Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

4 Temmuz 2018 Çarşamba

Âlimler Hakkında Dengesiz Tutumlar

Bazı kimseler ilim ehlinin bazı muhalefetlerine dair yaptığım uyarılardan dolayı şahsıma karşı saldırgan bir tutum içine girmişlerdir. Benim âlimlere dil uzattığımı iddia ediyorlar ve bana karşı dil uzatmaktan çekinmiyorlar. Bundan yüksünmüyorum. Lakin kendilerinin düştüğü çelişki tuhafıma gidiyor. Âlime dil uzatıyor diye başka bir âlime dil uzatılabilir mi?
Avam arasında bu tür tutarsızlar devam edegelmiştir. Birbirine ilmi eleştiri yapan âlimler hakkında iki taraftan biri olma yolunu tutmuşlardır. Hâlbuki olması gereken; vahyin tarafında yer almak ve ümmetin âlimlerinin de, hata yapsalar dahi hakkını teslim etmektir.
Âlimleri hatasız görme şeklindeki bâtıl cahiliyye düşüncesi sebebiyle, bir âlim diğer bir âlimi eleştirdiğinde haklıysa, haksız olanı yerin dibine batırma, haklı olanı ise putlaştırma tutumu câhilane bir tutumdur. Bilakis her bir âlimin yeri korunmalıdır. Misal olarak Ebu Hamid el-Gazalî, ümmetin âlimlerindendir. Yenilir yutulur cinsten olmayan bâtıl sözleri de vardır. Bazı cahiller onu tekfir etmeye kadar işi ilerletirler.
Ebu Hanife’nin de, İbn Hazm’ın da, İbn Teymiyye’nin de ve daha başka birçok âlimin de ele avuca gelmez muhalefetleri olmuştur. Bu durum onları tamamen silip çöpe atmayı veya tekfir etmeyi gerektirmez.
Lakin bu hatalara uyarı yapılması ve reddiye verilmesi, aynı hataya düşülmemesi ve beşerin putlaştırılmaması için önemlidir. Tabii ki âlime reddiyeyi cahiller yapamaz, yapmamalıdır.
Diğer taraftan “sapma/dalâl”, “sapık/dâl” kelimeleri hakkında da bir uyarı yapmak lazım. Allah Teâlâ: “Hakkın dışında sapıklıktan başka ne var ki?” (Yunus 32) buyurmuştur. Hakkın dışında kalan her şey bir sapmadır ve bunun dereceleri vardır. Hak üzerinde bulunmayan herkes hakkında “dâl” kelimesi kullanılır. Fakat bu kelimenin geniş manası hakkında bilgi sahibi olmayanlar, her tür sapıklığı bir zannederler. İnşaallah nasip olursa bu meseleyi daha geniş bir şekilde açıklarız.
Ümmetin selefinin menhecinden fersah fersah uzaklaşmış olan muasırlar taassup ve fırkacılığa batmış durumdadırlar.
Tabiin’in imamlarından Katade b. Diâme es-Sedusî rahimehullah, kader meselesinde batıl bazı sözler etmiş, lakin bu bâtıl akideye insanları davet etmemiştir. Bu mesele yüzünden cerh edilmekle beraber, rivayet konusunda güvenilir, tefsir naklinde mutemet imamlardandır. Birçok faziletleri de vardır. Lakin âlimler, bu faziletleri hatırına onun sapmasına sessiz kalmamışlar, uyarmışlardır. Bu sayededir ki Katade’nin kadere dair muhalif düşünceleri, (en azından kendisi vasıtasıyla) sonraki nesillere bulaşmamış, kendisiyle sınırlı kalmıştır.  
Bid’atini savunan ve ona davet edenler hakkında ise daha ağır tutumlar alınmıştır. Ebu Hanife bid’atinde ısrar ettiği ve davet ettiği için ona karşı daha sert uyarılar yapılmış ve terk edilmesinde ittifak edilmiştir. Ebu Hanife hadis rivayeti hususunda da sika olmadığı için imamlık vasfı yoktur. O ancak bid’at ehlinin imamlarından olabilir.
