Güvenlik ve istikrar, büyük faydaları ve değerli
neticeleri olan bir nimettir. Fitne ve karışıklıkların sıcağına karşı altında
herkesin gölgelendiği bir gölgedir. Bu nimetten hükmeden de, hükmedilen de,
fakir de, zengin de, erkekler de, kadınlar da ve hatta hayvanlar da
faydalanırlar, güvenlik ile huzur bulurlar. Panik, korkuyla zarar verilmesi,
sarsıcı durumlar, vahşi kalabalıkların heyecanlandırılması gibi gözleri kör,
kulakları sağır eden fitnelerden Allah’a sığınırız.
Güvenlik sayesinde Ka’be haccedilmekte, mescidler
imar edilmekte, minarelerden ezan sesleri yükselmektedir. İnsanların kanları,
malları ve ırzları güvende olur, yollar güvende olur, zulümler uzaklaştırılır,
zulme uğrayanlara yardım edilir, zalime engel olunur, şiarlar yerine getirilir,
minberler üzerinde Tevhidden bahseden sesler yükselir, âlimlerin meclislerinden
faydalanılır, öğrenciler ilimden faydalanmak için yolculuklara çıkarlar,
meseleler araştırılır, deliller öğrenilir, hastalar ziyaret edilir, akrabalık
bağları kuvvetlenir, hükümler bilinir, iyilik emredilir, kötülük yasaklanır,
değerli kimselere saygı gösterilir, alçak kimseler cezalandırılır. Her
halukarda güvenlik, dünya ve ahiret işlerini düzeltir, hayatı ve ölümü, durumu
ve geleceği ıslah eder. Nitekim Allah belaları yaygınlaştıran fitnelerden
sakındırarak şöyle buyurmuştur: “Yalnız
içinizden zulmedenlere isabet etmeyecek olan bir fitneden de sakının” (Enfal 25)
Allah
Azze ve Celle’den aramızdaki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizleri sorumlu
tutmamasını diler, intikamından, verdiği afiyeti bozmasından ve gazabından O’na
sığınırız. Şüphesiz O, cömert ve çok bağışlayandır, merhamet edendir.
Güvenliğin
böyle büyük bir yeri olduğundan, yüz çevirme ve büyüklenmeyi büyük nimetler
karşılığında değişen Kureyş’e Allah Subhanehu ve Teâla bağışta bulunmuştur.
Pek
cömert ve çok bağışlayıcı olan Allah Azze ve Celle, nimet olmayan bir şeyle
bağışta bulunmaz. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Bari Kureyş'in emniyetini,
onların kış ve yaz yolculuğunda güvenliğini sağladığı için, onları yedirip
açlıktan, onlara güven verip korkudan kurtaran bu Beyt'in Rabbına ibadet
etsinler.” (Kureyş 1-4)
Tirmizi’de[1]
Abdullah b. Mihsan el-Hatmi radıyallahu anh’den, Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Sizden her kim rûhen ve
bedenen sağlıklı olup günlük yiyeceği de yanında olursa tüm dünya nimetleri kendisi
için toplanmış gibidir”[2]
Fazilet
sahibi şeyh Salih el-Fevzan – Allah onu korusun – şöyle demiştir: “Güvenliğin
bulunması, insanın yemeye ve içmeye ihtiyacı gibi zorunlu ihtiyaçlarındandır.
Bu yüzden İbrahim Aleyhisselam duasında bu hususu, rızık talebinin önüne
geçirmiş ve şöyle dua etmiştir: “İbrahim: "Rabbım! Burasını emniyetli
bir şehir kıl; ahalisinden Allah'a ve Âhiret gününe inananları ürünlerle
rızıklandır" demiş, (Rabbi de ona:) "Küfredeni de: Onu da kısa bir
süre için faydalandıracak, sonra da, cehennem azabına mecbur tutacağım; ne kötü
bir akıbet!" diye buyurmuştu.” (Bakara 126) Zira insanlar, korku
bulunması halinde yiyecek ve içecekle memnun olmazlar. Çünkü korku, başka bir
şehirden rızıkların taşınmasına vasıta olan yolları keser. Bunun için Allah yol
kesicilik için en şiddetli cezayı tayin etmiştir… İslam, şu beş zorunluluğu
korumak esasıyla gelmiştir: din, can, akıl, namus ve mal. Bu zorunluluklar
hakkında haddi aşanlar için keskin cezalar belirlemiştir. Bu beş hususun
müslümanlara veya anlaşmalılara ait olması fark etmez.
