babasından işittiği
zikredilmemiştir” demesinin manası nedir?
Bunun manası sırf
babasından işittiğinin zikredilmediğini beyandan ibarettir. Bu isnadın muttasıl
olmamasıyla illetlendirmek veya bu konuda duraklamak demek değildir. Zira Buhârî
Suleyman’ın babasından an’aneli rivayet ettiği hadisi hasen olarak
değerlendirmiştir. Nitekim Tirmizî, el-İlel’de şöyle demiştir: “Muhammed (yani Buhârî)
dedi ki: “Namaz vakitleri konusundaki hadislerin en sahihi Cabir b. Abdillah
hadisi ile Ebu Musa hadisidir. Sufyan es-Sevri an Alkame b. Mersed an İbn
Burayde an babası yoluyla vakitler hususunda gelen hadis hasendir.” Bunu ancak
Sevri’nin rivayeti ile biliyordu.”[34]
Suleyman b. Burayde’nin
bu hadisi Buhârî’ye göre en sahih hadislerdendir.[35]
2- Abdullah b. Burayde’nin
babasından rivayeti hakkında Buhârî şöyle demiştir: “Abdullah b. Burayde b.
el-Husayb el-Eslemi: Merv kadısıdır. Babasından rivayet etmiştir. Semura ve
İmran b. Husayn’dan işitmiştir.”[36]
İmam Buhârî, Abdullah
b. Burayde’nin babasından an’ane ile rivayet etmesine işaret etmektedir. Zira Buhârî,
Abdullah’ın babasından işittiğine dair ispata vakıf olamamıştır. Buna rağmen Buhârî,
sahihinde Abdullah b. Burayde’nin babasından an’ane ile yaptığı iki hadisi
tahric etmiştir.[37]
Bu rivayetlerde ikisinin karşılaştıklarına veya işitmeye delalet eden bir ispat
yoktur.
Burada Halid ed-Durays’ın,
Buhârî’ye nispet edilen şartı desteklediği “Mevkifu’l-İmameyn” adlı kitabında
zikrettiği şeyi nakledelim: “Daha önce Buhârî’nin hal tercemesini verdiği
ravinin şeyhinden yaptığı rivayet hakkında “falandan işitmiştir” tabiri yerine “falandan
rivayet etmiştir” lafzını kullanması, Buhârî’ye göre o ravinin şeyhinden
işittiğinin sabit olmaması sebebiyle olduğunu zikretmiştim. Aksi halde elbette “an”
lafzı yerine “semia” lafzını kullanırdı.”
Denilir ki: “Buhari’nin
bu iki hadisi sahih saymasında dayanağı nedir? Buhârî’nin Abdullah b. Burayde’nin
babasından işitmesi sabit olmamasına rağmen Buhârî’nin bu iki hadisi tahric
ettiği ortadadır.” Sonra ed-Durays, kendi görüşüne göre şöyle diyor: “Buhârî’ye
göre Abdullah’ın babasından işitme ihtimali, işitmeme ihtimalinden daha
kuvvetli olabilir…”[38] İşte
böyle diyor ve ilk ihtimal ile yetiniyor.
Biz de deriz ki: Buhârî
bunu Sahih’inde tahric etmekle sahih saymadı mı? Onun bu ihtimale dayandığını
kim söylüyor? Peki, bu hadislerdeki bu dayanağına diğer hadislerde de dayanmış
olduğunu neden söylemeyelim? İşte Hâkim şöyle diyor: “Buhârî ve Muslim, her
ikisi de Abdullah b. Buraydenin babasından rivayetiyle ihticac etmişlerdir.”[39]
Darekutni, Abdullah b.
Bureyde’yi Buhârî’nin itibar olarak veya makrûn olarak rivayette bulunduğu
kimseler arasında değil de, Buhârî’nin hüccet getirerek tahricde bulunduğu
kimseler arasında zikretmiştir.[40]
Hafız İbn Hacer, Buhârî’nin
bu ravi ile mutabaat ve şahit olarak tahricde bulunduğunu iddia etmiyor da, Buhârî
için mazeret zikrederek: “Buhârî onun babasından rivayetini sadece bir hadiste
tahric etmiştir” diyor![41] Hâlbuki
onun bu yolla sadece bir hadis tahric ettiğini söylemesi de şaibelidir. Çünkü daha
önce geçtiği gibi Buhârî bu tarikle iki hadis tahric etmiştir. Her halukarda
Hafız İbn Hacer, Abdullah’ın babasından işittiğinin bilinmediğini itiraf
etmekte, Buhârî’nin bu hadisleri tahric etmekten dolayı mazur olduğunu
söylemektedir. Sanki şöyle demek istiyor: “Buhârî bunu tahric ederek sadece
bir hadiste hata etmiştir”!!!
