Son günlerde hadis
ehlinden ve ilim ehlinden olmayan, bununla beraber kendilerini selefiliğe
nispet eden bazı kimseler; “tekfir”, “cehaletin mazeret olup olmaması”, “hüccetin
ikamesi” gibi mevzulara dalmışlar, şu an Suud’da bulunan tevhid ve sünnet
ilimlerinde yetersiz olan ve adlarına “şeyh” denilen kimselerin zelle
kabilinden sözlerini din edinmeye davet eder olmuşlardır. Bunun neticesinde
kendilerini İslam’a nispet eden kimseler, yetkisiz kimseler tarafından tekfir
edilmiş, hatta bu kimselerin tekfir edilmeleri dinin rükünlerinden sayılır hale
gelmiştir. Bu Müslümanlar, sanki bir hristiyanı, bir yahudiyi tekfir eder gibi,
“Müslümanım” diyen insanları tekfir etmektedirler. Allah bu ümmeti, aralarına
kılıç girmesinden muhafaza etsin.
Bu ümmet Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “Birbirinizin boyunlarını vuran kâfirlere
(nankörlere) dönmeyin, Allah’ın kardeş kulları olun” vasiyetini terk etmiş,
maalesef “cihad meydanı” adını verdikleri her bölgede kendilerini İslam’a
nispet eden iki – ya da daha fazla – taraf birbiriyle savaşır olmuştur. Yetmiş
üç fırka içinde sadece Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kendilerinden olmayan fırkaları
tekfir etmez. Diğer fırkalar ise kendileri gibi inanmayanları tekfir
etmişlerdir. Cehmîler ve Rafıziler’in yetmiş üç fırkanın dışında olduklarını
hatırlattıktan sonra, şu önemli noktayı da vurgulamakta fayda var:
Ehl-i Sünnet, diğer
yetmiş iki fırkaya bid’atlerinden dolayı buğz ve teberri etse de, hatta onlara
selamı kesse de tekfir etmez, yanlış yapan kardeş yahut münafık muamelesi
yaparlar. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem, kendisi ve ashabı gibi itikad etmediği halde kendisini İslam’a nispet
eden münafıklara dünya hükümleri bakımından Müslümanlarla aynı muameleyi
yapıyor, onlar üzerinde güç sahibi olduğunda onları İslam’ın zahirdeki
emirlerine ve yasaklarına riayet etmeye zorluyor, fakat hakikatte arkadaşları
olmadığı halde: “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor dedirtmem” diyerek
münafıkların öldürülmesini yasaklıyordu.
* "Her Müslüman dininde
müçtehit olmak zorundadır" deyişimizdeki müçtehit: ferdî kulluğunda nasıl abdest
alacağını, nasıl namaz kılacağını, nasıl dua edeceğini, nasıl oruç tutacağını,
zekatı, haccı ve buna benzer yükümlülüklerini bizzat, bağımsız anlayışıyla Kur’an
ve sünnet naslarından araştırmak zorundadır. Zira Allah’a ve rasulüne itaat
emri, bütün iman edenleri kapsamaktadır. Bu konuda Müslümanın birçok hatalara
düşmesi, kendi ulaştığı ilimle başkalarına fetva vermeye kalkmadığı sürece
mesele değildir. Hata ettiğine dair delil kendisine ulaştığında bundan dönmek
zorunda olduğunu bilmelidir. Bizzat Kur’an ve sünnete muhatap olan kişi
anlayamadığı, oturtamadığı, delillerin kendisine karışık geldiği konuları daha
iyi bilen ilim ehline sorar.
Soracağı ilim ehlini
seçerken de içtihat etmek zorundadır: bu ilim ehli; işinin ehli olmalı, fasık
(büyük günahları açıktan işleyen veya küçük günahları açıktan işlemekte ısrar
eden) biri olmamalı, aşırılık ve taassub sahibi ve hislerine yenik düşen biri
olmamalıdır. Eğer bu şartlara haiz ise, ona Allah’ın ve rasulünün meseledeki hükmünü
istediğini beyan etmelidir. Böyle bir müftî’nin Allah’ın dinindeki hükme
şahitliğini kabul ederse bu yeterlidir. Bu taklid değil, alimin deliline ittibâdır.
Eğer ilmî kabiliyeti varsa bu alimin verdiği delilleri de tetkik eder ki, bu
daha faziletlidir.
Şayet fetvasına
başvurduğu kimse ilminde ve dindarlığında güvenilir değilse, hevasına ve
hislerine yenik düşen, taassup ve aşırılık sahibi biriyse, onun verdiği
fetvanın delilini de araştırmak zorundadır. Bunu yapmazsa yine taklidden
kurtulmuş olmaz. İbn Abdilberr’in Camiu’l-Beyan, Hatibu’l-Bağdadi’nin el-Fakih
ve’l-Mutefekkih gibi eserleri ile bu mevzuda yazılmış diğer kaynak eserlerde geçen
rivayetlerde yapılan yönlendirmelerin özeti dediğim şekildedir.
