Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

2 Temmuz 2010 Cuma

Maslahat-ı Mürsele Konusu

Maslahat-ı Mürsele Konusu


Maslahatı mürsele bidat sayılmaz. Zira şer’î deliller buna delalet etmektedir. Şeriat, maslahatların elde edilmesi, kötülüklerin kaldırılması üzere gelmiştir. Sahabenin ameli de bu şekilde devam etmiştir.

Eş-Şankitî el-Mesalihu’l-Mursele’de (21) şöyle demiştir: “Özetle sahabeler radıyallahu anhum kaldırılmasına delil olmayan ve ağır basan veya eşit seviyede kötülük taşımayan maslahatlara bağlanmışlardır.”

Bidatlerde ise maslahat yoktur. Maslahat varmış gibi görünse de hakikatte böyle değildir. Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh Mecmuu’l-Fetava’da (11/344) şöyle demiştir:

“Şeriat maslahatları asla ihmal etmemiştir. Bilakis Allah Teala bize dinini kemale erdirmiş ve nimeti tamamlamıştır. Cennete yaklaştıran her şeyi Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bize anlatmış, bizleri gecesi ile gündüzü eşit aydınlıkta olan, sapanın mutlaka helak olacağı bir yolda bırakmıştır. Lakin aklın maslahat olduğuna inandığı şey, eğer dinde varid olmamışsa şu iki durumdan biri sözkonusudur:

Ya şeriat ona bu kimsenin bilmediği açıdan delalet etmektedir veya onun maslahat olduğuna inansa da, onda bir maslahat yoktur. Zira maslahat, tamamen ele geçen veya çoğu ele geçen menfaattir. İnsanların dinde ve dünya faydalı olduğunu zannettikleri şeylerin çoğunda zarar daha galiptir.”

Maslahatı mürseleyi bidatten ayırt etmek için şart şudur: maslahatı mürsele, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem zamanında yapılmasını gerektiren bir durum mevcut olmayan veya mevcut olsa da bir yapılmasına bir engel olan şeydir. Bidat ise bunun tam aksidir.

Şeyhulislam İbn Teymiyye İktidau’s-Sirati’l-Mustakim’de (2/594) şöyle demiştir:

“İnsanlar sadece yararlı olduklarına inandıkları şeyleri, yenilik olarak ortaya atarlar. Herhangi bir yeniliğin zararlı olduğunu düşünseler onu ortaya atmazlar. Çünkü böylesine ters bir tutuma ne akıl ve ne de din yönünden gerekçe bulunamaz.

Şimdi, eğer müslümanlar bir şeyi yararlı görürler ise, bu şeye ihtiyaç hissettiren sebebe bakılır. Eğer bu ihtiyaç hissettiren sebep, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra ortaya çıkmış yeni bir şey olur da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kesin bir yasaklama belirtmeden o şeyi yapmamış ise böyle bir durumda söz konusu ihtiyaç duyulan yenilik ortaya konup uygulanabilir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanında da ihtiyaç haline geldiği halde çeşitli engeller yüzünden ortaya atılmayan ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ölümünden sonra önleyici engelleri ortadan kalkan yararlı yenilikler hakkında da aynı kural geçerlidir.

Fakat ihtiyaç niteliği kazandıracak bir sebebi olmayan veya kulların bazı günahları sebebi ile ihtiyaç haline geldiği ileri sürülen yeniliklere gelince, bunları ortaya çıkarıp benimsemek caiz değildir. Şunu hiç unutmamak gerekir ki, gerektirici sebebi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanında da var olan bir davranış eğer buna rağmen o zaman işlenmemiş ise her ne kadar bize göre yararlı ise de aslında yararlı değildir. Buna karşılık gerektirici sebebi (gerekçesi) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemden sonra -Allah'ın emrine karşı gelmek söz konusu olmaksızın- ortaya çıkan yenilikler yararlı olabilirler. Bu konuda fıkıh alimleri iki yol benimsemişlerdir:

1 - Bu yollardan birine göre, eğer hakkında yasaklayıcı bir delil yoksa söz konusu yenilik benimsenip uygulanabilir. Bu görüş, “kamu yararı (Mesalih-i Mürsele)” ilkesinin geçerliliğine inananların görüşüdür.