Böylece Buhârî’nin: “Falanın
filandan işittiğini bilmiyorum” sözüyle illetlendirmeyi kastetmediği, bilakis
haber vermeyi kasttetiği ortaya çıkıyor! İşitmenin bilinmediği her haber için Buhârî’nin
bunun bilinmesini şart koştuğu iddiası nerede kalıyor?
Onlar, Buhârî’nin
likanın bilinmediği hadisleri illetli bulduğu gerekçesiyle likanın bilinmesini
şart koştuğunu söylüyorlar. Deriz ki; o halde Muslim de likanın bilinmesini
şart koşmaktadır! Eğer onlar Buhârî’nin illetlendirdiği hadislerden yola
çıkarak likanın bilinmesini şart koştuğuna tutunurlarsa, aynı şekilde Muslim’in
de bunu şart koştuğu sonucuna varmaları gerekir. Çünkü Muslim de aynı şekilde
likanın bilinmemesiyle illetlendirme yapmıştır.
Örnek: Muslim
et-Temyiz adlı kitabında Muhammed b. Ali b. Abdillah b. el-Abbas’ın dedesi
Abdullah b. el-Abbas radiyallahu anhuma’dan rivayeti hakkında: “Onun İbn Abbas’tan
işittiği, karşılaştığı veya gördüğü bilinmemektedir” der.[42]
Muasarattan dolayı kuvvetli
ihtimal bulunmasına rağmen Muslim işitmenin bilinmemesi ile illetlendirmiştir.
Bu yüzden Muslim, muasarat olmamasına dayanarak işitmenin gerçekleşmediğini
kesin olarak ifade etmeye sığınmamış, ancak işitmenin bilinmemesini illet
olarak zikretmiştir. Daha önce geçtiği gibi bu, işitmemeyi tercihi ifade eden
bir ibaredir.
Muhammed b. Ali’nin
dedesiyle muasır olma ihtimalinin şahidi, İbn Hibban’ın Muhammed b. Ali’yi
tabiin tabasında zikredip, dedesi İbn Abbas dışında bir sahabeden rivayeti olduğunu
zikretmemesidir.[43]
Yine Şeyh Ahmed Muhammed Şakir, Muhammed b. Ali’den rivayet edenlerin
tabakasını delil getirerek, onun dedesinden işitmesinin sıhhatine meyletmiştir.[44]
Peki muasarat gerçekleşmiş
olmasına rağmen Muslim’in böyle bir rivayeti kabul etmekten tevakkuf etmesinin
sebebi nedir? Cevabı İbnu’l-Katan el-Fasi Beyanu’l-Vehm ve’l-İham kitabında;
Muhammed b. Ali’nin dedesi İbn Abbas radiyallahu anhuma’dan işitmesi
hususundaki tereddüdü olarak açlıklıyor. Çünkü rivayetlerinden birinde ikisinin
arasına bir vasıta girmiştir.[45]
Böylece bu durum, Muslim’in
dede ile torun arasındaki vasıtalara dikkat ettiğini, sonra işitmenin
zikredilmemesi sebebiyle galip zannına göre hareket ettiğini göstermektedir. Bunun
birçok örnekleri zikredilebilir.
İşitmenin
bilinmemesinin zikredilmesi, sıhhat için işitmenin bilinmesini şart koşmak
anlamına gelmemektedir.
Muasırın An’aneli Rivayeti Hakkında Özet
İmam Muslim
rahimehullah mudellis olmayan ravinin muasırından an’ane ile yaptığı rivayeti
muttasıl kabul etmiştir. Bu konuda onun isabetli olduğunu gösteren deliller
vardır.
Hadis imamlarının
muasırlar arasında işitmeyi açıkça belirtmeyi şart olarak görmemeleri bu konuda
icma delilidir.
Bu icmayı Muslim,
Sahih’inin mukaddimesinde nakletmiştir.
