Şeyh Ebu Muaz el-Çubukâbâdî dedi ki: “Şeyh Abdullah b. Ahmed
en-Nahibî (1428) bize umumî icazetle; Ömer b. Hamdan el-Mihrasî’den (1368), o;
Ebu’n-Nasr Muhammed b. Abdilkadir b. Salih ed-Dimeşkî el-Hatib’den (1324), o;
El-Vecih Abdurrahman b. Muhammed el-Kuzebrî’den (1262), o; Mustafa b. Muhammed
eş-Şamî er-Rahmetî’den (1205), o; Abdulganî b. İsmail en-Nablusî’den (1143), o
da Necmuddin el-Gazzî rahimehullah’tan rivayet etti. Şeyh Necmuddin el-Gazzî
rahimehullah, Husnu’t-Tenebbuh Lima Verade Fi’t-Teşebbuh (10/309 vd.) kitabında
dedi ki:
Hadarî ve Bedevî
El-Hadar, el-hudra, el-hâdira ve el-hadâre, bâdiyenin
aksidir. El-hadâret; şehirde ikamet etmektir. El-Kamus’ta böyle denilir.[1]
Yine orada denilir ki: el-Buduv, el-bâdiye, el-bâdât ve
el-bedâvet; hadarın (medeniyetin) aksidir. Tebdî; orada (badiyede)
ikamet etmektir. Tebâdî; onlara (bedevîlere) benzemektir.[2]
Es-Sihah’ta şöyle geçer: “el-bedâvet; badiyede ikamet
etmektir. El-bâdiye; hâdira’nın (şehrin) aksidir. Sa’leb dedi ki: “el-Bedâvet
kelimesini yalnızca Ebu Zeyd’den biliyorum.”[3]
El-Misbahu’l-Munir sahibi dedi ki: “Hadar kelimesi, el-buduvv’un
aksidir. Ona nispetle “hadarî” denilir. Hadar; şehirde ikamet
etmektir. El-Hadâret (veya el-Hidaret); şehirde yerleşmektir.[4]
Şehirlilerin bedevîlere benzemesine gelince, bunda kabalaşma
bulunduğu için aslen mekruhtur.
İmam Ahmed, Ebû Dâvûd, “Hasen” kaydıyla Tirmizî, Nesâî ve
Beyhakî, İbn Abbas radiyallahu anhuma’dan rivayet ediyorlar: Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Badiye’de (kırsalda) yerleşen kabalaşır. Avın peşini
takip eden gafil olur. İdarecilere giden fitneye düşer.”[5]
Ebû Dâvûd ve Beyhakî, Ebu Hureyre radiyallahu anh’den
rivayet ediyorlar: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Badiyede (kırsalda) yerleşen kabalaşır. Avın peşini
takip eden gafil olur. Yöneticilerin kapısına giden fitneye düşer. Kişi
yöneticiye yakınlaştıkça Allah’tan uzaklaşır.”[6]
Es-Sihah’ta şöyle denilmiştir: “Kim bâdiyede yerleşirse
kabalaşır” yani kırsalda yerleşen kaba saba hale gelir demektir.”[7]
Arap (Medenî) İle A’rabî (Bedevî) Arasındaki Fark
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bedeviler küfür ve nifak
bakımından daha beterdir. Allah’ın Rasulüne indirdiği sınırları bilmemeye de
onlar daha yatkın ve elverişlidir.” (Tevbe 97)
El-A’râb; araplardan bedevî olanlardır. Tekili; “A’rabî”dir.
O; Ebu Zeyd ve başkalarının dedikleri gibi; otluk, sulak, çayırlık yerleri
ziyaret demektir.