İbn Abdilberr, ondan sonra da İbn Teymiyye, Ebu Hanife’yi imam olarak savunmaya başlamakla ümmete karşı en büyük suçlardan birini işlemiş oldular. Bu konuda Ebu Hanife hakkında imamların kanaatlerine dair mustakil risale yazdığım için daha fazla ayrıntıya girmiyorum.
Bu meselede önceki imamlardan yığınla örnek verilebilir. Tabiin ve tebeuttabiinden sonraki âlimler de aynı menheci izlemişlerdir. İmam Buhari’ye karşı takınılan tutum, İbn Nasr el-Mervezi, Kıvamu’s-Sunne el-Esbehani, İbn Mende ve daha birçok imamlar, hadis rivayet eden muhaddisler, hem akide olarak hem rivayete ehil olma bakımlarından değerlendirmeye tabi tutulmuşlar, kimisi akidedeki pürüzünden dolayı uyarılmakla beraber rivayette güvenilir görülmüş, kimisi akidesi sorunsuz olmakla beraber rivayet hususunda güvenilir bulunmamış, kimisi her iki konuda da problemli görülmüşlerdir.
Âlimlerin birbirlerine reddiyelerinde, bu âlimlerin şahıslarına taraf olmamak gerekir. Bilakis Kitaba, sünnete, selefin menhecine taraftar olmalı, her hak sahibine hakkını teslim etmelidir. Mesela bir âlim, İbn Kudame’nin selefe muhalefet ettiği tefviz akidesini reddettiği zaman, ona reddiye verenin şahsına taraftar olmak gerekmez. Veya İbn Kudame ile ona reddiye veren kişi arasında fazilet kıyaslaması yapılmaz. Bu cahiliyye hasletidir.
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem davetini getirdiği zaman, cahiliyye müşriklerinden Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olanlar ile Kureyş eşrafını kıyaslayanlar şirk üzerinde kalmaya devam ettiler. Kur’an’da önceki peygamberlerin kavimleriyle kıssalarını okuduğunuzda da aynı durumu görürsünüz. Şu halde burada yapılması gereken, vahyin delilleri ve selefin menheci doğrultusunda bu mesele ele alındığında, İbn Kudame rahimehullah hak ehli, fazilet sahibi bir âlim olmakla birlikte bu meselede haktan sapmıştır. Her beşer gibi o da hata etmiştir. Bu durum ibn Kudame’yi tekfir etmeyi gerektirmediği gibi, bu âlimin bu hatasını tespit ve reddeden kişiye de taraftar olmayı gerektirmez. Bilakis hakka taraftar olmak gerekir.
Birçok kimse bâtıl ehline verdiği isabetli reddiyeler sebebiyle İbn Teymiyye’ye, Muhammed b. Abdilvehhab’a, Elbani’ye, Fevzan’a, İbn Useymin’e, Bin Baz’a fanatik taraftar olmuş ve bunu “Selefilik” zannederek taassup yapmaya ve ümmet içinde fırka eğilimi göstermeye başlamışlardır. Hatta şeytanın adamlarından bir davetçi "Alimin hata ettiğini söylemek o alime hakaret demektir" şeklinde ipe sapa gelmez sözler dahi etmişti.
Bazı yazılarımda bu yanlış anlayışların önüne geçmek için “Kötülük misliyle cezalandırılır” fehvasınca hareket ederek, bu kimselerin hata eden âlimleri olması gerekenden fazlasıyla cezalandırmaları, hatta tekfir etmelerine mukabil, bayraktarlığını yaptıkları, yukarıda ismi geçen âlimlerin de hatalarından dolayı bir çeşit haktan sapma içerisinde olduklarına uyarı yaptım.
Bu uyarıların amacı; “Hatalarıyla, isabetleriyle bu âlimler bu ümmetin alimleridir, hiçbiri masum değildir, lakin kendilerinden istifade edilebilecek alimler ile istifade edilmesinden uzak durulacak olanların ayırt edilmesi gerektiği” esasının belirginleşmesidir.
