Polen yayınları arasında çıkan Fethu’l-Bari muhtasarı tercümesinde
Sahihu’l-Buhari’deki 4309 nolu hadis şu şekilde tercüme edilmiştir:
عَنْ مُجَاهِدٍ، قُلْتُ لِابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللَّهُ
عَنْهُمَا: إِنِّي أُرِيدُ أَنْ أُهَاجِرَ إِلَى الشَّأْمِ، قَالَ: لاَ هِجْرَةَ، وَلَكِنْ جِهَادٌ، فَانْطَلِقْ فَاعْرِضْ
نَفْسَكَ، فَإِنْ وَجَدْتَ شَيْئًا وَإِلَّا رَجَعْتَ
“Mucahid: “İbn Ömer radiyallahu anhuma’ya “Ben Şam’a hicret
etmek istiyorum” dedim. O: “Hicret yoktur. Fakat cihad vardır. Git kendi durumunu
gözden geçir. Eğer (uygun) bir halde olduğunu görürsen (gidersin) değilsen
dönersin.”
Evet, eser bu şekilde tercüme edilmiştir ve tercüme
metinlerden içtihada kalkışan, ilim ehline müracaattan uzak duran avam bu gibi
hatalı tercümeler sebebiyle sapık bid’atçiler haline dönüşmektedir.
Bu yüzden
avamın kesinlikle tercüme edilmiş hadis şerh kitapları yerine hayatta olan ilim
ehliyle irtibatta olması zorunludur. Avam için hadis şerhi kitapları kadar
zararlı bir şey yoktur! Şerh kitaplarından ancak ancak ilim ehli istifade
edebilir. Avam ise âlimlerle istişare halinde yalnızca hadis metinleri okumalı,
anlamadığı konularda şerh kitaplarına değil, hayatta olan âlimlere müracaat
etmelidir.
İnegölde kalplerinde eğrilik bulunan, müteşabihlerin peşinde
koşan ve müslümların arasında fitne tohumları ekmek isteyen bazı sapıklar – ki Bursa
ve İnegöl fitne ve fesat tarlasıdır, salah eksen fesat biter – yukarıda aktardığım
hatalı tercüme sebebiyle yeni bir fitnenin peşine düşmüşlerdir.
Üzerlerine
vacip olan şeyleri değil de, ancak üstlerine vazife olmayan konularda,
hevâlarına uyan bir delil bulabilme arzusuyla yapılan kısır araştırmanın
neticesidir bu. Hâlbuki Allah bu fitne peşinde koşanları daha önce defalarca
imtihandan geçirmiş, her defasında fitne tarafında olmayı tercih etmişler,
suçları görmezden gelinmiş, yine de ibret almamışlardır.
“Onlar görmüyorlar mı ki, her sene, bir yahut iki defa
sınanıyorlar da, yine de tövbe etmiyorlar ve ibret almıyorlar” (Tevbe 126)
Gelelim Buhârî’de yer alan İbn Ömer radiyallahu anhuma
rivayetine:
İbn Hubeyre “Hicret yoktur. Fakat cihad vardır.” Kavlini
şöyle açıklamıştır: “Burada cihadın hicret diye adlandırılmasına karşı çıkma
söz konusudur.”[1]
Kastallanî, Zekeriyya el-Ensari ve Bedruddin el-Aynî Buhârî
şerhlerinde, “Eğer (uygun) bir halde olduğunu görürsen (gidersin) değilsen
dönersin” şeklinde tercüme edilen: “فَإِنْ وَجَدْتَ شَيْئًا وَإِلَّا
رَجَعْتَ” kavlini şöyle açıklamıştır: “Kendinde cihad için kuvvet
bulursan gidersin, aksi halde bu gücü kendinde bulamazsan geri dönersin.” [2]
Görünen o ki, Fethu’l-Bari mütercimleri İbn Ömer radiyallahu
anhuma’nın sözünü anlamamışlar ve bu şekilde hatalı anlayışlara sebep
olabilecek şekilde tercüme etmişlerdir.
Doğrusu şudur: “Mucahid rahimehullah Şam’a cihad etmek için
gitmek istiyordu. Bunu ifade ederken: “Şam’a hicret etmek istiyorum” dedi. İbn
Ömer radiyallahu anhuma da onun cihad yolculuğuna “hicret” ifadesini
kullanmasına karşı çıkarak: “Hicret yok, cihad vardır, git, kendini cihada
arz et, eğer kendinde buna kuvvet bulursan cihad et, aksi halde (güç
bulamazsan) geri dön” dedi.
Evet, cihada hicret demesine karşı çıktı, çünkü hicretten
dönmek irtidattır, cihaddan dönmek ise böyle değildir. Bu, selefin ıstılahları
yerinde kullanmaya gösterdikleri özene bir örnektir. Lakin bu rivayetin,
hicretin iptali manasında delil getiren eblehlerin akılları kalplerinden kilometrelerce
yukarıdadır! Onlar daha önce aktardığımız, Buhârî ve Muslim’in sahihlerinde, Haccac’ın,
Seleme radiyallahu anh’e: “Hicretinden irtidat etmişsin” demesine karşılık,
kendisinin Allah rasulünden izinli olduğunu mazeret göstermesini okumamışlar
mıydı? Haccac ile Seleme radiyallahu anh’ın bu konuşmasının, Fetihten yıllarca
sonra meydana gelmiş olduğunu hiç düşünmediler mi?