2 - Bu yollardan ikincisine göre söz konusu yenilik, hakkında emir olmadıkça ortaya atılıp benimsenemez. Bu görüş “Kamu yararı (Mesalih-i Mürsele)” ilkesine dayanarak ahkâm çıkarmanın doğru olamayacağını düşünenlerin görüşüdür ve kendi içinde iki türlüdür:

Bu görüşün bir kısım taraftarları şeriat koyucunun (Peygamberimizin) ya sözüne, ya davranışına veya sessiz onayına (ikrarına) dayanmayan bir hükmün ortaya konamayacağını savunurken, diğer bir bölümü söz konusu hükmün şeriat koyucunun açık veya dolaylı sözüne dayanılarak ortaya konabileceğini söylemektedirler. Birinci kısımdakiler “Kıyas” metodunu kabul etmeyenler, ikinci kategoridekiler ise bu metodun geçerliliğine inananlardır.

Gerektirici sebebi (gerekçesi) -eğer yararlı olsa- Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanında da varolduğu halde O'nun tarafından uygulamaya konmayan yeniliklere gelince; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra bu tür yenilikleri ortaya koyup benimsemek Allah'ın dininde değişiklik yapmak demek olur. Bu türlü değişiklikleri dine sokanlar dini değiştirmeyi amaç edinen hükümdar, alim ve abidler ile içtihadında yanılgıya düşen araştırmacılardır.

Nitekim Nebi sallallahu aleyhi ve sellem vaktiyle bu kaygıyı şu sözlerle dile getirmiştir:

“Sizin hakkınızda en korktuğum şeyler alimlerin yanılgıya düşmesi, münafıkların Kur'anı tartışma dayanağı olarak kullanmaları ve halkı saptıran hükümdarlar (imamlar) dır.” (Benzerini Hakim, Muaz b. Cebel radıyallahu anh’den nakletmiştir: el-Müstedrek, 4/420; el-Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1/317, Ömer b. Hattab radıyallahu anh'den rivayet etmişlerdir.)

Söz konusu yeniliklerin örneği, Ramazan ve Kurban bayramları namazları için ezan okumaktır. Bu adet bazı devlet adamları tarafından ortaya atıldığında müslümanlar bid'at olduğu gerekçesi ile bu uygulamaya karşı çıktılar. Eğer bu uygulamanın bid'at oluşu onun mekruh olduğuna delil olmasaydı, bu adetin: “Ey müminler, Allah'ı çok çok anınız” (Ahzab: 41) ve “İnsanları Allah'a çağırandan daha güzel sözlüsü kim olabilir?” (Fussilet: 41) ayetlerinin kapsamına girdiği söylenebileceği gibi cuma namazı için ezan okunması hükmü ile de “kıyas”lanabilirdi.

Çünkü bayram namazlarında ezan okumanın “yararlı” olacağını ispatlamaya çalışmak, koyu bir bid'atın yararlılığını kanıtlamaya çalışmaktan çok daha gerekçeli ve yerinde bir çabadır. Hatta: “İleri sürülen gerekçelere ve her hangi bir önleyici engelin yokluğuna rağmen, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bu adeti uygulamaması (yani bayram namazlarında ezan okutmaması) nasıl sünnet ise bu adeti uygulamak da bir başka sünnettir” denebilir.

Gerçi ilk bakışta böyle düşünmenin yerinde olduğu sanılabilir, ama cuma namazlarında ezan okumayı emrettiğine, buna karşılık bayram namazlarını ezan ve kamet'siz kıldığına göre sünnet olan uygulama bayram namazlarında ezan okumamaktır. Buna göre, bu sünnete hiç kimse bir şey eklemeye yetkili değildir. Dahası, bu sünnete farklı bir uygulama eklemek namaz vakitlerine, rekâtlerin sayısına veya Hacc'ın rükünlerine eklemeler, arttırmalar yapmak gibidir.

