Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

31 Ekim 2025 Cuma

Eski Hariciler İle Muasır Haricilerin Uyumuna Kısa Bir Bakış

 Muasır Haricîler günümüzde beşerî kanunlarla hükmeden bütün yöneticilerin dinden çıkaran küfürle kâfir olduklarını, bu hükmü bütün müslümanların bilmek zorunda olduklarını, dolayısıyla bu yöneticileri tekfir etmeyenlerin de kâfir olduklarını iddia etmektedirler. Bu konuda Maide 44. Ayetini delil getirirler. 

Yine bu ülkelerde kanun çıkaran parlemento meclisi üyelerinin de büyük küfürle kâfir olduklarını iddia ederek, bu konuda Tevbe 31. Ayetini delil getirirler.

Bu kimseleri savunan ordu mensuplarının da büyük küfürle kafir olduklarını, onların Nisa 76. Ayetinde belirtilen tagut yolunda savaşan kimseler olduklarını iddia ederler.

Bu hükme, ordu mensubu olsun veya olmasın, bu küfrî kanunları savunan herkesi dâhil ederler. (Bkz.: Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.539-540)

Bu yöntem Hariciler’in yöntemidir. İlk olarak raşid halife Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’ı “Hüküm ancak Allah’a aittir” şeklinde meşhur olan sözleriyle tekfir etmişlerdir. Günümüzdeki Hariciler bu görüşlerini o ilk Hariciler’den almışlardır.

Önceki ve sonraki Ehl-i Sünnet, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesinde İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sabit olan “Bu küfrün altında bir küfürdür” sözüyle açıklamışlardır. Lakin Hariciler İbn Abbas radıyallahu anhuma’ya karşı edepsizlik ederek şöyle demişlerdir:

Şayet bu söz İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sahih olarak gelirse, bunun hüccet olması için sahabeden kimsenin O’na muhalefet etmemiş olması, bu sözün kitap ve sünnetin nassına muhalif olmaması gerekir. Arap dilinin delaletiyle ve şeriat koyucunun örfüyle ortaya çıkmıştır ki, Maide suresindeki ayet, burada küfrün büyük küfür olduğunu göstermektedir. Buna muhalif olan sahabi sözü hüccet olmaz” !!! (Bkz: Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.971)

Yine bu konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye gibi büyük âlimlere de dil uzatarak şöyle demişlerdir: “Burada şuna uyarıda bulunmak isterim: Şeyhulislam İbn Teymiyye bu konudaki sözlerinde çelişkiye düşmüştür” (Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.609)

Yine İbnu’l-Kayyım hakkında da şöyle demişlerdir: “Talibin şunu bilmesi gerekir: İbnu’l-Kayyım’ın Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek hakkındaki sözlerinde Allah’ın yetki indirmediği bir taksimat vardır ki muasır ilim ehlinin geneli de bu görüş üzere taksimat yapıyorlar”!!! (Abdulkadir b. Abdilaziz, el-Cami s.602)

Daha gerçek ismi dahi meçhul olan bazen Abdulkadir b. Abdilaziz ismini, bazen Seyyid el-Fadl bazen doktor el-Fadl ismini kullanan fakat hakiki ismi İmam b. Abdilaziz eş-Şerif olan, asrımızın habis Harici önderlerinden birisi işte böylece başta büyük sahabi İbn Abbas radıyallahu anhuma olmak üzere, Ehl-i Sünnetin imamlarını da tutarsızca eleştirmektedir!

 Bu Hariciler günümüzdeki bütün yöneticileri ancak “Tagut” ismiyle anarlar ve ilk öncüleri gibi tekfir ederler. Bütün yöneticilerin ve onların halklarından olan kıble ehlinin kanlarını helal saymada bu çürük esaslarına dayanırlar.

Orduyu ve askere gidenleri tekfir etmeleri, önceki Haricilerin diğer bir pislik esasına da sebep olmaktadır. İlk hariciler de tekfir ettikleri yöneticilerin halklarını tekfir ediyorlardı, muasır hariciler de aynı şekilde bu yöneticileri tekfir etmeyen halkları tekfir etmektedirler.

Meclisteki vekillerin ve oy kullananların tekfir edilmesi, önceki ve sonraki İslam âlimlerinin geneline aykırı bir tutumdur. Zira âlimler, helal ve haram saymada tabi olmanın ne zaman küfür, ne zaman günah olacağını açıklamışlardır.