Lakin heyhat! Dertleri naslara tabi olmak değil, eğri ya da
doğru ellerinde bir şekilde sopa olsun istiyorlar. Allah’tan afiyet ve selamet
dileriz.
“Fetih’ten sonra hicret yoktur ancak cihad ve niyet
vardır” hadisine gelince, bu durum Kitap ve sünnet naslarında yeterince
açıktır:
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “İman edip hicret eden ve
Allah yolunda canlarıyla ve mallarıyla cihad edenler ile barındırıp yardım
edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridirler. İman edip hicret
etmeyenler de hicret edinceye kadar sizin için onların velayetlerinden hiçbir
şey yoktur. Fakat din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım etmek sizin
üzerinize borçtur. Ancak sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir toplum
aleyhine olması müstesna. Şüphesiz Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir.”
(Enfal 72)
Burayde radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bir ordu veya müfreze gönderdiği zaman kendisine özellikle Allah
Teâlâ’dan sakınmasını, beraberindeki Müslümanlara da hayırla davranmasını
öğütlerdi. Sonra şöyle buyururdu:
“Allah Teâlâ’nın yolunda, O’nun adıyla savaşın ve
kâfirlerle çarpışın. Müşriklerden düşmanla karşılaştığın zaman onları üç şeye
davet et. Birini kabul ettiklerinde artık onları bırak.
Onları; İslam’a davet et. Şayet kabul ederlerse onlarla
savaşma. Sonra onlara kendi ülkelerini bırakıp muhacirlerin yurduna göçmelerini
teklif et ve bu durumda muhacirlerin lehine olan şeyin onların da lehine
olduğunu, muhacirlerin aleyhine olan şeyin onların da aleyhine olacağını söyle.
Eğer hicreti kabul etmezlerse bedevî Müslümanların hükmünde
olacaklarını, müminlere uygulanan Allah Teâlâ’nın hükümlerinin onların da
üzerine uygulanacağını bildir. Müslümanlarla birlikte savaşmadıkları sürece
ganimetten ve vergiden pay alamayacaklarını söyle. Şayet kabul etmezlerse
onlardan cizye iste.
Cizyeye razı olurlarsa onları bırak. Ama cizyeye de karşı
çıkarlarsa Allah Teâlâ’dan yardım dile ve onlarla savaş.
Kale halkını kuşatırsan ve senden Allah’ın zimmetini
(güvencesini) ve nebisinin zimmetini isterlerse onlara ne Allah’ın zimmetini ne
de nebisinin zimmetini ver. Lakin onlara kendi zimmetini ve arkadaşlarının
zimmetini ver. Zira sizlerin kendi zimmetinizi delmeniz, Allah’ın zimmetini ve
rasulünün zimmetini delmenizden ehvendir.
Bir kale halkını kuşatırsan ve senden Allah’ın hükmü üzere
muamele etmeni isterlerse onlara Allah’ın hükmü üzere muamele etme. Lakin
onlara kendi hükmün üzere muamele et. Zira onlar hakkında Allah’ın hükmüne
isabet edip etmediğini bilemezsin.”[3]
İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan: “Hicret eden mümin hicret
etmeyen müminin velisi ve mirasçısı olamıyordu. Aynı şekilde hicret etmeyen
mümin de hicret eden müminin velisi ve mirasçısı olamıyordu. Bu uygulama, Mekke
feth edilip de insanlar akın akın İslam’a girince: “Sonradan iman
edip hicret edenler ve cihad edenler, işte onlar da sizdendir. Akrabalar
Allah’ın kitabına göre birbirlerine daha yakındır. Muhakkak ki Allah herşeyi
hakkıyla bilendir.”
(Enfal 75) Ayeti ile nesh edildi.”[4]
İbn Abbas radıyallahu anhuma’ya İbn Mes’ud radıyallahu
anh’ın akrabalar dışında azatlıların kişiye mirasçı olamayacaklarını söylediği
nakledilince şöyle dedi: “Heyhat, heyhat! Oysa hicret etmeyenler değil, hicret
edenler birbirlerine mirasçı olurlardı. Sonrasında ise Enfal 75 nazil oldu.”
Böylece İbn Abbas radıyallahu anhuma azatlıların kişiye mirasçı olacağını
söylemiştir.”[5]
Said b. Cubeyr rahimehullah dedi ki: “Bu ayet daha öncesinde
olan kardeşlik akdi, miras konusunda sözleşme ve hicretten dolayı varis olma
gibi uygulamaları nesh etmiştir ve terekenin paylaşımı akrabalara bırakılmıştır…”[6]
[1]
İbn Hubeyre el-İfsah Min Meaniyi’s-Sihah (4/246)
[2]
Kastallani İrşadu’s-Sari (6/400) Ayni Umdetu’l-Kari (17/292) Zekeriyya
el-Ensari Minhatu’l-Bari (7/409)
[3]
Sahih. Muslim (1731) Ahmed (22978)
[4]
Hasen. İbn Ebî Hâtim (9187, 9191,
9193) Ebu Ubeyd Nasihu’l-Kur’an (s.321)
[5]
Sahih. Hâkim (4/344) İbn Ebî Hâtim
(9209)
[6]
Hasen. İbn Ebî Hâtim (9208)