Bismillah,
Allah'a hamd, rasulüne, âline ve ashabına salat ve selam olsun.
Son günlerde Necid Cuhelasının taklitçileri, diğer adıyla
haricilik fırkalarından biri olan Vahhabiler, İbn Kayyım rahimehullah’ın hak
bir sözünü bâtıl maksatlarına alet ederek, cehaletin tekfirin engellerinden
biri olduğunu inkar etmekte, kendilerine göre şirk veya küfür gördükleri
kimseler hakkında; “Biz ona kafir demesek de kafir olduğuna itikat ederiz, müşrik olduğunu söyleriz,
kestiğini yemeyiz, arkasında namaz kılmayız, cenaze namazını kılmayız, kız alıp
vermeyiz” demektedirler.
İbn Kayyım rahimehullah’ın sözüne geçmeden önce İmam
Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah’ın necid cühelasından ve harici
vahhabilerden berî olduğunu belirtmeliyim. Muhammed b. Abdilvehhab selefî idi,
kıyas ve mezhep taklidini kabul etmezdi, eserleri bu durumun ve kendisinin
kitap ve sünnet ilimlerine hakimiyetinin ve dindeki ince fıkhının şahididir. Lakin
hemen hemen bütün alimlerde olduğu gibi Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah’ın
da kıt akıllılar tarafından yanlış anlaşılmaya, bâtıla alet edilmeye müsait
kapalı ibareleri vardır. Aşağıda ele alacağım İbn Kayyım rahimehullah’ın sözü
de böyle ibarelerdendir. Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah hakkında yapılan “tekfircilik/haricilik”
iftirasına hem sitede yazdığım yazılarda ve hem de Tekfir Sapması adlı
kitabımda, delilleriyle ayrıntılı cevap vermiştim. Muhammed b. Abdilvehhab’ın
kendilerinden berî olduğu Vahhabiler ise kıyasçıdır, re’ycidir, mezhepçidir,
tekfircidir, haricidir.
Muhammed b. Abdilvehhab’ın da; Ali radiyallahu anh’ın,
Hariciler hakkında söylediği: “Bu hak bir sözdür, fakat onlar bununla bâtılı
kastediyorlar” dediği gibi, batıla alet edilen nice hak sözleri vardır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ahir zamandaki Haricileri;
yaşları genç, hülyaları bozuk, anlayışları kıt, kendi aleyhlerinde olan
delilleri kendi lehlerine zanneden kimseler olarak nitelemiştir. Buna aynen
şahit olmaktayız ve “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ne kadar doğru
söyledi!” diyoruz.
İlmi dar, aklı kıt, gölü kuru olanlardan birisi İbn Kayyım rahimehullah’ın
şu sözlerini hevasına alet etmektedir:
“Kulun, - itaat veya isyan etsin – Allah’ın hüccetinin
üzerine ikame olduğunu itiraf etmesi imanının lazımlarındandır. Zira rasul
göndermesi, kitap indirmesi, bunların kendisine ulaşması ve – ister bilsin
ister cahil kalsın – bunları bilmeye imkan bulmasıyla, kul üzerine Allah’ın
hücceti ikame olmuştur. Allah’ın emrettiği ve yasakladığı şeyleri öğrenme
imkanı bulup da kusurlu davranarak öğrenmeyen herkes üzerine hüccet ikame olmuş
demektir. Allah üzerine hüccet ikame olmadan hiç kimseye azap etmez.” (Medaricu’s-Salikin
2/399)
Bu sözler haktır, lakin hariciler için delil yoktur.
Öncelikli olarak bilinmesi gereken şey, delil ancak Allah’ın kitabı ve Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih sünnetidir. İbn Kayyım’ın bu sözünü
kullanarak müslümanları tekfir eden kişi hem Allah’a, hem rasulüne, hem
sahabenin icmaına, hem de bizzat İbn Kayyım rahimehullah’a muhalefet
etmektedir. Şöyle ki:
Kitapların indirilmesi ve rasulllerin gönderilmesi ile
hüccet ikame olmuştur, kitaplara ve rasullere iman edenler müslüman, iman
etmeyenler de kâfirlerdir. İman edip İslam’a girmeyen herkese Allah’ın hücceti
ikame olmuş demektir. İslam’a girmemiş, kitaplara ve rasullere iman etmemiş
kimselerin cehaletleri mazeret değildir. Burada bir mesele yok. Lakin İslam’a
giren herkes kitaplara ve rasullere mücmel olarak iman eder, yani kitapların ve
rasullerin beyan ettiği bütün ahkâmı bilmesine imkân yoktur. Böyle mücmel
şekilde iman eden kimseleri Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem müslüman
kabul etmiş, müslüman kabul etmeyi emretmiş, ashabı da öyle yapmışlar, tabiin
ve tebeut tabiin bu icmayı devam ettirmiştir. Hariciler ashaba muhalefet
ederek, ehli kıbleden olan, kendisinin müslüman olduğunu söyleyen kimseleri
tekfir etmişler, kanını, malını, ırzını helal saymışlardır. Tarihte bunlar
bilinmektedir.