Muasır âlimler, hadis rivayeti açısından değerlendirilecek pozisyonda olmadıklarından, akide, menhec ve dini hükümlere yaklaşım hususlarında değerlendirmeye tabidirler. Bu sebeple bu âlimlerin bazen fıkhi bir konuda hakka ve açık delillere muhalif fetvalar verdiğine de uyarı yaptım. Bunun anlamı sırf fıkhi bir ihtilaftan dolayı bu âlimlerin sapık sayılması demek değildir. Onların da hatadan masum olmadıklarına fiilî örnekler vermektir. Zira bazı kimseler “Hatasız âlim yoktur” sözünü sadece teorik olarak söylerler, hakikatte âlimlerin hata edeceğine inanmazlar. Tıpkı tasavvufçuların şeyhlerini masum kabul etmeleri gibi. Onlar şeyhlerini masum kabul etmediklerini söylerler, fakat onların “mahfuz” olduklarına, yani günah işlemeyeceklerine inanırlar.
Bununla beraber adı geçen âlimlerin akide konusunda da ciddî problem teşkil edecek hataları, muhalefetleri vardır. Sapmasından bahisle ismini zikrettiğim her âlimin akidevî muhalefetlerini ortaya koyup reddiye verebilirdim, ancak taassup ehli katında bunun batıl akidelere revaç ettirici ve cahiller katında ilim ehlinden tamamen yüz çevirtici olması endişesiyle buna girmiyorum.
Kısaca söylemek gerekirse, İbn Teymiyye, İbn Abdilvehhab veya muasır âlimleri ölçü alıp, selefin menhecine bu pencereden bakanlar çok büyük sapıklıklara düşer, düşmektedir. Olması gereken; Kitabı, sünneti, selefin menhecini ölçü almak, sonraki âlimleri de bu menhece göre değerlendirmektir.
İftira ettiğimi zan ve iddia edenler sebebiyle burada bir numune zikredeceğim: İbn Teymiyye rahimehullah, Mecmuu’l-Fetava’nın 18. Cildinde, - ki bu cildi ben tercüme ettim ve İbn Teymiyye Kulliyatı tercümesinin 9. Cildi olarak yayınlandı - (tercümede s.296) şöyle demiştir:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in cennetlik oluşuna şahitlik ettiği kimselerin cennetlik olduğuna biz de şahitlik ederiz. Ama şahitlik etmediği kimselere gelince âlimlerden bir grup şöyle demiştir: “Onun cennetlik olduğuna ve Allah’ın onu sevdiğine şahitlik edilemez.” Bir başka grup ise şöyle demiştir: “Bilakis insanlar arasında iman ve takva sahibi olan kimse anlaşılır ve müslümanlar onu övmekte ittifak ederler. Mesela Ömer b. Abdilaziz, el-Hasen el-Basrî, Süfyan es-Sevrî, Ebu Hanife, Malik, Şafiî, Ahmed, Fudayl b. Iyaz, Ebu Süleyman ed-Dârânî, Maruf el-Kerhî, Abdullah b. Mubarek radıyallahu anhum gibiler böyledir. Bunların cennetlik olduğuna şahitlik ederiz. Zira sahih bir hadiste bildirildiğine göre: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir cenazeye uğradı. Onu hayırla övdüler. Bunun üzerine: “Vacip oldu, vacip oldu,” dedi. Yine bir cenazeye uğradı. Onu da kötülükleriyle andılar. Bunun üzerine yine: “Vacip oldu vacip oldu,” dedi. O'na: “Ey Allah’ın Rasulü! “vacip oldu, vacip oldu” demenizin anlamı nedir?” diye sorulunca şöyle cevap verdi: “Hayırla övdüğünüz cenaze için cennet vacip oldu dedim. Kötülükle andığınız şu cenaze için de ona cehennem vacip oldu dedim.” “Niçin Ey Allah’ın Rasulü?” dediler. Şöyle buyurdu:“Güzellikle övülmesi ve kötülükle anılması sebebiyle böyle dedim.” (Buhari ve Muslim rivayet etmişlerdir.)   
Evet, İbn Teymiyye rahimehullah, iki grubun görüşlerini zikrediyor ve ikinci grubun görüşünü destekliyor! İbn Useymin rahimehullah da Riyazu’s-Salihin şerhinde İbn Teymiyyen’in desteklediği bu görüşü savunmuş ve İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi âlimlerin de cennetlik olduğuna şahitlik edilebileceğini eklemiştir!