Buhârî, Ali b.
el-Medini ve daha başka muhaddislere “işitmenin bilinmesini şart koştukları”
nispetini yapanlar bu iddialarına hiçbir delil getirememişlerdir. Delilsiz
iddia bâtıldır. Dolayısıyla Muslim’in zikrettiği icma geçerliliğini
sürdürmektedir.
Üstelik, Muslim,
hocası ez-Zuhelî’nin karşı çıkmasına rağmen ondan ayrılarak Buhârî’nin yanında
ilim talebine devam etmiştir. Sahih’inin mukaddimesinde cehalet, sapma, icmaya
muhalefet ve bid’at çıkarma ile suçladığı aksi görüşün Buhârî ve Ali b.
el-Medini gibi imamlara ait olduğunu iddia etmek hakikatten uzaktır.
Muslim Sahih’ini,
mukaddimesinde zikrettiği bu icma nakli ile birlikte Ebu Zur’a’ya ve İbn Vâre’ye
arz etmiş, Ebu Zur’a’nın yaptığı tashihlere riayet etmiştir. Asrındaki hafızlar
Muslim’e zikrettiği bu icmadan dolayı itiraz
etmedikleri gibi, Kadı Iyaz gelinceye kadar da hiç kimse Muslim’in bu husustaki
icma nakline itiraz etmemişlerdir.
Meselenin
ayrıntılarına gelince:
1- “an” lafzı
muhaddislerin örfünde ittisale delalet etmektedir. An’ane’nin ittisale delalet
etmediğini söyleyen kimsenin; iki ravi arasında işitme sabit olsun ya da olmasın
mutlak olarak an’aneyi kabul etmemesi gerekir.
“an” lafzının örfen
ittisale delalet etmesine gelince; şayet bu lafız ittisale delalet etmeseydi, âlimler,
kendilerinde tedlisin galip olduğu, az sayıdaki raviler hakkında istisnada
bulunup, müdellis ravilerin “an” lafzıyla yaptıkları rivayetlerin ittisale
delalet etmediğini söylemezlerdi. Âlimler, yalnızca müdellis ravilerin an’ane
ile yaptıkları rivayetleri eleştirmişler, onların ancak işittiklerine delalet
eden lafızla rivayette bulunmaları halinde rivayetlerini kabul etmişlerdir.
Âlimlerin “an”
lafzının ittisale delalet ettiğine dair sözleri çoktur. Bu konuda araştırma
yapan herkes bunu görür.
Muasır olan
ravilerin an’aneli rivayetlerinde bunların birbirinden işitmediğini gösteren
bir delil veya karine bulunmuyorsa, bunların likâ (karşılaşmış olma) ihtimali
uzak değildir.
2- Muasırından
rivayette bulunan ravi, onunla karşılaşmadığını düşündüren bir siga kullanırsa
bu bir tedlistir. Bunu çokça yapan kimde de müdellistir.
İrsalu Hafî Istılahının Çıkışının Hata Oluşu
Ahmed b. Hanbel,
Yahya b. Main ve Buhari’den İbn Adiy, İbn Hibban, Hâkim, Hatib, İbnu’s-Salah,
Nevevi, Bulkini ve İbn Mulakkine kadar, hatta Suyuti’ye kadar hadis imamlarının
geneli, kendisiyle karşılaşmadığı bir muasırından rivayette bulunan ravinin bu
rivayetinin tedlis olduğunu kararlaştırmışlardır. Ta ki İbn Ruşeyd gelmiş ve
bunu bir tedlis saymamıştır.
Sonra Hafız İbn
Hacer gelmiş ve bunun tedlis olduğunu delilleriyle açıklamış, ravinin
kendisinden işittiği muasırından yaptığı rivayetin; tedlis olduğunu, ravinin
kendisinden işitmediği muasırından yaptığı rivayetin ise irsalu hafî olduğunu
belirterek bunların arasını ayırmıştır.
Gerek İbn Ruşeyd,
gerekse Hafız İbn Hacer, imamların geneline muhalefet ederek hata etmişlerdir.
