Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

29 Temmuz 2014 Salı

Fitneler Hakkında Vasiyet


Güvenlik ve istikrar, büyük faydaları ve değerli neticeleri olan bir nimettir. Fitne ve karışıklıkların sıcağına karşı altında herkesin gölgelendiği bir gölgedir. Bu nimetten hükmeden de, hükmedilen de, fakir de, zengin de, erkekler de, kadınlar da ve hatta hayvanlar da faydalanırlar, güvenlik ile huzur bulurlar. Panik, korkuyla zarar verilmesi, sarsıcı durumlar, vahşi kalabalıkların heyecanlandırılması gibi gözleri kör, kulakları sağır eden fitnelerden Allah’a sığınırız.
Güvenlik sayesinde Ka’be haccedilmekte, mescidler imar edilmekte, minarelerden ezan sesleri yükselmektedir. İnsanların kanları, malları ve ırzları güvende olur, yollar güvende olur, zulümler uzaklaştırılır, zulme uğrayanlara yardım edilir, zalime engel olunur, şiarlar yerine getirilir, minberler üzerinde Tevhidden bahseden sesler yükselir, âlimlerin meclislerinden faydalanılır, öğrenciler ilimden faydalanmak için yolculuklara çıkarlar, meseleler araştırılır, deliller öğrenilir, hastalar ziyaret edilir, akrabalık bağları kuvvetlenir, hükümler bilinir, iyilik emredilir, kötülük yasaklanır, değerli kimselere saygı gösterilir, alçak kimseler cezalandırılır. Her halukarda güvenlik, dünya ve ahiret işlerini düzeltir, hayatı ve ölümü, durumu ve geleceği ıslah eder. Nitekim Allah belaları yaygınlaştıran fitnelerden sakındırarak şöyle buyurmuştur:  Yalnız içinizden zulmedenlere isabet etmeyecek olan bir fitneden de sakının” (Enfal 25)
Allah Azze ve Celle’den aramızdaki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizleri sorumlu tutmamasını diler, intikamından, verdiği afiyeti bozmasından ve gazabından O’na sığınırız. Şüphesiz O, cömert ve çok bağışlayandır, merhamet edendir.
Güvenliğin böyle büyük bir yeri olduğundan, yüz çevirme ve büyüklenmeyi büyük nimetler karşılığında değişen Kureyş’e Allah Subhanehu ve Teâla bağışta bulunmuştur.
Pek cömert ve çok bağışlayıcı olan Allah Azze ve Celle, nimet olmayan bir şeyle bağışta bulunmaz. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Bari Kureyş'in emniyetini, onların kış ve yaz yolculuğunda güvenliğini sağladığı için, onları yedirip açlıktan, onlara güven verip korkudan kurtaran bu Beyt'in Rabbına ibadet etsinler.” (Kureyş 1-4)
Tirmizi’de[1] Abdullah b. Mihsan el-Hatmi radıyallahu anh’den, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sizden her kim rûhen ve bedenen sağlıklı olup günlük yiyeceği de yanında olursa tüm dünya nimetleri kendisi için toplanmış gibidir[2]
Fazilet sahibi şeyh Salih el-Fevzan – Allah onu korusun – şöyle demiştir: “Güvenliğin bulunması, insanın yemeye ve içmeye ihtiyacı gibi zorunlu ihtiyaçlarındandır. Bu yüzden İbrahim Aleyhisselam duasında bu hususu, rızık talebinin önüne geçirmiş ve şöyle dua etmiştir: “İbrahim: "Rabbım! Burasını emniyetli bir şehir kıl; ahalisinden Allah'a ve Âhiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır" demiş, (Rabbi de ona:) "Küfredeni de: Onu da kısa bir süre için faydalandıracak, sonra da, cehennem azabına mecbur tutacağım; ne kötü bir akıbet!" diye buyurmuştu.” (Bakara 126) Zira insanlar, korku bulunması halinde yiyecek ve içecekle memnun olmazlar. Çünkü korku, başka bir şehirden rızıkların taşınmasına vasıta olan yolları keser. Bunun için Allah yol kesicilik için en şiddetli cezayı tayin etmiştir… İslam, şu beş zorunluluğu korumak esasıyla gelmiştir: din, can, akıl, namus ve mal. Bu zorunluluklar hakkında haddi aşanlar için keskin cezalar belirlemiştir. Bu beş hususun müslümanlara veya anlaşmalılara ait olması fark etmez.
Kendileriyle anlaşma bulunan kâfirlerin hakkı da müslümanların hakkı gibidir. Müslümana gereken onlara da gerekir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kim bir anlaşmalıyı öldürürse cennetin kokusunu alamaz.”… güvenlik hususunda haddi aşanlar ya hariciler, ya yol kesen eşkıyalar ya da isyancılardır. Bu üç sınıftan her biri için, onların Müslümanlara, kendilerine güvence verilenlere veya zimmet ehline kötülük ulaştırmalarını engelleyecek katı cezalar vardır…”[3]
Her akıl sahibinin ülkedeki güvenliği korumaya devam etmesi gerekir. Bu da öncelikle doğru akidenin korunmasıyla gerçekleşir. Allah Subhanehu ve Teâla şöyle buyurmuştur: “İman edenler ve imanlarına şirk bulaştırmayanlar, işte emniyet onlar içindir ve doğru yola iletilmiş olanlar da onlardır” (En’am 82) İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama görevini de hikmet ve güzel öğütle yerine getirmeli, Rabbine itaate hırs göstermelidir. Şüphesiz bu dünyada ve ahirette izzeti çeker. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Faraza biz onlara "kendinizi öldürün", yahut "yurdunuzdan çıkın' diye yazıp farz kılsaydık, onlardan çok azı müstesna onu yapmazlardı. Eğer onlar, kendilerine  öğüt verilen şeyi yapsalardı, kendileri için elbette daha hayırlı ve (îmanlarında) daha sağlamlaştırıcı olurdu. Bu takdirde de biz onlara kendi tarafımızdan pek büyük bir mükâfat verirdik. Ve onları dosdoğru yola iletirdik.” (Nisa 66-68)
Kişi bilmelidir ki, Allah’ın emrinden yüz çevirmek nimet ve güvenliğin kaybolmasına, korku ve paniğin yayılmasına bir sebeptir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır.” (Taha 124)
 Allah'ın zikrini kim umursamazsa, ona bir şeytanı musallat ederiz de, artık o, ondan hiç ayrılmayan bir arkadaş olur. O şeytanlar, onları doğru yoldan ayırırlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler.” (Zuhruf 36-37)
 Nankörlük etmelerinden dolayı onları işte böyle cezalandırmıştık. Biz, nankörlerden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe 17)
Her birimizin – bütün gücümüzle – Allah Azze ve Celle’nin önünde herhangi bir yönden güvenliği bozmaktan yahut söz veya amel ile fitneyi kışkırtmış olmaktan sorumlu olduğumuzu düşünmesi gerekir. Müslümanların güvenliğini bozan herkese – dinin şartlarına uygun olmak kaydıyla - karşı çıkılması gerekir. Çünkü müslümanların güvenliğini bozan, onların dinlerini de, dünyalarını da bozmuş olur. İnsanlar bu dünyada bir gemiyi paylaşan topluluk gibidir. Kimisinin payına üst taraf, kimisine de alt taraf düşmüştür. Alt tarafta olanlar kendi paylarına düşen bölgeyi, rahatlamak için delmek istediklerinde, üst taraftakiler onları kendi hallerine bırakırlarsa hep birlikte boğulurlar. Şayet onlara engel olurlarsa hep birlikte kurtulurlar. Nitekim bunu Nebi sallallahu aleyhi ve sellem böylece haber vermiştir.
Bizlerin niyetleri güzel olsa dahi, ülkelerin güvenliğini bozanlara ve Müslümanlara fitnelerin kapılarını açanlara karşı güzel davranmamamız ve güzel zanda bulunmakta aşırı gitmememiz gerekmektedir. Güzel niyet tek başına yeterli değildir. Bilakis doğru bir tabi oluş, şeriatın maksatlarını ve neticenin iyilik olmasını gözetmeye devam etmek ve başa gelenlerden ibret almak da şarttır. Allah en iyi bilendir.
Bil ki, âlim olsun, halktan olsun her akıl sahibinin yöneticilerin zulüm ve baskısına sabretmesi ve bu konuda selefin metoduna bağlı kalması gerekir. Ta ki nebimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ardından kan döken, cana kıyan, namus perdesini yırtan ve malları yağmalayan bir ümmet olmasın.
Yine geçmiş devletlerin başlarından geçenlerden ibret almamız gerekir. Mesela Somali’de olanlarda bizim için ders ve ibret vardır. Onlar kötülüklerini yayan ve dağıtan yöneticilerine karşı ayaklandılar. Peki bundan sonra şu ana gelinceye kadar neler oldu? Allah’tan bizleri iyiliklere anahtar, kötülüklere kilit kılmasını, bizlerden ve bütün Müslümanlardan helak edici kötülükleri uzaklaştırmasını dileriz.
Bilinmektedir ki bu güvenlik ancak insanlara hükmeden, onları geçimlerine ve inançlarına uygun şekilde idare eden kuvvetli bir devletle gerçekleşir. Yine bilinmektedir ki, bir devletin bu büyük öneme sahip olan güvenliği gerçekleştirebilmesi için bazı hususlar gereklidir. Bunlardan bazıları; halkın yöneticilerini iyilikte dinleyip itaat etmeleri, kötülüklerin bulunması halinde en güzel şekilde nasihat ederek zulme sabretmeleri, yapılan işlerde sonrakilerin hislerine göre hareket etmesi gibi değil, selefin yolunu ve hikmeti gözeterek maslahatlara uygun hareket etmeleridir.
