Muasır Haricîler günümüzde beşerî kanunlarla hükmeden bütün yöneticilerin dinden çıkaran küfürle kâfir olduklarını, bu hükmü bütün müslümanların bilmek zorunda olduklarını, dolayısıyla bu yöneticileri tekfir etmeyenlerin de kâfir olduklarını iddia etmektedirler. Bu konuda Maide 44. Ayetini delil getirirler.
Yine bu ülkelerde kanun çıkaran parlemento meclisi
üyelerinin de büyük küfürle kâfir olduklarını iddia ederek, bu konuda Tevbe 31.
Ayetini delil getirirler.
Bu kimseleri savunan ordu mensuplarının da büyük küfürle
kafir olduklarını, onların Nisa 76. Ayetinde belirtilen tagut yolunda savaşan
kimseler olduklarını iddia ederler.
Bu hükme, ordu mensubu olsun veya olmasın, bu küfrî
kanunları savunan herkesi dâhil ederler. (Bkz.: Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami
s.539-540)
Bu yöntem Hariciler’in yöntemidir. İlk olarak raşid halife
Ali b. Ebi Talib radıyallahu anh’ı “Hüküm ancak Allah’a aittir” şeklinde meşhur
olan sözleriyle tekfir etmişlerdir. Günümüzdeki Hariciler bu görüşlerini o ilk
Hariciler’den almışlardır.
Önceki ve sonraki Ehl-i Sünnet, Allah’ın indirdiğinden
başkasıyla hükmetme meselesinde İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sabit olan “Bu
küfrün altında bir küfürdür” sözüyle açıklamışlardır. Lakin Hariciler İbn Abbas
radıyallahu anhuma’ya karşı edepsizlik ederek şöyle demişlerdir: 
“Şayet bu söz İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan sahih
olarak gelirse, bunun hüccet olması için sahabeden kimsenin O’na muhalefet
etmemiş olması, bu sözün kitap ve sünnetin nassına muhalif olmaması gerekir. Arap
dilinin delaletiyle ve şeriat koyucunun örfüyle ortaya çıkmıştır ki, Maide
suresindeki ayet, burada küfrün büyük küfür olduğunu göstermektedir. Buna
muhalif olan sahabi sözü hüccet olmaz” !!! (Bkz: Abdulkadir b. Abdilaziz
el-Cami s.971)
Yine bu konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye gibi büyük âlimlere
de dil uzatarak şöyle demişlerdir: “Burada şuna uyarıda bulunmak isterim:
Şeyhulislam İbn Teymiyye bu konudaki sözlerinde çelişkiye düşmüştür” (Abdulkadir
b. Abdilaziz el-Cami s.609)
Yine İbnu’l-Kayyım hakkında da şöyle demişlerdir: “Talibin
şunu bilmesi gerekir: İbnu’l-Kayyım’ın Allah’ın indirdiğinden başkasıyla
hükmetmek hakkındaki sözlerinde Allah’ın yetki indirmediği bir taksimat vardır
ki muasır ilim ehlinin geneli de bu görüş üzere taksimat yapıyorlar”!!!
(Abdulkadir b. Abdilaziz, el-Cami s.602)
Daha gerçek ismi dahi meçhul olan bazen Abdulkadir b.
Abdilaziz ismini, bazen Seyyid el-Fadl bazen doktor el-Fadl ismini kullanan
fakat hakiki ismi İmam b. Abdilaziz eş-Şerif olan, asrımızın habis Harici önderlerinden
birisi işte böylece başta büyük sahabi İbn Abbas radıyallahu anhuma olmak
üzere, Ehl-i Sünnetin imamlarını da tutarsızca eleştirmektedir!
 Bu Hariciler
günümüzdeki bütün yöneticileri ancak “Tagut” ismiyle anarlar ve ilk öncüleri
gibi tekfir ederler. Bütün yöneticilerin ve onların halklarından olan kıble
ehlinin kanlarını helal saymada bu çürük esaslarına dayanırlar.
Orduyu ve askere gidenleri tekfir etmeleri, önceki
Haricilerin diğer bir pislik esasına da sebep olmaktadır. İlk hariciler de
tekfir ettikleri yöneticilerin halklarını tekfir ediyorlardı, muasır hariciler
de aynı şekilde bu yöneticileri tekfir etmeyen halkları tekfir etmektedirler.
Meclisteki vekillerin ve oy kullananların tekfir edilmesi,
önceki ve sonraki İslam âlimlerinin geneline aykırı bir tutumdur. Zira âlimler,
helal ve haram saymada tabi olmanın ne zaman küfür, ne zaman günah olacağını
açıklamışlardır.