Bu anlattıklarım her
mükellef Müslümanın şahsî kulluğu hakkında idi. Bir de Müslümanların genelini
ilgilendiren konular vardır ki, cihad, tekfir, tebdî’, tefsîk, had cezaları,
bid’at, imamet, davet, maslahat, mefsedet, cehalet gibi meselelerde fetva
vermek; içtihat ehli olan, arap dili ve üslubuna vâkıf, tefsir ve hadis ilimleri
ile usul bilgisine sahip, nasih-mensuh, umum-tahsis, mutlak-mukayyed, icma
edilen hususlar ve ihtilaf edilen hususları bilen, dinde şahitliğine itimad
edilen âlimlerin hakkıdır. Böyle olmayan kimselerin bu mevzularda – yetkili âlimlerden
hakkıyla nakletmek haricinde - şahsî re’yleriyle konuşmaları, görüş
bildirmeleri; bir edepsizlik ve “kendisini ilgilendiren şeyleri terk edip,
kendisini ilgilendirmeyen konulara dalmak”tır.
Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: “Onlara güven yahut korku verici bir haber geldiği
zaman, onu hemen yaymışlardır. Hâlbuki o haberi Peygambere
ve mü'minlerden olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan (kendi
ihtisasları dâhilinde) hüküm çıkaranlar, onu
bilirler (ve daha iyi değerlendirirler)di. Allah'ın, sizin
üzerinizdeki fazlu inayeti ve merhameti olmasaydı, çok azınız müstesna (hepiniz
de) şeytana uyardınız.” (Nisa 83) Bu ayette açıkça belirtildiği gibi, ehli
olmayan kimselerin umumi meselelerde hüküm istinbat etmeye kalkışması, kitap ve
sünnete uymak gibi görünse dahi, hakikatte şeytana uymaktır.
Mesela son günlerde güvenilir ilim ehlinden olmayan hevâ ehli,
selefine ve mütemekkin ilim ehline muhalefet etmiş, Rum suresi ilk ayetlerinden
fasit bir kıyas ile istidlal yaparak, kitapsız kafirlere karşı kitap ehlinin
durumunu, demokrasi ve komünizm dahil türlü kitapsız küfre kapı açmış münafık
bir güruh olan Chp’li ve benzerlerine karşı bid’at ve şirk akideler taşıyan,
sünnet inkarcılarıyla ortaklaşa hareket eden ve kitapsız bir küfür olan
demokrasiyi savunan Akp’li güruha kıyaslamış, yine naslar tam aksine delalet
ettiği halde, kalbin fiili ile azaların fiili arasında bâtıl bir kıyas bağı
kurmuş, sonra hevaları onları oy kullanmanın vacip olduğu itikadına sürüklemiş,
şeytan daha da ileri giderek bu kimselere: “Akp’ye oy kullanmayanın imanından
şüphe ederim” dedirtmiş, uydurdukları bu din için dostluk ve düşmanlık eder
olmuşlar, kendileri gibi düşünmeyenleri de haricilikle itham etme boyutuna
gelmişlerdir.
Aba altından sopa gösteren din düşmanlarının oyununa gelen
müslümanların, kendi ağızlarıyla demokrasiyi savunmaları ve övmeleri trajikomik
bir hadisedir, lakin ibret alan ne kadar da azdır!...
Müslümanların genelini ilgilendiren meselelerde ilim ehlinin
hüküm vermesi, sahabenin menhecidir. Nitekim Ömer b. El-Hattab radıyallahu anh:
“Kur’an’ın müteşabihleri hususunda sizinle tartışanların yakalarından tutun
ve onların Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini bilenlere
götürün. Zira Allah’ın kitabını en iyi bilenler, Rasûlullah sallallâhu aleyhi
ve sellem’in sünnetini en iyi bilenlerdir” demiştir. Ömer radıyallahu anh
burada herkesin sünnetlerle istidlal etmesini değil, sünneti iyi bilen ilim
ehline müracaat edilmesini emretmiştir.
Ebu Musa el-Eşarî radıyallahu anh, mescidde Rasûlullah
sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve ashabının yapmadığı şekilde; Allah’ı taşlarla
zikreden bir topluluk görünce yadırgamış, hayır ile şerrin bir araya geldiği bu
duruma bizzat karşı çıkmadan önce, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in
ilmine başvurulmasını tavsiye ettiği İbn Mes’ud radıyallahu anh’a müracaat
etmiştir. Kıssa uzun ve malumdur. Delil getirdiğim kısım, Ebu Musa radıyallahu
anh’ın ferdi bir müdahale yapmadan önce ilim sahiplerinden olan İbn Mes’ud radıyallahu
anh’ın muvafakatini araştırmasıdır. Nitekim İbn Mes’ud radıyallahu anh de bu
topluluğa karşı çıkarken, onlara ashabın menhecini delil getirmiş, sahabenin
uygulamadığı bir ibadet şekli, hayır gibi görünse dahi bunun sapıklık olduğunu
açıklamıştır.