Nitekim bu konuda gelen delillerden bazıları şu şekildedir:
Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz. Allah'a ve âhiret gününe inandığınız takdirde, onu, Allah'a ve Peygambere arz edin. Bu, netice itibariyle daha hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa 59)
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, zulmetseler dahi yöneticileri dinleyip itaat etmeyi emretmiştir. Müslim’de rivayet edildiğine göre, Seleme b. Yezid el-Cu’fî, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle sordu: “Ey Allah’ın peygamberi! Başımıza kendi haklarını isteyen ama bizim haklarımızı vermeyen idareciler geçerse ne yapmamızı emredersin?” Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ondan yüz çevirdi. Sonra yine sordu. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem yine yüz çevirdi. İkinci veya üçüncü defa sorunca el-Eş’as b. Kays onu çekti. Bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
Dinleyin ve itaat edin. Onların yüklendikleri kendilerine, sizin yüklendikleriniz de kendinizedir.” [4]
     Buhari ve Müslim, İbn Mesud radıyallahu anh’den rivayet ediyorlar: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bize şöyle buyurdu: “Şüphesiz sizler kayırmacılık ve karşı çıktığınız işler göreceksiniz.” Dediler ki: “Bize ne yapmamızı emredersin ey Allah’ın rasulü?” buyurdu ki: “Onların haklarını yerine getirin ve kendi haklarınızı Allah’tan isteyin.”[5]
Müslim, Huzeyfe radıyallahu anh’den ahir zaman fitnelerinin zikredildiği bir hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“…Benden sonra benim yolumdan gitmeyen, sünnetime uymayan idareciler olacaktır. İçlerinde kalpleri şeytanların kalbi gibi olup insan bedeninde bulunan kimseler olacaktır.” Dedim ki;
“Ey Allah’ın rasulü, bu zamana yetişirsek ne yapalım?” şöyle buyurdu:
İdarecini dinlemeli ve itaat etmelisin. Sırtına vurup malını alsa bile dinle ve itaat et.”[6]
İyilik hususunda yöneticilere itaat etmeye ve onların eziyetlerine sabretmeye dair bu açık delilleri düşün! Kalpleri şeytanların kalbi olsa da, kayırmacılık yapsalar da, kötülük işleseler de, sırtlara vurup mallara el koysalar da, halklarının haklarını gözetmeseler de ve kendi haklarının yerine getirilmesini mecbur tutsalar da onların dinlenmesi ve onlara itaat edilmesi hep güvenliğin korunması ve hayırda devam içindir. Zira yöneticilere karşı ayaklanmak şaşıyı kör yapar, toprakları ve nesilleri helak eder.
Seleme b. Yezid el-Cu’fî’nin: “Ey Allah’ın peygamberi! Başımıza kendi haklarını isteyen ama bizim haklarımızı vermeyen idareciler geçerse ne yapmamızı emredersin?” şeklindeki sorusuna Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in cevap vermekten bir iki defa yüz çevirmesini dikkatli düşün! Kalpleri kurtların kalbi olduğu halde insan şeklinde olan yöneticiler hakkındaki cevabını ve sırtına vurup malına el koyan hakkındaki cevabını da düşün!
Şayet zamanımızdaki büyük âlimlerden birine bu soru sorulup, o da Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e uyarak, selefin yolunu izleyerek ve vereceği cevaptan dolayı meydana gelecek fitneyi söndürmek için cevap vermekten yüz çevirse, hislerine mağlup düşmüş pek çok genç cahilce şöyle derler: “Korkak. Hakkı söyleyemedi. Satılık. Ona güvenilmez. Ona itibar edilmez.” Söylentiler çıkaranlardan ve âlimlere karşı cüretkârlıktan Allah’a sığınırız.
Ebu Zer el-Gıfari radıyallahu anh, gayretkeş, doğru sözlü ve hakkı açıkça haykıran biri olmasına rağmen bu nebevi emre uyarak fitneye anahtar olmamıştır. Allah ondan razı olsun. İbn Ebi Asım’ın es-Sunne adlı eserinde[7] Muaviye b. Ebi Sufyan radıyallahu anhuma’dan rivayet ediyor: “Ebu Zerr radıyallahu anh Rabeze’ye gittiği zaman ıraklılardan bir binekli grubuyla karşılaştı. Dediler ki:
“Ey Ebu Zerr! Sana yapılanları duyduk. Bir sancak edin, dilediğin kadar adamla sana gelelim.” Ebu Zerr radıyallahu anh şöyle dedi:
“Yavaş olun yavaş ey müslümanlar! Şüphesiz ki ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:
Benden sonra sultan olacak. Onun şerefini koruyun. Onun zillete düşmesini arayan İslam’da bir gedik açmış olur. Önceki haline dönmedikçe de tevbesi kabul edilmez.”[8]
İşte hakkı haykıran, zahid ve vera sahibi Ebu Zerr radıyallahu anh, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatı dönemindeki sözünü bozmuyor. İnsanların çoğunun beğenmediği aykırılıklar ve kendisine tabi olmak isteyenler çokça bulunmasına rağmen sultanı zillete düşürmek isteyenlere razı olmamıştır. Kitap ve sünnet ile şeriatın maksatlarını iyi anlayanlara göre mesele önemlidir. Bütün bunlar iyiliğin devamını korumak, güvenliği ve huzuru devam ettirmek içindir. Çünkü Allah Azze ve Celle’nin hakkının ve kulların hakkının doğru bir şekilde yerine gelmesi ancak güvenlik ile birlikte mümkündür. Güvenlik ise ancak kuvvetli bir hükümetle mümkündür. Kuvvet de ancak iyilikte dinleyip itaat etmekle, kötülüğün ve zulmün bulunması halinde de nasihat etmek ve sabretmekle mümkündür.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “İnsanların yöneticilerini tanıma görevi, dinin en önemli gereklerindendir. Hatta din ve dünya ancak bununla ayakta durur. İnsanların maslahatları ancak bir araya gelmekle tamamlanır. Çünkü birbirlerine ihtiyaçları vardır... Muhakkak ki Allah Teala iyiliği emretmeyi ve kötülüğü yasaklamayı farz kılmıştır. Bu da ancak kuvvet ve emirlik ile tamamlanır. Aynı şekilde cihad, adalet, hacc görevini yerine getirmek, Cuma namazı, bayramlar, mazluma yardım etmek had cezalarını uygulamak gibi farzlar da ancak kuvvet ve emirlikle tamamlanır. Bu yüzden “Sultan’ın yeryüzünde Allah’ın gölgesi” olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle denilmiştir: “Zulmeden bir yönetici ile geçen altmış sene, yöneticisiz geçen bir geceden daha iyidir.” Tecrübe de bunu ortaya koymaktadır.”[9]   
“Bu yüzden Fudayl b. Iyaz ve Ahmed b. Hanbel gibi seleften bazıları şöyle demişlerdir: “Kabul edilecek bir duamız olsaydı mutlaka sultan için dua ederdik.” Nebi sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Muhakkak ki Allah sizin için üç şeyden razı olur: kendisine hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmenizden, Allah’ın ipine hep birlikte sarılıp ayrılığa düşmemenizden ve yöneticilerinize nasihat etmenizden.” Bunu Müslim rivayet etmiştir.
Müslümanın kalbi şu üç şeye doymaz: Allah için ihlas ile amel etmek, yöneticilere nasihat etmek ve Müslümanların cemaatinden ayrılmamak. Şayet onlara dua ederseniz, sizden sonrakileri gözetmiş olursunuz.” Bunu sünen sahipleri rivayet etmişlerdir. (Müslim’in) Sahih’inde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Din nasihattir, din nasihattir, din nasihattir.” Dediler ki: “Kimin için ey Allah’ın rasulü?” şöyle buyurdu: “Allah için, kitabı için, rasulü için, Müslümanların yöneticileri için ve Müslüman halk için
Yöneticiliği din ve Allah Teâla’ya yakınlaşma vesilesi kabul etmek gerekir. Zira Allah’a ve rasulüne itaat etmekle yakınlaşmak, yakınlıkların en üstünüdür. İnsanların çoğunun durumunu ise ancak önderlik ve mal talebi bozar…”
Yine İbn Teymiyye der ki: “Bu yüzden Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine kendileri için idareci seçmelerini, idarecilere de emanetleri sahiplerine vermelerini, insanlar arasında hükmettiklerinde adaletle hükmetmelerini emretmiş, Allah’a itaat yolunda yöneticilere itaat edilmesini emretmiştir.”[10]
Şeyhulislam İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allah’ın zalim yönetici ile savdığı kötülük, o yöneticinin zulmünden daha fazladır. Nitekim: “Zalim yönetici ile geçen altmış sene, yöneticisiz geçen bir geceden iyidir” denilmiştir…”[11]
Yine şöyle demiştir: “Şeriat, maslahatların elde edilmesi veya tamamlanması, kötülüklerin yok edilmesi veya azaltılması ve iki iyilikten üstün olanını tercih için gelmiştir. Yöneticiler tayin edilmesi de bunun faydalarındandır. Cahilin zannettiği gibi olsaydı yöneticinin varlığı da yokluğu gibi olurdu. Bunu ise bırakın Müslümanı, akıl sahibi bir kimse dahi söylemez. Bilakis akıl sahipleri şöyle derler: “Zalim sultan ile geçen altmış sene, sultansız geçen bir geceden hayırlıdır.”
Abdullah b. el-Mubarek ne güzel söylemiş:
Yöneticiler olmasaydı güven bulamazdık,
En zayıfımızı, kuvvetli olanımız yağmalardı[12]

Yine şeyhulislam şöyle demiştir: “Bilinmektedir ki: insanlar ancak yöneticileriyle düzelirler. Emeviler ve Abbasiler’den daha aşağı seviyede zalim yöneticileri de olsa, bu onların yokluğundan iyidir. Nitekim şöyle denilmiştir: “Zulmeden idareci ile geçen altmış sene, idarecisiz geçen bir geceden daha iyidir.”[13]
Başka bir yerde de şöyle der: “Yetki sahipleri düzelirse insanların işleri de düzelir. Onlar bozulursa insanların işleri, her açıdan bozulmasa da, aynı oranda bozulur. Yetki sahiplerinin düzelmesi zorunludur. Çünkü o Allah’ın gölgesidir. Lakin gölge bazen bütün sıkıntıları engelleyecek şekilde tam olur, bazen de bütün sıkıntıları engelleyemez. Fakat bu gölge hiç bulunmazsa işler bozulur.”[14]
Bütün bu açıklamalardan anlaşılan şudur: “Güvenlik herkes için bir nimettir. Bu da ancak yöneticilerin ve kuvvetin varlığı ile mümkündür. Bunun gerçekleşmesi için iyilikte dinleyip itaat etmek, zulüm ve baskıya karşı da sabretmek şarttır.
Yöneticilerini düşüren ve – eğrilik ve sapmalarından dolayı - devletlerini deviren toplulukların, daha önceki hallerinde olduğu gibi bir değere ulaşamadıklarını gördük. Yine onların kendi ülkelerinde birçok devletçiklere bölündüklerini, parçalandıklarını, değerlerini kaybettiklerini, alçak kimseler tarafından kınandıklarını, hakir konuma düştüklerini, akrabalık bağlarını kopardıklarını, kişilerin ana babalarıyla ve çocuklarıyla aralarının açıldığını görüyoruz. Bu yüzden şöyle denilmiştir: “Hükümetsiz toplum, değersiz bir toplumdur. Zalim sultan, devam edip giden fitneden hayırlıdır.”
