Delaletu’n-Nas iki kısımdır.
Birincisi: Nassın lafzında zikredilmese de, hükmü zikredilen
şeyden daha şiddetli şekilde gelen bir illet sebebiyle, zikredilmeyen şeyin,
zikredilenin hükmüne daha öncelikli olarak dâhil olmasıdır.
1. Örnek: Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَقَضَى رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا
إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا
أَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَا أُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا
كَرِيمًا
“Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana
babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her
ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “uf!” deme; onları azarlama;
ikisine de güzel söz söyle.” (İsra 23)
Bu ayet, ana babaya uf demenin ve buna delalet
eden herhangi bir kelime ile azarlamanın haram olduğunu göstermektedir. Bu haramlık
“uf” sözünün kendisi sebebiyle değildir, bilakis ana babaya eziyet verici
herhangi bir sözle eziyet vermek yasaklanmaktadır. Arap dilini bilen herkes bütün
bunları anlar. Kastedilen eziyet vermenin yasaklanmasıdır. Sövmek, dövmek ve benzer
davranışlarda da bu durum söz konusudur. Hatta bunlar, nasta zikredilenden daha
şiddetli şeylerdir. Böylece nas, anlamıyla bütün bunları kapsamakta ve bu
illete dahil olan herşeyin haramlığı sabit olmaktadır. Çünkü bunlardaki illet,
nasta zikredilenden daha kuvvetli bir şekilde bulunmaktadır.
2. Örnek: Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
فَمَنْ
يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ * وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
“Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Kim de
zerre ağırlığınca bir şer işlerse, onu görür.” (Zilzal 7-8)
Ayetin lafzı, hayır ya da şer olarak zerre ağırlığınca
amel işleyenin karşılığını göreceğini ifade etmektedir. Zerre ağırlığından daha
fazlasını, mesela dağlar gibi amel işleyenin karşılığı ayette zikredilmemiştir.
Bununla beraber, daha fazla amel, karşılık bakımından aynı hükmü almaya daha
önceliklidir.
Bu türe en alt seviyenin zikri ile en üst seviyeye
uyarıda bulunmak denilir. Bu, haramlar hakkındadır. Mubahlara gelince, Allah,
bizimle anlaşmalı olmayıp savaş halinde olan kâfirlerin kanlarını mubah kılmış,
malları zikredilmemiştir. Onların kanları dışında ulaştığımız bedenleri ve
malları ise öncelikli olarak mubahtır.[1]
Bazı usulcüler bunu “Fehvâ’l-hitab” ve “Mefhûmu’l-evlâ”
diye adlandırmışlardır.[2]
İmam Şafii rahimehullah buna “Kıyasu’l-Celî” adını vermiştir.[3]
İkincisi: Nasta zikredilen şey ile aynı seviyede
olduğu halde ismi zikredilmeyen şeyin, gerektiren illet sebebiyle aynı hükmü
almasıdır.
Örnek: Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ
الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا
“Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenler ancak karınlarında
ateş yemiş olurlar ve yakında alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisa 10)
Bu ayette yetimlerin mallarını yemek suretiyle
telef etmek zikredilmektedir. Bu malları yakmak veya denize atmak gibi diğer
telef etme yolları zikredilmemiştir. Şüphesiz bu telef etme yolları da, yetimin
malını haksız olarak yemek suretiyle telef etmekle aynı seviyededir ve ateş tehdidini
hak ettirir. Böylece diğer telef yolları da, haksızlıkla yemekle aynı hükmü
alır.
Bu kısım “Mefhûmu’l-muvâfakat” ve “Lahnu’l-hitab”
diye isimlendirilmiştir. Yine diğer bazı usulcüler de “Mefhumu’l-musavi”
diye adlandırmışlardır.
Bu türün (delaletu’n-nâsın) hüccet olmasının
şartı, illetin nasta zikredilenlerden biliniyor olması ve sonra bu illetin (ister
evlâ yoluyla ister musavat yoluyla olsun) gerçekleşmesidir.[4]