Ravinin, kendisiyle
karşılaşmadığı muasırından rivayeti bir tedlistir. İmam Muslim’in metodu ise;
an’ane ile rivayette bulunan ravinin müdellis olmaması şartıdır. Bu şekilde
müdellis olmayan bir ravinin, muasırından an’ane ile rivayet ettiğinde onunla
karşılaşmadan rivayette bulunmuş olduğu ihtimalini öne sürmek sahih değildir.
Çünkü böyle bir rivayet tedlistir. Müdellis olmayan bir ravide asıl olan ise
onun tedlis yapmamış olmasıdır.
İmam Buhari’nin
metoduna tabi olan Hafız İbn Hacer gibi bazı âlimlerin problemi onların;
ravinin kendisiyle karşılaşmadığı muasırından yaptığı rivayeti “tedlis” diye
isimlendirmemeleridir. Onların bu tutumlarından dolayı İmam Muslim’in,
hasımlarını; “mutlak olarak an’aneli rivayeti kabul etmemeniz gerekir” diye
ilzam etmesi icab eder.
Hafız İbn Hacer,
İmam Muslim hakkında şöyle diyor: “Onun ilzamı bağlayıcı değildir. Çünkü
ravinin bir defa karşılaşmış olması sabit olursa, onun rivayeti işitmeme
ihtimali taşımaz. Çünkü bunu yapan (işitmediği halde rivayet eden) müdellis
olur. Bahis konusu olan mesele ise müdellis olmayan kimse hakkındadır.”[46]
Burada Hafız İbn
Hacer’e şöyle denilir: “Bağlayıcı olmayan şey asıl senin irsalu hafi ile tedlis
arasında yaptığın ayrımdan dolayı Muslim’i ilzam etmen ve ravinin kendisiyle
karşılaşmadığı muasırından yaptığı rivayete tedlis diyen muhaddislerin
cumhuruna muhalefet ederek, bu durumu tedlis tanımının dışına çıkarmandır.”
Çünkü İmam Muslim,
şu sözüyle Hafız İbn Hacer’in sözünü reddetmiş oluyor: “Karşılaştığı sabit olan
kimseden rivayette bunu ondan işitmediği ihtimali söz konusu edilmez. Çünkü bu
ravi müdellis değildir. Aynı şekilde muasırından rivayette bulunan ravinin de
ondan işitmediği ihtimali öne sürülemez. Çünkü yine bu ravi müdellis değildir.
Tedlis ismi, ravinin işittiği kimseden işitmediği bir rivayeti nakletmesi ile
ravinin muasırı olup da karşılaşmadığı kimseden rivayetini kapsamaktadır.
Tedlisin bulunmaması şartı, her iki ihtimali de ortadan kaldırmaktadır.
İmam Muslim,
muhaliflerine karşı getirdiği gerekçelerine Hişam’ın Urve’den, onun da
babasından an’ane ile rivayetini misal vermiştir. Hişam b. Urve’nin babasından
işittiği meşhurdur. Hatta babası Urve’den rivayette bulunanların en meşhuru
O’dur. Muslim rahimehullah, Hişam b. Urve’nin babasından rivayet ettiği bir
hadisi zikretmiş ve Hişam, bu hadisi babasından doğrudan değil de, başka birisi
yoluyla rivayet ettiği için tedlis yaptığını söylemiştir. Muslim bu hadis ve
benzerlerini delil getirmiştir. Çünkü Hişam b. Urve’nin babasından rivayetinde
bu duruma düşülmüştür. Bununla beraber âlimler Hişam’ın babasından an’ane ile
yaptığı rivayeti kabul konusunda tereddüt göstermemişler, hatta bilakis bu
nüshayı en sahih isnadlardan saymışlardır. Hişam’ın babasından rivayetinden
böyle bir duruma düşmesi gerçekten çok azdır. Bu, icma ile (hatta İbn Hacer’e
göre dahi) bir tedlis olsa da, Hişam b. Urve’nin babasından rivayetinde nadiren
düştüğü bu durum, onun an’aneli rivayetini reddetmeyi gerektirmemiştir. Çünkü
hüküm genel duruma göredir. Hişam’ın an’aneli rivayetlerinde genel durum ise
onun işitmesi ve rivayetin ittisalidir.
Kendisinden
işittiği kimseden, işitmediği bir rivayeti az sayıda yapan kimse, bu yüzden
müdellis ismini hak etmiyorsa, yani an’aneli rivayetinin reddedilmesi
gerekmiyorsa, muasırı olup da karşılaşmadığı kimseden az sayıda rivayet eden
kimsenin an’anesi de tedlis gerekçesiyle reddedilecek şekilde nitelenemez.