Kendileriyle
anlaşma bulunan kâfirlerin hakkı da müslümanların hakkı gibidir. Müslümana
gereken onlara da gerekir. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Kim
bir anlaşmalıyı öldürürse cennetin kokusunu alamaz.”… güvenlik hususunda
haddi aşanlar ya hariciler, ya yol kesen eşkıyalar ya da isyancılardır. Bu üç
sınıftan her biri için, onların Müslümanlara, kendilerine güvence verilenlere
veya zimmet ehline kötülük ulaştırmalarını engelleyecek katı cezalar vardır…”[3]
Her akıl sahibinin ülkedeki güvenliği korumaya devam
etmesi gerekir. Bu da öncelikle doğru akidenin korunmasıyla gerçekleşir. Allah
Subhanehu ve Teâla şöyle buyurmuştur: “İman edenler ve imanlarına şirk
bulaştırmayanlar, işte emniyet onlar içindir ve doğru yola iletilmiş olanlar da
onlardır” (En’am 82) İyiliği
emretme ve kötülüğü yasaklama görevini de hikmet ve güzel öğütle yerine
getirmeli, Rabbine itaate hırs göstermelidir. Şüphesiz bu dünyada ve ahirette
izzeti çeker. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur: “Faraza biz onlara
"kendinizi öldürün", yahut "yurdunuzdan çıkın' diye yazıp farz
kılsaydık, onlardan çok azı müstesna onu yapmazlardı. Eğer onlar,
kendilerine öğüt verilen şeyi yapsalardı, kendileri için elbette daha
hayırlı ve (îmanlarında) daha sağlamlaştırıcı olurdu. Bu takdirde de biz
onlara kendi tarafımızdan pek büyük bir mükâfat verirdik. Ve onları
dosdoğru yola iletirdik.” (Nisa 66-68)
Kişi
bilmelidir ki, Allah’ın emrinden yüz çevirmek nimet ve güvenliğin kaybolmasına,
korku ve paniğin yayılmasına bir sebeptir. Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Kim
de beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır.” (Taha 124)
“Allah'ın
zikrini kim umursamazsa, ona bir şeytanı musallat ederiz de, artık o, ondan hiç
ayrılmayan bir arkadaş olur. O şeytanlar, onları doğru yoldan ayırırlar da
onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler.” (Zuhruf 36-37)
“Nankörlük
etmelerinden dolayı onları işte böyle cezalandırmıştık. Biz, nankörlerden
başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe 17)
Her birimizin – bütün gücümüzle – Allah Azze ve
Celle’nin önünde herhangi bir yönden güvenliği bozmaktan yahut söz veya amel
ile fitneyi kışkırtmış olmaktan sorumlu olduğumuzu düşünmesi gerekir.
Müslümanların güvenliğini bozan herkese – dinin şartlarına uygun olmak kaydıyla
- karşı çıkılması gerekir. Çünkü müslümanların güvenliğini bozan, onların
dinlerini de, dünyalarını da bozmuş olur. İnsanlar bu dünyada bir gemiyi
paylaşan topluluk gibidir. Kimisinin payına üst taraf, kimisine de alt taraf
düşmüştür. Alt tarafta olanlar kendi paylarına düşen bölgeyi, rahatlamak için
delmek istediklerinde, üst taraftakiler onları kendi hallerine bırakırlarsa hep
birlikte boğulurlar. Şayet onlara engel olurlarsa hep birlikte kurtulurlar.
Nitekim bunu Nebi sallallahu aleyhi ve sellem böylece haber vermiştir.
Bizlerin niyetleri güzel olsa dahi, ülkelerin güvenliğini
bozanlara ve Müslümanlara fitnelerin kapılarını açanlara karşı güzel
davranmamamız ve güzel zanda bulunmakta aşırı gitmememiz gerekmektedir. Güzel
niyet tek başına yeterli değildir. Bilakis doğru bir tabi oluş, şeriatın
maksatlarını ve neticenin iyilik olmasını gözetmeye devam etmek ve başa
gelenlerden ibret almak da şarttır. Allah en iyi bilendir.
Bil ki, âlim olsun, halktan olsun her akıl sahibinin
yöneticilerin zulüm ve baskısına sabretmesi ve bu konuda selefin metoduna bağlı
kalması gerekir. Ta ki nebimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ardından
kan döken, cana kıyan, namus perdesini yırtan ve malları yağmalayan bir ümmet
olmasın.
Yine geçmiş devletlerin başlarından geçenlerden
ibret almamız gerekir. Mesela Somali’de olanlarda bizim için ders ve ibret
vardır. Onlar kötülüklerini yayan ve dağıtan yöneticilerine karşı ayaklandılar.
Peki bundan sonra şu ana gelinceye kadar neler oldu? Allah’tan bizleri
iyiliklere anahtar, kötülüklere kilit kılmasını, bizlerden ve bütün Müslümanlardan
helak edici kötülükleri uzaklaştırmasını dileriz.