Yine İbn Kayyım rahimehullah burada, Allah'ın azabını hak edenler için hüccetin ikame olmasından söz etmiş, muayyen Müslümanların dünyada tekfirinden bahsetmemiştir. Benzer bir ifadeyi İbn Kayyım'ın hocası İbn Teymiyye rahimehullah şöyle dile getirir:
“Kitap ve sünnet, Allah’ın risalet tebliğini ulaştırmadıkça kimseye azap etmeyeceğine delalet etmektedir. Kime mücmel olarak tebliğ ulaşmazsa o baştan azap görmez. Kime mücmel olarak tebliğ ulaşır da, ayrıntılar ulaşmazsa, ancak kendisine risalet hücceti ikame olan kısmı inkâr ettiğinden dolayı azap görür.”[1]
Yine İbn Kayyım rahimehullah burada, Allah'ın azabını hak edenler için hüccetin ikame olmasından söz etmiş, muayyen Müslümanların dünyada tekfirinden bahsetmemiştir. Benzer bir ifadeyi İbn Kayyım'ın hocası İbn Teymiyye rahimehullah şöyle dile getirir:
“Kitap ve sünnet, Allah’ın risalet tebliğini ulaştırmadıkça kimseye azap etmeyeceğine delalet etmektedir. Kime mücmel olarak tebliğ ulaşmazsa o baştan azap görmez. Kime mücmel olarak tebliğ ulaşır da, ayrıntılar ulaşmazsa, ancak kendisine risalet hücceti ikame olan kısmı inkâr ettiğinden dolayı azap görür.”[1]
Mücmel Bir İmanla İslama Girenin Müslüman Kabul Edilmesi
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, yalnızca iki şehadet kelimesini
söylemesiyle kâfirin islama girişini kabul ederdi.
Nitekim Ahmed b. Hanbel, Enes radıyallahu anh’den şöyle rivayet
etmiştir: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem bir adama:
“Müslüman ol” buyurdu. Adam:
“Bundan bir hoşnutsuzluk duyuyorum” dedi. Rasûlullah sallallâhu aleyhi
ve sellem:
Hafız İbn Kesir rahimehullah dedi ki: “Bu hadisler sahihtir. Lakin Nebî
sallallâhu aleyhi ve sellem onu Müslüman olmaya zorlamamış, bilakis davet
etmiştir. Adam nefsinin bunu kabul etmek istemediğini haber vermiş, Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem: “İstemesen de Müslüman ol” buyurmuştur.
Zira Allah onu niyet ve ihlas ile rızıklandıracaktır.”[3]
Burada Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in insanları İslam’dan çıkaracak
deliller toplamaya hırslı olmadığına delil vardır. Bilakis İslam’a girmeleri
için insanları idare ediyor, onlardan İslam’a aykırı söz ve fiiller ortaya çıksa
da, zahirlerini kabul ediyor, sırlarını Allah’a bırakıyordu.
Usame b. Zeyd radıyallahu anh’den: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve
sellem bizi seriyye içinde gönderdi. Cüheyne kabilesinden Hurukâta bir sabah baskını
yaptık. Derken ben bir adama eriştim. Adam hemen:
“La ilâhe illallah” dedi. Ama ben kendisini
vurdum. Bundan kalbime bir şüphe düştü ve hâdiseyi Nebî sallallâhu aleyhi ve
sellem'e anlattım. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
“Lâ ilahe illallah, dedi mi? Sen de onu
öldürdün mü?” buyurdu. Ben:
“Yâ Rasulâllah, o bu sözü ancak silâhtan
korktuğu için söyledi” dedim. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
“Bârî kalbini yarsan da bu sözü doğru söyledi
mi söylemedi mi bilseydin ya!” buyurdu. Artık bu sözü bana o kadar
tekrarladı durdu ki, keşke o gün (yeni) müslüman olmuş olaydım diye temenni
ettim.”[4]
Hafız İbn Hacer bu hadisle ilgili olarak şöyle demiştir: “İbnu’t-Tîn
dedi ki: “Bu kınama öğretim ve öğüt içindir. Ta ki hiç kimse tevhidi söyleyen
kimseyi öldürmeye kalkmasın. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den
mutevatir olarak gelmiştir ki:
“İnsanlarla Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın rasulü
olduğuma şahitlik etmelerine kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri
zaman, hakkı dışında, kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesapları
ise Allah Teâlâ’ya aittir.”[5]
Iyaz el-Ensari’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem şöyle buyurdu:
لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ كَلِمَةٌ
عَلَى اللَّهِ كَرِيمَةٌ لَهَا عَنْدَ اللَّهِ مَكَانٌ، وَهِيَ كَلِمَةٌ مَنْ قَالَهَا
صَادِقًا أَدْخَلَهُ اللَّهُ بِهَا الْجَنَّةَ، وَمَنْ قَالَهَا كَاذِبًا يَعْنِي قَالَهَا
بِلِسَانِهِ حَقَنَتْ دَمَهُ وَأَحْرَزَتْ مَالَهُ وَلَقِيَ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ
غَدًا يُحَاسِبُهُ
“Muhakkak ki La ilahe illallah öyle bir kelimedir
ki, Allah katında pek değerlidir. Allah katında belli bir yere sahiptir. O öyle
bir kelimedir ki, kim onu samimiyetle (ihlâsla) söylerse Allah buna karşılık
onu cennete koyar. Kim de onu sahtekârca söylerse, (dünyada) canını ve malını
korusa bile yarın Allah’ın huzuruna çıktığında (Allah) onu hesaba çeker”[6]
Hadisin bu anlamda şahitleri pek çok olup
meşhurdur. Bizler insanların kalplerinde olan ihlâsı bilemeyiz, lakin zahire
göre hükmetmek, bu kelime-i tevhide Allah’ın verdiği değeri vermemizi gerektirmektedir.