Bu durum, rivayette
bulunduğu kimse yönünden az sayıda tedlis yapanla aynı hükümde olduğuna göre,
işittiği kimseden işitmediği bir rivayette bulunanın tedlis yapmış olduğu veya
karşılaşmadığı muasırından rivayeti, neden karşılaşmadığı muasırından rivayette
bulunduğu için muasırından rivayet ettiği hiç sabit olmayan kimseyle aynı
hükümde olsun?
İmam Muslim
rahimehullah’ın hasmını reddettiği bu misalin açısı şudur: Muslim’in hasmı,
ravinin müdellis olmaması şartını ittisal için yeterli bir şart olarak
görmemektedir. Çünkü ravinin, karşılaşmadığı muasırından rivayeti tedlistir.
Müslim’in hasmı bu türden rivayetleri tedlis yapmış olsa dahi, an’anesi
reddedilmeyen ravilerden pekçoğunda da görebilir. Geriye bunların
rivayetlerinde; ravinin karşılaşmadığı muasırından rivayet etmiş olma ihtimali
kalmaktadır.
Muslim bu duruma, Hişam b. Urve örneğiyle
cevap vermiştir. Yine kendilerinden işittikleri halde işitmedikleri
rivayetlerde bulunan ravilerden bir topluluk da bu durumdadır ve onların
an’aneleri bu sebeple reddedilmemiştir. Bu durumda hasım, işittiği bilinmedikçe
mutlak olarak bütün an’aneli rivayetleri reddetmek zorunda kalır.
Hâlbuki hadis
imamları tedlis suretindeki her an’aneyi reddetmemişlerdir. Bununla beraber
onlar böyle rivayette bulunanları müdellis olarak niteleyebilirlerdi. Zira
hakikatte müdellis; an’aneli rivayetlerinin genelinde tedlis yapan kimsedir.
An’anesi reddedilmeyi hak eden böyle bir kimsedir. Ama müdellis olarak
nitelense dahi, az veya nadiren tedlis yapan kimsenin an’aneli rivayeti
reddedilmez. An’anesinin kabulü için isnadda bulunmaması şart koşulan müdellis
ise hakikat üzere müdellis olandır ki o, kendisinde tedlisin genel hal olduğu
kimsedir.
Bu yüzden an’ane
ile rivayette bulunan ravi, kendisinden işittiği raviden nadiren işitmediği bir
rivayette bulunabilir veya muasırı olup da karşılaşmadığı kimseden rivayet
edebilir. Bu durumun onun diğer an’aneli rivayetlerine bir etkisi yoktur. Çünkü
hüküm genel duruma göre verilir. Nadir durumun hükmü yoktur. Bu sebeple ravi
hakikat üzere müdellis olarak yani an’anesi reddedilen bir müdellis olarak
nitelenmez.
Sonuç olarak;
muasırlar arasında an’ane ile rivayet edilen hadiste tedlis olmamasının şart
koşulması, ittisale hükmetmek için yeterli bir şarttır. Zira an’anesinin
reddedilmesini hak ettiren kimseden an’aneli rivayetin kabul edilmemesini
gerektirmektedir. Ravilerin geneli ise an’aneli rivayetlerinin reddini hak
etmemişlerdir. Onlardan mutlak olarak tedlis sabit olmamış veya sabit olsa da
bu onlarda nadiren vuku bulmuştur.
Böylece İmam
Muslim’in, hatta aralarında Buhârî’nin de bulunduğu bütün hadis imamlarının
metodunun kuvvetli olduğu, İmam Muslim’in karşısındaki hasımlarının ise
görüşlerinin geçersiz olduğu, gerekçelerinin çürümüş olduğu ortaya çıkmıştır.
İmam Muslim’in hasımlarının Buhârî ve Ali b. el-Medini’yi kendi mezheplerine
nispet etmelerinin de zayıf bir kuruntu olduğu ortaya çıkmıştır.