Bilinmektedir ki bu güvenlik ancak insanlara
hükmeden, onları geçimlerine ve inançlarına uygun şekilde idare eden kuvvetli
bir devletle gerçekleşir. Yine bilinmektedir ki, bir devletin bu büyük öneme
sahip olan güvenliği gerçekleştirebilmesi için bazı hususlar gereklidir.
Bunlardan bazıları; halkın yöneticilerini iyilikte dinleyip itaat etmeleri,
kötülüklerin bulunması halinde en güzel şekilde nasihat ederek zulme
sabretmeleri, yapılan işlerde sonrakilerin hislerine göre hareket etmesi gibi
değil, selefin yolunu ve hikmeti gözeterek maslahatlara uygun hareket
etmeleridir.
Nitekim bu konuda gelen delillerden bazıları şu
şekildedir:
Allah Teala şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler!
Allah'a itaat edin. Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.
Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz. Allah'a ve âhiret gününe inandığınız
takdirde, onu, Allah'a ve Peygambere arz edin. Bu, netice itibariyle daha
hayırlı ve daha güzeldir.” (Nisa
59)
Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem, zulmetseler dahi yöneticileri dinleyip itaat
etmeyi emretmiştir. Müslim’de rivayet edildiğine göre, Seleme b. Yezid
el-Cu’fî, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle sordu: “Ey Allah’ın
peygamberi! Başımıza kendi haklarını isteyen ama bizim haklarımızı vermeyen
idareciler geçerse ne yapmamızı emredersin?” Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem ondan yüz çevirdi. Sonra yine sordu. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem
yine yüz çevirdi. İkinci veya üçüncü defa sorunca el-Eş’as b. Kays onu çekti.
Bunun üzerine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Dinleyin
ve itaat edin. Onların yüklendikleri kendilerine, sizin yüklendikleriniz de
kendinizedir.” [4]
Buhari
ve Müslim, İbn Mesud radıyallahu anh’den rivayet ediyorlar: Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem bize şöyle buyurdu: “Şüphesiz sizler
kayırmacılık ve karşı çıktığınız işler göreceksiniz.” Dediler ki: “Bize
ne yapmamızı emredersin ey Allah’ın rasulü?” buyurdu ki: “Onların
haklarını yerine getirin ve kendi haklarınızı Allah’tan isteyin.”[5]
Müslim, Huzeyfe radıyallahu anh’den ahir zaman
fitnelerinin zikredildiği bir hadiste Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
şöyle buyurduğunu rivayet eder:
“…Benden sonra benim yolumdan gitmeyen,
sünnetime uymayan idareciler olacaktır. İçlerinde kalpleri şeytanların kalbi
gibi olup insan bedeninde bulunan kimseler olacaktır.” Dedim ki;
“Ey Allah’ın rasulü, bu zamana yetişirsek ne yapalım?”
şöyle buyurdu:
İyilik hususunda yöneticilere itaat etmeye ve
onların eziyetlerine sabretmeye dair bu açık delilleri düşün! Kalpleri
şeytanların kalbi olsa da, kayırmacılık yapsalar da, kötülük işleseler de,
sırtlara vurup mallara el koysalar da, halklarının haklarını gözetmeseler de ve
kendi haklarının yerine getirilmesini mecbur tutsalar da onların dinlenmesi ve
onlara itaat edilmesi hep güvenliğin korunması ve hayırda devam içindir. Zira
yöneticilere karşı ayaklanmak şaşıyı kör yapar, toprakları ve nesilleri helak
eder.
Seleme b. Yezid el-Cu’fî’nin: “Ey Allah’ın peygamberi! Başımıza kendi
haklarını isteyen ama bizim haklarımızı vermeyen idareciler geçerse ne
yapmamızı emredersin?” şeklindeki sorusuna Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in cevap vermekten bir iki defa
yüz çevirmesini dikkatli düşün! Kalpleri kurtların kalbi olduğu halde insan
şeklinde olan yöneticiler hakkındaki cevabını ve sırtına vurup malına el koyan
hakkındaki cevabını da düşün!
Şayet
zamanımızdaki büyük âlimlerden birine bu soru sorulup, o da Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’e uyarak, selefin yolunu izleyerek ve vereceği
cevaptan dolayı meydana gelecek fitneyi söndürmek için cevap vermekten yüz
çevirse, hislerine mağlup düşmüş pek çok genç cahilce şöyle derler: “Korkak.
Hakkı söyleyemedi. Satılık. Ona güvenilmez. Ona itibar edilmez.” Söylentiler
çıkaranlardan ve âlimlere karşı cüretkârlıktan Allah’a sığınırız.