İbnu’l-Arabî şöyle der: “Mü’min, bir müşriğe itikad
konusunda itaat ederse müşrik olur, akidesi selîm – tevhid ve tasdik üzere
mustakim – olduğu halde fiilen itaat ederse o günahkârdır. Bunu iyi anlayın.”
Abdulkadir b. Abdilaziz, parlementoya girecek milletvekillerinin
seçiminde oy kullanmanın dinden çıkaran büyük küfür olduğunu iddia etmiş ve
bunun Allah’ın dışında teşride bulunan rabler edinmek olduğunu, bu oylamaya
katılan ve davet eden herkesin kâfir olduğunu söylemiştir. (Bkz. Abdulkadir b.
Abdilaziz el-Cami s.470)
 Bu ise kıble ehlinden
geniş bir kesimi tekfir demektir. Birçok vekiller belki bu hükmü tam anlamıyla
hak etmektedirler, lakin şerri azaltmak ve hayrın kalabalığını artırmak gibi
tevillerle parlementoya girmeye cevaz veren bazı ilim ehline uyan kimseler
vardır. Bunların bu bozuk tevilleri reddedilir, lakin tekfir edilmeleri
yanlıştır.
Muasır Hariciler ise ümmet-i Muhammed (sallallahu aleyhi ve
sellem)’den sayıları milyonları bulan kimseleri tekfir etmekte, onların
cehennemde ebedî kalıcı olduklarını iddia etmektedirler. 
Mesela Abdulkadir b. Abdilaziz el-Umde adlı kitabında şöyle
der: “Bu kâfir yöneticilerle cihad etmek her müslümana farzı ayndır. Bu
cihadın üzerine vacip olduğu kimseler bu işte gevşeklik gösterirse büyük günah
işleyen bir fasık günahkâr olur.” (el-Umde s.320)
Hali meçhul olan, ilimde bir hocası bilinmeyen, sadece tıp
doktorluğu bulunan bu adam, kendi başına, hiçbir istisna yapmadan bütün ümmeti
bu şekilde günahkâr saymakta, müçtehit imamlardan hiç biri böyle bir şey söylememektedir!
Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme meselesine dayalı
olarak kendi kendine kurduğu bu esasa göre Abdulkadir b. Abdilaziz’in kendisi
de aynı hükme dâhil olmaktadır! Zira o hapsedilmeden önce onlarca sene Cihad
cemaatinden ayrı kalıp Yemen’de yaşamış, sonra tıp eğitimine devam etmiş, Mısır’a
yolculuk edinceye kadar da mürted olduğunu iddia ettiği yöneticilerle cihad
etmemiştir! Kendi uydurduğu esasa göre kendisi de büyük günah işleyen bir
fasıktır! Tabii ki bu sonuç, kendisinin uydurduğu fetvaya göredir!
Abdulkadir b. Abdilaziz (el-Cami s.470) diyor ki; “Bu
zamanda kâfirlerin kanunlarıyla hükmedilen ülkeler dâru’l-küfür ve daru’l-harb
sayılırlar.” 
Yine başka bir yerde (el-Cami s.653) şöyle diyor; “Bugün
müslümanların ülkeleri kafirlerin ve mürtetlerin ülkeleridir.”
Bu sözleri ancak ilk Harici atalarının görüşlerine
dayanmaktadır. Zira ilk haricilere göre yönetici kafir olursa, halkları da kafir
olurlar. Bu yüzdendir ki Ehl-i Sünnet Haricilere muhalif olarak akide metinlerinde
müslümanların ülkelerinin Daru’l-İslam olduğunu açıklamışlardır.
İmam Ebu Bekr el-İsmailî İtikadu Eimmeti’l-Hadis’te (s.76)
şöyle der: “Hadis ehli, ülkenin Mu’tezile’nin görüşünde olduğu gibi daru’l-küfür
değil, namaz için ezan ve kamet okunması zahir olduğu ve halkı güvende olduğu
sürece daru’l-islam olduğu görüşündedirler.”
Asrımızın Haricilerinden Abdulkadir b. Abdilaziz ise el-Cami’de
(s.471) şöyle diyor: “İslam ülkelerini küfür, riddet ve harp diyarları
olarak görüyoruz.”
Tuhaftır ki plandemi zamanında ezanlar, cemaatle namazlar,
mescidlerde saflar, hac ve umre gibi İslam şiarları yasaklandığında muasır
hariciler hem fiilen hem itikaden bu küfür dalgasına icabet ettiler! Asıl
dinden çıkaran küfür buydu ve ülkeleri daru’l-küfre çeviren illet de bu idi!