İbnu’l-Arabî şöyle der: “Mü’min, bir müşriğe itikad konusunda itaat ederse müşrik olur, akidesi selîm – tevhid ve tasdik üzere mustakim – olduğu halde fiilen itaat ederse o günahkârdır. Bunu iyi anlayın.”

Abdulkadir b. Abdilaziz, parlementoya girecek milletvekillerinin seçiminde oy kullanmanın dinden çıkaran büyük küfür olduğunu iddia etmiş ve bunun Allah’ın dışında teşride bulunan rabler edinmek olduğunu, bu oylamaya katılan ve davet eden herkesin kâfir olduğunu söylemiştir. (Bkz. Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami s.470)

 Bu ise kıble ehlinden geniş bir kesimi tekfir demektir. Birçok vekiller belki bu hükmü tam anlamıyla hak etmektedirler, lakin şerri azaltmak ve hayrın kalabalığını artırmak gibi tevillerle parlementoya girmeye cevaz veren bazı ilim ehline uyan kimseler vardır. Bunların bu bozuk tevilleri reddedilir, lakin tekfir edilmeleri yanlıştır.

Muasır Hariciler ise ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sayıları milyonları bulan kimseleri tekfir etmekte, onların cehennemde ebedî kalıcı olduklarını iddia etmektedirler.

Mesela Abdulkadir b. Abdilaziz el-Umde adlı kitabında şöyle der: “Bu kâfir yöneticilerle cihad etmek her müslümana farzı ayndır. Bu cihadın üzerine vacip olduğu kimseler bu işte gevşeklik gösterirse büyük günah işleyen bir fasık günahkâr olur.” (el-Umde s.320)

Hali meçhul olan, ilimde bir hocası bilinmeyen, sadece tıp doktorluğu bulunan bu adam, kendi başına, hiçbir istisna yapmadan bütün ümmeti bu şekilde günahkâr saymakta, müçtehit imamlardan hiç biri böyle bir şey söylememektedir!

Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesine dayalı olarak kendi kendine kurduğu bu esasa göre Abdulkadir b. Abdilaziz’in kendisi de aynı hükme dâhil olmaktadır! Zira o hapsedilmeden önce onlarca sene Cihad cemaatinden ayrı kalıp Yemen’de yaşamış, sonra tıp eğitimine devam etmiş, Mısır’a yolculuk edinceye kadar da mürted olduğunu iddia ettiği yöneticilerle cihad etmemiştir! Kendi uydurduğu esasa göre kendisi de büyük günah işleyen bir fasıktır! Tabii ki bu sonuç, kendisinin uydurduğu fetvaya göredir!

Abdulkadir b. Abdilaziz (el-Cami s.470) diyor ki; “Bu zamanda kâfirlerin kanunlarıyla hükmedilen ülkeler dâru’l-küfür ve daru’l-harb sayılırlar.”

Yine başka bir yerde (el-Cami s.653) şöyle diyor; “Bugün müslümanların ülkeleri kafirlerin ve mürtetlerin ülkeleridir.”

Bu sözleri ancak ilk Harici atalarının görüşlerine dayanmaktadır. Zira ilk haricilere göre yönetici kafir olursa, halkları da kafir olurlar. Bu yüzdendir ki Ehl-i Sünnet Haricilere muhalif olarak akide metinlerinde müslümanların ülkelerinin Daru’l-İslam olduğunu açıklamışlardır.

İmam Ebu Bekr el-İsmailî İtikadu Eimmeti’l-Hadis’te (s.76) şöyle der: “Hadis ehli, ülkenin Mu’tezile’nin görüşünde olduğu gibi daru’l-küfür değil, namaz için ezan ve kamet okunması zahir olduğu ve halkı güvende olduğu sürece daru’l-islam olduğu görüşündedirler.”

Asrımızın Haricilerinden Abdulkadir b. Abdilaziz ise el-Cami’de (s.471) şöyle diyor: “İslam ülkelerini küfür, riddet ve harp diyarları olarak görüyoruz.

Tuhaftır ki plandemi zamanında ezanlar, cemaatle namazlar, mescidlerde saflar, hac ve umre gibi İslam şiarları yasaklandığında muasır hariciler hem fiilen hem itikaden bu küfür dalgasına icabet ettiler! Asıl dinden çıkaran küfür buydu ve ülkeleri daru’l-küfre çeviren illet de bu idi!

Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami kitabında (s.1114) tagut diye adlandırdığı yöneticileri ve onlara yardım eden herkesi, (asker, polis, gazeteci, ilim ehli kim varsa) tekfir etmeyi vacip sayıyor, bu konuda da peygamberlik iddiasında bulunan Museyleme, Tuleyha el-Esedî gibi kimselere tabi olan halkların muayyen olarak tekfir edilmelerini, onların mallarının ganimet sayılmasını gerekçe gösteriyor!

Buradan hareketle tagutlara yardım edenlerin tekfir edilmesinde sahabenin icmaı olduğu, bunun kesin bir icma olduğu, buna muhalefetin de küfür olduğu sonucuna varıyor!

Sözün burasında Nisa 76. Ayetini delil getiriyor; “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfir olanlar ise tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın velileri ile savaşın! Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.” (Nisa 76) Bundan dolayı kafir yöneticiyi veya kafir kanunlarını savunan herkesin tagut yolunda savaştığını, tagut yolunda savaşan herkesin de kafir olduğunu söylüyor!

Hâlbuki şeriat koyucu, tekfir meselesinin şiddetini açıklamıştır. Buhârî ve Muslim’in Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet ettikleri hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kişi kardeşine “ey kâfir” derse bu söz ikisinden birine döner.

Aynı şekilde âlimler de tekfir konusuna dalmaktan sakındırmışlardır.

Eş-Şevkanî, Seylu’l-Cerrar’da (4/578) şöyle demiştir: “Bil ki müslüman bir kimsenin İslam dininden çıkıp küfre girdiğine hükmetmek, gün ortasındaki güneş gibi bir bürhan bulunması dışında, Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir müslümanın ileri atılmaması gereken bir meseledir. Bu konuda tekfirde acele etmekten sakındıran hadisler en büyük sakındırma ve öğütleri içermektedir.”  

Tek bir müslümanı tekfir etmek konusunda dahi şiddetle uyaran hadisler varid olmuşken, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetini toptan tekfire kalkışan, muayyen şahısları tekfir etmeyi ümmetin bütün fertlerine vacip sayan muasır Haricileri artık hangi engel durduracak?!

Abdulkadir b. Abdilaziz ve ona tabi olan muasır Haricilerin, yöneticilerin yardımcı ve destekçilerini tekfir etmeyi şart koşmaları, ilk Haricilerin: “Kâfiri tekfir etmeyen kendisi kafir olur” şeklindeki haksız esaslarının neticesini doğurmaktadır!

İlk hariciler bu dayanaksız kaideleriyle Abdullah b. Habbab radıyallahu anh’ı katletmişlerdi! Nitekim Taberî’nin Tarih’inde (4/60) aktardığına göre Hariciler Abdullah b. Habbab radıyallahu anh’e:

“Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne diyorsun?” demişler, o da hayırla övgüde bulunmuştur. Sonra Ali radıyallahu anh’ıin tahkim meselesinden önceki hali ve Osman radıyallahu anh’ın olayından önceki durumunu sormuşlar, o da hayırlı övgüde bulunmuştur. Sonra Ali radıyallahu anh’ın hakem meselesini sorduklarında Abdullah b. Habbab radıyallahu anh şöyle demiştir:

“Ali radıyallahu anh sizden daha bilgili, dininde sizden daha çok sakınan bir kimsedir”. Bunun üzerine Hariciler: “Sen hidayete tabi olmadın” demişler ve onu yakalayıp nehir kenarında boğazlamışlar, kanını nehre akıtmışlardır.

Bu kıssa muasır haricilerin, ilk haricilerden devraldıkları bahsi geçen kaideye uyum gösterdiklerini ortaya koymaktadır! Kendilerine muhalif olan her topluluğu tekfir etmeleri!

İslam Tarihi kitaplarında haricilerin, kıble ehlinden fertleri kendilerinin sahip oldukları görüşler hususunda imtihan ettikleri, kendilerine muhalif bulduklarını ise tekfir edip öldürdüklerine dair kıssaların örnekleriyle doludur.