El-Ezherî şu açıklamayı eklemiştir: “İster araplardan olsun,
ister azatlılarından olsun her kim badiyede (kırsal alanda) yerleşir ve
bedevilere komşuluk ederse, onların kervanlarıyla konup göçerse onlar a’râb
(bedeviler)dir. Her kim taşra ve kırsalı terk eder de arap yerleşim yerleri ve
şehirlerinde yerleşirse o, fasih konuşanlardan olmasa da araptır.[8]
Kadı el-Beydâvî Tevbe 97. Ayeti hakkında dedi ki:
“Yabanilikleri, katılıkları, ilim ehliyle beraber olmamaları ve Kitap ve
sünnete kulak vermemeleri sebebiyle bedevîlerde küfür ve nifak şiddetlidir.”[9]
Bütün bunlar bedevileşmenin çirkinliğinin sebebini ortaya
koymaktadır.
Hadarî’nin (şehirlinin) bedevîye benzemesi, mertebe olarak
bir düşüş ve cehalet seviyesine iniştir. Bu da badiyede (kırsalda) yerleşmekle
ve bedevilerle beraber yaşamakla olur. Özellikle de ilim ve dinde fıkıh
öğrenmeden bu yapılırsa! Bu yüzden kişi şehirde yaşasa dahi, ilim ve edep
ehlinden uzaklaşmak, Kur’an ve sünnet öğreniminden tembellik ve eğlence
sebebiyle geri durmak, (….)[10]
Cahillerle vakit geçirmek bedevilere benzemeye girer. Şu an insanların genel
durumu bu şekildedir. Hatta onlar ilmî meselelerin küçüklerinden olup, her
dindar kimsenin anlayabileceği bir şey işitseler, buna tıpkı bedevilerin
şaşırdıkları gibi şaşırırlar.
Evet, âlim ve fakih kimsenin; cahil sufilerin ve
başkalarının onların mallarını ve sadakalarını almak için gitmeleri gibi değil
de, ilim ve fıkıh öğretmek üzere kırsala ve taşraya gitmesi kınanmış bedeviliğe
benzemek olmaz.
Nitekim İbn Ebi Hatim,
İkrime’den şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Eğer topluca cihada çıkmazsanız Allah sizi can yakıcı bir
azapla azaplandırır.”
(Tevbe 39) ayeti nazil olunca bazı insanlar bedevilerin yanında onlara dini
öğretmek için Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den geri kaldı. Münafıklar da:
“Bazıları bedevilerin yanında kalıp savaşa çıkmadı” demeye başladılar. Ayrıca:
“Bedevilerin yanında kalanlar helak oldu” dediler. Bunun üzerine:
“Mü’minlerin topluca çıkmaları gerekmez. Her topluluktan
bir kesim, dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri
döndüğünde onları uyarmak için kalsalar! Umulur ki onlar da sakınırlar.”
(Tevbe 122) ayeti nazil oldu.”[11]
Ayette ilim öğrenmek ve öğretmek için yolculuk etmenin müstehap
olduğuna delil vardır. İlim öğrenmek için kırsaldan şehire yolculuk veya
öğretmek için şehirden kırsala yolculuk sahih olur.
Bundan dolayı bedevîlerin, bu zamandaki bedevilerin çoğunun
yaptıkları gibi; nimetlenmek, rahatlık ve bina yükseltmek için değil de, ilim
ve edep öğrenmek üzere şehirde yerleşerek şehirlilere benzemesi güzeldir.
Onlardan lüks ve rahat düşkünü olanlar kırsalı terk edip şehirlerde
yerleşiyorlar ve orada binalar yükseltiyorlar. Bu ise Ömer ve Ebu Hureyre
radiyallahu anhum’un Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’den rivayet ettikleri
Cibril hadisinde bildirdiği üzere kıyamet alametlerindendir.[12]
Bedevilerin şehirlilere bu konularda benzemeleri elbette
çirkin işlerdendir ve bundan yasaklanmaları haramlık derecesindedir.
Onların benzeşmelerinin ve şehirlilerin bedevilere
benzemesinin hükmü kasıt ve niyetlerine göre değişir. Muhakkak ki anlattığımız
durumlar mekruhtur. Bu, övülen bir benzeşme de olabilir. Durumunun örtüşmesinden
sonra, diniyle fitnelerden kırsala kaçan, fıkıh ve edeb öğrenerek durumunu
kemale erdirmek isteyen kimselerin yaptıkları gibi.