Üstelik bu öyle bir kelimedir ki, samimi olarak söylemeyen, münafıkça söyleyen
bir kimse için dahi dünyada Müslüman muamelesi görmesini sağlamaktadır. İşte bu
hakikate muhalefet eden, haricidir. Şu örnekte olduğu gibi:
Humeyd b. Hilal’den: “Umare b. Kurs el-Leysî bir
gazveye çıktı ve gazvede Allah’ın dilediği kadar kaldı. Sonra döndü. Ahvaz
yakınına geldiğinde ezan sesi duydu ve:
“Vallahi üç gündür Müslüman bir cemaatle namaz
kılmadım” deyip namaz kılmak için ezanın okunduğu yere doğru yöneldi. Derken
Ezarika fırkasıyla (Hariciler’den Nafi b. Ezrak’ın tayfasıyla) karşılaştı.
Kendisine:
“Ey Allah’ın düşmanı! Buraya gelmenin sebebi
nedir?” dediler.
“Siz kardeşim değil misiniz?” dedi. Onlar da:
“Sen şeytanın kardeşisin. Seni öldüreceğiz”
dediler. Humeyd,
“Rasulullah’ın benden duyup razı olduğu şeye
razı olmaz mısınız? (yani Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kelime-i
tevhidi ondan duymakla Müslüman kabul etmişti)” dedi. Şöyle anlattı:
“Ben kâfir olarak onun yanına gittim. Sonra
Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve onun Allah’ın elçisi olduğuna şehadet
getirdim. O da beni serbest bıraktı.” Dedi. Fakat onlar yine de onu yakalayıp
öldürdüler.”[7]
Bu rivayetten anlıyoruz ki, o dönemin haricileri
de, günümüzdekilere benzer endişeler taşıdıklarından olsalar gerek, La ilahe
illallah sözünü yeterli bulmamışlardı ve kendilerine namaz kılmak için gelerek
selam verene, toplumu tekfir etmelerinden dolayı, Allah’ın düşmanı diye hitap
etmiş ve öldürmüşlerdi.
Hariciliğin bir başka bariz özelliği de, Kâfirler hakkındaki ayetleri
Müslümanlar hakkında te’vil ederek tekfir etmeleridir. Nitekim İmam Buhari
şöyle diyor: “İbn Ömer onları Allah’ın yarattığı en şerli insanlar olarak görür
ve şöyle derdi:
İslama Girdikten Sonra Şirke Düşen Kimseye Hüccet İkamesinin Zorunluluğu
İslam tarihçisi Hafız Şemsuddin ez-Zehebî rahimehullah şöyle demiştir:
“el-Eşari’nin hoşuma giden bir sözünü gördüm. Bu, Beyhaki’nin rivayetiyle
sabittir; Ebu Hazım el-Abdi’den işittim, dedi ki; Zahir b. Ahmed es-Serahsi’den
şöyle dediğini işittim:
“Ebu’l-Hasen el-Eşari sebebiyle Bağdad diyarına yaklaştığımda beni
çağırdı, ben de ona gittim. Dedi ki:
“Benim kıble ehlinden hiç kimseyi tekfir etmediğime şahit ol! Çünkü
onların hepsi tek bir mabuda işaret ediyor. Bütün ihtilaf sadece
ibarelerdedir.” Hafız Zehebi dedi ki:
“Ben de bunun gibi inanıyorum. Şeyhimiz İbn Teymiyye rahimehullah da
böyle idi. O, son günlerinde şöyle dedi:
“Ben ümmetten hiç kimseyi tekfir etmiyorum.”[9]
İslam’a Girmiş Olanlara Hüccetin Tebliğinin Şart Oluşu
“Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için
vahyolundu.” (En’âm 19)
İmam Buhari rahimehullah, Camiu’s-Sahih’te “Mürtetlerden ve inat
edenlerden tevbe etmelerinin istenmesi ve öldürülmeleri” kitabında (12/269) şu
bab başlığını koymuştur: “Haricilerin ve mülhidlerin kendilerine hüccet ikame
edilmesinden sonra öldürülmeleri, Allah Teâlâ’nın: “Allah bir topluluğu
doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları şeyleri kendilerine açıklayıncaya
kadar onları saptıracak değildir.” (Tevbe 115) kavli babı.” İlim ehli
katında bilindiği gibi Buhari’nin bab başlıkları onun fıkhının yüceliğine
delalet eder. Bu bab başlığı da böyledir.
