Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

15 Mayıs 2014 Perşembe

Selef'in Menhecinde Yürümek İsteyen Muasırlara Çağrı, Uyarı ve Nasihat

Son günlerde hadis ehlinden ve ilim ehlinden olmayan, bununla beraber kendilerini selefiliğe nispet eden bazı kimseler; “tekfir”, “cehaletin mazeret olup olmaması”, “hüccetin ikamesi” gibi mevzulara dalmışlar, şu an Suud’da bulunan tevhid ve sünnet ilimlerinde yetersiz olan ve adlarına “şeyh” denilen kimselerin zelle kabilinden sözlerini din edinmeye davet eder olmuşlardır. Bunun neticesinde kendilerini İslam’a nispet eden kimseler, yetkisiz kimseler tarafından tekfir edilmiş, hatta bu kimselerin tekfir edilmeleri dinin rükünlerinden sayılır hale gelmiştir. Bu Müslümanlar, sanki bir hristiyanı, bir yahudiyi tekfir eder gibi, “Müslümanım” diyen insanları tekfir etmektedirler. Allah bu ümmeti, aralarına kılıç girmesinden muhafaza etsin.
Bu ümmet Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in: “Birbirinizin boyunlarını vuran kâfirlere (nankörlere) dönmeyin, Allah’ın kardeş kulları olun” vasiyetini terk etmiş, maalesef “cihad meydanı” adını verdikleri her bölgede kendilerini İslam’a nispet eden iki – ya da daha fazla – taraf birbiriyle savaşır olmuştur. Yetmiş üç fırka içinde sadece Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat kendilerinden olmayan fırkaları tekfir etmez. Diğer fırkalar ise kendileri gibi inanmayanları tekfir etmişlerdir. Cehmîler ve Rafıziler’in yetmiş üç fırkanın dışında olduklarını hatırlattıktan sonra, şu önemli noktayı da vurgulamakta fayda var:
Ehl-i Sünnet, diğer yetmiş iki fırkaya bid’atlerinden dolayı buğz ve teberri etse de, hatta onlara selamı kesse de tekfir etmez, yanlış yapan kardeş yahut münafık muamelesi yaparlar. Bunda yadırganacak bir durum yoktur. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, kendisi ve ashabı gibi itikad etmediği halde kendisini İslam’a nispet eden münafıklara dünya hükümleri bakımından Müslümanlarla aynı muameleyi yapıyor, onlar üzerinde güç sahibi olduğunda onları İslam’ın zahirdeki emirlerine ve yasaklarına riayet etmeye zorluyor, fakat hakikatte arkadaşları olmadığı halde: “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor dedirtmem” diyerek münafıkların öldürülmesini yasaklıyordu.
* "Her Müslüman dininde müçtehit olmak zorundadır" deyişimizdeki müçtehit: ferdî kulluğunda nasıl abdest alacağını, nasıl namaz kılacağını, nasıl dua edeceğini, nasıl oruç tutacağını, zekatı, haccı ve buna benzer yükümlülüklerini bizzat, bağımsız anlayışıyla Kur’an ve sünnet naslarından araştırmak zorundadır. Zira Allah’a ve rasulüne itaat emri, bütün iman edenleri kapsamaktadır. Bu konuda Müslümanın birçok hatalara düşmesi, kendi ulaştığı ilimle başkalarına fetva vermeye kalkmadığı sürece mesele değildir. Hata ettiğine dair delil kendisine ulaştığında bundan dönmek zorunda olduğunu bilmelidir. Bizzat Kur’an ve sünnete muhatap olan kişi anlayamadığı, oturtamadığı, delillerin kendisine karışık geldiği konuları daha iyi bilen ilim ehline sorar.
Soracağı ilim ehlini seçerken de içtihat etmek zorundadır: bu ilim ehli; işinin ehli olmalı, fasık (büyük günahları açıktan işleyen veya küçük günahları açıktan işlemekte ısrar eden) biri olmamalı, aşırılık ve taassub sahibi ve hislerine yenik düşen biri olmamalıdır. Eğer bu şartlara haiz ise, ona Allah’ın ve rasulünün meseledeki hükmünü istediğini beyan etmelidir. Böyle bir müftî’nin Allah’ın dinindeki hükme şahitliğini kabul ederse bu yeterlidir. Bu taklid değil, alimin deliline ittibâdır. Eğer ilmî kabiliyeti varsa bu alimin verdiği delilleri de tetkik eder ki, bu daha faziletlidir.
Şayet fetvasına başvurduğu kimse ilminde ve dindarlığında güvenilir değilse, hevasına ve hislerine yenik düşen, taassup ve aşırılık sahibi biriyse, onun verdiği fetvanın delilini de araştırmak zorundadır. Bunu yapmazsa yine taklidden kurtulmuş olmaz. İbn Abdilberr’in Camiu’l-Beyan, Hatibu’l-Bağdadi’nin el-Fakih ve’l-Mutefekkih gibi eserleri ile bu mevzuda yazılmış diğer kaynak eserlerde geçen rivayetlerde yapılan yönlendirmelerin özeti dediğim şekildedir.