İmam Malik, Buhârî Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Mâce; Ebu Said
el-Hudrî radiyallahu anh’den rivayet ediyorlar: “Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurdu:
““Müslümanın
en hayırlı malının, fitnelerden diniyle kaçarak peşinden dağ yamaçlarından
gittiği ve yağmur düşen yerleri izlediği koyun sürüsünün olması yakındır.”[13]
Ebu Nuaym, Zühd’de Beyhaki ve başkaları İbn Mes’ud radiyallahu
anh’den rivayet ediyorlar: “Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“İnsanlar üzerine bir zaman gelir, kişi dini hakkında
ancak dağ başlarından dağ başlarına kaçmakla veya tilkinin yavrularıyla beraber
yaptığı gibi, mağaralardan mağaralara kaçmasıyla selamet bulur.”[14]
Bu ahir zamanda, Allah’a isyan etmeksizin geçinmenin mümkün
olmadığı durumda olacaktır. Durum böyle olduğu zaman gurbet helal olur. O
zamanda kişinin helâkî, eğer varsa ana babasının, ana babası yoksa hanımı ve
çocuklarının, bunlar yoksa akrabalarının ve komşularının yüzündan olacaktır.
Onu geçim darlığından dolayı ayıplayacaklar, kendisini helak edecek işlere
sokmadıkça gücünün yetmediği şeylere zorlayacaklardır.[15]
Bedevilere en çok benzeşen insanlar şehir dışındaki küçük
köy ve kasabalarda yaşayanlardır. Çünkü onlar bedevilerle beraber olurlar.
Onlar tarım, çiftçilik ve ırgatlıkla uğraşırlar, “feddâd”dırla, yani aslen gür
sesli ve kabadırlar. Nitekim çobanlara; deveciler, inekçiler, eşekçiler
denilmiş, tarlalarında ziraat yapmak ve hayvanlarını otlatmak için çadır ve
kerpiç evlerde kalanlara, “fellahlar” denilmiştir. Devesini çoğaltan ve iki
yüzden bine kadar devesi olanlara da feddâdîn denilmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kabalık
ve katı kalplilik; Rebia ve Mudar kabilelerinden kıldan çadırlarda kalan,
develerin ve sığırların kuyruklarından tutunan feddadlarda bulunur.” Bunu
Buhârî Ebu Mes’ud el-Bedrî radiyallahu anh’den rivayet etmiştir.[16]
Ehlu’l-Veber (kıldan çadırlarda kalanlar); bedevilerdir.
Ehlu’l-Meder (çamur ve kerpiçten evde kalanlar) ise şehirlilerdir.
Diğer bir hadiste: “Feddadlar helak oldular”
buyrulmuştur. Bunu İbnu’l-Esir en-Nihaye’de zikreder.[17]
Buradaki feddadlar kelimesi, anlattığımız manalardadır.
“Helak oldular” sözünün anlamı ise şudur; onlar kendilerini helak edecek işe
soktular veya helake yaklaştılar demektir. Zira onlar hayvanları sebebiyle Cuma
ve cemaatlerden, ilim ve fıkıh öğrenmekten ve ibadetten meşgul olmuşlardır.
Açıkladığımız üzere bedevilerde kabalık ve katı kalplilik
hâkim olduğu için, Allah Teâlâ bedevilerden bir rasul göndermemiştir: “Biz
senden önce, ancak şehirler halkından kendilerine vahyettiğimiz adamlar
gönderdik.” (Yusuf 109) Çünkü onlar (şehirliler) daha bilgili ve kastedileni
daha iyi anlayan hilim sahibi kimselerdir. Bunu İbn Cerir (et-Taberî) ve İbn
Ebi Hâtim rivayet etmişlerdir.[18]
Allah Teâlâ’nın, Yusuf aleyhi's-selâm’dan naklettiği: “Sizi
badiyeden getirdi” (Yusuf 100) ayetine gelince, Mucahid ve başkaları şöyle
demişlerdir: “Yakub aleyhi's-selâm ve oğulları badiye halkına sahiptiler ve
kerpiçten evlerde oturuyorlardı. Bazen badiyeye (çöle, kırsala) çıkıyorlardı.