Bedruddin el-Aynî rahimehullah dedi ki: “Buhari bu ayeti bu babda
zikretmekle, haricilerin ve mülhitlerin ancak onlara hüccet ikame edildikten
sonra öldürülebileceklerine işaret etmiştir.”[10]
Ebu Said el-Hudri radıyallahu
anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse birisini tekfir
ederse, bu söz mutlaka ikisinden birine döner. Eğer o kimse kafirse ona,
değilse, tekfiri kendisine döner.”[11]
İbn Hacer şöyle demiştir:
“Hadisin akışı, Müslüman bir kimsenin, Müslüman kardeşi hakkında bunu
söylemekten sakındırmak içindir. Bu da hariciler fırkasının ve diğerlerinin
varlığından önce olmuştur.”[12]
Sonra şöyle dedi: “Bir
Müslümanı tekfir edenin durumuna bakılır, şayet bunu herhangi bir tevile
dayanmaksızın söylüyorsa kınamayı hak eder. Hatta belki de kendisi kafir olur.
Şayet bir tevile dayanarak söylüyorsa bakılır, yaptığı tevil geçerli ise
kınamayı hak etmez. Bilakis doğruya dönünceye kadar ona hüccet ikame edilir.”[13]
İmam Ebu Muhammed b. Hazm rahimehullah şöyle demiştir: “Allah Teâlâ
uyarının mutlaka tebliği gerektirdiğini belirtmiştir. Kendisine tebliğ
ulaşmayan kimse böyle değildir. Zira Allah Teâlâ kendisine Allah Azze ve Celle
katından bir rasul gelmedikçe kimseye azap etmez. Aslen kendisine İslam
ulaşmamış kimse azap görmez. Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den de nas
bu şekilde gelmiştir:
“Kıyamet gününde bunak bir ihtiyar, sağır, fetret döneminde ölen ve
mecnun kimse getirilir. Mecnun/deli der ki:
“Ya rab! Bana islam geldi fakat ben akledemiyordum… Bunak, sağır ve
fetret döneminde ölen kimse de mazeretlerini zikrederler. Onlar için ateş
tutuşturulur ve onlara:
“O ateşe girin” denilir. Kim ona girerse onu serin ve selamet bulur.”[14]
Farzlardan bir şey kendisine ulaşmayan kimse de böyledir. Onlar da
mazurdurlar.”[15]
Allame el-Elbanî rahimehullah şöyle demiştir: “Sen ey Abdullah Azzam!
Bunu insanların en iyi bilenlerindensin. Çünkü sen benim meclislerimi takip
ediyorsun. Küfürde vuku bulsa bile hüccet ikame edilmedikçe biz kimseyi tekfir
etmeyiz.”[16]
Hüccetin İkame Olması veya Cahilin Mazur Görülmemesi Ne Demektir?
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Hüccet ikame
edilmedikçe ve hüccet beyan edilmedikçe hiç kimse, Müslümanlardan hata eden
veya yanlış yapan bir kimseyi tekfir edemez. Kesin olarak İslam’ı sabit olan
kimseden bu vasıf, şüphe sebebiyle izale edilemez. Mutlaka hüccet ikamesi ve
şüphenin giderilmesi gerekir.”[17]
Ebû Sufyan Talha b. Nafi rahimehullah şöyle demiştir: “Mekke'yi ziyaret
edip Fihr oğullarına konuk olan Câbir radıyallahu anh'e sordum. Sonra bir adam
kendisine:
“Sizler ehl-i kıbleden hiç kimseyi müşrik olarak
itham eder miydiniz?” diye sordu. Dedi ki:
“Allah’a sığınırım.” Adam bu cevaptan ürktü,
sonra
“Onlardan hiç kimseye “kâfir” diye hitap eder
miydiniz?” diye sordu.
“Hayır” dedi.”[18]
Cundub b. Abdillah radıyallahu anh’den:
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
مَنْ صَلَّى صَلاتَنَا،
وَاسْتَقْبَلَ قِبْلَتَنَا وَأَكَلَ ذَبِيحَتَنَا فَذَلِك الْمُسلم، لَهُ ذمَّة الله،
وَذمَّة رَسُولِهِ
“Kim namazımızı kılar, kıblemize yönelir, kestiğimizi yerse o
Müslümandır. Allah’ın zimmeti ve rasulünün zimmeti onun üzerindedir.”[19]
Buhari aynısını Enes b. Malik radıyallahu
anh’den, Ebu Yusuf; Ebu Hureyre radıyallahu anh’den merfu olarak rivayet
etmişlerdir.[20]
Nafi rahimehullah dedi ki: “Bir adam İbn Ömer
radıyallahu anhuma’ya:
“Benim bir komşum var, benim aleyhimde şirk ile
şahitlik ediyor” dedi. İbn Ömer radıyallahu anhuma dedi ki:
“La ilahe illallah diyerek onu yalanlamadın mı?”[21]
Şeyhulislam Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah
Zatu Envat kıssası ile ilgili olarak şöyle demiştir:
“...Lakin bu kıssa şunu ifade eder: Müslüman,
hatta âlim kimse bilmeden şirk türlerine düşebilir. Öğrenmek ve sakınmak
gerekir. Böylece cahil kimsenin: “Tevhidi anladık” sözünün şeytanın
tuzaklarından olan en büyük cahilliklerden olduğu anlaşılır. Yine bu kıssa şunu
ifade eder: Müslüman bilmeden küfür bir söz söyleyebilir. Buna karşı uyarılır
ve o zaman tevbe eder. O tekfir edilmez. Tıpkı İsrailoğullarının yaptıkları ve
Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’den zatu envat isteyenlerin yaptıkları gibi.