Müteahhirin ilim
ehlinden; lika şartını (yani ravinin şeyhiyle karşılaştığının bilinmesini) İmam
Buhârî’ye nispet edenler, genellikle Buhârî’nin metodunu, Muslim’in metoduna
tercih ederler. Bundan dolayı muasır olan her ravinin durumunu araştırır, eğer
bir defa dahi olsa işittiği sabit olursa hadisini kabul eder, aksi halde
reddederler.
Bahsedilen nispeti
reddettiğimize ve Kadı Iyad’dan önceki bütün ilim ehlinin tek bir metod üzere,
yani İmam Muslim’in metodu üzere olduğunu açıkladığımıza göre, muasırların
rivayetlerinin (ravi hakiki müdellis olmadığı sürece) kabulü için işitmenin
sabit olması şartı üzerinde durmaya gerek yoktur. Bilakis Muslim’in koyduğu
şartlarla bu rivayetin ittisaline hükmedilir.
Likanın Bilinmesini Şart Koşmak Hatadır!
Şüphesiz likayı
(yani karşılaşmayı) bilme şartı bir hatadır ve tenkid ve ta’lil ehli hadis
imamlarından hiç kimse bu şartı öne sürmemiştir.
Sonrakiler “Buhari
likayı şart koştu, Muslim ise muasarat ile yetindi” şeklindeki kanaat ile
çelişkilere düşmüşlerdir.
Mesela el-A’lâî,
Muslim’in Sahih’inde gelen bir hadiste ravinin şeyhinden işittiği
nefyediliyorsa veya bu konuda bir tereddüt varsa: “Bu, muasarat ile yetinen
Muslim’in şartına göredir” diyor.[47]
Eğer benzeri bir hadis Buhârî’nin Sahih’inde gelmişse: “Buhârî’nin rivayet etmiş olması ile ittisal sabit olur. Zira bu, kendisinin şartından bilinmektedir” diyor![48]
Eğer benzeri bir hadis Buhârî’nin Sahih’inde gelmişse: “Buhârî’nin rivayet etmiş olması ile ittisal sabit olur. Zira bu, kendisinin şartından bilinmektedir” diyor![48]
İmam Muslim’in metodunu
eleştirenlere gelince; isabetli olanı hatalı görmek ve âlimi cahil görmek, vera
sahibi dindar imamların vera’ını itham etmek zulümdür!
İmam Muslim’i;
kendisinin asrındaki şeyhleri olan ilim ehlinden ve onlardan öncekilerden naklen
iddia ettiği icmayı bilmemekle suçlamak zulümdür! Bilakis icma bunun aksi
yöndedir. İmam Muslim’e ve O’nun Sahih’ine dil uzatanlar, rabbi Azze ve Celle
ile karşılaşacak ve karşılığını alacaktır.
Sahihu Muslim’e
ulaştırılan zulüm hakkında sözü uzatmadan Hafız İbn Receb’in, Buhârî’ye nispet
edilen şartı tercih etmesinden sonra söylediği şu sözlerle yetineceğiz:
“Eğer birisi: “Bu
şart kabul edilecek olursa, hadislerin birçoğuyla ihticacın terk edilmesi
gerekir” derse denilir ki: “Bunların çoğu Muslim rahimehullah’ın şartına
göredir. Doğrusu; isnadlardan işitme lafzı varid olmayanlarının ittisaline
hükmedilmez. Lika imkânı olması halinde bununla hüccet getirilir. Nitekim
tabiinin büyüklerinin mürselleri ile hüccet getirilmiştir. İmam Ahmed bunu
belirtmiştir. Nitekim bu husus mürselin zikri bahsinde geçmişti.”[49]
Allah İbn Receb’i
affetsin, Allah Teâlâ’nın kitabından sonra en sahih kitab olan Muslim’in
Sahih’ini mürsel rivayetlerin hükmünde görüyor! İmam Muslim, Sahih’inin
mukaddimesinde şöyle demesine rağmen: “Bizim görüşümüzün ve ilim ehlinin
görüşünün aslı; mürsel haberlerin hüccet olmadığıdır”!!!
İmam Muslim’in
Sahih’ini, hatta nebevî sünnetin tamamını böyle mi savunacağız!?
İnşaallah İbn Receb
bu sözünden dolayı mazurdur. O, kendisinin içtihadının ulaştığı şeyi
söylemiştir. Lakin buradaki hatayı beyan etmekten sussaydık biz mes’ul olurduk.