Bugünün gençleri bütün ülkelerdeki Müslümanların fitneleri tercih ederek ve – zalim de olsalar - yöneticilerinin devirilmesiyle güvenliklerini kaybederek bu duruma düşmelerini isterler mi? Nezleyi tedavi etmek isterken cüzzama sebep olan kimse gibi oluruz! Yahut cüzzamı tedavi etmek isterken yaşlı ve genç sağlıklı kimseleri öldüren kimse gibi oluruz. Tuzak kuranların tuzaklarından ve boş işler peşinde olanların işlerinden Allah’a sığınırız.
Gençler – halklarına kötülük yapan - yöneticilerini deviren birçok devletlerin başına gelenlerden, fitnenin her eve yayılmasından, bela ve felaketlerin artmış olmasından ibret almazlar mı? Bu başarısızlıkları yaşadıktan sonra - herşeye rağmen - onlar şüphesiz eski günlerin geri gelmesini temenni etmektedirler. Lakin heyhat ki ne heyhat! Milyonlarca insan öldürülmüş ve yaralanmıştır. Evler ve mescidler yıkılmıştır. Mahremiyetler parçalanmış, mallar yağmalanmış ve yollar kesilmiştir. Yardım istenecek olan Allah’tır.
Ehl-i sünnet âlimleri Müslüman zalim devletleri, zulümlerini isteyerek veya dünyalarına meylederek müdafaa etmezler. Onlar bu işten insanların en uzak olanlarıdır ve yöneticilerin elindekilerden payı en az olanlarıdır. Lakin mevcut olan kötülüklerden üzüntü duysalar da, selefin metoduna tabi olarak iyiliğin devamını korumak ve kan dökülmesine, mahremiyetlerin parçalamasına engel olmak için fitneye ve ona götüren sebeplere karşı çıkmaktadırlar. Kötülüklerin mevcut olduğunu inkar etmemekte, bu kötülükleri işleyenleri mazur görmede aşırı gitmemekte, mümkün olduğu kadar günahların sonuçlarından sakındırmakta, İslam ve Müslümanlar için en uygun olanını tercih ederek Allah Azze ve Celle’ye davet etmektedirler.
Ey gençler! Sizlerin falan devleti düşürmeyi başaracağınızı kabul etsek bile, bu ancak toprakların ve nesillerin helak olmasını getirecektir. Müslümanlar ise şu duruma zayıf haldedirler. İslam’ın düşmanları sizi ve meselenizi bırakacaklar mı? Yoksa sizinle onlardan birçok topluluk arasında savaş mı çıkaracaklar? Onların çoğunun durumunu Allah Azze ve Celle’nin şu sözü bildirmektedir: “Sen onları birlik sanırsın; kalbleri dağınıktır.” (Haşr 14)
Tahribatlardan sonra düşmanlar pek çok ülkelere girdikleri gibi girecekler, - sizden ve savaştığınız kimselerden - kafalar ve kollar kesilecek, sonra sonuç bizden başkalarının lehine olacak. Durum şu sözde denildiği gibidir: “Biz sığırın kafasına ve boynuzlarına sarıldık, İslam düşmanları ise sütünü sağdı.” Allah’tan geldik ve O’na dönücüleriz. Şair şöyle der:
İki omuzunun üzerinde başkasını yükseklere taşıyor

O sadece yukarı çıkmaya yarayan bir merdiven değil mi?

Uyarı: Şeyhulislam’ın az önce nakledilen sözlerini delil getirerek emirlik tayinin farz olduğunu ve kendi emirlerine biat edilmesinin gerektiğini iddia eden bazı cemaatleri görmemiz çok şaşırtıcıdır. Bununla kendi hiziplerine (gruplarına) katılmak gerektiğini, onların bayrak ve alametlerinin yayılmasının zorunlu olduğunu iddia ederler!
Bununla beraber onların emirlerinin çoğu zulme uğramış ve meçhul kimselerdir. Sadece kendilerine güvendikleri kimselere bildirirler!
Oysa onlar bütün ülkelerdeki seçimle ya da zorla başa geçmiş liderleri ve yöneticileri iyilik hususunda dinleyip itaat etmeyi kabul etmezler! Her ne kadar bazıları ancak bilinen şekilde başa geçenlere itaat edileceğine dair detaylara girseler de böyledir. Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye – kendilerine biat edilmesinin doğru olduğuna dair delil getirdikleri – Minhacu’s-Sunne’de geçen sözünde, Rafızilerin Mehdilik iddialarını reddederek şöyle demiştir: “Dokuzuncu yön: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bilinen şekilde mevcut olan, yetkileri bulunan, insanları idare etmeye güçleri olan yöneticilere itaati emretmiştir. Mevcut olmayan ve bilinmeyen yahut yetkisi ve hiçbir şeye gücü yetmeyen kimselere itaati emretmemiştir…”[15]
Bunu düşün! Afiyet veren Allah’a hamd ederim.
Lakin şu da söylenmiştir: “İyilikte dinleyip itaat etmek ve eziyete karşı sabretmeye dair bu geçen delillerin hepsi doğrudur. Ancak bunlar en kötü ihtimalde zulüm ve baskı uygulayan Müslüman idareciler hakkındadır. Zamanımızdaki idareciler ise kâfirlerdir. Bundan dolayı onları dinlemek de yoktur, saygı göstermek de. Onların uzaklaştırılması için ayaklanmak gerekir!!”
Cevap: Biz bunu tamamen kabul etmiyoruz. Detaya gidilmesi gerekir ama yeri burası değildir. Lakin söylenenleri tartışacak olursak, bütün bunlar fitneyi kışkırtmayı, toplumların iyilik üzere devamının yok olmasına sebep olan kargaşa kapısının açılmasını mı gerektirir?! İdarecinin küfre girmesi ayrı bir şey, fitnelerin ülkelere ve kullara akması başka bir şeydir.
 Fitneleri kışkırtmak; kâfir idareciyi Müslüman mı edecek veya onların günahkâr olanlarını takvalı haline mi getirecek? Bu, toprakların ve nesillerin helak olmasına sebep olan fitnelerin ateşini kuvvetlendirmek, mazlumun uğradığı zulmü ve günahkârın günahını artırmak değil midir? Dinin alametlerini ayağa kaldırıp isyankârları ve kâfirleri zelil edecek şey bu mudur? Dinde günahkâr veya kâfirin cezalandırılmasının yolu bu mudur? Yarım asırdan fazla zamandır birçok ülkelerde bunlar yapılmasına rağmen kötülük azaldı mı veya yok oldu mu?
Adil bir şekilde ve objektif olarak değerlendirenler bu meselelerin Müslümanlara ancak kötülük getirdiğini görürler. Çalışanların çabası, mazlumun zulmü ve kötülüklerin çirkinliği artmıştır. Hatta bazı ülkelerdeki bazı Müslümanların, kendi aralarındaki savaşta kendilerine uymaları için veya kendi kardeşlerinden olan muhaliflerine karşı yardım istemek için Yahudi ve Hristiyanların dahi ülkelerine girmelerini temenni ettiklerini görürüz. “İbret alın ey akıl sahipleri!” (Haşr 2)
İmam İbn Kayyım rahimehullah, zaman ve durumların değişmesine göre fetvanın da değişmesi kaidesine örnek verirken şöyle demiştir[16]: “…Birinci örnek: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine kötülüğe karşı çıkmak gerektiğini bildirmiştir. Bunun amacı bu karşı çıkma sayesinde Allah’ın ve rasulünün sevdiği bir iyiliğin elde edilmesidir. Eğer kötülüğe karşı çıkmak, daha büyük bir kötülüğe ve Allah ile rasulünün daha çok nefret ettiği bir şeyin ortaya çıkmasına sebep olacaksa, her ne kadar Allah bu kötülüğe ve onu işleyenlere gazap etse de, böyle bir karşı çıkış doğru değildir. İdarecilere ve yetki sahiplerine karşı çıkıp, onlara karşı ayaklanmak böyledir. Çünkü bu, her kötülüğün ve zamanın sonuna kadar sürecek bir fitnenin esasıdır. Nitekim sahabeler, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den namazı vaktinden erteleyen idarecilere karşı savaşmak için izin istemişler, “Onlarla savaşmayalım mı?” demişlerdi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ise: “Namaz kıldıkları sürece hayır” buyurdu. Yine: “Kim idarecisinde hoşlanmadığı bir şey görürse sabretsin. İtaat etmekten elini çekmesin” buyurmuştur.  
Yine şöyle demiştir: “Büyük ve küçük fitnelerde İslam’ın başından geçenleri düşünenler, bu esasın kaybedildiğini göreceklerdir. Kötülüğe karşı sabretmeyip bunu gidermeyi talep etmek daha büyük kötülüğü meydana getirmiştir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de daha büyük kötülükler görmüştü ve bunları değiştirmeye gücü yetmiyordu. Hatta Allah Mekke’nin fethini nasip ettiğinde orası İslam diyarına dönmüştü. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Kabe’yi İbrahim aleyhisselam’ın kurduğu direkler üzerinde yeniden bina etmek istiyordu. Buna gücü yetiyor olmasına rağmen, Kureyş’lilerin bunu kaldıramayacak olması ve küfürden İslam’a yeni girmiş olmaları sebebiyle, daha büyük bir sıkıntının ortaya çıkmasından çekinmişti. Bu yüzden, mevcut durumdan daha büyük bir sıkıntının ortaya çıkmaması için idarecilere el ile karşı çıkmaya izin vermemiştir…”
“Şeyhulislam’ın – Allah onun ruhunu kutsasın ve kabrini aydınlatsın – şöyle dediğini duydum: “Ben ve bazı arkadaşlarım Tatar’ların baskını zamanında şarap içen bir topluluğa uğradık. Yanımdakilerden biri onlara karşı çıkmaya çalıştı. Ben de bunu kabul etmeyerek dedim ki:  Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Çünkü bu Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyar. Bu kimselere gelince, içki bunları canlara kıymaktan, esirler almaktan ve mallara el koymaktan alıkoyuyor. Onları kendi hallerine bırak.”