Başka bir deyimle eğer bir kimse, öğle namazının farzını (dört rekât yerine) beş rekât olarak kılmak istese de “Bu yapacağım şey fazladan iyi bir amel olmaktadır” diye davranışını haklı göstermeye çalışsa, bunu yapmaya yetkili değildir. Tıpkı bunun gibi eğer bir kimse Kabe ve Arafat dağı gibi mukaddes yerler dışında başka yerler belirleyip oralarda Hacc amacı ile ibadet ve zikir etmeye kalkışacak olsa “bu yaptığım şey iyi nitelikli bir bid'attır (Bid'at-i Hasene)” diyerek böyle bir şey yapmaya yetkili değildir. Tersine böyle bir kimseye “Her bid'at bir dalalettir. (sapıklıktır)” diye karşılık veririz.

Biz böyle bir davranış hakkında, özel bir yasaklayıcı hükmün varolduğundan veya onun yol açacağı kargaşa ve yıkımlardan (mefsedet'ten) önce onun “dalalet (sapıklık)” olduğunu bilir ve söyleriz. Vermiş olduğumuz bu misal Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanında gerektirici sebebi (gerekçesi) var olan ve -eğer yararlı olsa- önleyici hiç bir engeli bulunmayan yeniliklerin örneğidir. Böyle bir yeniliği ortaya atan kimsenin göstereceği bütün gerekçeler ve varlığını iddia edeceği bütün yararlar, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zamanında da var olduğu halde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu işi yapmadı. O halde O'nun bu “yapmayışı (terki)” bütün genellemelerden ve bütün kıyaslardan önde gelen “özel” bir sünnettir.

İnsanların kusurları veya kötü niyetleri yüzünden ihtiyaç haline gelen bid'atlere örnek Ramazan ve Kurban bayramlarının hutbelerini bayram namazının önüne almaktır. Bazı devlet adamları ilk defa böyle bir uygulamayı başlatınca müslümanlar bidat olduğu gerekçesi ile buna karşı çıktılar. Bu uygulamayı getirenlerin, cemaatın şimdilerde bayram namazından sonra hutbeyi dinlemeden dağıldığını, oysa Peygamberimiz zamanında hutbeyi dinlemeden dağılmamış olduklarını savunma olarak söylüyorlar. Bu bid'atı haklı gibi gösterebilmek için kendilerini böyle savunanlara şöyle demek gerekir;

“Bunun böyle olmasının sebebi senin kusurun, hatta kötü niyetindir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem o günün cemaatine yararlı olmak, kendilerine gerçekleri anlatmak ve doğru yolu bulmalarını sağlamak amacı ile hutbe verirdi. Fakat sen, saltanatını ayakta tutmak amacı ile hutbe veriyorsun, bu konuşmalarda onlara hiç bir yararlı şeyi öğretmiyorsun. Sırf senden kaynaklanan bu senin öz kabahatin sana yeni bir günah ortaya atma (bid'at çıkarma) yetkisi vermez. Burada senin yapacağın şey, Allah'a tevbe etmek ve Peygamberin sünnetine uymaktır. O zaman durum düzelir. Eğer yine de düzelmez ise Allah sana cemaatın yaptığını değil, kendi yaptıklarını soracaktır.”

Açıkladığımız bu iki ilkeyi iyi kavrayan kimsenin bid'at nitelikli yeniliklerle ilgili şüphelerinin çoğu çözümlenmiş olur. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem konu ile ilgili bir başka hadisinde şu enteresan tesbitte bulunuyor:

“Bir toplumun ortaya çıkardığı her yeni bid'at, bu bid'at kadar bir sünneti kendilerinden alıp götürür.”

Ben bu gerçeğe, bu kitabın daha önceki sayfalarında işaret ederek şeriatin kalbin besini olduğunu, bid'at nitelikli yeniliklerle beslenen kalblerde sünnetlerin fazileti için yer kalamayacağını ve böylesine kalblerin bozuk besinlerle beslenen bir canlı vücudu gibi olacağını belirtmiştim.

Meselâ; çoğu devlet adamlarının caiz olmayacak oranda ağır vergiler almaları, işlenen suçlara karşı ölçüsüz biçimde ağır cezalar vermeleri, sırf onların iyiliği emredip kötülükten alıkoyma ilkesini amacından saptırmış olmalarından ileri gelir.