Ebu Zer
el-Gıfari radıyallahu anh, gayretkeş, doğru sözlü ve hakkı açıkça haykıran biri
olmasına rağmen bu nebevi emre uyarak fitneye anahtar olmamıştır. Allah ondan
razı olsun. İbn Ebi Asım’ın es-Sunne adlı eserinde[7] Muaviye b. Ebi Sufyan
radıyallahu anhuma’dan rivayet ediyor: “Ebu Zerr radıyallahu anh Rabeze’ye
gittiği zaman ıraklılardan bir binekli grubuyla karşılaştı. Dediler ki:
“Ey Ebu
Zerr! Sana yapılanları duyduk. Bir sancak edin, dilediğin kadar adamla sana
gelelim.” Ebu Zerr radıyallahu anh şöyle dedi:
“Yavaş
olun yavaş ey müslümanlar! Şüphesiz ki ben Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Benden
sonra sultan olacak. Onun şerefini koruyun. Onun zillete düşmesini arayan
İslam’da bir gedik açmış olur. Önceki haline dönmedikçe de tevbesi kabul edilmez.”[8]
İşte
hakkı haykıran, zahid ve vera sahibi Ebu Zerr radıyallahu anh, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatı dönemindeki sözünü bozmuyor. İnsanların
çoğunun beğenmediği aykırılıklar ve kendisine tabi olmak isteyenler çokça
bulunmasına rağmen sultanı zillete düşürmek isteyenlere razı olmamıştır. Kitap
ve sünnet ile şeriatın maksatlarını iyi anlayanlara göre mesele önemlidir.
Bütün bunlar iyiliğin devamını korumak, güvenliği ve huzuru devam ettirmek
içindir. Çünkü Allah Azze ve Celle’nin hakkının ve kulların hakkının doğru bir
şekilde yerine gelmesi ancak güvenlik ile birlikte mümkündür. Güvenlik ise
ancak kuvvetli bir hükümetle mümkündür. Kuvvet de ancak iyilikte dinleyip itaat
etmekle, kötülüğün ve zulmün bulunması halinde de nasihat etmek ve sabretmekle
mümkündür.
Şeyhulislam
İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “İnsanların yöneticilerini
tanıma görevi, dinin en önemli gereklerindendir. Hatta din ve dünya ancak
bununla ayakta durur. İnsanların maslahatları ancak bir araya gelmekle
tamamlanır. Çünkü birbirlerine ihtiyaçları vardır... Muhakkak ki Allah Teala
iyiliği emretmeyi ve kötülüğü yasaklamayı farz kılmıştır. Bu da ancak kuvvet ve
emirlik ile tamamlanır. Aynı şekilde cihad, adalet, hacc görevini yerine
getirmek, Cuma namazı, bayramlar, mazluma yardım etmek had cezalarını uygulamak
gibi farzlar da ancak kuvvet ve emirlikle tamamlanır. Bu yüzden “Sultan’ın
yeryüzünde Allah’ın gölgesi” olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle denilmiştir: “Zulmeden
bir yönetici ile geçen altmış sene, yöneticisiz geçen bir geceden daha iyidir.”
Tecrübe de bunu ortaya koymaktadır.”[9]
“Bu
yüzden Fudayl b. Iyaz ve Ahmed b. Hanbel gibi seleften bazıları şöyle
demişlerdir: “Kabul edilecek bir duamız olsaydı mutlaka sultan için dua
ederdik.” Nebi sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Muhakkak
ki Allah sizin için üç şeyden razı olur: kendisine hiçbir şeyi ortak koşmadan
ibadet etmenizden, Allah’ın ipine hep birlikte sarılıp ayrılığa düşmemenizden
ve yöneticilerinize nasihat etmenizden.” Bunu Müslim rivayet etmiştir.