Abdulkadir b. Abdilaziz el-Cami kitabında (s.1114) tagut
diye adlandırdığı yöneticileri ve onlara yardım eden herkesi, (asker, polis,
gazeteci, ilim ehli kim varsa) tekfir etmeyi vacip sayıyor, bu konuda da peygamberlik
iddiasında bulunan Museyleme, Tuleyha el-Esedî gibi kimselere tabi olan
halkların muayyen olarak tekfir edilmelerini, onların mallarının ganimet
sayılmasını gerekçe gösteriyor!
Buradan hareketle tagutlara yardım edenlerin tekfir edilmesinde
sahabenin icmaı olduğu, bunun kesin bir icma olduğu, buna muhalefetin de küfür
olduğu sonucuna varıyor!
Sözün burasında Nisa 76. Ayetini delil getiriyor; “İman
edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfir olanlar ise tağut yolunda savaşırlar. O
halde şeytanın velileri ile savaşın! Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır.”
(Nisa 76) Bundan dolayı kafir yöneticiyi veya kafir kanunlarını savunan herkesin
tagut yolunda savaştığını, tagut yolunda savaşan herkesin de kafir olduğunu
söylüyor!
Hâlbuki şeriat koyucu, tekfir meselesinin şiddetini
açıklamıştır. Buhârî ve Muslim’in Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet
ettikleri hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kişi
kardeşine “ey kâfir” derse bu söz ikisinden birine döner.”
Aynı şekilde âlimler de tekfir konusuna dalmaktan
sakındırmışlardır.
Eş-Şevkanî, Seylu’l-Cerrar’da (4/578) şöyle demiştir: “Bil
ki müslüman bir kimsenin İslam dininden çıkıp küfre girdiğine hükmetmek, gün
ortasındaki güneş gibi bir bürhan bulunması dışında, Allah’a ve ahiret gününe
iman eden bir müslümanın ileri atılmaması gereken bir meseledir. Bu konuda
tekfirde acele etmekten sakındıran hadisler en büyük sakındırma ve öğütleri
içermektedir.”  
Tek bir müslümanı tekfir etmek konusunda dahi şiddetle
uyaran hadisler varid olmuşken, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in
ümmetini toptan tekfire kalkışan, muayyen şahısları tekfir etmeyi ümmetin bütün
fertlerine vacip sayan muasır Haricileri artık hangi engel durduracak?!
Abdulkadir b. Abdilaziz ve ona tabi olan muasır Haricilerin,
yöneticilerin yardımcı ve destekçilerini tekfir etmeyi şart koşmaları, ilk
Haricilerin: “Kâfiri tekfir etmeyen kendisi kafir olur” şeklindeki
haksız esaslarının neticesini doğurmaktadır!
İlk hariciler bu dayanaksız kaideleriyle Abdullah b. Habbab radıyallahu
anh’ı katletmişlerdi! Nitekim Taberî’nin Tarih’inde (4/60) aktardığına göre
Hariciler Abdullah b. Habbab radıyallahu anh’e: 
“Ebu Bekr ve Ömer hakkında ne diyorsun?” demişler, o da
hayırla övgüde bulunmuştur. Sonra Ali radıyallahu anh’ıin tahkim meselesinden
önceki hali ve Osman radıyallahu anh’ın olayından önceki durumunu sormuşlar, o
da hayırlı övgüde bulunmuştur. Sonra Ali radıyallahu anh’ın hakem meselesini
sorduklarında Abdullah b. Habbab radıyallahu anh şöyle demiştir:
“Ali radıyallahu anh sizden daha bilgili, dininde sizden
daha çok sakınan bir kimsedir”. Bunun üzerine Hariciler: “Sen hidayete tabi
olmadın” demişler ve onu yakalayıp nehir kenarında boğazlamışlar, kanını nehre
akıtmışlardır.
Bu kıssa muasır haricilerin, ilk haricilerden devraldıkları
bahsi geçen kaideye uyum gösterdiklerini ortaya koymaktadır! Kendilerine
muhalif olan her topluluğu tekfir etmeleri!
İslam Tarihi kitaplarında haricilerin, kıble ehlinden
fertleri kendilerinin sahip oldukları görüşler hususunda imtihan ettikleri, kendilerine
muhalif bulduklarını ise tekfir edip öldürdüklerine dair kıssaların
örnekleriyle doludur. 