İbn Kayım rahmetullahi aleyh’in “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de daha büyük kötülükler görmüştü fakat değiştirmeye gücü yetmiyordu” şeklindeki sözlerini bir düşünün! Şüphe yok ki burada putlara tapılmasını kastetmektedir. Bu hiçbir kapalılığın bulunmadığı apaçık bir küfürdür. Bununla beraber Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem o sırada Müslümanların güçlerinin bunu değiştirmeye yetmemesi sebebiyle karşı çıkamadı. Çünkü böyle bir karşı çıkış kötülük ve fitne getirecekti. Bütün bu hususlar, ister günahkâr bir idareci isterse küfründe ihtilaf bulunmayan kâfir bir idareci zamanında olsun fark etmeksizin, kötülüğe karşı çıkmanın güç yetmesi ve maslahata uygunlukla kayıtlı olduğunu göstermektedir.
El-İstikamet adlı eserde Şeyhulislam’ın içki içen Tatarlara, Gürcülere ve benzerlerine karşı çıkan Müslümanları bundan alıkoyduğunu bizzat anlatmasına bakınız! Yine iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak hususunda maslahatları ve mefsedetleri (iyiliğe uygunluğu ve bozgunculuğu) gözetmenin gerektiğine dair detaylı açıklamalar yapmıştır. Hatta şöyle demiştir: “Neticede bu konuda ve benzerlerinde bir araya gelen iyiliklerle kötülüklerin varlığının ve yokluğunun tartılması gerekir…”[17]
Müslümanların bütün kâfir yöneticilerine karşı ayaklanmak görüşünde olanlar, Selef’in güç yetmesi ve maslahata uygunluğa gösterdikleri özeni gözetmemektedirler. Hatta şu açık ayete muhalefet etmektedirler: “Allah’tan gücünüz yettiği kadar korkun.” (et-Tegabun 16) Dinen güç yetirmek, ancak kötülüğün ona eşit seviyede veya daha ileri boyutta bir kötülüğe sebep olmadan ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bütün bunlar ilim ve anlayış sahiplerinin takdiri ile olur.
Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir: “Dinen güç yetirmek, daha üstün bir zararın bulunmadığı şeyin elde edilmesiyle olur.”[18]
Şunu da açıklar: “Şayet savaşmanın getirdiği kötülük, iyiliğinden fazla olacaksa bu savaş fitnedir…”[19]
Bunun değerlendirmesi heveslerle değil, din terazisinde olur.  Şeyhulislam şöyle demiştir: “İyiliklerle kötülüklerin tartılması dinin ölçüleriyle olur. Kişi delillere tabi olursa bu konuda sapmaz. Ancak benzerlerini bildiğinden dolayı kendi görüşüyle içtihat ederse o başka. Delillerden yoksun olanın hükümlere isabet etmesi çok azdır.”[20]
El-Cuveynî, Gıyasu’l-Umem’de[21] iyiliklerle kötülüklerin değerlendirilmesini anlatırken şöyle demiştir: “Bu tek kişilerin gözetmesiyle değil, bilakis hal ve akd ehli (meseleleri karara bağlamaya ehliyetli) kimselerin gözetmesiyle gerçekleşir.”
Müslümanların bugünkü bütün yöneticilerinin – bu muhaliflerin görüşünde olduğu gibi - kâfir olduklarını kabul etsek dahi onlara karşı silahla ayaklanmak gerekmez. Çünkü Müslümanların durumu tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Mekke’de putlara tapılırken bulunduğu durum gibi olmasına rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem) sabrederek davet işiyle meşgul olmuştur. Sadece putları kırmakla uğraşmamıştır. Kalplerinde bu putları parçaladıktan sonra gözlerinin önünde parçalamıştır. Onlar İslam nimetinden dolayı Allah’a hamd ve şükrediyorlardı. Peki ya bizler Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in hikmetli davranışının neresindeyiz?
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ve sahabelerinin (Allah hepsinden razı olsun) Mekke’deki durumlarına bakıp müşriklerin eziyetlerine rağmen en güzel şekilde davet ettiklerini gören, bununla günümüzde âlimlerin metoduna muhalefet eden kimselerin arasındaki farkları anlar. Yardım istenecek olan Allah’tır.
Aynı şekilde Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylemesine, buna davet etmesine, insanları imtihan etmesine ve Ehl-i Sünnet’e eziyet etmesine rağmen, yine bu sözün küfür oluşunda âlimler ittifak etmiş olmalarına rağmen halife el-Vasık’a karşı ayaklanmak isteyenlerin karşısında İmam Ahmed’in konumu da böyledir.
Batınî, Hululcü, aşırı Muattıla ve buna benzer küfre düşürücü hallerde bulunan yöneticiler karşısında şeyhulislam İbn Teymiyye ve diğer sünnet imamlarının konumu da böyledir. Allah en iyi bilendir.
Bu yüzden fazilet sahibi şeyh İbn Useymin rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “…Uzak ihtimalle idarecinin kâfir olduğunu varsayarsak bu insanları ona karşı isyan ettirinceye kadar kışkırtmak, tahrik edip savaş çıkarmak anlamına gelmez mi? Şüphesiz bu hatadır. Bu yolla maslahatı sağlamak ümit edilmez. İstenen maslahatı bu yolla elde etmek mümkün değildir. Bilakis bu büyük kötülüklere sebep olur. Mesela insanlardan bir grup ülkede yöneticiye karşı ayaklansa ve bu grubun elinde olmayan güç ve yetkiler bu yöneticinin elinde bulunsa durum ne olur? Bu azınlık grup galip gelebilir mi? Galip gelemez!! Tam aksine kötülük ve bozgun ortaya çıkar. İşler düzelmez. İnsan öncelikle dinin nazarından bakmalıdır. Dine de şaşı gözle bakmamalıdır. Delilleri tek taraflı ele almamalıdır. Bilakis bütün delilleri bir arada değerlendirmelidir.
İkincisi; bunun nasıl bir sonuç doğuracağına akıl ve hikmet gözüyle bakmalıdır. Bu yüzden bizler bu gibi yolları çok yanlış ve tehlikeli görüyoruz. İnsanın bu yolu takip edenleri desteklemesi caiz değildir. Bilakis tamamen uzak durmalıdır. Bizler hükümetin kendisi hakkında değil, genel anlamda konuşuruz.”[22]
Sadece yöneticinin kâfir olmasıyla – şayet bunu kabul edersek – insanların ona karşı ayaklanmasının ve silahla görevden ayırmanın gerekmediğini kabul ettikten sonra bilmeli ki, zalim de olsa Müslüman yöneticiye karşı ayaklanmak büyük kötülüklere sürükler.
Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh şöyle demiştir[23]: “Yetki sahibine karşı ayaklanıp da gidermek istediği kötülükten daha büyük bir kötülüğe sebep olmayan bir grup neredeyse bilinmemektedir.”
Yine şöyle demiştir: “Yetki sahibi idareciye ayaklanıp da bundan dolayı iyilikten daha büyük bir kötülüğün meydana gelmemesi çok nadirdir. Mesela Medine’de Yezid’e karşı ayaklananlar, Irak’ta Abdulmelik’e karşı ayaklanan İbnu’l-Eş’as, Horasan’da oğluna karşı ayaklanan İbnu’l-Muhelleb, yine Horasan’da ayaklanan davet sahibi Ebu Muslim, Medine ve Basra’da Mansur’a karşı ayaklananlar ve benzerleri böyledir.”
“Bunlar amaçlarına ya ulaşmışlar ya da ulaşamamışlardır. Sonra yönetimleri ellerinden çıkmış, sonuçsuz kalmıştır. Abdullah b. Ali ve Ebu Muslim birçok insan öldürmüşlerdir. Her ikisini de Ebu Cafer el-Mansur öldürmüştür. Harre halkı, İbnu’l-Eş’as, İbnu’l-Muhelleb ve diğerlerine gelince taraftarlarıyla birlikte yenilgiye uğramışlardır. Ne dinin gereğini yerine getirebilmişler ne de dünyaları kalmıştır. Allah Teâla ne dini ne de dünyayı ıslah etmeyen bir şeyi emretmez. Bunu yapanlar Allah’ın takva sahibi dostlarından ve cennetliklerden olsa da Ali, Aişe, Talha, Zübeyr ve diğerlerinden (Allah onlardan razı olsun) daha üstün olamazlar. Bununla beraber bunların yaptıkları savaşlar övgüye değer şeyler değildir. Bu kimseler Allah katında en değerli kimselerdir ve niyetleri başkalarından daha güzel idi.”
“Harre halkı da böyledir. Onların arasında da ilim, din ve ahlak sahibi insanlar vardı. İbnu’l-Eş’as’ın taraftarları arasında da ilim ve din ehli kimseler vardı. Allah hepsini bağışlasın.”
“İbnu’l-Eş’as fitnesi zamanında eş-Şa’bî’ye: “Neredeydin ey Amir?” denilince şöyle cevap vermiştir: “Şairin dediği yerdeydim:
Kurt uludu ve uluduğunda kurtla ünsiyet ettim, insan sesi neredeyse beni uçuracaktı
Bize fitne isabet etti ve takva sahibi iyi kimselerden de olamadık, kuvvetli günahkârlardan da olmadık.”
Yine Şeyhulislam şöyle demiştir: “Hasen el-Basri şöyle derdi: Haccac Allah’ın bir azabıdır. Allah’ın azabını ellerinizle uzaklaştıramazsınız. Lakin zilletle boyun eğerek yalvarmalısınız. Muhakkak ki Allah şöyle buyurmuştur: “Bu sebeple onları azâb ile yakaladık; fakat onlar yine de Rablarına boyun
eğmemişler ve yalvarmamışlardır.
” (Muminun 76) Abdullah b. Ömer, Said b. el-Museyyeb, Ali b. el-Hasen ve diğerlerinin Harre olayında Yezid’e karşı ayaklanmaktan yasaklamaları örneğinde olduğu gibi Müslümanların faziletlileri fitnede ayaklanmaktan yasaklıyorlardı. Yine Hasen el-Basri, Mucahid ve başkaları da İbnu’l-Eş’as fitnesinde ayaklanmaktan yasaklamışlardı. Bu yüzden Ehl-i Sünnet, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olan sahih hadislerden dolayı fitnede savaşılmamasını kararlaştırmış, akidelerinde bu hususu zikreder olmuşlardır. Yöneticilerin zulmüne karşı sabretmeyi ve savaşı terk etmeyi emretmişlerdir. İlim ve din ehlinden birçok kimse fitnede savaşmış olsalar da durum böyledir…”
“Bütün bunlar Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yöneticilerin zulmüne sabretme ve onlara karşı savaş ve ayaklanmayı terk etme emrini açıklamaktadır. Çünkü kulların dünya ve ahiret işlerinin iyiliği için uygun olan budur. Kasten veya hata ile buna muhalefet eden bunu yapmakla iyiliği elde edemez, bilakis kötülük ortaya çıkar. Bunun içindir ki Nebi sallallahu aleyhi ve sellem el-Hasen radıyallahu anh’ı: “Şüphesiz bu oğlum efendidir. Allah bunun vesilesiyle Müslümanlardan iki büyük grubu barıştıracaktır” sözleriyle övmüştür. Fitnede savaşan, idarecilere karşı ayaklanan, itaatten el çeken ve cemaatten ayrılan hiç kimseyi ise övmemiştir.”[24]
Şeyhulislam’ın: “Fitnede savaşan hiç kimse övülmemiştir” sözünü iyi düşün. O zaman ayaklanmanın fitne kapısı açacağını anlarsın ve bu konuda heyecana kapılanlardan olmazsın. Hatta idareci zulmeden birisi ve en kötü günahkârlardan biri olsa dahi böyledir. Zira ona karşı ayaklanman – genellikle – ancak daha büyük bir kötülük getirir.