“Müslümanın
kalbi şu üç şeye doymaz: Allah için ihlas ile amel etmek, yöneticilere nasihat
etmek ve Müslümanların cemaatinden ayrılmamak. Şayet onlara dua ederseniz,
sizden sonrakileri gözetmiş olursunuz.” Bunu sünen sahipleri rivayet
etmişlerdir. (Müslim’in) Sahih’inde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Din nasihattir, din nasihattir, din
nasihattir.” Dediler ki: “Kimin için ey Allah’ın rasulü?” şöyle buyurdu: “Allah
için, kitabı için, rasulü için, Müslümanların yöneticileri için ve Müslüman
halk için”
Yöneticiliği
din ve Allah Teâla’ya yakınlaşma vesilesi kabul etmek gerekir. Zira Allah’a ve
rasulüne itaat etmekle yakınlaşmak, yakınlıkların en üstünüdür. İnsanların
çoğunun durumunu ise ancak önderlik ve mal talebi bozar…”
Yine İbn
Teymiyye der ki: “Bu yüzden Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine kendileri
için idareci seçmelerini, idarecilere de emanetleri sahiplerine vermelerini,
insanlar arasında hükmettiklerinde adaletle hükmetmelerini emretmiş, Allah’a
itaat yolunda yöneticilere itaat edilmesini emretmiştir.”[10]
Şeyhulislam
İbn Teymiyye şöyle demiştir: “Muhakkak ki Allah’ın zalim yönetici ile savdığı
kötülük, o yöneticinin zulmünden daha fazladır. Nitekim: “Zalim yönetici ile
geçen altmış sene, yöneticisiz geçen bir geceden iyidir” denilmiştir…”[11]
Yine
şöyle demiştir: “Şeriat, maslahatların elde edilmesi veya tamamlanması,
kötülüklerin yok edilmesi veya azaltılması ve iki iyilikten üstün olanını
tercih için gelmiştir. Yöneticiler tayin edilmesi de bunun faydalarındandır.
Cahilin zannettiği gibi olsaydı yöneticinin varlığı da yokluğu gibi olurdu.
Bunu ise bırakın Müslümanı, akıl sahibi bir kimse dahi söylemez. Bilakis akıl
sahipleri şöyle derler: “Zalim sultan ile geçen altmış sene, sultansız geçen
bir geceden hayırlıdır.”
Abdullah
b. el-Mubarek ne güzel söylemiş:
“Yöneticiler
olmasaydı güven bulamazdık,
En
zayıfımızı, kuvvetli olanımız yağmalardı”[12]
Yine şeyhulislam şöyle demiştir: “Bilinmektedir ki: insanlar ancak
yöneticileriyle düzelirler. Emeviler ve Abbasiler’den daha aşağı seviyede zalim
yöneticileri de olsa, bu onların yokluğundan iyidir. Nitekim şöyle denilmiştir:
“Zulmeden idareci ile geçen altmış sene, idarecisiz geçen bir geceden daha
iyidir.”[13]
Başka bir
yerde de şöyle der: “Yetki sahipleri düzelirse insanların işleri de düzelir.
Onlar bozulursa insanların işleri, her açıdan bozulmasa da, aynı oranda
bozulur. Yetki sahiplerinin düzelmesi zorunludur. Çünkü o Allah’ın gölgesidir.
Lakin gölge bazen bütün sıkıntıları engelleyecek şekilde tam olur, bazen de
bütün sıkıntıları engelleyemez. Fakat bu gölge hiç bulunmazsa işler bozulur.”[14]
Bütün bu
açıklamalardan anlaşılan şudur: “Güvenlik herkes için bir nimettir. Bu da ancak
yöneticilerin ve kuvvetin varlığı ile mümkündür. Bunun gerçekleşmesi için
iyilikte dinleyip itaat etmek, zulüm ve baskıya karşı da sabretmek şarttır.
Yöneticilerini
düşüren ve – eğrilik ve sapmalarından dolayı - devletlerini deviren
toplulukların, daha önceki hallerinde olduğu gibi bir değere ulaşamadıklarını
gördük. Yine onların kendi ülkelerinde birçok devletçiklere bölündüklerini,
parçalandıklarını, değerlerini kaybettiklerini, alçak kimseler tarafından
kınandıklarını, hakir konuma düştüklerini, akrabalık bağlarını kopardıklarını,
kişilerin ana babalarıyla ve çocuklarıyla aralarının açıldığını görüyoruz. Bu
yüzden şöyle denilmiştir: “Hükümetsiz toplum, değersiz bir toplumdur. Zalim
sultan, devam edip giden fitneden hayırlıdır.”
Bugünün
gençleri bütün ülkelerdeki Müslümanların fitneleri tercih ederek ve – zalim de
olsalar - yöneticilerinin devirilmesiyle güvenliklerini kaybederek bu duruma
düşmelerini isterler mi? Nezleyi tedavi etmek isterken cüzzama sebep olan kimse
gibi oluruz! Yahut cüzzamı tedavi etmek isterken yaşlı ve genç sağlıklı
kimseleri öldüren kimse gibi oluruz. Tuzak kuranların tuzaklarından ve boş
işler peşinde olanların işlerinden Allah’a sığınırız.
Gençler –
halklarına kötülük yapan - yöneticilerini deviren birçok devletlerin başına
gelenlerden, fitnenin her eve yayılmasından, bela ve felaketlerin artmış
olmasından ibret almazlar mı? Bu başarısızlıkları yaşadıktan sonra - herşeye
rağmen - onlar şüphesiz eski günlerin geri gelmesini temenni etmektedirler.