Yusuf aleyhi's-selâm onları Mısır’a getirttiği sırada badiyede (kırsalda)
idiler.”[19]
Bazı vakitler kırsala özellikle de ağaçlık alanlara, bahar
ayında tohumların yeşerdiği vakitlerde ve sonbaharda yaprakların solduğu
zamanlarda tefekkür ve ibret almak için çıkmakta sakınca yoktur.
Ebû Dâvûd ve Beyhakî, Aişe radiyallahu anha’dan şöyle
dediğini rivayet ettiler: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şu tepeliklerde geziye
çıkardı”[20]
Hadiste geçen “et-Tilâ’” kelimesi, tel’â kelimesinin
çoğuludur. Bu da tepelik yerler demektir. Denildi ki: “sulak yükseltiler
demektir.”
Tirmizî, Muaz radiyallahu anh’den rivayet ediyor: “Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem bahçelerde namazı hoş görürdü.”[21]
Hadiste geçen “el-Hiytân” kelimesi hâit kelimesinin
çoğuludur. Bu da duvarla çevrili bahçe demektir.
Kırlara, badiyelere ve sahralara düşünüp tefekkür etmek ve
ibret almak için çıkmanın müstehap olmasına delil olarak Allah Teâlâ’nın şu
ayeti yeter:
“Hiç yeryüzünde
dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette akledecek kalpleri ve işitecek
kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki
kalpler kör olur.” (Hacc 46)
Onlar ibret almak ve
basiretle düşünmek dışında amaçlarla; topraklarda ilerliyor, arazilerde
geziyor, beldeleri boyluyorlar. Onlar bu bozuk gayeler için değil, faydalı
gayeler için dolaşmaya çağırılıyorlar.
Bil ki düşünmek ve
ibret almak, badiyelere, kırlara has değildir. Bilakis şehirlerde de bu talep
edilir. Zira bir şehirden diğerine gezmek, orada yerleşenler için bir tefekkür
sebebidir. Sonra oradan gider ve şu ayette işaret edildiği gibi terk eder:
“Onlar, yeryüzünde
gezip de kendilerinden öncekilerin âkibetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı?
Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu
bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Rasulleri, onlara da açık
deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar
kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” (Rum 9)
“Onlar yeryüzünde
gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur,
görsünler! Öncekiler bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri
bakımından da daha sağlam idiler. Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda
vermemiştir.” (Mu’min 82)
Bil ki, ayeti
kerimelerdeki ibret alma ve basirete dair yönlendirmeler ancak ilimle
anlaşılabilir. İnsanlar arasında ilim ehli de çok azdır. Zaman ilerledikçe de
azalmaktadır. Çoğunluk cehalet ve hevanın galip gelmesi sebebiyle hidayet
bulamazlar. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Hevâsını kendisine
ilah edinen kimseyi gördün mü? Sen ona koruyucu olabilir misin? Yoksa sen,
onların çoğunun gerçekten dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun?
Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.”
(Furkan 43-44)
“Fakat insanların
çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise,
onlar tamamen gafildirler. Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve
ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve belirli bir süre için
yarattığını hiç düşünmediler mi? İnsanların birçoğu, Rablerine kavuşmayı
gerçekten inkâr etmektedirler. Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin
âkibetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü
idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha
çok imar etmişlerdi.” (Rum 6-9)
Onları öncelikle kendi
nefisleri hakkında tefekkür etmeye irşad ediyor. Çünkü insana en yakın olan şey
nefsidir. Yaratılışı hakkında düşünmesine, basiret sahibi olmasına en uygun
olan da öncelikle nefsidir. Kendi nefsinde Allah’ın ayetlerini düşünür. Zira
Allah Teâlâ’nın insanı yaratışında kesin iman edenler için büyük ayetler
vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzünde
kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır. Ve kendi
nefislerinizde de. Yine de görmüyor musunuz?” (Zariyat 20-21)
Sonra onları yeryüzünde dolaşmaya, oralarda kendisinden
önceki halkların akibetlerinin ne olduğunu düşünmeye çağırıyor.