Bu anlattıklarım her mükellef Müslümanın şahsî kulluğu hakkında idi. Bir de Müslümanların genelini ilgilendiren konular vardır ki, cihad, tekfir, tebdî’, tefsîk, had cezaları, bid’at, imamet, davet, maslahat, mefsedet, cehalet gibi meselelerde fetva vermek; içtihat ehli olan, arap dili ve üslubuna vâkıf, tefsir ve hadis ilimleri ile usul bilgisine sahip, nasih-mensuh, umum-tahsis, mutlak-mukayyed, icma edilen hususlar ve ihtilaf edilen hususları bilen, dinde şahitliğine itimad edilen âlimlerin hakkıdır. Böyle olmayan kimselerin bu mevzularda – yetkili âlimlerden hakkıyla nakletmek haricinde - şahsî re’yleriyle konuşmaları, görüş bildirmeleri; bir edepsizlik ve “kendisini ilgilendiren şeyleri terk edip, kendisini ilgilendirmeyen konulara dalmak”tır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Onlara güven yahut korku verici bir haber geldiği zaman, onu hemen yaymışlardır. Hâlbuki o haberi Peygambere ve mü'minlerden olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan (kendi ihtisasları dâhilinde) hüküm çıkaranlar, onu  bilirler (ve daha iyi değerlendirirler)di. Allah'ın, sizin üzerinizdeki fazlu inayeti ve merhameti olmasaydı, çok azınız müstesna (hepiniz de) şeytana uyardınız.” (Nisa 83) Bu ayette açıkça belirtildiği gibi, ehli olmayan kimselerin umumi meselelerde hüküm istinbat etmeye kalkışması, kitap ve sünnete uymak gibi görünse dahi, hakikatte şeytana uymaktır.
Mesela son günlerde güvenilir ilim ehlinden olmayan hevâ ehli, selefine ve mütemekkin ilim ehline muhalefet etmiş, Rum suresi ilk ayetlerinden fasit bir kıyas ile istidlal yaparak, kitapsız kafirlere karşı kitap ehlinin durumunu, demokrasi ve komünizm dahil türlü kitapsız küfre kapı açmış münafık bir güruh olan Chp’li ve benzerlerine karşı bid’at ve şirk akideler taşıyan, sünnet inkarcılarıyla ortaklaşa hareket eden ve kitapsız bir küfür olan demokrasiyi savunan Akp’li güruha kıyaslamış, yine naslar tam aksine delalet ettiği halde, kalbin fiili ile azaların fiili arasında bâtıl bir kıyas bağı kurmuş, sonra hevaları onları oy kullanmanın vacip olduğu itikadına sürüklemiş, şeytan daha da ileri giderek bu kimselere: “Akp’ye oy kullanmayanın imanından şüphe ederim” dedirtmiş, uydurdukları bu din için dostluk ve düşmanlık eder olmuşlar, kendileri gibi düşünmeyenleri de haricilikle itham etme boyutuna gelmişlerdir.
Aba altından sopa gösteren din düşmanlarının oyununa gelen müslümanların, kendi ağızlarıyla demokrasiyi savunmaları ve övmeleri trajikomik bir hadisedir, lakin ibret alan ne kadar da azdır!...
Müslümanların genelini ilgilendiren meselelerde ilim ehlinin hüküm vermesi, sahabenin menhecidir. Nitekim Ömer b. El-Hattab radıyallahu anh: “Kur’an’ın müteşabihleri hususunda sizinle tartışanların yakalarından tutun ve onların Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini bilenlere götürün. Zira Allah’ın kitabını en iyi bilenler, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetini en iyi bilenlerdir” demiştir. Ömer radıyallahu anh burada herkesin sünnetlerle istidlal etmesini değil, sünneti iyi bilen ilim ehline müracaat edilmesini emretmiştir.
Ebu Musa el-Eşarî radıyallahu anh, mescidde Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ve ashabının yapmadığı şekilde; Allah’ı taşlarla zikreden bir topluluk görünce yadırgamış, hayır ile şerrin bir araya geldiği bu duruma bizzat karşı çıkmadan önce, Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in ilmine başvurulmasını tavsiye ettiği İbn Mes’ud radıyallahu anh’a müracaat etmiştir. Kıssa uzun ve malumdur. Delil getirdiğim kısım, Ebu Musa radıyallahu anh’ın ferdi bir müdahale yapmadan önce ilim sahiplerinden olan İbn Mes’ud radıyallahu anh’ın muvafakatini araştırmasıdır. Nitekim İbn Mes’ud radıyallahu anh de bu topluluğa karşı çıkarken, onlara ashabın menhecini delil getirmiş, sahabenin uygulamadığı bir ibadet şekli, hayır gibi görünse dahi bunun sapıklık olduğunu açıklamıştır.