Lakin heyhat ki ne heyhat! Milyonlarca insan öldürülmüş ve yaralanmıştır. Evler
ve mescidler yıkılmıştır. Mahremiyetler parçalanmış, mallar yağmalanmış ve
yollar kesilmiştir. Yardım istenecek olan Allah’tır.
Ehl-i
sünnet âlimleri Müslüman zalim devletleri, zulümlerini isteyerek veya
dünyalarına meylederek müdafaa etmezler. Onlar bu işten insanların en uzak
olanlarıdır ve yöneticilerin elindekilerden payı en az olanlarıdır. Lakin
mevcut olan kötülüklerden üzüntü duysalar da, selefin metoduna tabi olarak
iyiliğin devamını korumak ve kan dökülmesine, mahremiyetlerin parçalamasına
engel olmak için fitneye ve ona götüren sebeplere karşı çıkmaktadırlar. Kötülüklerin
mevcut olduğunu inkar etmemekte, bu kötülükleri işleyenleri mazur görmede aşırı
gitmemekte, mümkün olduğu kadar günahların sonuçlarından sakındırmakta, İslam
ve Müslümanlar için en uygun olanını tercih ederek Allah Azze ve Celle’ye davet
etmektedirler.
Ey
gençler! Sizlerin falan devleti düşürmeyi başaracağınızı kabul etsek bile, bu
ancak toprakların ve nesillerin helak olmasını getirecektir. Müslümanlar ise şu
duruma zayıf haldedirler. İslam’ın düşmanları sizi ve meselenizi bırakacaklar
mı? Yoksa sizinle onlardan birçok topluluk arasında savaş mı çıkaracaklar?
Onların çoğunun durumunu Allah Azze ve Celle’nin şu sözü bildirmektedir: “Sen onları birlik sanırsın; kalbleri
dağınıktır.” (Haşr 14)
Tahribatlardan sonra düşmanlar pek çok ülkelere
girdikleri gibi girecekler, - sizden ve savaştığınız kimselerden - kafalar ve
kollar kesilecek, sonra sonuç bizden başkalarının lehine olacak. Durum şu sözde
denildiği gibidir: “Biz sığırın kafasına ve boynuzlarına sarıldık, İslam
düşmanları ise sütünü sağdı.” Allah’tan geldik ve O’na dönücüleriz. Şair şöyle
der:
İki omuzunun üzerinde başkasını yükseklere taşıyor
O sadece yukarı çıkmaya yarayan bir merdiven değil
mi?
Uyarı:
Şeyhulislam’ın az önce nakledilen sözlerini delil getirerek emirlik tayinin
farz olduğunu ve kendi emirlerine biat edilmesinin gerektiğini iddia eden bazı
cemaatleri görmemiz çok şaşırtıcıdır. Bununla kendi hiziplerine (gruplarına)
katılmak gerektiğini, onların bayrak ve alametlerinin yayılmasının zorunlu
olduğunu iddia ederler!
Bununla beraber onların emirlerinin çoğu zulme
uğramış ve meçhul kimselerdir. Sadece kendilerine güvendikleri kimselere
bildirirler!
Oysa onlar bütün ülkelerdeki seçimle ya da zorla
başa geçmiş liderleri ve yöneticileri iyilik hususunda dinleyip itaat etmeyi
kabul etmezler! Her ne kadar bazıları ancak bilinen şekilde başa geçenlere
itaat edileceğine dair detaylara girseler de böyledir. Nitekim Şeyhulislam İbn
Teymiyye – kendilerine biat edilmesinin doğru olduğuna dair delil getirdikleri
– Minhacu’s-Sunne’de geçen sözünde, Rafızilerin Mehdilik iddialarını reddederek
şöyle demiştir: “Dokuzuncu yön: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem bilinen
şekilde mevcut olan, yetkileri bulunan, insanları idare etmeye güçleri olan
yöneticilere itaati emretmiştir. Mevcut olmayan ve bilinmeyen yahut yetkisi ve
hiçbir şeye gücü yetmeyen kimselere itaati emretmemiştir…”[15]
Bunu düşün! Afiyet veren Allah’a hamd ederim.
Lakin şu da söylenmiştir: “İyilikte dinleyip
itaat etmek ve eziyete karşı sabretmeye dair bu geçen delillerin hepsi
doğrudur. Ancak bunlar en kötü ihtimalde zulüm ve baskı uygulayan Müslüman
idareciler hakkındadır. Zamanımızdaki idareciler ise kâfirlerdir. Bundan dolayı
onları dinlemek de yoktur, saygı göstermek de. Onların uzaklaştırılması için
ayaklanmak gerekir!!”