Bu cidden gaflet eseri olarak içine düşülmüş büyük bir bâtıldır!
İbn Teymiyye’nin zikrettiği görüş kendi içerisinde çelişkiler barındırmaktadır! Şöyle ki; İbn Teymiyye’nin tasvip edip destekleyerek zikrettiği görüşte: “Onun cennetlik olduğuna ve Allah’ın onu sevdiğine şahitlik edilemez” görüşüne cevap olarak; “Bilakis insanlar arasında iman ve takva sahibi olan kimse anlaşılır ve müslümanlar onu övmekte ittifak ederler” deniliyor ve bazı isimler sayarak “Bunların cennetlik olduğuna şahitlik ederiz” denilerek hadis zikrediliyor!
Hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisinin öğretip yetiştirdiği, akide, ilim ve amellerini iyi bildiği ashabının şahitliğiyle vardığı hükümden bahsediyor.
Peki, ashabdan sonrakileri onlara kıyaslamak ne kadar doğru olur? Mesela dininde hurafelere, zayıf ve uydurma hadislere dayanan, bundan dolayı birçok bid’atlere dalmış çoğunluk nazarında, sahih delillere sarıldığı için kandil geceleri, teravihteki bidatler, kabirler hakkındaki bidatler gibi kötülüklerden uzak duran bir kimse, hatta mescidlerde sadece farz namazları kılan, sünnetleri gizlice kılan veya hiç kılmayan bir kimse; fasık ve sapık olarak görülürken, namaz kılmayan, sakalını kesen, pantolon giyen kimseler sırf bu kimselerin akidelerine muhalefet etmediği için salih bir kimse olarak görülebilmektedir! Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Yine yukarıda övülmesinde ittifak edilenlerin arasında Ebu Hanife’yi zikretmek de gerçek dışı bir beyandır. Belki de İbn Teymiyye kendi asrında, kendi tanıdıklarının ittifakından bahsediyordur. Lakin gerçek şu ki, Ebu Hanife ile çağdaş olanlar ve onlardan sonraki nesil Ebu Hanife’yi zemmetmek hususunda ittifak etmişlerdir. İbn Teymiyye’nin bunu bilmemesi imkânsızdır ve burada populizm yapmıştır.
Sözün kendi içerisindeki çelişkisine gelince, muhtemelen bu sözler, icma esasına dayandırılarak söylenmiştir. Ümmetin müçtehitlerinin bir söz üzerinde ittifakı icma olarak adlandırılmıştır. Lakin burada yargı şudur: “Ümmet, kitap ve sünnette bildirilenler dışında bir şahsın cennetlik olduğuna şahitlik etmede ittifak ederse, biz de buna şahitlik ederiz.” Bu gerçekten imkânsız ve bâtıl bir sözdür. Kitap ve sünnetten bir nas olmaksızın muayyen bir şahsın cennetlik olduğuna birisi şahitlik etse, bu o kimsenin bâtıl üzerinde olduğuna delalet eder. Bu sapık söz üzerinde birleşmekten bu ümmet münezzehtir. Peki, imkânsız olan bir şey üzerinden bu kurgu nasıl yapılabiliyor? İbn Useymin rahimehullah nasıl oluyor da bu sözleri düşünmeden, savunarak, üstelik İbn Teymiyye ve başkalarına cennetlik olduğuna şahitlik edilir diye ekleyebiliyor? Çünkü o da bir beşerdir, yanılır. Tıpkı İbn Hazm’ın, İbn Abdilberr’in, Beyhaki’nin, Gazalinin, İbn Hacer’in, Nevevi’nin ve başka âlimlerin de yanldığı gibi. Bunun cevabı bundan ibaret.
İbn Teymiyye’yi tekfir eden, cehennemlik olduğuna şahitlik eden diğer aşırı gruplar da cabası. Şayet ittifak olmasa da çoğunluğun sözü bize yeter denilirse, Hızır aleyhi's-selâm’ın hayatta olduğuna, Kutuplar ve Ebdal denilen manevi şahsiyetlerin varlığına, imanın artmayacağı ve eksilmeyeceğine, isim ve sıfatların tevil edileceğine vs. inanan çoğunluğa ne dersiniz?