Bu konuda Kur’ân ayetlerini delil getirmelerine gelince, bu ayetlerin küfür milletlerinin en şiddetlileri hakkında nazil olmuş olması onların iddialarını iptal etmeye yeter. Hangi din ve akıl sahibi, Fir’avun’a, Nemrud’a tabi olanlar hakkında nazil olmuş ayetleri, kıble ehlinden olan yöneticilere tabi olanlar aleyhinde delil getirmeyi kabul edebilir ki?

Muhakkak ki el-Mevdudi’nin yöneticileri Firavun’a ve Nemrud’a, halkları da bunlara tabi olanlara benzetmiş olmasının bu bozuk bakış açısında büyük etkisi olmuştur!

Eski ve yeni Hariciler, müslüman yöneticiyi tekfir etme konusunda “Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme” gerekçesine dayanmışlardır. Buna bağlı olarak da Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmedilen ülkeleri Daru’l-Küfür ve Riddet, halkları da kâfir saymak düşüncesi ortaya çıkmıştır.

Muasır Hariciler, önceki Hariciler’in “Kâfiri tekfir etmeyen kendisi kâfir olur” şeklindeki esaslarına azı dişleriyle sarılmaktadırlar!

Bu yüzdendir ki Faris ez-Zehrani gibi muasır hariciler, Suud, Fas, Pakistan gibi ülkeleri küfür ve mürtetlik ülkesi gördüklerinden buralarda patlatma eylemlerine çağırmış ve bunun meşru olduğunu iddia etmişlerdir! (Bkz. Faris ez-Zehrani Nususu’l-Fukaha Fi Ahkami’l-İgare ve’t-Teterrus s.3-4)

Ebu Muhammed el-Makdisi, Ebu Katade el-Filistini, Eymen ez-Zevahiri, Usame b. Ladin, Hamid Abdullah el-Ali, Ebu Yahya el-Libî gibi diğer muasır Hariciler de bu minval üzere hareket etmişlerdir ki, bunların her birinin Kur’ân’a, Sünnete ve salih selefin menhecine muhalefetlerini açıklamak hacimli kitap derlemeyi gerektiriyor!

Günümüzde muasır haricilerin bir kimsenin müslüman olduğuna karar vermek için “Tagutu reddediyor mu, oy kullanmaya nasıl bakıyor, çocuğunu okula gönderiyor mu, askere gitmeye nasıl bakıyor” vb. gibi, imtihan etmeleri, ilk Haricilerin metotlarının ta kendisidir! Son zamanlarda buna diğer bazı muasır Hariciler; “Eş’arileri ve Maturidileri tekfir etme şartını” da eklemişlerdir!

Şüphesiz burada sözün uzamasına sebep olacak birçok mesele ve ayrıntılı açıklama yapılacak konular vardır ki, burada bahsettiğim ve bahsetmediğim meselelerde Haricilerin aşırılıklarına ve Mürcie’nin gevşekliklerine dair “Tekfir Sapması” adlı kitabıma müracaatı tavsiye etmekle yetiniyorum.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı, tabiin ve tebau’t-tabiinin bu meselelerde yürüdükleri ana cadde bilinirse, önceki ve sonraki sapıklık fırkalarının görüşlerindeki çarpıklıklar açıkça ortaya çıkacaktır.

Burada kısaca ve özetle şu esası hatırlatmakla sözü kısa keseceğim: Kitap ve sünnet naslarında küfür ve şirk olan fiiller belirtilmiş, bununla beraber, müslümanlık iddiasında bulunan muayyen şahısların tekfirinden de şiddetle sakındırılmıştır. Çünkü muayyen şahısların küfrüne hükmedebilmek için tekfire engel olan manilerin bulunmaması ve tekfiri gerektiren şartların yerine gelmesi gerekir. Buna da bu konuda içtihat yetkisine sahip olan ilim sahipleri, yaptırım yetkisine sahip kadılar hükmeder.

Bütün müslümanları, İslam iddiasında bulunan kafirleri bilmek ve onların küfürlerine hükmetmekle yükümlü kılmak asla Kur’ân, sahih sünnet ve salih selefimizin menhecinde gelmiş bir şey değil, ancak cehennem köpeği Haricilerin uydurdukları bir davadır. Bilakis her müslüman küfür ve şirk olan fiilleri bilip bunlardan sakınmakla memurdur. Ama bu işlerin faillerine hükmetme konusunu bu meselede yetkisi olanlara bırakmakla mükelleftirler.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)