Cevap: Biz bunu tamamen kabul etmiyoruz. Detaya gidilmesi
gerekir ama yeri burası değildir. Lakin söylenenleri tartışacak olursak, bütün bunlar
fitneyi kışkırtmayı, toplumların iyilik üzere devamının yok olmasına sebep olan
kargaşa kapısının açılmasını mı gerektirir?! İdarecinin küfre girmesi ayrı bir
şey, fitnelerin ülkelere ve kullara akması başka bir şeydir.
Fitneleri
kışkırtmak; kâfir idareciyi Müslüman mı edecek veya onların günahkâr olanlarını
takvalı haline mi getirecek? Bu, toprakların ve nesillerin helak olmasına sebep
olan fitnelerin ateşini kuvvetlendirmek, mazlumun uğradığı zulmü ve günahkârın
günahını artırmak değil midir? Dinin alametlerini ayağa kaldırıp isyankârları
ve kâfirleri zelil edecek şey bu mudur? Dinde günahkâr veya kâfirin
cezalandırılmasının yolu bu mudur? Yarım asırdan fazla zamandır birçok
ülkelerde bunlar yapılmasına rağmen kötülük azaldı mı veya yok oldu mu?
Adil bir şekilde ve objektif olarak değerlendirenler
bu meselelerin Müslümanlara ancak kötülük getirdiğini görürler. Çalışanların
çabası, mazlumun zulmü ve kötülüklerin çirkinliği artmıştır. Hatta bazı
ülkelerdeki bazı Müslümanların, kendi aralarındaki savaşta kendilerine uymaları
için veya kendi kardeşlerinden olan muhaliflerine karşı yardım istemek için Yahudi
ve Hristiyanların dahi ülkelerine girmelerini temenni ettiklerini görürüz. “İbret
alın ey akıl sahipleri!” (Haşr 2)
İmam İbn Kayyım rahimehullah, zaman ve durumların
değişmesine göre fetvanın da değişmesi kaidesine örnek verirken şöyle demiştir[16]:
“…Birinci örnek: Nebi sallallahu aleyhi ve sellem ümmetine kötülüğe karşı çıkmak
gerektiğini bildirmiştir. Bunun amacı bu karşı çıkma sayesinde Allah’ın ve
rasulünün sevdiği bir iyiliğin elde edilmesidir. Eğer kötülüğe karşı çıkmak,
daha büyük bir kötülüğe ve Allah ile rasulünün daha çok nefret ettiği bir şeyin
ortaya çıkmasına sebep olacaksa, her ne kadar Allah bu kötülüğe ve onu
işleyenlere gazap etse de, böyle bir karşı çıkış doğru değildir. İdarecilere ve
yetki sahiplerine karşı çıkıp, onlara karşı ayaklanmak böyledir. Çünkü bu, her
kötülüğün ve zamanın sonuna kadar sürecek bir fitnenin esasıdır. Nitekim
sahabeler, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den namazı vaktinden
erteleyen idarecilere karşı savaşmak için izin istemişler, “Onlarla
savaşmayalım mı?” demişlerdi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ise: “Namaz
kıldıkları sürece hayır” buyurdu. Yine: “Kim idarecisinde
hoşlanmadığı bir şey görürse sabretsin. İtaat etmekten elini çekmesin” buyurmuştur.
Yine şöyle demiştir: “Büyük ve küçük fitnelerde
İslam’ın başından geçenleri düşünenler, bu esasın kaybedildiğini göreceklerdir.
Kötülüğe karşı sabretmeyip bunu gidermeyi talep etmek daha büyük kötülüğü
meydana getirmiştir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de
daha büyük kötülükler görmüştü ve bunları değiştirmeye gücü yetmiyordu. Hatta
Allah Mekke’nin fethini nasip ettiğinde orası İslam diyarına dönmüştü.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem Kabe’yi İbrahim aleyhisselam’ın kurduğu
direkler üzerinde yeniden bina etmek istiyordu. Buna gücü yetiyor olmasına
rağmen, Kureyş’lilerin bunu kaldıramayacak olması ve küfürden İslam’a yeni
girmiş olmaları sebebiyle, daha büyük bir sıkıntının ortaya çıkmasından
çekinmişti. Bu yüzden, mevcut durumdan daha büyük bir sıkıntının ortaya
çıkmaması için idarecilere el ile karşı çıkmaya izin vermemiştir…”
“Şeyhulislam’ın – Allah onun ruhunu kutsasın ve
kabrini aydınlatsın – şöyle dediğini duydum: “Ben ve bazı arkadaşlarım
Tatar’ların baskını zamanında şarap içen bir topluluğa uğradık. Yanımdakilerden
biri onlara karşı çıkmaya çalıştı. Ben de bunu kabul etmeyerek dedim ki: Şüphesiz Allah içkiyi haram kılmıştır. Çünkü
bu Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoyar. Bu kimselere gelince, içki
bunları canlara kıymaktan, esirler almaktan ve mallara el koymaktan alıkoyuyor.
