Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

22 Haziran 2015 Pazartesi

Yönetime Münafıklar Geçerse Nasıl Muamele Edilir?

Genel Yönetimlerin Münafıklara Verilmesinin Hükmü
Bir önceki yazıda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dünya hükümlerinde münafıklara, Müslümanlara davrandığı gibi davrandığı geçmişti. Lakin bildiğimiz kadarıyla onlardan hiçbirine ümmetin maslahatları için güvenip de genel vazifeler vermemiş, onlara malların bekçiliği, savaş komutanlığı, insanlar arasında yargı, namazda imamlık ve Müslümanların meselelerinde tedbiri gerektiren diğer görevleri vermemiştir.
Bunun sebebi onların Allah ve rasulüne kâfir olmaları, Allah’a, rasulüne ve mü’minlere harb etmeleridir. Buna bir de Müslümanların yönetimlerinin esası olan güvenilirlik vasfına sahip olmamaları da eklenir.
Güvenilirlik Müslümanlar ve gayri müslimler indinde temel esastır. Nitekim Medyen’in kızları Sâlih babalarından Musa aleyhi's-selâm’ı işçi tutmasını isterken bütün insanlar için toplumlarında önemli olan iki özelliğini zikretmişlerdir:
Birincisi: Güvenilirlik
İkincisi: Kuvvet.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Kadınlardan biri de şöyle demişti: "Ey babacığım! Onu ücretli tut; ücretli tuttuğun kimselerin en hayırlısı, kuvvetli ve güvenilir olandır” (Kasas 26)
Güvenilirlik, gayri muslim olmasına rağmen Mısır kralının aradığı en üstün özellik idi. Yusuf aleyhi's-selâm kendi zamanında en önemli yönetim vazifesi olan yeryüzü hazinelerine atanmıştı. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Kral şöyle demişti: "Onu bana getirin de kendime has (müşavir) yapayım.” Onunla konuşunca da demişti ki: “Bugün artık sen, nezdimde güvenilir bir mevki sahibisin.” Yûsuf da demişti ki: “Beni, ülkenin hububat anbarının bakımına memur et. Zira ben çok iyi bir koruyucu ve bilgili bir idareciyim.” (Yusuf 54-55)
Allah Subhanehu ve Teâlâ emanetleri sahiplerine vermeyi farz kılarak şöyle buyurmuştur:
Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yoktur ki Allah, her şeyi hakkıyla işiten, hakkıyla görendir” (Nisa 58)
Kurtubi rahimehullah şöyle demiştir: “Bu ayet, dinin bütününü içeren ana hükümlerdendir.” Sonra bu ayetin muhatapları hakkındaki ihtilafı zikredip, hitabın genel olduğunu tercih eder ve şöyle der: “Âyette daha zahir olan, onun bütün insanlar hakkında umumi ol­duğudur. Bu âyet bir taraftan yönetici ve kamu görevlilerini, elle­rinde bulunan malları paylaştırıp, haksızlıkları gidermek, hüküm vermek ha­linde adaleti gözetmek gibi emanet olan bütün hususları kapsamaktadır.”[1]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem emanetin zayi edilmesinin kıyamet alametlerinden olduğunu haber vermiştir. Emanetin zayi edilmesinin en bariz şekli ise işlerin ehli olmayanlara verilmesidir. Nitekim Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadiste Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
Emanet zayi edildiği zaman kıyameti bekle!” Ebu Hureyre radıyallahu anh dedi ki: “Onun zayi edilmesi nasıl olur ey Allah’ın rasulü!” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “İşler ehli olmayanlara verildiği zaman kıyameti bekle” buyurdu.”[2]
Ebu Musa el-Eşarî radıyallahu anh rivayet ediyor: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Kendisine verilen emri gönül hoşluğuyla yerine getiren güvenilir hazine bekçisi sadaka verenlerden biridir.”[3]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine verilen emri gönül hoşluğu ile yerine getiren güvenilir hazine bekçisini övmüş ve onu sadaka veren kimselerden saymıştır. Halbuki o kendi malından sadaka vermemiştir, sadece hazine bekçisidir. Hazinenin görevlisi olduğundan ve yönetiminde insanların haklarını gönül hoşluğuyla eda ettiğinden bu şekilde güvenilirlikle takdir edilmeyi hak etmiştir.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Ubeyde b. el-Cerrah radıyallahu anh’ı güvenilirliğinden dolayı övmüştür. Enes b. Malik radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: Her ümmetin bir emîni vardır. Bizim eminimiz de ey ümmet! Ebu Ubeyde b. el-Cerrah’tır.”[4]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Ubeyde radıyallahu anh’ı Necran’a göndermek istediği zaman onu seçmesindeki en bariz liyakat özelliği olarak güvenilirliğini zikretmiştir. Ashabı radıyallahu anhum bu şerefe nail olmak istemişlerdi.