Yine bu kıssa şunu ifade eder: Onlar tekfir
edilmeseler de haklarında şiddetli ve ağır sözler söylenir. Tıpkı Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi.”[22]
Önemli Not: Belki de bu son cümle Şeyhin, Kitabu’t-Tevhid’de
bu hadisin (Zatu envât hadisinin) ardından Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’in
onları cahilliklerinden dolayı mazur görmediğini söylemesini ve koluna bakır
halka takan kimse hadisine düştüğü notta cehaletten dolayı mazur
görülmeyeceğini söylemesini açıklığa kavuşturmaktadır. Zira ona ağır bir söz
söyleyerek:
“Şayet bu üzerinde olduğu halde ölseydin asla
kurtulamazdın” buyurulmuştur.
Hâkim’in rivayetinde: “Elbette ona havale
edilirdin” şeklindedir. Yine burada da ağır ifade vardır. Yoksa şeyh burada
cehaletin özür olmadığını söylemezdi. Mana ancak anlattığımız şekilde açıklığa
kavuşmaktadır. Nitekim onların tekfir edilmediklerini kendisi söylemiştir.
O halde mazur olmamalarının manası nedir? Bu
durum, bu fiilin küçük şirki ortadan kaldırmayacağı anlamına gelir. Yine
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “O üzerinde olduğu halde ölseydin”
sözü, yasaklamadan sonra hala buna devam etseydin “asla kurtulamazdın”
şeklinde anlaşılır.
Nitekim Hâkim’in rivayetinde: “Elbet ona
havale edilirdin” sözü de Allah’tan yardım göremezdin, bunu takman sana
fayda vermezdi demektir. Âlimler bunu küçük şirk olarak zikretmişlerdir. Şeyh
İbn Baz rahimehullah’ın da ikrarını buna eklemek gerekir.
Geçen açıklamalara Allame es-Suyutî
rahimehullah’ın şu fetvasını delil getirmek de mümkündür:
“…Birinci durum: Bu söz dilinden kasıtsız olarak
kaçmış olabilir. Bu Müslümanın haline layık olan bir zandır. Belki de mesela:
“Malik kabrinden kalksa dahi” demek isterken dili sürçmüş ve ondan bu söz sadır
olmuştur. Bu kimse tekfir edilmez, mazur da görülmez. Bunun öncesinde
hayrı biliniyorsa, dil sürçmesi iddiası kabul edilir. Kendi haline de
bırakılmaz, bilakis pişmanlık sergilemesi gerekir. Topluluk içinde hata ettiğini
ilan eder, tevbe ve istiğfarda bulunur. Başına toprak saçar, çokça sadaka
verir, köle azat eder, iyilik yollarıyla Allah’a yakınlaşmaya çalışarak bu
tökezlemesini örter..”[23]
Şu halde ceza; tekfir de olabilir, tazir de
olabilir. Böylece “cehalet mazeret değildir” sözünü kullanan âlimlerin neyi
kastettikleri anlaşılmaktadır. Onlar tekfiri değil, sakındırma ve tedip
cezasından mazur olmayacağını kastetmişlerdir.
Te’vil de Tekfirin Manilerindendir
İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Maksadı Rasule
ittiba etmek olan te’vilci tekfir edilmez. Hatta o içtihat edip de hata
ettiğinde fasık da sayılmaz. Ameli meselelerde insanlar katında meşhur olan
budur. Akide meselelerine gelince, insanları çoğu bu konuda hata edeni tekfir
ederler. Bu görüş ise sahabe, tabiin ve onlara güzellikle tabi olanlardan veya
imamların hiçbirinden bilinmemektedir. Ancak bu muhaliflerini tekfir eden
Harici, Mutezile, Cehmiyye gibi bid’at ehlinin bid’at olarak ortaya
çıkardıkları görüşlerinin esaslarından biridir. Malik, Şafii, Ahmed ve diğer
imamlara tabi olanların çoğu da bu duruma düşmüşlerdir.”[24]
Sonra İbn Teymiyye rahimehullah selef arasında
itikadi meselelerde de ihtilafa düşüldüğünü ispat eden, ancak birbirlerini
tekfir etmeyip, muhaliflerini tıpkı ahkâm meselelerinde olduğu gibi mazur
gördüklerine dair örnekler zikretmiştir. Sonra şöyle demiştir: “Yine seleften
birçok kimse bu meselelerde hata etmişler, bundan dolayı tekfir edilmemesinde
ittifak etmişlerdir. Mesela sahabeden biri ölülerin, dirilerin seslenmesini
işiteceğini inkâr etmiş, bazısı miracın uyanık iken olduğunu inkâr etmiş,
bazısı Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem’in rabbini gördüğünü inkâr etmiş,
bazısı halifelik ve üstünlük konusunda malum sözü söylemiş, bazısı birbiriyle
savaşmış, bazısı birine lânet etmiş, bazısı birini tekfir etmiştir. Bu sözler
malumdur…” “Kadı Şureyh “Bel acibtu” (Saffat 12) şeklindeki kıraati inkâr etmiş
ve: “Muhakkak ki Allah şaşırmaz” demiştir… Böylece sabit bir kıraati inkâr
etmiştir. Kitap ve sünnetin delalet ettiği bir sıfatı inkâr etmiştir. Bununla
birlikte o, ümmetin imamlardan bir imam olduğuna ittifak ettiği birisidir.