Yoksa onlar caiz olduğu oranda vergi alıp, bu vergileri caiz olan yerlerde kullansalar ve bu işleri yaparken kendi iktidarlarını perçinlemeyi değil de Allah'ın dinini yürürlüğe koymayı düşünseler, bunlar yanında şeriatın koyduğu yaptırımları zengin-fakir, yakın-uzak herkese eşitlikle uygulasalar, özendirme ve yıldırmalarında Allah'ın buyurduğu adaleti gözetseler, tıpkı Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra başa geçen Raşid halifeler (Hulefa-yi Raşidin) ile Emevi hükümdarlarından Ömer b. Abdülâzîz ve bazı adil devlet adamları gibi, ne ağır vergiler toplamaya ne zalimce cezalar vermeye ve ne de güvenliklerini sağlamak için köle ve uşaklardan oluşmuş silâhlı birlikler kullanmaya muhtaç olurlardı.

Tıpkı bunun gibi; eğer ilim adamları sırf Allah'ın kitabı olan Kur'an'a sarılıp orada yer alan ve bizzat Allah'ın gösterdiği delillerden ibaret olan açıklamaları derinlemesine kavrasalar ve Allah'ın kullarına peygamber göndermesinin hikmeti olan sünnete her adımda bağlı kalsalar, bu iki kaynakta bütün insanlığın bilgilerini kapsayacak genişlikte, her alanla ilgili bilgi bulacaklar ve kazanacakları bu zengin bilgi hazinesi sayesinde halk arasında haklı ile haksızı birbirinden isabetle ayırma imkânını elde ederek aşağıdaki ayette bu ümmetin özelliği olarak belirtilen “Örnek alma (şahid olma)” niteliğine sahip olacaklardı.

Allah Azze ve Celleşöyle buyuruyor: “Böylece siz öbür insanlara ve Peygamber de size örnek olsun diye sizi bu ikisi arasında yer alan bir ümmet kıldık.” (Bakara: 143)

Böylece bu alimler, Kelâmcıların dini destekleyici olduklarını sandıkları, bidatçılar tarafından düzülüp ortaya atılmış yanıltıcı delilleri ile kıyas metodunu savunanların dinin ayrıntılı hükümlerini tamamlayıcı nitelikte gördükleri şaşırtıcı görüşlere lüzum görmezlerdi.

Deliller içinde isabetli olanlarla görüşler arasında doğru olanların mutlaka Allah'ın kitabı (Kur'an) ile Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinde dayanağı vardır. Bunu anlayan anlar ve bu anlayıştan yoksun kalan yoksun kalır.

Sıradan halkın durumu da öyle. Onlar da Allah'ın şeriatında belirlediği söz ve hareketlerin zahiri ile batınını kavrayarak ibadet etmiş olsalar ve Allah'ın Peygamberimize gönderdiği güzel sözlerle iyi amellerin tadına varmış olsalar; Bu sayede nefislerin ihtiraslarından öylesine arınırlar, öyle yüce olgunluk derecelerine ererler ve öyle büyük manevî başarılar elde ederler ki, böylece insanı, Kur'an dinlemekten alıkoyan bid'at nitelikli müzikli coşkulara, bazı kimseler tarafından ibadetlere katılmış çeşitli zikir ve virdlere ve şeriata bağlılığı zayıf kimi adamların ortaya attıkları ilâve ibadetlere hiç ihtiyaçları olmazdı.

Gerçi bu yenilik ve eklemeleri ortaya atan çoğu sıradan kimseler, bilginler ve hatta devlet adamları, ortaya sürdükleri bu bid'atlerden ötürü ictihad gerekçesi ile mazur sayılabilirler. Bizim amacımız doğru delilin hangisi olduğunu tanımaktır. Bu doğru delilden uzak düşen her hangi bir kimse şahsî içtihadından dolayı mazur sayılabilir. Hatta bu kimse çok titiz bir takva adamı da olabilir. Çünkü söylediği her sözün doğru olması ve yaptığı her davranışın sünnet olması titiz bir takva adamı (sıddık) olmanın şartlarından değildir. Yoksa adam Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) düzeyine çıkarılmış olur.”

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)