Huzeyfe radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Necran halkına şöyle buyurdu: Muhakkak ki size hakkıyla emin olan bir kimseyi göndereceğim.” Ashabı bu şerefe nail olmak istediler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Ubeyde radıyallahu anh’ı gönderdi.”[5]
Güvenilirlikle nitelenmeyen kimse bunun zıddı olan hıyanet ile nitelenir ki hıyanet nifak alametlerindendir. Münafık, Müslümanların işlerinde yöneticiliğe layık değildir.
Bu yüzden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem münafıklara dış görünüşlerine göre diğer Müslümanlara davrandığı gibi muamele yapardı. Lakin ümmetinin işlerinde onlara yönetim görevi vermezdi. Çünkü onları hıyanet ile vasıfladığı için onlara güvenilmez.
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Münafığın üç alameti vardır…” Bunlar arasında şunu da zikretmiştir: “Kendisine güvenildiği zaman ihanet eder.[6]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mümini insanları kanları ve malları konusunda kendisinden emin kılan kimse olarak tarif etmiş, emanete ihanet eden kimseden vacip olan imanın kemalini nefyetmiştir. Ebu Hureyre radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Müslüman; Müslümanları dilinden ve elinden selamette kılan kimsedir. Mu’min ise kanları ve malları konusunda insanları güvende kılan kimsedir.”[7]
Enes b. Mâlik radıyallahu anh’den: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Mü’min; insanları güvende kılan kimsedir. Müslüman; Müslümanları dilinden ve elinden selamette kılan kimsedir. Muhacir; kötülükleri terk eden kimsedir. Nefsim elinde olana yemin ederim ki bir kul, komşusunu kötülüklerinden güvende kılmadıkça cennete giremez.”[8]
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem komşusuna hainlik eden, kötülüklerinden onu güvende kılmayan kimseden imanı nefyederek yemin etmiştir.
Ebu Şureyh ve Ebu Hureyre radıyallahu anhuma’dan: Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Vallahi iman etmemiştir, vallahi iman etmemiştir, vallahi iman etmemiştir!” Denildi ki: “Kim ey Allah’ın rasulü?” Şöyle buyurdu: “Komşusunu kötülüklerinden emin kılmayan kimse[9]
Bu hadislerin manası, samimi iman sahibinde ancak insanlara iman amellerini izhar ettirir. İmanının samimiyetinin en bariz göstergelerinden birisi de insanları kanları, malları ve sırları konusunda güvencede kılmak ve emanete ihanet etmemektir. Kişinin imanının samimi olduğunu iddia etmesi yeterli değildir.