Yine seleften birisi Kur’an’dan bir harfi inkâr
etmiştir. Mesela “efelem yey’esillezine amenu” (Rad 31) ayeti hakkında
bu ancak: “evelem yetebeyyenillezine amenu”dur” demiştir.
Bir diğeri “ve kada rabbuke ella ta’budû illa
iyyah” (İsra 23) ayetinin kıraatini inkâr etmiş, “Bu ancak: “Ve vassa
rabbuke” şeklindedir demiştir. Bazısı felak ve nas surelerini Kur’ândan
saymamış, diğeri kunut suresini yazmıştır. İcma ve mütevatir nakil ile
bilinmektedir ki bu bir hatadır. Bununla beraber nakil onların katından tevatür
halinde değildi. Bu yüzden tekfir edilmediler. Eğer bu yüzden biri tekfir
edilirse ancak mütevatir nakil ile hüccet ikamesinden sonra olur.”[25]
Tekfirde Mutlak-Muayyen Ayrımı
İbn Teymiyye şöyle demektedir: “Söylenen söz, mutlak olarak sahibinin
tekfir edildiği türden olabilir ve genelde bunu ifade etmek için, “Kim şöyle
derse kâfir olur” ifadesi kullanılır. Ancak bu sözü söyleyen kişi, gerekli olan
hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir edilmez.”
Yine İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Kitap, sünnet ve icma
ile küfür olan bir söz hakkında, şer’î delillerin gösterdiği gibi bunun küfür
bir söz olduğu söylenir. Zira iman, Allah ve rasulü tarafından verilebilecek
bir hükümdür. Bu mesele insanların zanlarına ve hevalarına göre değildir.
Hakkında tekfirin şartları sabit olup, manileri ortadan kalkmadıkça herhangi
bir şahsın kâfir olduğuna hükmetmek gerekmez.”[26]
Mesela Allah ve Rasulünün bir sözünü inkâr etmek genel olarak küfrü
muciptir. Fakat belli bir şahıs onu inkâr edince kâfir olmayabilir. Çünkü bu
şahıs İslam’a yeni girmiş veya uzak bir yerde yetişmiş olması yüzünden Allah ve
Rasulüne ait böyle bir sözün olduğunu bilmeyebilir. Yine bazı geçerli
mazeretler yüzünden o sözü hiç duymamış olabilir, ya da duyduğu halde onun hakikaten
onlara ait olduğu hususunda kanaat oluşturmayabilir, ya da o sözün tevilini
gerektiren başka bir sözü daha sağlıklı bulmuş olabilir.[27]
Ebu’l İzz el- Hanefi şöyle demektedir: “Çünkü muayyen şahsın hata eden,
günahı bağışlanmış bir müctehid olması mümkün olabildiği gibi, elindeki
nassların dışında bulunan bir takım nassların kendisine ulaşmamış kimselerden
olması da mümkündür. Onun pek büyük bir imanı ve Allah’ın rahmetine mazhar
olmasını gerektiren birçok iyilikleri de bulunabilir.”[28]
Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab rahimehullah şöyle demiştir: “Muayyen
(belirli) bir şahsın tekfiri meselesi bilinen bir meseledir. Kişi küfür olan
bir söz söylemiş olabilir ve bu sözü söyleyenin kâfir olduğu söylenebilir.
Lakin belli (muayyen) bir şahıs bu sözü söylediği zaman ona terk edenin kâfir
olacağı hüccet ikame edilinceye kadar küfrüne hükmedilemez.”[29]
Şeyh Muhammed b. İbrahim rahimehullah şöyle demiştir: “Burada iki şey
vardır: Birincisi: Bir şeyin küfür olduğu hükmü İkincisi: Şahsın kendisine
hükmetmek. Ki bu ayrı bir şeydir.”[30]
Allame el-Elbânî rahimehullah şöyle demiştir: “Küfürde vuku bulmuş olsa
dahi, hüccet ikame edilmedikçe bir kimseyi tekfir etmeyiz.”[31]
Şeyh İbn Useymin rahimehullah şöyle demiştir: “Böylece anlaşılmıştır ki;
bir söz veya bir fiil küfür veya fısk olabilir. Bu durum, bunu işleyenin kâfir
veya fasık olmasını gerektirmez. Tekfirin veya tefsikin şartlarından birinin
bulunmaması veya bunu engelleyen bir maninin bulunması bu hükme engel
olabilir.”[32]
Tekfire Hükmetmeyi Gerektiren Hüccet İkamesini Kim Yapar?
Tekfir hükmünde ancak İslam devletinin
yöneticisi tarafından kendilerine yetki verilmiş olan, ilimde köklü, ikna
kabiliyeti olan, hafızası kuvvetli, sağlam anlayışlı, istinbat kabiliyetli,
yumuşaklık ve ağırbaşlılık hasletlerine sahip, tahammüllü ilim ehli hüccet
ikamesini yapar.