Biz o çoğunluğu kastetmiyoruz, hak ehli olan Ehl-i Sünnet’in çoğunluğuna itibar ediyoruz” denilirse, bu da çürük, kokuşmuş bir dayanaktır. Mesela Aişe radiyallahu anha’ya ifk ile iftira atıldığında hak ehlinin ta kendisi olan sahabenin çoğunluğu bu fitneye bulaştılar. Bu fitneye bulaşmayan bir azınlığı tasdik eden ayet indi? Cemel ve Sıffin savaşlarında sahabenin çoğunluğu bu fitneler bulaştı. Bu fitnelere bulaşmayan azınlık, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayattayken söylemiş olduğu hadislerle uyarılmıştı.
Bütün bu meselelerde ümmet adına düşünmek ve kitaba, sünnete, selefin menhecine taraf olmak gerekir. Sonrakilere taraftar olup taaasup göstermek, zamanımızda olduğu gibi fırkalaşmaya götürür. Bu, kesinlikle selefilik değildir. Selefilik, el-Cemaattir. Yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabını yetiştirdiği esaslara bağlı kalmaktır. Cemaat; sahabedir, tabiindir, tebauttabiindir. Akidesinde, menhecinde, amellerinde, ahlakında, gidişatında onlara uyum gösteren cemaate tabi olmuş olur. Selefe muhalefet eden de fırkaların kucağına düşer.
Cahillerin âlimleri eleştirmesi edepsizliktir. Ben, ilmime, bu meselelere girmeme dair yetkinliğime şahitlik edildiği ve icazet verildiği, bu alanda hakkı ortaya koymaya ve hedef olmaya başkalarının cesaret etmediği için bu hassas konulara girmek zorunda kalıyorum. Başkaları bu görevi üstlenseydi asla kendimi atmayı düşünmezdim.
Evet, birilerinin zoruna da gitse ben uzun zamandan beri Allah’ın lutfettiği ilim nimetini itiraf ediyorum. Lakin edep sınırlarını gözetmeyenler bana edepsizlik, üslupsuzluk vb. suçlamalarda bulunuyorlar.
Birincisi, âlimlere üslup öğretilmez, bilakis onlardan üslup, edep ve menhec öğrenilir.
İkincisi, üslubu, edebi, menheci bilmeyen insanlar bu kavramlardan bahsedemez. Selefin üslubu, muasırlar katında üslupsuzluk, selefin edebi muasırlar katında edepsizlik, selefin menheci muasırlar katında bozuk menhec gibi görülür olmuştur.
Üçüncüsü ben ilmimle şahitlik ediyorum, şayet benim âlim olduğuma inanmıyorsanız veya adaletime güvenmiyorsanız itibar etmezsiniz olur biter.
Sonuçta hiçkimse beni âlim olarak kabul etmek zorunda değil. Böyle bir derdim de yoktur.
Eğer şahitliğime güveniyorsanız, beni cahil de görseniz getirdiğim delillere itibar etmek zorundasınız.
Yok, eğer şahitliğime de güvenmiyorsanız, bu defa fasığın getirdiği haberi araştırma mecburiyetiniz vardır. Getirdiğim deliller, gerçekten belirttiğim kaynaklarda var mı, yok mu, araştırmadan reddetme lüksünüz yoktur.  
Şahsıma dil uzatanlar, hatta iftira atanlar her ortamda serbestçe bunu yapıyor zaten, bunlar beni rahatsız etse de şahsî bir savunmada bulunmuyorum. Lakin sözlü olarak yapılan bu pervasız saldırılar, menhece dokunduğu zaman bu gibi açıklamalara girmek zorunlu oluyor.
Nefsimin savunulacak bir tarafı yoktur. Hatta bazen şahsıma doğrudan serzenişlerini yapan kimseler var ki, bazen dayanamayarak hakarete hakaretle karşılık verme hakkımı kullanıyorum, bunda da ölçüsüzlük ettiklerim varsa haklarını helal etsinler. Etmezlerse de din gününde hesaplaşacağız. O zaman kim daha zararlı çıkar Allah bilir.
Subhanekallahumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilahe illa ente estagfiruke ve etubu ileyk.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)