Münafıklar güvenilirliği kaybettikleri gibi samimiyeti de kaybetmişlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Şu münafıklık edenleri görmüyor musun? Kitap ehlinden inkâr eden Yahudilere diyorlar ki: “Eğer siz yurdunuzdan çıkarılacak olursanız, muhakkak biz de sizinle beraber çıkarız. Size karşı hiç kimseye itaat etmeyiz. Sizinle savaşırlarsa mutlaka size yardım ederiz.” Allah şâhitlik eder ki onlar muhakkak yalancıdırlar.” (Haşr 11)
Münafıklar sana gelince, "şâhitlik ederiz ki sen, Allah'ın Rasûlüsün" derler. Allah da senin kendi Rasûlü olduğunu elbette bilmektedir. Ve şuna da şâhitlik etmektedir ki, münafıklar muhakkak yalancıdırlar. Onlar, yeminlerini bir kalkan edinmişler ve Allah'ın yolundan başkalarını da çevirmişlerdir. Onların yapmış oldukları bu şey ne kötüdür.” (Munafikun 1-2)
Hain, yalancı ve aldatıcı kimsenin insanların maslahatlarının idaresi ve sırları konusunda güvenecekleri makama getirilmesi caiz değildir. Çünkü daha önce geçtiği gibi onlar Müslümanlara karşı ancak kötülük ve tuzak gizlerler. Onlar kâfir kardeşlerinin dostlarıdırlar, Müslümanlara karşı kâfirlere yardım ederler. Onlar adına casusluk yaparlar. Müslüman yöneticinin münafıklara herhangi bir yönetim sorumluluğu vermesi helal olmaz. Çünkü onlar Müslümanlara zarar verirler.

Münafıkların Yönetimlerinde İşledikleri Çirkinliklere Karşı Çıkmak

Müslümanların işlerinde münafıkları görevlendirmemek esastır. Çünkü onlar Müslümanların meselelerini idare etmede güvenilir değillerdir. Lakin Müslümanların rızaları olmadan, münafıkların kuvvet kullanmaları ve yönetimi gasp etmeleri suretiyle münafıkların yönetimlerine müptela olurlarsa veya Yahudi, Hristiyan ve putperest kâfirlerle anlaşarak İslâmî halklar üzerine otorite kurarlarsa; Müslümanlara gereken şey onların Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine aykırı olan işlerine, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama mertebelerini gözeterek karşı çıkmalarıdır. Burada emretme ve yasaklama hususunda maslahat ve mefsedetlerin de gözetilmesi gerekir.
İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak İslam’ın ihmal edilmesi caiz olmayan en önemli kurallarından ve farz-ı kifâyelerdendir. Eğer terk edilirse İslâm ümmetinden bunu yerine getirmeye gücü yeten herkes günahkâr olur. Fakat bunu yerine getiren bulunursa yeterli olur.
Küfür işleyen belirli bir şahıs kendisine hüccet ikame edilmeden tekfir edilemeyeceği gibi, Müslümanların buna sessiz kalıp onun Müslüman olduğunu zannettirmeleri de mubah değildir. Bilakis onlara gereken; o kimseye küfrün hüccet ikamesi yapıldıktan sonra sahibini dinden çıkaracağını ve böyle bir kimsenin bu halde ölmesi halinde cehennemde kalıcı olacağını açıklamalarıdır.
Bunun örneklerinden birisi; Allah’ın diniyle hükmetmek ve ona muhakeme olmak gerektiğine inanmak gibi dinde vacip olduğunun bilinmesi zorunlu olan bir şeyi inkâr etmektir. İslam fıkhı konularında dinde bilinmesi zorunlu olan birçok mesele vardır. İslam’ın şartları, had cezalarının uygulanması, varisler arasında Kur’an’da nazil olduğu gibi miras taksimi gibi meseleler bunlardandır.
Yine dinde haram olarak bilinmesi zorunlu olan sarhoş edici içki içmek, leş yemek, zina etmek gibi haramları helal saymak böyledir.
Bütün bu hususlarda Müslümanların, özellikle de âlimlerin bu sıfatlara sahip olan kimselere karşı çıkarak beyan etmeleri gerekir. Eğer karşı çıkar, beyan ederler ve hüccet ikame olursa, Allah’a tevbe etmeyen, O’nun hükmüne teslim olmayan kimse bizatihi tekfiri hak eder.