El-Fethu’l-Bari’de[25] İbn Battal’ın şöyle dediği zikredilir: “Bu hadiste – yine – yöneticiye karşı – zalim de olsa - ayaklanmanın terk edilmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Nebi sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Hureyre radıyallahu anh’e bunların ve babalarının isimlerini bildirmiştir. Ümmetinin helakinin bunların eliyle olacağını haber verdiği halde onlara karşı ayaklanmayı emretmemiştir. Çünkü ayaklanmak daha fazla helak edici ve onların itaatini kökten yok edicidir. İki kötülükten hafif olanı ve iki işten kolay olanı tercih edilmiştir.”
Bu bize Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yolunu ve sahabelerin – Allah onlardan razı olsun – metodunu göstermektedir. Burada Müslümanları yöneticilerin haber ve durumlarını araştırmakla meşgul etmek ve büyüklerle küçüklerin, erkeklerle kadınların, iyilerle kötülerin diline dolayıncaya kadar halk arasında bunları yaymak söz konusu değildir. Aksi halde neden Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetin helakinin ellerinde bulunduğu bu gençlerin halini bütün sahabelerine bildirmedi? Hâlbuki namaz, zekât ve benzerlerini bildirmiştir. Şayet bunları halk arasında meşhur edip yaymak doğru bir yol olsaydı Ebu Hureyre radıyallahu anh bunu neden insanlara yaymadı? Şüphesiz bütün bunlar savaşlara sebep olan fitnelerin kapılarını kapatan selefin fıkhını (anlayışını) göstermektedir. Onların yolunu yol edinmeyenler bunu korkaklık ve geri kalmak olarak görüyorlar. Şikâyetimiz Allah’adır.
Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh fitne ve savaşlarda geçenleri bilmenin dini hakikatlerden olmadığını açıklamış ve Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den iki kap dolusu ilim ezberledim. Birini aranızda yaydım. Şayet diğerini de yayarsam gırtlağımı kesersiniz” sözünü zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Bu saklanan ilim zahire aykırı düşen bir batın değildir. Hatta dinin hakikatlerinden de değildir. Bu sadece fitnelerde ve savaşlarda olacak şeylerin haberidir. Savaşlar; Müslümanlarla kâfirler arasında olacak savaşlardır. Fitneler ise Müslümanlar arasında olacak şeylerdir. Bu yüzden Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma şöyle demiştir: Şayet Ebu Hureyre size halifenizi öldüreceğinizi haber verse, şöyle şöyle yapacağınızı bildirse elbette Ebu Hureyre yalan söyledi derdiniz” Bunun gibi haberlerin ortaya çıkması, devletlerinin değişmesinden bahsettiği için kralların ve yandaşlarının hoşlanmadıkları şeylerdendir…”[26]
Hükümlerin detaylarının bilinmemesini, dinde zorunlu olarak bilinmesi gereken meselelerin bilinmemesi ve dinin hakikatlerini bilmemekle eşit gören, muhaliflerinin namuslarını ve hatta canlarına kıymayı helal sayan şu kimseler neyin nesi?
Tahaviye şarihi[27] der ki: “Zulmetseler dahi itaat edilmelerine gelince, bunun sebebi onların itaatinden ayrılmanın onların zulmünden de daha fazla kötülük getirmesidir. Hatta zulmetmelerine rağmen onlara sabretmek kötülükleri örter ve ecirleri katlar.”
El-Muallimi rahmetullahi aleyh et-Tenkil’de[28] şöyle der: “Ebu Hanife, ortaya çıkardıkları zulümlerinden dolayı Abbasi oğullarına karşı ayaklanmayı müstehap veya vacip görürdü. Onların öldürülmesini kâfirlerin öldürülmesinden üstün tutardı. Ebu İshak – yani el-Fezari – buna karşı çıktı. İlim ehli bu konuda ihtilaf ediyorlardı. Onlara karşı ayaklanmayı iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamak ve hakkı ayağa kaldırmak olarak gören olduğu gibi bundan hoşlanmayanlar da vardır. Müslümanlara isyandan dolayı bir ayrılış, sözü ayırmak, cemaati parçalamak, birliği bozmak, birbirlerini öldürmekle meşgul etmek, kuvvetlerini zayıflatmak, düşmanlarını güçlendirerek açıklarını kapamak, Müslümanlara kâfirleri yönetici kılmak, Müslümanların öldürülmesine sebep olmak, onları zelil etmek ve Müslümanlar arasında ayrılığı yerleştirmek olarak görürler. Böylece sonuç onların hepsi için başarısızlık ve utanç sebebi olacaktır.”
“Nitekim Müslümanlar ayaklanma tecrübesini yaşamışlar ancak sonuçta kötülük görülmüştür. İnsanlar Osman radıyallahu anh’e karşı ayaklanırken sadece hakkı talep ettikleri görüşündeydiler. Cemel savaşında taraflar önderlerinin hakkı talep ettikleri görüşündeydiler. Bunların neticesi nebevi halifeliğin sona erip Ümeyye oğulları devletinin kurulması oldu. Huseyn b. Ali radıyallahu anh zorlandığı şeye zorlandı, o kötülükler oldu. Sonra Medine’liler ayaklandı ve Harre vakası meydana geldi. Sonra Kur’an okuyucuları İbnu’l-Eş’as ile birlikte ayaklandı, peki ne oldu? Sonra Zeyd b. Ali olayı oldu. Rafıziler ondan Ebu Bekir ve Ömer radıyallahu anhuma’dan uzak olduğunu açıklamasını istediler. Kabul etmeyince onu yardımsız bıraktılar. Olanlar oldu. Sonra Abbas oğulları ile beraber ayaklandılar ve – Ebu Hanife’nin ayaklanılması görüşünde olduğu - devletleri kuruldu. Rafıziler – ayaklanma konusunda Ebu Hanife ile aynı görüşte olan – İbrahim ile birlikte grup oluşturdu. Şayet onlara başarı yazılmış olsaydı Rafıziler onların devletine hâkim olacaklardı. Böylece Ebu Hanife onlara karşı ayaklanmaya dair fetvasından döndü.”
Yine şöyle demiştir[29]: “Ayaklanmaya karşı çıkanların ve caiz görenlerin delil getirdikleri naslar bilinmektedir. Muhakkikler bunların arasını şöyle bulmuşlardır: “Ayaklanılması halinde meydana gelecek kötülük galip zanna göre hafif olacaksa ayaklanmak caiz olur, aksi takdirde caiz olmaz. Müçtehitler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İki görüşten doğruya yakın olanı tarihten ibret alan, insanların arasına çok karışan, savaşları ve askerlerin durumlarını bilenlerin görüşüdür. Ebu İshak işte böyleydi.”
el-Muallimi rahmetullahi aleyh’in sözünü zalim idarecilere ayaklanmanın kötülüğünü açıklamak için zikrettim. Ayaklanma konusunda âlimlerin ihtilafına gelince, bu eski bir ihtilaftır. Bundan sonra ayaklanmaya karşı çıkmak görüşü karara bağlanmış ve ayaklanmamak Ehl-i Sünnet’in bir özelliği haline gelmiştir. Ehli Sünnet bunu akidelerini anlattıkları kitaplarında zikretmişler, kendilerine bu konuda muhalefet eden düşmanlar bidat ve heva ehli olmuştur.
Nitekim İmam Buhari rahmetullahi aleyh, el-Lalkai’nin Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sunne’de[30] rivayet ettiği akidesinde şöyle demiştir: “Hicaz, Mekke, Medine, Kufe, Basra, Vasıt, Bağdad, Şam ve Mısır halkından ilim ehli olan binden fazla kimseyle karşılaştım. Onlarla birkaç yıl aralıkla defalarca, sonra yine defalarca görüştüm. Kırk altı yıldan daha fazla bir süreden beri onlar henüz çok sayıda mevcutken birkaç sene içinde Şam’lılarla, Mısır ve Cezire’lilerle iki defa, Basra’lılarla dört defa görüştüm. Hicaz’da altı yıl kaldım. Horasan’lı muhaddislerle Kufe’ye ve Bağdad’a kaç defa girdiğimin sayısını bilemem…” Sonra bu beldelerdeki birçok kimselerin isimlerini zikreder ve şöyle der:
“Bunların ismini vermekle yetinmemizin sebebi sözü kısa kesmek ve uzayıp gitmemesi içindir. Ben onlardan herhangi bir kimsenin şu hususlarda ihtilaf ettiklerini görmedim…” Burada akide ile ilgili meseleleri zikreder. Bu hususlardan biri de şudur “Yöneticilerle çekişmemek… Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetine karşı kılıç çekileceği görüşünde olmamak. El-Fudayl dedi ki: “Eğer benim kabul edileceğini bildiğim bir duam olsaydı onu ancak yönetici hakkında yapardım. Çünkü o düzelince ülke de, kullar da güvenliğe kavuşur.” İbnu’l-Mubarek dedi ki: “Ey hayrı öğreten kişi! Böyle bir şeye senden başka kim cesaret edebilir?”
Sabit ve karara bağlanmış bu icmanın bu meseledeki ihtilafı ortadan kaldırmasını düşün! İbnu’l-Mubarek’in Fudayl’e söylediğini de düşün. Muhtemelen – doğrusunu Allah bilir – heva ehlinin Ehl-i Sünneti korkaklık ve yöneticiler karşısında zayıflıkla itham etmelerine işaret ediyor. Doğrusunu Allah bilir ya, bu yüzden Ehl-i Sünnet’ten bazıları önlerinde idareciye dua edilmesine ses çıkarmamışlardır. İbnu’l-Mubarek bu sözü Fudayl’den işitince ona: “Buna senden başka kim cesaret edebilir?” demiştir. Bu, Fudayl’ın inandığı şeyi açıkça söylemedeki kuvvetini gösterir. Günümüzde nice âlim ve imam vardır ki yöneticiye dua ettiği için – Hak gözetilmeksizin – “o paralı işçidir” veya “Dalkavuk” yahut “Korkak” denilmiştir. Hak üzerinde devam edenden başka hakkın taraftarı yoktur. Şikayetimiz Allah Subhanehu ve Teala’yadır ve tevekkülümüz de O’nadır.