Âlimler dinin füru’u ile alakalı helal ve harama
dair hüküm meselelerinde müçtehit ve müftî olmayı bir şart olarak koştuklarına
göre, küfür, iman, fasıklık, bid’atçilik gibi dinin aslî meselelerinde de bu
şarta itibar etmek zorunlu ve daha önceliklidir.
Şeyh Suleyman b. Sehman rahimehullah şöyle
demiştir: “Anladığım kadarıyla hüccet ikamesini ancak bunu
güzelce yapabilecek kimse yapar. Dininin hükümlerini bilmeyen ve âlimlerin bu
konuda neler söylediklerini bilmeyen cahil kimse gibi bu işi güzelce
yapamayacak olan kimseler bildiğim kadarıyla hüccet ikamesi yapamazlar. Allah
en iyi bilendir.”[33]
Son Olarak
Zamanımızda şer’i hüccet ikamesini yapacak bir hilafet/İslam
devleti bulunmaması sebebiyle, Müslüman olduktan sonra küfür veya şirk işleyen,
işlediği şeyin küfür olduğuna dair tebliğ yapılmasına ve bu konuda te’vil,
ikrah gibi hiçbir mazeretinin kalmadığının bilinmesine rağmen Müslümanların
arasında yaşayıp Müslüman olduğunu iddia eden kimselere gelince bunlar
münafıktırlar. Zahiren müslümanlarla aynı haklara sahiptirler. Kanları,
malları, kadınları haramdır, Müslümanlar üzerine velayetleri, akrabalıkları,
emanları geçerlidir.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve bazı sahabelerin bildikleri, fakat ashabının tamamının bilmedikleri bazı münafıklar vardı, bunlar Müslüman muamelesi görüyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bazı Müslümanların tanımadıkları bu münafıkların arkasında yanlışlıkla namaz kılmalarına, onlara Müslüman muamelesi yapmalarına, kız alıp vermeleri vb. muamelelerde bulunma ihtimallerine rağmen ismen tanıtmamış, onlardan küfür açığa çıktığında tevbe izhar etmişler, onların bu tevbede yalancı olduklarını bilmesine rağmen, zahirde ortaya koydukları duruma itibar etmiş, “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” dedirtmem diyerek, zahiren islamı ve tevbeyi izhar edenlerin öldürülmesini yasaklamıştır.
Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve bazı sahabelerin bildikleri, fakat ashabının tamamının bilmedikleri bazı münafıklar vardı, bunlar Müslüman muamelesi görüyorlardı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, bazı Müslümanların tanımadıkları bu münafıkların arkasında yanlışlıkla namaz kılmalarına, onlara Müslüman muamelesi yapmalarına, kız alıp vermeleri vb. muamelelerde bulunma ihtimallerine rağmen ismen tanıtmamış, onlardan küfür açığa çıktığında tevbe izhar etmişler, onların bu tevbede yalancı olduklarını bilmesine rağmen, zahirde ortaya koydukları duruma itibar etmiş, “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” dedirtmem diyerek, zahiren islamı ve tevbeyi izhar edenlerin öldürülmesini yasaklamıştır.
Günümüzde şayet münafık olduğunu bildiğimiz kimselere karşı
müeyyideleri uygulayacak İslamî bir müessesemiz olsaydı, bu münafıklar için iki
durum söz konusu olacaktı; ya küfürlerinde inat edecekler – ki kılıç karşısında
bu uzak bir ihtimaldir – ya da münafıkça, tevbe ettiklerini söyleyeceklerdi.
Büyük ihtimalle bu ikincisi olacaktı. Bu da onları tekfir edip irtidatına
hükmetmeye mani bir durum teşkil edecekti.
Öyleyse kendilerinden küfür ve şirk sabit olan bu münafıklara karşı nasıl muamele edilir?
Öyleyse kendilerinden küfür ve şirk sabit olan bu münafıklara karşı nasıl muamele edilir?
1- Onların kafir oldukları söylenmez. Dünya hükmü olarak
Müslüman muamelesi görürler, kestikleri yenir, velayetleri geçerlidir. Münafık olarak ölürlerse Allah'ın onlara ahiretteki muamelesi kafirlere olandan daha şiddetli olacaktır.
2- Kitap ve sünnet nasları münafıkların özelliklerini bolca
bildirmiştir. Yine bid’at ehlinin de durumları bildirilmiş, onlara karşı nasıl
muamele edeceğimiz açıklanmıştır. Küfür ve şirk olan, imana aykırı olan
akideleri izhar eden bid’at ehline karşı selam alıp vermemek, cenazelerine
katılmamak, samimi ilişkileri kesmek, beraber yemek yememek, onlarla oturup
konuşmamak, onları aşağılamak, reddiye vermek gibi yönlendirmeler yapılmıştır.
3- Hariciler, Rafiziler gibi topluluk olduklarında, şayet Müslümanların
halifesi varsa, Müslümanların cemaatinden ayrılan bu gruplara karşı savaşılması
emredilmiştir.