Bilinmesi gerekir ki muhalefet şiddetli oldukça ona karşı çıkmak da daha büyük olur. Kötülüğe karşı çıkmaya güç yettikçe bunu yerine getirmenin gereği de şiddetlenir. Emir ve yasaklamadaki maslahatlar, mefsedetlerinden daha fazla olduğu zaman, bunu yerine getirmek daha çok gerekli olur.
Bu meselelerin gerçekleşmesi için maslahatlar ve mefsedetlerin tartılması gerekir. Bu görev ümmetin âlimleri, akıl sahipleri ve çeşitli alanlarda uzmanlık sahibi olan ileri gelenlerinden oluşan ehlu’l-hâl ve’l-akd (çözüm ve karar merci’î)ne aittir.
Bu iş sıradan insanların, cahillerin, sefihlerin, ümmete faydadan çok zarar veren zapt edilmemiş hissiyat sahibi kimselerin işi değildir.
İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Bunun özü şu genel kuralın kapsamı içindedir: “Maslahatlar ile mefsedetler ve iyiliklerle kötülükler çatıştığı zaman yahut bir araya geldiği zaman bunlardan ağır basanın tercih edilmesi gerekir. Şüphesiz emir ve yasaklama eğer maslahatın elde edilmesini ve mefsedetin uzaklaştırılmasını içeriyorsa çelişen bir şey var mı diye bakılır. Eğer maslahatlar elden gidecek veya daha büyük mefsedetler meydana gelecekse, bu sorumlu olunan bir şey değildir, bilakis eğer mefsedeti maslahatından daha fazla olursa (iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak) haram olur.”[10]
İbnu’l-Kayyım rahimehullah kötülüğe karşı çıkmanın dört derecesini zikretmiştir:
“Kötülüğe karşı çıkmak dört derecedir:
Birincisi: Kötülüğü giderip yerine zıddını getirmek.
İkincisi: Kötülüğün tamamı giderilemiyorsa azaltmak.
Üçüncüsü: Onun yerine dengi bir kötülük getirmek.
Dördüncüsü: Ondan daha beter bir kötülük getirmek.
İlk iki derece meşrudur. Üçüncü derece içtihat konusudur. Dördüncü derece ise haramdır.”[11]

Küfür ve Nifak Kelimelerini Uzunca Açıklamanın Sebepleri

Küfür, tekfir ve nifak kelimelerinin manasını ve bunun tehlikesini açıklamada sözü uzattım. Bunun sebepleri şunlardır:
Birinci sebep: Müslümanlardan bu din için hamasetli, hislerinin galeyana getirdiği gençlerden oluşan fert ve cemaatler öne çıkmışlar, İslâmî halklara hükmedenlerin geneli ile hayatlarında ve halklarında şeriatin uygulanması için harp ediyorlar. Bu konuda Gayri Muslim İslam düşmanlarıyla da beraber hareket ediyorlar.
Onların geneli Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine aykırı hükümlerin bulunduğu beşerî kanunları uyguladıklarını, zulmün yaygınlaştığını, adaletin kalmadığını, birçok İslâmî ahlakın kaybolduğunu, bozuk ahlakın hâkim olduğunu, büyük günahların işlendiğini, haramların mubah sayıldığını, İslam davetçilerinin ve ümmetin âlimlerinin aşağılandığını, onlara baskı yapılıp hapislere atıldıklarını, sürgün edildiklerini görüyorlar.
Hatta onlardan birçoğunun, “La ilahe illallah’ın manasını tatbik” etmeye davetten başka işledikleri bir suç olmadığı halde öldürüldüğünü, topraklarını düşmanların işgal edip ırzları çiğnediklerini, cihad farizasının ümmetin en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda iptal edildiğini görüyorlar. İslamî halkların gemlerini ve kilitlerini elinde tutan ümmetin âlimlerinden birçoğuyla da nasihatleşmekten sessiz kaldıklarını görüyorlar.