Nitekim el-Lalkaî yine birçok kimseden bu konudaki icmayı nakletmiştir. Adı geçen esere müracaat ediniz.
El-Eşari Risaletu Ehli’s-Sugr’da[31] şöyle demiştir: “İyi olsun kötü olsun Müslümanların idarecilerini ve Müslümanların işlerini rıza ile veya zorla üstlenen herkesi dinlemek ve itaat etmek hususunda, icma edilmiştir. Zulmeden veya adalet yapan idarecilere kılıçla ayaklanmak gerekmez. Yine onlarla beraber düşmana karşı savaşılacağında, beytin haccedileceğinde, talep ettiklerinde zekâtın onlara verileceğinde, arkalarında Cuma ve bayram namazlarının kılınacağında da icma etmişlerdir.” Allah ona rahmet etsin.
Bu icma yukarıda geçen açıklamalara uygundur. Eşari’nin zikrettiği gibi düşmana karşı bu idareciyle birlikte savaşılması hususunda muhaliflerin delili yoktur. Çünkü mutlak olarak – bu konuda detay vardır - itaatten el çekip onunla birlikte savaşmayı terk etmek gerekmez. Allah en iyi bilendir.
Bunun benzerini es-Sabuni Akidetu’s-Selefi Ashabi’l-Hadis[32] adlı eserinde şu şekilde belirtmektedir: “Hadis ashabı Cuma ve bayram namazları ile diğer namazların iyi ya da kötü her Müslüman imam arkasında kılınabileceği, zalim ve günahkar olsalar da onlarla birlikte kafirlere karşı cihada çıkılacağı görüşündedirler. Onlara düzelmeleri ve başarılı olmaları, halkına adaletle muamele etmesi için dua edilmesi ve onlardan adaletten sapma, zulüm veya korku görseler de onlara karşı kılıçla ayaklanılmaması görüşündedirler.”
El-İsmailî İtikadu Ehl-i’s-Sunne[33] adlı eserinde şöyle der: “Onlara düzelmeleri ve adaletle hareket etmeleri için dua edilmesi görüşündedirler. Onlara karşı kılıçla ayaklanılmasını doğru görmezler.”
Şeyhulislam İbn Teymiyye[34] rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “İlim, din ve fazilet sahiplerine gelince onlar Allah’ın yasakladığı bir şeyde kimseye ruhsat vermezler. İdarecilere isyan etmek, onları aldatmak, herhangi bir şekilde onlara karşı ayaklanmak bu yasaklardandır. Nitekim Sünnet ve din ehlinin eskileri ve yenileri ile onların yolundan gidenlerin adetleri budur.”
Yine şöyle der: “Bu yüzden cemaatten ayrılmamak ve fitnede idarecilerle savaşmamak da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin esaslarındandır. Mutezile gibi heva ehline gelince idarecilere karşı savaşmak onların dininin esaslarındandır.”[35]
İbn Kayyım rahmetullahi aleyh Hadi’l-Ervah’ta[36], Ahmed b. Hanbel’in öğrencilerinden Harb’ın meşhur; Mesail adlı eserinden şöyle dediğini nakletmiştir: “Bunlar, ilim ehlinin, Eser ashabının, sünnete sarılan Ehl-i Sünnetin ve bu günümüze kadar Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabelerine uyanların görüşleridir. Hicaz, Şam ve başka yerlerin âlimlerinden yetişebildiklerime yetiştim. Bu görüşlere muhalefet edenler veya kötüleyenler yahut söylenenleri kınayanlar muhalif, bidatçi, cemaatten ayrılmış ve sünnet metodu ile hak yoldan uzaklaşmış kimselerdi.”
Yine şöyle der: “Bu görüş Ahmed, İshak b. İbrahim, Abdullah b. Mahled, Abdullah b. ez-Zubeyr el-Humeydi, Said b. Mansur ve meclisine katılıp kendilerinden ilim aldığımız kimselerin görüşüdür…”  Bazı meseleler zikrettikten sonra şöyle der: “Allah’ın idarecilik nasip ettiği kimseye boyun eğmek, ona itaatten el çekmemek, Allah bir kurtuluş veya çıkış yolu nasip edinceye kadar ona karşı kılıçla ayaklanmamak, sultana karşı ayaklanmamak, dinleyip itaat etmek, biati bozmamak. Kim böyle yaparsa o bidatçidir, muhaliftir ve cemaatten ayrılmıştır…”
İmam en-Nevevi rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Günahkâr ve zalim olsalar dahi onlara karşı ayaklanmak ve savaşmak Müslümanların icmaı ile haramdır. Nitekim zikrettiğim anlamda hadisler ortadadır. Ehl-i Sünnet yöneticinin günahla görevinden düşürülmeyeceğinde icma etmiştir.”[37]
Hafız İbn Hacer Tehzibu’t-Tehzib’de[38] kılıçla ayaklanmak görüşünde olan el-Hasen b. Salih b. Hayy’in hal tercemesinde şöyle demiştir: “Kılıç görüşündeydi” şeklindeki sözleri; zalim idarecilere karşı kılıçla ayaklanılabileceği görüşündeydi demektir. Bu selefin eski görüşüdür. Lakin bu mesele bunun terki üzerinde karara bağlanmıştır. Çünkü bunun daha kötüsüne yol açtığı görülmüştür. Harre olayı, İbnu’l-Eş’as olayı ve diğerlerinden ibret alınmıştır…”
Nitekim Şeyh Abdullatif b. Abdirrahman b. Hasen Âlu’ş-Şeyh[39] rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “…Bu fitneye düşenler şunu bilmezler: İslam ehlinin yöneticilerinin çoğu Yezid b. Muaviye zamanından beri – Ömer b. Abdilaziz ile Allah’ın Ümeyye oğullarından diledikleri dışında -  zulme, büyük olaylara, isyanlara, Müslümanların idaresinde bozukluklara düşmüşlerdir. Bununla beraber meşhur imamlar ve büyük efendilerin onlara karşı tutumu bilinmektedir: Allah ve rasulünün emri ve dinin şartı olarak onlara itaatten el çekmemişlerdir…”
Şayet – tartışma gereği – Müslümanların bugünkü idarecilerinin hepsinin bunların iddia ettikleri gibi kâfir olduklarını kabul edecek olsak, onlara karşı ayaklanıp savaşmaya yine yol yoktur. – Bu durumda Müslümanlara karşı savaşılacaktır – Savaş toprakları ve nesilleri helak eden kötülüklere sebep olur. Zalim idareci hakkında bunu mutlak olarak söylemek nasıl doğru olabilir ve bu nasıl olur da ilimde köklü kimselerin fetvalarından olabilir? Bilakis hükmün adaletli olması için detaya gidilmesi zorunludur.
Bu, toplumlarda bulunan çirkinlikleri kabul ettiğim anlamına gelmemelidir. – hidayetten sonra sapıklıktan Allah’a sığınırız – ancak kastedilen şudur: mümkün olduğu kadar iyiliği korumak ve mümkün olduğu kadar kötülüğü kaldırmak.
Fazilet sahibi Şeyh Salih el-Fevzan hafazahullah, zalim idarecilere karşı ayaklanmayı kötüleyerek şöyle demiştir: “Çünkü onlara karşı ayaklanmak onların düştükleri yanlış ve bozukluktan daha şiddetlisini getirir ve onların eziyetlerine sabretmekten daha büyük zararlar meydana gelmesine sebep olur. Onların eziyetlerine sabretmenin zarar vereceğinde bir şüphe yoktur. Lakin onlara karşı ayaklanmak, itaatin isyana dönmesi, Müslümanların ayrılığı, kâfirlerin Müslümanlara karşı musallat olmaları gibi küfür derecesine varmamış zalim ya da günahkâr idarecilerin eziyetine sabretmenin kötülüğünden daha şiddetlisine sebep olur.”[40] 
Az önce Şeyhulislam’ın şu sözleri geçmişti: “İlim, din ve fazilet sahiplerine gelince onlar Allah’ın yasakladığı bir şeyde kimseye ruhsat vermezler. İdarecilere isyan etmek, onları aldatmak, herhangi bir şekilde onlara karşı ayaklanmak bu yasaklardandır.”
“Herhangi bir şekilde onlara karşı ayaklanmak” sözünü düşünün. Sebep olacağı kötülüğün hâkim olması ve helak edici belalardan dolayı bunu söylemiştir.
Yine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in Hasen radıyallahu anh’ı, onun vesilesiyle gerçekleşecek barış sebebiyle övdüğü de geçmişti. Sonra Şeyhulislam şöyle demiştir: “Fitnede savaştığından, idarecilere ayaklandığından, itaatten el çektiğinden veya cemaatten ayrıldığından dolayı hiç kimse övülmemiştir.”
Bil ki yöneticileri tekfir konusu – bundan sonra da onlara karşı ayaklanmak – ilim talebelerinin veya sürünüp emekleyenlerin meşgul olması caiz olmayan bir konudur. Bilakis içtihat ve istinbat (delil çıkarma) ehline müracaat edilmesi gerekir. Zira bunun gibi hassas konularda sözü onlara bırakmamız din ve dünyamız için daha hayırlıdır. Çünkü affetmede hata etmemiz, - özellikle de yöneticiler meselesinde - cezalandırmada hata etmemizden iyidir. Yıllardan beri nice davet ve davetçiler – İsrail oğullarının sapmalarından daha fazla zamandır – ilim ehlinin büyüklerinin nasihatlerini terk ederek, hidayet ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın en önemli meselelere dalmaları sebebiyle düşüş, karışıklık ve çelişkiler yaşamışlardır. Ümmetin başından geçen – eski ve yeni – fitnelerin yeryüzüne geniş çaplı kötülüklerle yayılmasından öğüt almamışlardır.