Bir Şüphenin Cevabı
Şüphe: İşitmenin
bilinmesi şartını Buhârî’ye nispet edenler, bunu ancak onun Sahih’indeki
tasarruflarından istikra yoluyla nispet etmişlerdir. Siz böyle bir istikra
olmaksızın nasıl muhalefet ediyorsunuz?
Cevap: Öncelikle
onlar bunu Buhârî’ye istikra (tümevarım) yoluyla nispet ettiklerini kendileri
iddia etmişler midir, yoksa bunu onlar adına siz mi iddia ediyorsunuz? Yoksa
siz ilim ehlinin her sözünün istikraya dayandığını mı zannediyorsunuz?
İstikradan başka delil yok mudur? Hem sonra, istikrada bulunan kimsenin hata
etmesi mümkün değil midir?
Hatta bu yüzden istikranın delaletinin kesin değil, zannî olduğunu belirtmişlerdir.[50]
Hatta bu yüzden istikranın delaletinin kesin değil, zannî olduğunu belirtmişlerdir.[50]
Bu yüzden biz,
istikra’ya ondan daha kuvvetli olan, İmam Muslim, Hâkim ve başkalarının naklettikleri
icma gibi bir delil ile muhalefet ediyoruz.
Onların istikrada
bulunduklarına dair deliliniz nedir ve bu onları hangi sonuca ulaştırmıştır?
Bu husustaki
deliliniz sadece: “Onlar istikraya dayanmadan böyle bir görüş
söylememişlerdir.” Ve “Onların böyle söylemeleri de istikrada bulunmuş
olduklarının delilidir” demenizdir.
Bu teselsül, bu delilin batıl oluşunu göstermektedir.
İkinci olarak;
Sahihu’l-Buhârî, işitmenin bilinmesini şart koşmaya bir delil teşkil etmez.
Buhârî’nin Sahih’i
dışında geçen sözleri de işitmenin bilinmesi şartını nefyetmektedir.
Bundan sonra bunu
iddia eden âlimler hangi istikra ile bu neticeye ulaşmışlardır?
Üçüncü olarak; bu
şüphenin sahibinin, âlimlerin uyguladıklarını zannettiği ve bizden de bunu
reddetmek için benzerini talep ettikleri istikra şu şekildedir:
Sahihu’l-Buhârî’deki bütün isnadlar getirilecek, isnadda birbirinden rivayette
bulunan her iki ravi, diğerinden an’ane ile rivayet edecek ki, bu ravinin
kendisinden rivayette bulunduğu bütün ravileri inceleyelim. Sadece
Sahihu’l-Buhârî’deki ve kütübü sittedekileri değil, bilakis bütün sünnet
kitaplarındakileri! Sonra illetten salim, makbul bir isnad ile bir defa dahi
olsa işitme veya karşılaşmayı tasrih etmiş mi etmemiş mi diye bakalım! Bunu ilk
ravi ile ikinci ve ikinci ravi ile üçüncü, üçüncü ravi ile dördüncü ravi
arasında da uygulayalım! Sonra bu minval üzere Buhârî’nin bütün isnadlarına tek
tek, ravi ravi geçelim!
Bu şüphenin sahibi âlimlerin
bunu yaptıklarını ve Buhârî’nin ancak işitmesinin sabit olduğu kimselerden
tahricde bulunduğunu mu sanıyor? Bir kimse böyle bir istikra yapmış mıdır?
Şayet birisi bunu
yapmışsa ve bunu yapmak mümkünse, bunu genişçe açıklayıp iftihar etmekten sükut
edecek mi? Çünkü o müthiş hatta neredeyse imkansız bir şeyi başarmıştır!!
Şüphe sahibinin
bizden talep ettiği istikra da böyle bir şeydir. Lakin ravilerden büyük sayıda
bir miktarın birinin diğerinden işitmeyi tasrih ettiğine sünnet kitaplarının
hiçbirinde vakıf olamamışızdır!
Şayet böyle bir
istikrayı yapmış olsak uzun bir ömür harcardık ve bu şüphenin sahibi gelip
kolayca şöyle derdi: “Belki de o ravilerin birbirinden işittiklerine dair
tasrihi sen bulamadın, Buhârî’nin ittilası ise senin ittilandan fazladır, bilen
bilmeyene karşı hüccettir!!!”