4- Sünnet inkarcılarının, Kaderiyye ve Mutezile gibi bid’atçilerin
ise “zındıklar” olduğu hadiste açıkça belirtilmiş bu kimselere mürtet
muamelesinden bahsedilmemiş, lakin sosyal ilişkilerin onlardan kesilmesi
emredilmiştir.
5- Sufiler, mitinglerle ayaklananlar, demokratik seçimlere katılanlar ve oy kullananlar harici ekollerindendir.
Bu kimseler, İskender Evrenosoğlu, Fethullah Gülen cemaati gibi, Müslümanların
cemaatinden ayrılırlarsa hariciler ve rafizilerle aynı muameleyi görürler,
Müslüman toplumun içinde yaşarlarsa Kaderiyye ve Mutezile fırkalarına olan
tavrın aynısını görürler, onlarla sosyal ilişkiler kesilir.
6- Zamanımızda İslam halifesi/devleti bulunmadığı için
harici gruplara da, mutezile gruplara da sabretmek, onlarla sosyal ilişkileri
kesmek, ilmi reddiyeler vererek Müslümanların onların tuzaklarına düşmelerine
mani olmak gerekir.
7- Bilmeden itikadında küfür bulunan bir münafığın arkasında namaz kılınırsa namaz sahihtir, lakin öğrendikten sonra arkasında kılmamak gerekir. Kılmak zorunda kalınırsa namaz iade edilir.
8- İtikadında küfür olmayan bid'at ehlinin arkasında namaz kılmak fasığın arkasında namaz kılmak ile aynı hükümdedir. Namaz sahihtir, fakat mekruhtur.
9- Küfürde olan münafıkların mesela namaz kılmadığı ve namazın terkinin küfür olduğu tebliğ edilmiş olmasına rağmen namaz kılmayıp da Müslüman olduğunu iddia eden kimselere zahiren Müslüman muamelesi yapılır, nikahları, velayetleri, emanları geçerlidir. Onlara hikmet ve güzel öğütle tebliğe devam edilir, lakin ısrar ettiklerinde ortaya koydukları bu kötülük sebebiyle onlarla sosyal ilişkiler kesilir.
Meselenin daha geniş ayrıntıları vardır. Bunun için Haricilik ve Mürcie Arasında Tekfir Sapması adlı kitabıma bakınız.
[2]
Sahih. Bkz.: el-Elbani, es-Sahiha (1454)
[3]
Tefsiru İbn Kesir 1/465)
[6]
Sahih. Bezzar, Keşfu’l-Estar (no:4), Şecerî, Emali
(no:97) Ebu Nuaym, Ma’rife (5442) İbn Kani Mucemu’s-Sahabe (2/277) Deylemi
(7281) Şahidini Enes radıyallahu anh’den: İbn Neccar, Zeylu Tarihi Bağdad
(2/162)
[7]
Sahih. Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare (3/358) Taberani Evsat (8/255)
[8]
Fethu’l-Bari (12/282) İbn Hacer: “Senedi sahihtir” demiştir.
[14]
Sahih. Bkz.: el-Elbani, es-Sahiha (1434)
[18]
Sahih mevkuf. Ebu Ya’la (4/207)
Taberani el-Evsat (Mecmau’l-Bahreyn 162) İbnu’l-Buhteri Musannefat (678) Şeceri
Emali (60) el-Esbehani el-Hucce (439) İbn Tahir el-Makdisi el-Hucce (2/596) İbn
Hacer el-Metalibu’l-Aliye (2998) Heysemi Mecma’da (1/107): ricali sahihin
ricalidir dedi. Hafız İbn Hacer Metalibu’l-Aliye’de sahih demiştir. Ebu Ubeyd,
Kitabu’l-İman’da rivayet etmiş, muhakkiki Şeyh el-Elbani rahimehullah (s.98) “İsnadı,
Muslim’in şartına göre sahihtir” demiştir.
* Benzerini Vehb b. Munebbih, Cabir radıyallahu
anhden hasen isnad ile: Haris b. Ebi Usame Musned (35) Mervezi Ta’zimu
Kadri’s-Salat (889) İbn Hacer Metalibu’l-Aliye (2997)
* Aynısını
Süleyman b. Kays el-Yeşkuri, Cabir radıyallahu anh’den rivayet etmiştir. Isnadı
sahihtir: El-Lalekai İtikad (2008)
[19]
Sahih. Taberani (1669) Ru’yani (954)
el-Muhlisiyyat (1393) İbn Adiy (2/454) El-Esbehani el-Hucce (442)
[20]
Sahih. Buhari (391) el-Muhlisiyyat
(1825) Ebu Yusuf el-Harac (270)
[21]
Hasen mevkuf. El-Esbehani el-Hucce
(443) Buhari Tarihu’l-Kebir (7/99) İbnu’l-Mukri Mu’cem (729)
[22] Bkz.: Şeyh Abdulaziz b. Baz’ın takriziyle,
Seyyid b. Saduddin el-Gabaşî; Seatu Rahmeti Rabbu’l-Alemin li’l-Cuhhal (s.50)
[27]
İbni Teymiyye Fetava (3/231)
[28]
Şerhu Akideti’t-Tahaviyye (318-319)