Bu hakikatler ve hikmetler kula ancak ilimle açılır. Her
âlim ilmi oranında aydınlanır. İlmi arttıkça basireti artar. Basireti arttıkça
da Allah Teâlâ’ya yakınlığı artar. Bu yüzden Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De
ki: Rabbim ilmimi artır.” (Taha 114)
[1]
Bkz.: Firuzabadî el-Kamusu’l-Muhit (s.481 hadar maddesi)
[2]
Bkz.: Firuzabadî el-Kamusu’l-Muhit (s.1269 buduv maddesi)
[3]
Bkz.: el-Cevherî, es-Sihah (6/2278 bedâ maddesi)
[4]
Bkz.: el-Feyyumî, el-Misbahu’l-Munir (1/140 hadar maddesi)
[5]
Ahmed (1/357) Ebû Dâvûd (2859) Tirmizî (2256) Nesâî (4309) Beyhakî Şuabu’l-İman
(9402)
[6]
Ebû Dâvûd (2860) Beyhakî Şuabu’l-İman (9403)
[7]
El-Cevheri es-Sihah (6/2278 bedâ maddesi)
[8]
El-Ezherî, Tehzibu’l-Luga (2/218 arab maddesi)
[9]
Tefsiru’l-Beydavi (3/167)
[10]
Burada kitabın orijinal el yazmalarında silik bir kelime vardır.
[11]
İbn Ebî Hâtim Tefsir (6/1798)
[12]
Hadisi Muslim Ömer radiyallahu anh’den (no:8) ve Ebu Hureyre radiyallahu
anh’den (no:10) rivayet etmiştir.
[13]
Malik Muvatta (2/970) Buhârî (19, 6677) Ebû Dâvûd (4267) Nesâî (5036) İbn Mâce
(3980)
[14]
Ebû Nuaym Hilyetu'l-Evliyâ (2/118) el-Hattabî el-Uzlet (s.10) el-Irakî
Tahricu’l-İhya’da (1/371) isnadının zayıf olduğunu söylemiştir. Beyhakî’nin
Zühd’ünde İbn Mes’ud radiyallahu anh’den bu rivayet mevcut değildir. Muhtemelen
müellif, Hafız Irakî’den nakil yapmış ve hata etmiştir. Zira el-Irakî şöyle
demiştir: “el-Hattabî el-Uzlet’te İbn Mes’ud radiyallahu anh’den benzerini
rivayet etti. Beyhakî de ez-Zuhd’de benzerini Ebu Hureyre radiyallahu anh’den
rivayet etti. Her ikisi de zayıftır.”
[15]
Bu, Beyhakî’nin Zühd’de (183) Ebu Hureyre radiyallahu anh’den rivayet ettiği
hadisin manasıdır.
[16]
Buhârî (3307)
[17]
Bkz.: İbnu’l-Esir en-Nihaye Fi Garibi’l-Hadis (3/419)
[18]
Taberî Tefsir (13/80) İbn Ebî Hâtim (7/2210) Katade rahimehullah’tan rivayet
ettiler.
[19]
Bkz.: Suyuti, Durru’l-Mensur (4/589)
[20]
Ebû Dâvûd (2478) İbn Hibbân (550) Zayıftır. Şureyk b. Abdillah'ın hafızası bozulmuştur ve bu lafızda tek kalmıştır.
[21]
Tirmizî (334) Tirmizî dedi ki: “Garibdir. Ancak el-Hasen b. Ebi’l-Cafer yoluyla
rivayetini biliyoruz. El-Hasen b. Ebi Cafer ise Yahya b. Said ve başkaları
tarafından zayıf görülmüştür.”