Afgan cihadında uygulamalı olarak Allah’ın kitap ve sünnet vahyini destekleyen hususları da gördüler. Allah’ın inatçı kâfir düşmanlarına karşı cihad için hazırlıklar yapmak gerektiğini, taşkınlık yapan düşmanlardan kurtuluşun ancak bununla olacağını da gördüler.
Bu cemaatler ve bu fertler ümmetin bu üzücü durumuna karşı sabrederek beklemeye güç yetiremediler, iki tehlikeli silaha sarıldılar:
Birincisi silah: Akide ve fikir silahı
İkinci silah: Kuvvet ve infaz silahı.
Akide ve fikir silahı İslamî halklara hükmedenlerin genel olarak ve ayrıntılı olarak, İslam dininden çıkmış kâfirler olduklarına inanmak şeklinde ortaya çıktı. Genel olarak yani; yöneticiler kâfirlerdir diye inandılar. Ayrıntılı olarak yani; her fert bizzat ve ismen kâfirdir diye inandılar.
Hatta bu cemaatlerden bazısı devletin bütün memurlarının kâfir olduğuna hükmettiler. Bu tekfir ettiklerinin arasında “sultan âlimi” adını verdikleri âlimler de vardı. Onların yöneticilere küfürlerinde destek oldukları gerekçesiyle onları tekfir ettiler. Hatta bazıları hükümetlerin küfürlerine sükût edip razı oluyorlar diye halkları dahi tekfir etmişlerdir.
 Bu yüzden İslâmî ülkelerin çoğunda bu itikada sahip birçok cemaatler bulunmaktadır. Her ülkede bu cemaatler azlık veya çokluk bakımından farklılık gösterirler. Bu cemaatlerden bazıları itikatlarının tehlikeli sonuçlarını gördükten sonra bazı konumlarından dönüş yapmışlardır.
Kuvvet ve infaz silahına gelince, bu silah taşımak, yöneticilerden, memurlardan ve halklardan kâfir olduğuna inandığı kimseyi öldürmeyi helal saymak şeklinde ortaya çıkmıştır.
Bunun sonucu olarak da Müslümanların ülkelerinde canlar alınmış, binalar yıkılmış, mallar heder edilmiş, hatta bazıları bazı ülkelerde Müslüman kızları cariye edinmeye cüret edebilmişlerdir.
İkinci Sebep: Bu gençler ve bu cemaatler görüşlerinde kendilerine muhalefet edenleri ve görüşlerine itibar edip muvafakat etmeyenleri tekfir etmişler, İslam ülkelerinde istişare edilip görüşüne başvurulacak kimse bulunmadığı görüşüne sahip olmuşlardır.
Allah’ın kullarına farz kıldığı cihadı yerine getirmek görüşündeler. Zira o iptal edilmiş ve sancağı indirilmiştir. Bu sebeple de kâfirler bazı İslâm ülkelerini işgal etmişler veya yöneticilerine tahakküm etmişler, böylece İslâmî halklara Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine aykırı hükümler uygulanmıştır.
Bundan dolayı bu farzın ayağa kaldırılması, savaş ve silah eğitimleri yapılması, kâfirlerin ülkelerine savaş yapılması yani kâfirlerin öldürülmesinin, mallarının ifsat edilmesinin, maslahat gerektirdiği zaman ülkelerinin tahrip edilmesinin ve savaşanlar için kalkan olarak kullanıldıklarında savaşmayan kimselerin dahi öldürülmesinin mubah olduğu ve “talep cihadı” denilen cihadın yerine getirilmesine karar verdiler. 