Yine birçok sahabenin nasihatlerinde, kitap ve sünneti
rehber edinmeyi, bunlarda anlaşılmayan bir şeyle karşılaşılırsa meselenin daha
iyi bilen ilim ehline havale edilmesini tavsiye ettikleri sabit olmuştur.
Lakin zaman değişmiş, muasırlar sahabenin bu tavsiyelerine
uymamışlar, ilk iş olarak âlimlere müracaat etmişler, dinlerini âlimlerin
fetvalarından aldıktan sonra Kur’an ve sünnete ya müracaat etmez olmuşlar yahut
da Kur’an ve sünnet naslarını bu âlimlerin yönlendirmelerinden edindikleri
taassup gözlükleri ile okumuşlardır.
Söz konusu âlimlerin güvenilir, takva sahibi, işinin ehli âlimler
olmaları, onların taklid edilmelerini ve onların fetvalarını din edinmeyi
gerektirmez. Zira sahabeler kitap ve sünnet naslarıyla tezkiye edilmiş
olmalarına rağmen, onlar kendilerinin görüşlerinin din edinilmesini reddetmişler
ve şiddetle karşı çıkmışlardır.
Mesele tekfir ve bu konuda cehaletin mazeretliği gibi bir
konu olunca, son zamanlardaki Müslümanlar bu meselelerde İbn Teymiyye, İbn
Kayyım, Muhammed b. Abdilvehhab ve daha başka imamlardan muhtelif, bazen birbirine
çelişik gibi de görünen fetvalar naklederek bu meseleyi karara bağlamaya
çalışıyorlar.
Bu kardeşlerden ilimle iştigal edenlere çağrı ve uyarı
yapıyorum! Gelin, Allah’a ve ahiret gününe imanın gereğini yapalım: “Ey iman
edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de
itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve âhiret gününe
inandığınız takdirde, onu, Allah'a ve Peygambere arz edin. Bu, netice
itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa 59)
Âlimlerin sözlerinde birbiriyle ihtilaf eden birçok şey
getirebiliriz, sizler de getirebilirsiniz. Lakin ihtilafı gidermenin yolu âlimler
arasında ve bunların fetvaları arasında tercihler yapıp, mezhebimize uyanı
seçmek değildir. Allah Azze ve Celle, çözümü sunmuştur.
* Din; Allah’ın kitabı ve
rasulünün sünnetidir. Kitap ve sünnet üzerindeki farklı anlayışların hakemi
ise, bu iki vahyin ilk muhatapları olan sahabelerdir. Ancak onlardan sonra onlara
güzellikle uyan tabiin ve müçtehid imamlardır. Sonrakiler sahabelere
uymazsa nasıl muteber olabilir?
* Meseleleri Kur’an ve
sünnete döndürdüğümüzde cahil mazur görülür mü görülmez mi? Görülmez diyen âlimlerin
Kur’an ve sünnetten delilleri nedir? Hangi cehalet, kime mazeret, kime
değildir, bu meselenin ayrıntılarını da, asıllarını da sadece ve sadece Kur’an
ve sünnet naslarından, sahabenin menhecinden ispatlamaya gayret edelim. Sonrakilerin
sözlerinden isabet veya hata edeni ancak bundan sonra belirleyebiliriz.
* Kur’an ve sünnet
naslarında ve sahabenin menhecinde, cehalet ve hüccet ikamesi mevzuunda;
akidevî mesele – amelî mesele yahut tevhidin aslı gibi ayrımları görebiliyor
muyuz?
* Kur’an ve sünnet
naslarında haklarında nifak ithamı yapılan kimseleri tekfir ve irtidat ile
itham etmenin bir dayanağı var mıdır? Yoksa uzun yıllardan beri maalesef ilim
ehli olan kimselerin dahi dinin ıstılahları hakkındaki bu hatalarını sürdürecek
miyiz? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Firavun şöyle demişti:
"Geçmiş nesillerin durumu ne olacak?" (Taha 51) Firavun’un dile
getirdiği şüpheye takılı kalmaya devam mı edeceksiniz?
Bu meseleyle ilgili
belirtmek istediğim son husus, Muhammed b. Abdilvehhab’ın tekfir konusunda
söylediği bazı sözleri aktarmak olacaktır. Bizler hadis ehli olarak Vahhabilik
ismini, yani Muhammed b. Abdilvehhab’ı taklid etmeyi, onun adına dostluk ve
düşmanlık etmeyi asla caiz görmeyiz. Zira bu dinde fırkalaşmaktır. Lakin
Muhammed b. Abdilvehhab’ın kitap, sünnet ve sahabe menhecine uygun olan söz ve
amellerini onaylamakla, uygun olmadığını gördüğümüz sözlerini ise reddetmekle
mükellefiz. Tıpkı diğer imamlar hakkında olduğu gibi, onun da masum olduğuna
itikad etmeyiz, lakin her ilim sahibinin ilminden istifade ederiz. Dinimiz ancak
Allah ve rasulü adına dostluk ve düşmanlık etmeyi bize yükler.