Bil ki, bizler yöneticilerin kâfir olduklarını kabul edersek, onlara karşı ayaklanmak için güç yetmesi şartının yerinde olup olmadığına bakarız. Kararlaştırılan işin getireceği iyilik ve kötülükleri değerlendiririz. İşte Yahudilerin ve Hristiyanların ülkeleri! Bunu yapan Müslümanların oralarda huzursuzluk çıkarmalarına müsaade edemeyiz. Bilakis onlardan hanif dinlerine sarılarak ve bu dinin emrettiği gibi güzel ahlaklara bürünerek güçleri yettiğince Allah Azze ve Celle’ye davet eden kimseler olmalarını isteriz. Zira bu Allah’a davet yollarından biridir. Böyle şaz fikirlerle İslam’ı çirkin göstermemelidirler. Bu, dinimizde haram kılınan kötülüklerdendir ve selefimizin metoduna aykırıdır. İmamlarımız bundan sakındırmışlardır. Kendi ülkelerinde her kâfirle savaşmak caiz olmadığından Yahudilerin, Hristiyanların ve diğerlerinin ülkelerinde bu işe ruhsat vermiyorsak, İslam ülkelerinde buna nasıl ruhsat verilebilir?
Sualatu Ebi Davud Li Ahmed[41] adlı eserde şu rivayet gelmiştir: “İmam Ahmed’e, düşman topraklarında esir olan imkân bulursa onlarla savaşabilir mi? diye sorulduğunu onun da şöyle cevap verdiğini işittim: “Eğer onlar canları ve malları konusunda kendisinden emin olduklarını anlarsa onlarla savaşamaz.” Bu mutlak mıdır diye sorulunca da şöyle dedi: “Mesele emin olmamaları halinde mutlaktır. Kendisinden emin oldukları bilinirse savaşamaz.”
İşte bu Müslümanların ahlak ve adabıdır. Bundan ayrılanlara itibar etme! Müslümanlara kin duyanları dinleyip itaat etme! Bu suçları işlemek için fırsat kollayanlar İslam’ı ve Müslümanları çirkin göstermektedirler!
Şunu diyen doğru söylemiştir:
Düşmanlarımızın önünde yapmadıklarımızı söyleriz
Sevdiklerimize ise hem söyler hem yaparız.
Hem sonra bu muhaliflerin çoğunu İslam ülkelerinden hicret edip Yahudi, Hristiyan ve putperestlerin ülkelerinde eman almaya iten sebep nedir?
Şüphesiz fikirleri Ehl-i Sünnet metoduna aykırıdır. Bu da kendilerini sıkıntıya sokan sebeplerden birisidir. Yöneticileri tekfir etmekte aşırılık yaptıklarında selefin metodunu ve büyük âlimlerin bu konudaki yolunu gözetmezler. Haram olan kanları helal sayarak büyük fitnelere atılırlar. Hatta – birçok ülkede – İslam dininin adaletine aykırı davranırlar. İşte bu fitnelerin durumudur. – Çoğu zaman – daha şiddetli fitnelere düşmekten başka tedavisi olmaz. Onların ve başkalarının Hanif dine aykırı davranışlarını çirkin gördüğümüze dair Allah’ı şahit tutarız. Ancak konu durumu anlama konusudur. Olanları kabul etme konusu değildir. Bunu iyi düşün.
 Bunu söylemekle beraber bizler birçok durumlarda – yalan dolu çekiştirmelerin sonucu olarak - bazı yetki sahiplerinin ve Allah Teâla’ya davet edenlere ve ilim talebelerine eziyet vermeye çalışanların zulmünü kabul etmiyoruz. Lakin bizler önder imamların yolunu tutuyoruz. Allah bize yeter ve O ne güzel vekildir. Allah’tan ecir ve selameti bizim için bir araya getirmesini, bol afiyet vermesini ve kusurlarımızı örtmesini dileriz. Şüphesiz O her şeye gücü yetendir.
Geçen açıklamaları şöylece özetleyebiliriz: Güvenlik ve huzur herkesin arzu ettiği büyük bir nimettir. Toplumlarda pek çok aykırılıkların bulunmasına rağmen en güzel şekilde nasihat ederek güvenliği korumaya devam etmek selefin ve onların yolundan giden sonraki imamlar ile bu asrın âlimlerinin yoludur.
Bu nimet ancak – zalim de olsa - kuvvetli bir devletle gerçekleşir. Kuvvetli bir devlet ise ancak sahibine itaatle ve ümmetin Allah Azze ve Celle’ye itaat yolunda ona itaat etmesiyle mümkün olur. Müslüman devlet tarafından bu dengenin kaybedilmesi ya Allah’ın hakkını ya da halkın hakkını ihlal etmekle olur. Halkın nasihat ederek sabretmesi, davete devam etmesi, fitneleri söndürmesi ve idarecilerle başkanlara karşı halkı kışkırtanlara nasihat etmeleri gerekir. Bu harici hareketleri – niyetleri düzgün olsa da – terk etmeleri gerekir. İlmî, selefî, davetçi ve ıslahçı bir metod takip edilmelidir. Şu an en büyük cihad davet ve açıklama cihadıdır. Nitekim Allah Teala şöyle buyurmuştur:
 Onlara karşı onunla (Kur'ân'la) bütün gücünü kullanarak savaş.” (Furkan 52) Yani onlara karşı çarpışmakla değil, Kur’an ile ve ona davet ederek savaş demektir. Bunu düşün.
Hatta Allah’a davet etmek ve bu din hakkındaki şüpheleri reddetmek, insanlara faydalı ilmi yaymak Allah yolunda en büyük cihaddır. İmam İbn Kayyım rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Ancak ilim talebi Allah yolundan kılınmıştır. Zira bu da cihad gibi İslam’ın desteğidir. Dinin desteği ilim ve cihaddır. Bu yüzden cihad iki türdür: el ile ve dil ile cihad. Buna (el ile cihada) birçok kimse katılır. İkincisi delil ve açıklama ile cihaddır. Bu tür ise rasullere tabi olanlara özeldir. Bu imamların cihadıdır. Faydasının bolluğu, zahmetinin zorluğu ve düşmanlarının çokluğundan dolayı iki cihad türünün en üstünü budur. Allah Teala Furkan suresinde – ki Mekkî bir suredir – şöyle buyurmuştur:
 Eğer dileseydik, her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik. Bu itibarla sen, kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur'ân'la bütün gücünü kullanarak savaş.” (Furkan 51-52) Onlara karşı olan bu cihad Kur’an iledir. Bu iki cihadın en büyüğüdür. Yine bu münafıklarla da cihaddır. Zira münafıklar Müslümanlarla çarpışmıyorlardı. Hatta görünüşte onlarla birlikteydiler ve düşmanlarına karşı bazen onlarla birlikte savaşıyorlardı. Bununla beraber Allah Teâla şöyle buyurmuştur:
 Ey Nebi! Kâfirlerle ve münafıklarla savaş; onlara karşı sert davran” (Tevbe 73) bilinmektedir ki münafıklara karşı cihad delil getirmekle ve Kur’an ile olur.
Maksat: Allah’ın yolu cihad, ilim talep etmek ve insanları Allah’a davet etmektir. Bu yüzden Muaz radıyallahu anh şöyle demiştir: “Size ilim talep etmeyi tavsiye ederim. Zira ilmin talep edilmesi Allah’tan korkmaktır. Onun dersini yapmak ibadettir. İlim müzakeresi tesbihdir. İlmi araştırma yapmak cihaddır.” Bu yüzden Allah Subhanehu indirdiği kitab ile demiri bir arada zikrederek şöyle buyurmuştur:
 Gerçek şu ki, biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik; insanların adaletle hareket etmeleri için onlarla birlikte kitabı ve adalet ölçüsünü indirdik. Keza kendisinde çok büyük bir sertlik ve insanlar için faydalar bulunan demiri yarattık. Bütün bunlar, Allah'ın, kendi dînine ve peygamberlerine, onları görmeksizin yardım edenleri ortaya çıkarması içindir. Allah, şüphesiz çok kuvvetlidir; dâima gâlibtir.” (Hadid 25) dinin destekleri olduğu için kitap ile demir birlikte zikredilmiştir. Nitekim şöyle denilmiştir:
O ancak vahiy ya da keskin bıçaktır
Ceylanlarını tuzağıma meylettirir
Bu akıl sahiplerinin derdine şifadır
Yine bu cahillerin derdine devadır
Sonunda İbn Kayyım rahmetullahi aleyh şöyle der: “İlim öğrenmek ve öğretmek, Allah Azze ve Celle yolundaki en büyük işlerdendir.”[42]
Şeyhulislam rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Bidat ehlini reddeden mücahittir. Hatta Yahya b. Yahya şöyle derdi: “Sünneti savunmak en üstün cihaddandır.”[43]
Yine Şeyhulislam şöyle demiştir: “…böylece anlaşılmıştır ki, kendisine davet iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamaktır.”[44]
Yine zulüm anında sabretmek, fitneleri terk etmek, eski ihtilaftan ve son olarak karara bağlandıktan sonra selefin icma ettiği hususlardandır. Öyle ki bu, her asırda ve her yerde Ehl-i Sünnet’in bir özelliği haline gelmiştir. – İcmadan sonra – onlara sadece heva ehli muhalefet etmiştir.
Yine biz belli bir yönetici hakkında deliller bunu apaçık ortaya koymadıkça küfür hükmü verilmesi görüşünde değiliz. Bu hükümde köklü ilim sahibi âlimler bizden önceliklidir. Belirli bir şahsın tekfirinde Ehl-i Sünnetin kaideleri gözetilmelidir. Bundan dolayı şartların yerine gelmesi, engellerin ortadan kalkması gerekir. Zira mesele oldukça tehlikelidir. Bunun neticesi – genellikle – kötü olur. Bizlerden birinin bu meseleye girmesi ve konumunu belirlemesi gerekmez. Zira falan kimseyi tekfir etmek veya etmemek dinde bilinmesi zorunlu meselelerden değildir. Müslüman bir kimsenin bilmemesi caiz olmayan konulardan da değildir. Her mükellefin falan idarecinin tekfiri gerektiren bir iş işlemesi sebebiyle Müslüman mı yoksa kâfir mi olduğuna dair açıklamayı kabul etmesi gerekmez.
Namazın farz oluşunu ve zinanın haramlığını kabul etmek gerekir. Zira bunları her mükellef bilmek zorundadır. Ama önceki mesele ehli olan âlimlere özel bir konudur.
Burada atlanılmaması gereken bazı konular var. Bu konuları anlamak, gayretli kimselere karşı atılan şüpheler ordusunun önünde sağlam ilmî yolun metoduna göre hareket etmek için büyük bir yardımdır. Allah’tan başarı ve doğruluk dileyerek diyorum ki:
1- İdarecinin söz, fiil ve inanç olarak işlediği amelin büyük küfür olup olmadığını, küfrünün açık mı yoksa ihtimalli mi olduğunu, mutlak küfür mü yoksa başkalarında bulunmayıp o şahısta bulunması gereken şartlardan sonra gerçekleşen bir küfür mü olduğunu bilmek zorunludur. İnsanların çoğu detay gerektiren meselelerde mutlak tekfir yapmaktadır.