Bu konuda Kur’ân ayetlerini delil getirmelerine gelince, bu
ayetlerin küfür milletlerinin en şiddetlileri hakkında nazil olmuş olması
onların iddialarını iptal etmeye yeter. Hangi din ve akıl sahibi, Fir’avun’a,
Nemrud’a tabi olanlar hakkında nazil olmuş ayetleri, kıble ehlinden olan
yöneticilere tabi olanlar aleyhinde delil getirmeyi kabul edebilir ki? 
Muhakkak ki el-Mevdudi’nin yöneticileri Firavun’a ve Nemrud’a,
halkları da bunlara tabi olanlara benzetmiş olmasının bu bozuk bakış açısında
büyük etkisi olmuştur! 
Eski ve yeni Hariciler, müslüman yöneticiyi tekfir etme
konusunda “Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmetme” gerekçesine
dayanmışlardır. Buna bağlı olarak da Allah’ın indirdiğinden başkasıyla
hükmedilen ülkeleri Daru’l-Küfür ve Riddet, halkları da kâfir saymak düşüncesi
ortaya çıkmıştır.
Muasır Hariciler, önceki Hariciler’in “Kâfiri tekfir
etmeyen kendisi kâfir olur” şeklindeki esaslarına azı dişleriyle
sarılmaktadırlar! 
Bu yüzdendir ki Faris ez-Zehrani gibi muasır hariciler,
Suud, Fas, Pakistan gibi ülkeleri küfür ve mürtetlik ülkesi gördüklerinden
buralarda patlatma eylemlerine çağırmış ve bunun meşru olduğunu iddia
etmişlerdir! (Bkz. Faris ez-Zehrani Nususu’l-Fukaha Fi Ahkami’l-İgare ve’t-Teterrus
s.3-4)
Ebu Muhammed el-Makdisi, Ebu Katade el-Filistini, Eymen
ez-Zevahiri, Usame b. Ladin, Hamid Abdullah el-Ali, Ebu Yahya el-Libî gibi
diğer muasır Hariciler de bu minval üzere hareket etmişlerdir ki, bunların her
birinin Kur’ân’a, Sünnete ve salih selefin menhecine muhalefetlerini açıklamak
hacimli kitap derlemeyi gerektiriyor!
Günümüzde muasır haricilerin bir kimsenin müslüman olduğuna
karar vermek için “Tagutu reddediyor mu, oy kullanmaya nasıl bakıyor, çocuğunu
okula gönderiyor mu, askere gitmeye nasıl bakıyor” vb. gibi, imtihan etmeleri,
ilk Haricilerin metotlarının ta kendisidir! Son zamanlarda buna diğer bazı muasır
Hariciler; “Eş’arileri ve Maturidileri tekfir etme şartını” da
eklemişlerdir!
Şüphesiz burada sözün uzamasına sebep olacak birçok mesele ve
ayrıntılı açıklama yapılacak konular vardır ki, burada bahsettiğim ve bahsetmediğim
meselelerde Haricilerin aşırılıklarına ve Mürcie’nin gevşekliklerine dair “Tekfir
Sapması” adlı kitabıma müracaatı tavsiye etmekle yetiniyorum. 
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı, tabiin ve
tebau’t-tabiinin bu meselelerde yürüdükleri ana cadde bilinirse, önceki ve
sonraki sapıklık fırkalarının görüşlerindeki çarpıklıklar açıkça ortaya
çıkacaktır.
Burada kısaca ve özetle şu esası hatırlatmakla sözü kısa
keseceğim: Kitap ve sünnet naslarında küfür ve şirk olan fiiller belirtilmiş,
bununla beraber, müslümanlık iddiasında bulunan muayyen şahısların tekfirinden
de şiddetle sakındırılmıştır. Çünkü muayyen şahısların küfrüne hükmedebilmek
için tekfire engel olan manilerin bulunmaması ve tekfiri gerektiren şartların
yerine gelmesi gerekir. Buna da bu konuda içtihat yetkisine sahip olan ilim
sahipleri, yaptırım yetkisine sahip kadılar hükmeder. 
Bütün müslümanları, İslam iddiasında bulunan kafirleri bilmek
ve onların küfürlerine hükmetmekle yükümlü kılmak asla Kur’ân, sahih sünnet ve
salih selefimizin menhecinde gelmiş bir şey değil, ancak cehennem köpeği Haricilerin
uydurdukları bir davadır. Bilakis her müslüman küfür ve şirk olan fiilleri
bilip bunlardan sakınmakla memurdur. Ama bu işlerin faillerine hükmetme
konusunu bu meselede yetkisi olanlara bırakmakla mükelleftirler.