Meşru kudretin mal, eğitim, silahlanma ve silah kullanma bakımından kendilerinde toplanmış olduğuna itibar ettiler. Yaptıkları işlerin İslâm ümmetinin doğusunda ve batısında getirdiği vahim sonuçlarına dair tedbir almayı düşünmediler. Çünkü onlar bu ümmeti kötü sonuçlardan koruyabilecek ve tedbir alacak güçte değildiler.
Maslahatlar ile mefsedetler arasında muvazene yapmak ve aralarını bulmak mümkün olmadığında, iki maslahattan üstün olanını tercih etmek ve her ikisini de terk etmek mümkün olmadığında iki mefsedetten büyük olanını terk etmek gerektiği daha önce geçmişti.
Üçüncü sebep: Bu konuyu araştıran kimsenin tehlikeli tecrübeler geçirmesi. Bugün Müslüman gençler bunu yaşıyorlar. Öğüt almaları için onlara tecrübenin anlatılması gerekir.
Şeyh Abdullah Kadirî el-Ehdel tekfirle ilgili tecrübesini şöyle anlatıyor:
Evet ben bu tecrübeyi 1374 (miladi 1954) yılında yaşadım. Tam anlamıyla konunun açıklığa kavuşması 1383 (miladi 1964) yılında oldu. Yani bu tecrübe yaklaşık on sene sürdü.
Yemen halkının çoğunun genel kapsamlı bir cehalet döneminde olduğu malumdur. Dinin usulü ve füru’u hakkında genel ve halkın genelini kuşatan bir cahillik… Maksadım bu iki durumun ayrıntılarına girmek değildir. Sadece tecrübeyle alakalı olanı anlatacağım.
İnsanlar kabirlerle teberrük ediyorlardı. Özellikle de babalarının ve dedelerinin kabirleriyle. Ölülerden yardım istiyor ve Allah’ın dışında onlara da dua ediyor, onlardan sadece Allah’tan istenebilecek şeyleri istiyorlardı. Mesela kısır kadın ölüden çocukla rızıklandırılmasını talep ediyor, ölü için kurbanlar kesiyor ve kuraklıkta onlardan yağmur indirmesini istiyorlardı.
Ben Suudi Arabistan’ın güney batısında yer alan “Samita” kasabasında ilim talebine başladığım zaman bu işlerin çoğunun dinden çıkaran büyük şirk olduğunu anladım. Muayyen (belirli) bir şahsın hüccet ikame edilmedikçe tekfir edilmesinin caiz olmadığını bilmiyordum.
Oradaki Müslümanların kafirler olduklarına inandım. Tekfirimin kapsamına ilk girenler ailem oldu. Ben annemin karnında iken ölmüş olan babamın kafir olduğuna, ben küçükken ölen annemin kafir olduğuna, neredeyse beni öldürecek gibi olan kardeşlerimin kafirler olduklarına, itikad ettikleri her şeyi reddedip yeniden Müslüman olduklarını ilan etmeyen bütün insanların kestiklerinin haram olduğuna inandım.
Sonra bir şiir yazdım. Üzerine bazı tevhid kitaplarından notlar düştüm. Adını da “Behcetu’l-Kulub Fi Tevhidi Allami’l-Guyub/Gaybleri bilenin birlenmesiyle kalplerin güzelleşmesi” koydum. Orada bu şirk amellerini zikrettim ve bunu yapanları şahıslarıyla tekfir ettim. Şiirde onları isimleriyle zikrettim. Bu basıldı ve Yemen’in birçok kasabasında dağıtıldı. Özellikle de Tihame’de.
Medine İslam üniversitesine gelmemden önce el-Kasîm şehrinin allâmesi Şeyh Abdurrahman b. Nâsır es-Sa’dî rahimehullah’ın yayınlanan kitaplarını okuyordum. Bunlardan birisi de “Teysiru’l-Kerimi’r-Rahman Fî Tefsiri Kelâmi’l-Mennân” kitabı idi. Kitaplarında Şeyhulislam İbn Teymiyye’nin kitaplarından ve sözlerinden çokça nakil yapıyordu. Bu şahsın üslubunun kolaylığından ve itidalinden etkilendim… Lakin ben bu okumalarda zihnimdeki tekfirle alakalı bir şey hatırlamıyorum.