Yine birçok sahabenin nasihatlerinde, kitap ve sünneti rehber edinmeyi, bunlarda anlaşılmayan bir şeyle karşılaşılırsa meselenin daha iyi bilen ilim ehline havale edilmesini tavsiye ettikleri sabit olmuştur.
Lakin zaman değişmiş, muasırlar sahabenin bu tavsiyelerine uymamışlar, ilk iş olarak âlimlere müracaat etmişler, dinlerini âlimlerin fetvalarından aldıktan sonra Kur’an ve sünnete ya müracaat etmez olmuşlar yahut da Kur’an ve sünnet naslarını bu âlimlerin yönlendirmelerinden edindikleri taassup gözlükleri ile okumuşlardır.
Söz konusu âlimlerin güvenilir, takva sahibi, işinin ehli âlimler olmaları, onların taklid edilmelerini ve onların fetvalarını din edinmeyi gerektirmez. Zira sahabeler kitap ve sünnet naslarıyla tezkiye edilmiş olmalarına rağmen, onlar kendilerinin görüşlerinin din edinilmesini reddetmişler ve şiddetle karşı çıkmışlardır.
Mesele tekfir ve bu konuda cehaletin mazeretliği gibi bir konu olunca, son zamanlardaki Müslümanlar bu meselelerde İbn Teymiyye, İbn Kayyım, Muhammed b. Abdilvehhab ve daha başka imamlardan muhtelif, bazen birbirine çelişik gibi de görünen fetvalar naklederek bu meseleyi karara bağlamaya çalışıyorlar.
Bu kardeşlerden ilimle iştigal edenlere çağrı ve uyarı yapıyorum! Gelin, Allah’a ve ahiret gününe imanın gereğini yapalım: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve âhiret gününe inandığınız takdirde, onu, Allah'a ve Peygambere arz edin. Bu, netice itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa 59)
Âlimlerin sözlerinde birbiriyle ihtilaf eden birçok şey getirebiliriz, sizler de getirebilirsiniz. Lakin ihtilafı gidermenin yolu âlimler arasında ve bunların fetvaları arasında tercihler yapıp, mezhebimize uyanı seçmek değildir. Allah Azze ve Celle, çözümü sunmuştur.
* Din; Allah’ın kitabı ve rasulünün sünnetidir. Kitap ve sünnet üzerindeki farklı anlayışların hakemi ise, bu iki vahyin ilk muhatapları olan sahabelerdir. Ancak onlardan sonra onlara güzellikle uyan tabiin ve müçtehid imamlardır. Sonrakiler sahabelere uymazsa nasıl muteber olabilir?
* Meseleleri Kur’an ve sünnete döndürdüğümüzde cahil mazur görülür mü görülmez mi? Görülmez diyen âlimlerin Kur’an ve sünnetten delilleri nedir? Hangi cehalet, kime mazeret, kime değildir, bu meselenin ayrıntılarını da, asıllarını da sadece ve sadece Kur’an ve sünnet naslarından, sahabenin menhecinden ispatlamaya gayret edelim. Sonrakilerin sözlerinden isabet veya hata edeni ancak bundan sonra belirleyebiliriz.
* Kur’an ve sünnet naslarında ve sahabenin menhecinde, cehalet ve hüccet ikamesi mevzuunda; akidevî mesele – amelî mesele yahut tevhidin aslı gibi ayrımları görebiliyor muyuz?
* Kur’an ve sünnet naslarında haklarında nifak ithamı yapılan kimseleri tekfir ve irtidat ile itham etmenin bir dayanağı var mıdır? Yoksa uzun yıllardan beri maalesef ilim ehli olan kimselerin dahi dinin ıstılahları hakkındaki bu hatalarını sürdürecek miyiz? Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Firavun şöyle demişti: "Geçmiş nesillerin durumu ne olacak?" (Taha 51) Firavun’un dile getirdiği şüpheye takılı kalmaya devam mı edeceksiniz?
Bu meseleyle ilgili belirtmek istediğim son husus, Muhammed b. Abdilvehhab’ın tekfir konusunda söylediği bazı sözleri aktarmak olacaktır. Bizler hadis ehli olarak Vahhabilik ismini, yani Muhammed b. Abdilvehhab’ı taklid etmeyi, onun adına dostluk ve düşmanlık etmeyi asla caiz görmeyiz. Zira bu dinde fırkalaşmaktır. Lakin Muhammed b. Abdilvehhab’ın kitap, sünnet ve sahabe menhecine uygun olan söz ve amellerini onaylamakla, uygun olmadığını gördüğümüz sözlerini ise reddetmekle mükellefiz. Tıpkı diğer imamlar hakkında olduğu gibi, onun da masum olduğuna itikad etmeyiz, lakin her ilim sahibinin ilminden istifade ederiz. Dinimiz ancak Allah ve rasulü adına dostluk ve düşmanlık etmeyi bize yükler.  

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)