2- Şayet idarecinin büyük küfre girdiğini ve bunun apaçık olduğunu kabul edersek, bunun tekfirini gerektirir mi? Burada genel ifade ile belli bir şahıs hakkındaki ifade, tür ile fert, söz ile söyleyen ve fiil ile fail arasında fark vardır. Yani genel, tür, söz veya fiil olarak küfür olan eylemden dolayı söyleyen veya işleyen kimsenin kâfir olması gerekmez.
Müslümanın tekfir edilmesinden önce tekfirin şartlarının yerine gelmiş olması ve engellerinin ortadan kalkmış olması zorunludur. Nitekim cahil, korkan, te’vil eden veya heva sahiplerinin şüphelerine veya fetvalarına güvenmiş bir kimse olabilir. Hakkında küfrüne hükmedilebilmesi için – dinen – bunu hak ettiği ortaya çıkıncaya kadar şüphenin giderilmesi ve mazeretin kaldırılması zorunludur.
3- İdarecinin apaçık bir şekilde büyük küfre düştüğünü kabul edersek ona hüccet ikamesi yapılması zorunludur. Bundan sonra hak ettiği hüküm verilir. Bu konu âlim veya cahil herkese düşen bir konu mudur yoksa âlimlerin ve sözlerin delalet ettiği manaları, meselelerin derecelerini, dinin hükümlerini güzelce bilen, söylenen sözün sadece zahirindeki anlamı değil, maksadındaki zorunlulukları idrak eden ve özür sahipleriyle başkalarına caiz olanlar arasındaki farkları idrak eden kadılara düşen bir konu mudur?
4- Şayet bir idarecinin kâfir olduğunu, ona hüccet ikamesi yapıldığını ve mazeretinin ortadan kalktığını kabul edersek, bundan dolayı bu hükmü küçüklerin kalabalıklarında yaymak ve minberler üzerinden bağırmak mı gerekir?
5- Sonra şayet bütün bunları yaymanın caiz olduğunu kabul edersek, ümmetimizin – bu günlerde – içinde bulunduğu bu durumda bunların yayılması maslahatın gereği midir? Yoksa bunlar büyük kötülüklere ve tehlikelere mi sebep olur? Çünkü bu idareciye karşı kılıçla ayaklanmayı gündeme getirir. Müslümanların ise buna gücü yoktur. Kanlar dökülecek, haramlar delinecek, bütün pusuda bekleyenler – ki bunların kötülüğü daha büyüktür – işleri ellerine geçirecek, ümmeti en kötü azaba sokacaklar ve durum daha da kötüleşecektir. Bunların ardından ümmet ancak parçalanır ve zillete düşer. Şikâyetimiz Allah’adır.
Bu tehlikelerin – bu zincirleme içinde – gözetilmesi konunun önemindendir. Bu olmadığı takdirde – Suriye ve benzerlerinde olduğu gibi - insanlar kan denizinde yüzerler, fitneler üzerlerine çöreklenir. Bu beladan Allah’a sığınırız.
Bilmek gerekir ki, belirli bir şahsa hükmetmek şartları ve engelleri gözetmeyi gerektirir. Asıl ve itikadi meselelerden değil, içtihadi bir meseledir. İlim ehli arasında olan bu konudaki ihtilaf, sapıklıkla, fasıklıkla veya tekfirle suçlamayı gerektirmez. Ehil olan âlimlerden birbirinden farklı hüküm veren her iki âlim de ecir alır. İsabet eden iki ecir, hata eden de bir ecir alır ve hatası bağışlanır. Abartanlara ve delilsiz sözlerin peşinden koşturanlara aldanma!
Bu ümmet için kötülüğe anahtar olmaktan Allah’a sığınırız. Nitekim Nebi sallallahu aleyhi ve sellem – mertebesi küçük ve kuvveti zayıf olsa dahi - bir Müslümanı tekfir etmekten sakındırmışken, nasıl olur da tekfir kapısına dindeki kapısından girmeden, elinde kuvvet bulunan kimse tekfir edilebilir?
Yine bundan dolayı kendimizi veya başkalarını – batıl yolla – idarecilerin hatalarını savunmakla meşgul etmemiz ve savunacak bir yönü olmayan apaçık meselelerde, arkadaşımız için veya âlimlerden biri için tevil ediyormuşuz gibi mazeret bulmaya kendimizi zorlamamız da gerekmez. Bilakis onların düzelmeleri için dua etmemiz, - şayet mümkünse – onları günahlardan, Allah Azze ve Celle’ye karşı harp olan isyanlardan sakındırmamız, onlara Allah’ın hakkını ve halkın onlar üzerindeki hakkını hatırlatmamız gerekir. Nitekim bizler işlerin sonucunu fitnelere götüren metotlardan sakındırılmışızdır. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
 Ey îman edenler!  Barış (ve kurtuluş) dîni olan İslam’a tam olarak girin” (Bakara 208)
Maksat: Hak, iki taraf arasında orta ve iki dağ arasındaki vadidir. Bizler sözleri yerinden kaydırmaktan ve idarecilerin hatalarıyla meşgul olmaktan, insanları onlara karşı kışkırtmaktan, zulümlerine karşı sabretmeyi terk etmekten yasaklandık. Aynı şekilde hidayet ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın onlar veya başkaları hakkında dedikodu yapmaktan da yasaklandık. Bize onların hidayet bulması, düzelmeleri, Allah’ın onların vesilesiyle ülkelere ve kullara iyilik vermesi için dua etmek meşru kılınmıştır.
Birisi şöyle diyebilir: “Büyük âlimler bir idarecinin kâfir olup olmadığında ihtilaf ederlerse ne yapmamız gerekir?”
Cevap: Susmak en selametlisi, bundan yüz çevirip meşgul olmak en hikmetlisidir. Bu konuda konuşmayı terk eden kendisine düşen kötülükleri geri çevirmiş olur. O – hata etmiş olsa bile -  kötülüğe bulaşmadan iyilik işlemiştir. Bu konuya dalan ve fitneleri tutuşturan ise güzel bir şey yaptığını zannetse bile kötülük işlemiştir.
İdareci itikadıyla, amelleriyle veya sözleriyle büyük küfür derecesine ulaşmış da bunu açığa çıkarıp yayıyor ve insanları bunu bilmeye davet ediyorsa, - genelde – mutlaka bu idarecinin kötülüğünden daha fazla kötülük getirir. Buna karşı susmak, insanları meclislerinde, mescidlerinde ve minberlerinde bununla meşgul etmekten alıkoymak, bunun yerine din ve dünyaları için kendilerine daha faydalı olan şeylerle meşgul etmek, selefin metoduna sarılmak gerekir.
Bununla beraber onları Allah Teâla’ya sadık olmaya, hayırlısını seçmesi ve kötülükleri onlardan savması, idarecilerini ıslah etmesi, hakka yönlendirmesi ve salih yardımcıyla rızıklandırması için Allah’a dua edip yalvarmaya teşvik etmelidir. Zira idarecinin düzelmesi, ülkelerin ve kulların düzelmesini getirir. Allah en iyi bilen ve en hikmetli olandır.




[1] No: 2346
[2] Bkz.: Sahihu’l-Cami (6042)
[3] Fetava’ş-Şer’iyye Fi’l-Kadaya’l-Asriyye (s.125-127 – ikinci baskı.  Hazırlayan: Muhammed b. Fehd el-Husayn)
[4] Muslim No: 1846
[5] Buhari (7052) Muslim (4752)
[6] Muslim (4763)
[7] İbn Ebi Asım es-Sunne (1079)
[8] Şeyh Elbani rahmetullahi aleyh Zılalu’l-Cenne’de (2/499) isnadı sahih demiştir.
[9] Mecmuu’l-Fetava (28/390-391)
[10] Mecmuu’l-Fetava (28/64-65)
[11] Mecmuu’l-Fetava (14/268)
[12] Mecmuu’l-Fetava (30/136)
[13] Minhacu’s-Sunne (1/547-548)
[14] Mecmuu’l-Fetava (25/46)
[15] Minhacu’s-Sunne (1/115)  Tahkik: Muhammed Reşad Salim
[16] İ’lamu’l-Muvakki’in (3/15-16 Daru’l-Fikr baskısı)
[17] El-İstikamet (2/165-167)
[18] Mecmuu’l-Fetava (14/103)
[19] Mecmuu’l-Fetava (4/442-443)
[20] El-İstikamet (2/217)
[21] Gıyasu’l-Umem (s.96) bkz.: Şeyh Abdulmuhsin el-Ubeykan, el-Havaric ve’l-Fikri’l-Muteceddid (s.40)
[22] El-Fetava’ş-Şer’iyye Fi’l-Kadaya’l-Asriyye (s.86-87)
[23] Minhacu’s-Sunne (1/391)
[24] Minhacu’s-Sunne (4/527-531)
[25] Fethu’l-Bari (13/11 Kitabu’l-Fitne, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in “Ümmetimin helaki beyinsiz gençlerin eliyle olacaktır” sözü babı, hadis no: 7058)
[26] Mecmuu’l-Fetava (13/255-256)
[27] (2/542)
[28] (1/93-94) el-Mearif baskısı.
[29] Et-Tenkil (1/93-94) Daru’l-Mearif baskısı
[30] (2/193-197 no:320 Daru’t-Taybe baskısı)
[31] (s.297) Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikem baskısı.
[32] (s.106) Mektebetu’l-Guraba baskısı.
[33] (s.50) Daru’r-Reyyan baskısı.
[34] Mecmuu’l-Fetava (35/12)
[35] El-İstikamet (2/215-216)
[36] (s.401, 399) Mektebetu’l-Medeni baskısı.
[37] Şerhu Muslim (13/432-433)
[38] Tehzibu’t-Tehzib (2/263)
[39] Ed-Dureru’s-Seniyye (7/177-178) bkz.: Şeyh Abdusselam el-Abdulkerim, Muameletu’l-Hukkam (s.12)
[40] Bkz.: el-Fetava’ş-Şer’iyye Fi’l-Kadaya’l-Asriyye (s.93)
[41] (s.332 no:1588) Tarık b. Avadullah’ın tahkikiyle.
[42] Miftahu Dari’s-Seade (1/70)
[43] Mecmuu’l-Fetava (4/13)
[44] Mecmuu’l-Fetava (15/166)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)