Son olarak denilir
ki: sadece istikra hüccettir, istikra olmadan hüccet olmaz diyen kimdir ki beni
bununla ilzam edesin?
İlim ehlinden bir
topluluğun naklettiği icma nereye gitti?
Buhârî’nin sözleri
ve tasarruflarında bu iddiayı nakzeden delilleri nereye koyacaksın?
Diğer âlimlerin
sözleri ve tasarruflarındaki bunun zıddına delaleti ne yaptın?
Bu iddianın sahih
olmadığını, bilakis bu iddianın aslen bir delili olmadığını ne yapacaksın?
Diğer Bir Şüphenin Cevabı
Şüphe: “Senden
önce bunu söyleyen kimdir?”
Bu sorudaki maksat;
benden önce bunu diyen yoksa bunun sonradan çıkma ve batıl bir görüş olduğudur.
Bu şüpheye ilk
cevap şudur: İmam Muslim, Hâkim, İbn Abdilberr, Beyhaki, el-Hatib ve başkaları
bunu söylemişlerdir. Nitekim İbn Tahir el-Makdisi de Buhârî ve Muslim’in her
ikisinin de muasarat ile yetindiklerini belirtmiştir.
Evet, Allah’a hamd olsun, ulaştığımız bu
sonuç, hicri 544 yılında vefat eden Kadı Iyad’dan bu zamana kadar bildiğimiz
kadarıyla muasır bazı araştırmacılar dışında kimsenin dile getirmediği bir
sonuçtur.
İkinci olarak:
selefi olmayan her söz reddedilecek değildir. Hak olması için her görüşün
önceden bir söyleyeni olması gerekmez. Sırf sonradan çıkmış olması sebebiyle
reddedilmesi doğru olan ve inkâr edilmesi gereken görüş ve sözler; itikatlar ve
şer’i hükümler olarak dinin sabitelerine aykırı olan, ümmetin selefinin ve
bütün ümmetin sapmış olduğu ve onların Allah’ın dinin hakkında cahil oldukları
izlenimi veren görüşlerdir. Bunun dışında olanlara gelince:
* Kişiye verilen
anlayışla Allah Azze ve Celle’nin kitabından bir ayet yorumlar ve bu yorum
ümmetin selefinin anlayışını iptal edici olmaz.
* Şer’i naslardan
daha önce kimsenin dile getirmediği faydalar istinbat edebilir
* Tedebbür eden
kimse yeni bir istidlalde bulunabilir
* İstikra ve
araştırmaya dayalı olan düzgün bir menhec üzere alet ilimlerinde köklü bakış
açısı olabilir
Bütün bunlar ve
benzerleri, âlimlerin diğer insanlardan ayrıcalıklı oldukları, hatta insanların
hayvanlardan üstün oldukları hususlardır.
Şayet selefi
olmayan her söz sırf selefi olmadığı için reddedilecek olsaydı, bu sözün
kendisinin de bir selefi olmadığı için reddedilmesi gerekirdi. Bu, akıllara bir
yaralama ve fikirlere zincirdir.
Fıkıh usulüne dair
eser koymada Şafii’nin selefi kimdir?
Şiir vezinlerini
keşifte Halil b. Ahmed’in selefi kimdir?
Nahvi te’lif etmede
Sibeveyh’in selefi kimdir?
Sahihleri
ayıklamada ve alfabetik olarak tarih kitabı cem etmede Buhârî’nin selefi
kimdir?
Hâlbuki ümmet
onlardan bunları kabul etmiş ve şükran duymuşlardır.
Allah, önceki ve
sonraki bütün hadis imamlarına rahmet etsin.
[1] Mecmuu’l-Fetava (18/42)
[8] Bkz.: İbn Kesir, İhtisaru Ulumi’l-Hadis (1/169)
Bulkini Mehasinu’l-İstilah (224) Zehebi el-Mukiza (137-138 Ebu Guddenin
eklediği notlarla) el-Elbani,
en-Nasihatu bi’t-Tahzir Min Tahribi İbn Abdilmennan Likutubi’l-Eimmeti’r-Raciha
(19-26)
[25] Kavatiu’l-Edille (2/311-312)
[35] Bu hadisi Muslim (613) İbn Huzeyme (323, 324)
İbnu’l-Carud (151) ve İbn Hibbân (1492) rivayet etmişlerdir.