Gittiğimde İslam üniversitesinde ders gördüm ve Kitabu’t-Tahaviyye şerhinde sahip olduğum görüşe aykırı şeyler gördüm. Üstadımız muhaddis Şeyh Nasıruddin el-Elbânî rah.’a bunu sordum. Dedi ki: “Muhakkak ki muayyen (belirli) kâfir İslâm’a girmemiş, Müslümanlığını ilan etmemiş kimsedir. Ona dünyada bütün küfür hükümlerini uygularız. Lakin bizler (hüccet ikame edilmedikçe) onun ahirette cennetlik veya cehennemlik olduğuna hükmetmeyiz, durumunu rabbine bırakırız. Çünkü bizler insanların ahiretteki durumuna hükmetmekle sorumlu değiliz.”
Allah ona rahmet etsin, benimle onun arasında konuşma uzadı. O, lütuf, sabır ve diyalog olarak birçok üstattan farklı idi. İkna edici kuvvette delil getirirdi. Belirli bir şahıs küfür dahi işlese ona hüccet ikame etmedikçe tekfir edilmesinin caiz olmadığına, delil ikame edilmedikçe belirli bir şahsın cehennemde kalıcı olduğuna ve hiç kimse için cennetlik olduğuna hükmetmenin caiz olmadığına beni de ikna etti.
Bana İbn Teymiyye rahimehullah’ın kitaplarını çokça okumamı nasihat etti, ben de bu nasihatini yerine getirdim. Hicri 1385 yılında üniversite eğitimim bittikten sonra Mecmuu’l-Fetava’nın yirmi cildini okudum. Orada taşkınlık yapmış olduğumu gördüm. Bu tecrübede hata ettiğim ortaya çıktı. İbn Teymiyye rahimehullah’ın sözlerinden bazı ifadelerini eserlerimde zikretmiştim. Nitekim “el-İmanu Huve’l-Esas: İman esastır” adlı kitabımda da bunları zikrettim.  Bilmediğim hakkı bana ortaya çıkardığı için Allah’a hamd ettim. Bu cahillik sebebiyle bana en yakın kimseler olan ana babamı tekfir etmiştim ve onlar için bağışlanma dilemiyordum…
Bu tecrübemi, nefislerine dönmeleri ve İslâm fakihlerini anlamanın akıllarına ağır geldiği tekfircilerin ardından gitmemeleri gereken hamasetli genç çocuklarımıza aktarıyorum. Onlar ilim kaideleri ve usulünü temkin sahibi hocaların ellerinde okuyacak bilgileri kendilerinde toplamamışlardır. Nitekim İmam eş-Şâtıbî’nin şu sözü daha önce geçmişti: “İlime ve gayeyi gerçekleştirmeye ulaştıran yolların en faydalılarından birisi ilmi, onu kemaliyle gerçekleştiren ehlinden almaktır… Çok azı dışında, haktan kayan hiçbir fırka ve sünnete muhalefet eden hiçbir kimse görmezsin ki bu vasıftan ayrılmış olmasın .”

[1] Camiu Ahkami’l-Kur’ân (5/255, 257)
[2] Buhârî (7/188)
[3] Buhârî (3/47) Muslim (2/710)
[4] Buhârî (4/216)
[5] Buhârî (4/216)
[6] Buhârî (1/14) Muslim (1/78)
[7] Tirmizî (2627) Tirmizî: “Hadis hasen sahihtir” dedi.
[8] Hakim (no: 25)
[9] Buhârî (5670) Muslim (46)
[10] Mecmuu’l-Fetava (28/129)
[11] İ’lamu’l-Muvakkiin (3/4)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)