Onları kendi hallerine bırak.”
İbn Kayım rahmetullahi aleyh’in “Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de daha büyük kötülükler görmüştü fakat
değiştirmeye gücü yetmiyordu” şeklindeki sözlerini bir düşünün! Şüphe yok ki
burada putlara tapılmasını kastetmektedir. Bu hiçbir kapalılığın bulunmadığı
apaçık bir küfürdür. Bununla beraber Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem o
sırada Müslümanların güçlerinin bunu değiştirmeye yetmemesi sebebiyle karşı
çıkamadı. Çünkü böyle bir karşı çıkış kötülük ve fitne getirecekti. Bütün bu
hususlar, ister günahkâr bir idareci isterse küfründe ihtilaf bulunmayan kâfir
bir idareci zamanında olsun fark etmeksizin, kötülüğe karşı çıkmanın güç
yetmesi ve maslahata uygunlukla kayıtlı olduğunu göstermektedir.
El-İstikamet adlı eserde Şeyhulislam’ın içki içen
Tatarlara, Gürcülere ve benzerlerine karşı çıkan Müslümanları bundan
alıkoyduğunu bizzat anlatmasına bakınız! Yine iyiliği emretmek ve kötülüğü
yasaklamak hususunda maslahatları ve mefsedetleri (iyiliğe uygunluğu ve
bozgunculuğu) gözetmenin gerektiğine dair detaylı açıklamalar yapmıştır. Hatta
şöyle demiştir: “Neticede bu konuda ve benzerlerinde bir araya gelen
iyiliklerle kötülüklerin varlığının ve yokluğunun tartılması gerekir…”[17]
Müslümanların bütün kâfir yöneticilerine karşı
ayaklanmak görüşünde olanlar, Selef’in güç yetmesi ve maslahata uygunluğa
gösterdikleri özeni gözetmemektedirler. Hatta şu açık ayete muhalefet
etmektedirler: “Allah’tan gücünüz yettiği kadar korkun.” (et-Tegabun
16) Dinen güç yetirmek, ancak kötülüğün ona eşit seviyede veya daha ileri boyutta
bir kötülüğe sebep olmadan ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bütün bunlar ilim
ve anlayış sahiplerinin takdiri ile olur.
Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah şöyle
demiştir: “Dinen güç yetirmek, daha üstün bir zararın bulunmadığı şeyin elde
edilmesiyle olur.”[18]
Şunu da açıklar: “Şayet savaşmanın getirdiği
kötülük, iyiliğinden fazla olacaksa bu savaş fitnedir…”[19]
Bunun değerlendirmesi heveslerle değil, din
terazisinde olur. Şeyhulislam şöyle
demiştir: “İyiliklerle kötülüklerin tartılması dinin ölçüleriyle olur. Kişi
delillere tabi olursa bu konuda sapmaz. Ancak benzerlerini bildiğinden dolayı
kendi görüşüyle içtihat ederse o başka. Delillerden yoksun olanın hükümlere
isabet etmesi çok azdır.”[20]
El-Cuveynî,
Gıyasu’l-Umem’de[21]
iyiliklerle kötülüklerin değerlendirilmesini anlatırken şöyle demiştir: “Bu tek
kişilerin gözetmesiyle değil, bilakis hal ve akd ehli (meseleleri karara
bağlamaya ehliyetli) kimselerin gözetmesiyle gerçekleşir.”
Müslümanların
bugünkü bütün yöneticilerinin – bu muhaliflerin görüşünde olduğu gibi - kâfir
olduklarını kabul etsek dahi onlara karşı silahla ayaklanmak gerekmez. Çünkü Müslümanların
durumu tıpkı Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Mekke’de putlara
tapılırken bulunduğu durum gibi olmasına rağmen O (sallallahu aleyhi ve sellem)
sabrederek davet işiyle meşgul olmuştur. Sadece putları kırmakla uğraşmamıştır.
Kalplerinde bu putları parçaladıktan sonra gözlerinin önünde parçalamıştır.
Onlar İslam nimetinden dolayı Allah’a hamd ve şükrediyorlardı. Peki ya bizler
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in hikmetli davranışının neresindeyiz?
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in ve sahabelerinin (Allah hepsinden razı olsun)
Mekke’deki durumlarına bakıp müşriklerin eziyetlerine rağmen en güzel şekilde
davet ettiklerini gören, bununla günümüzde âlimlerin metoduna muhalefet eden
kimselerin arasındaki farkları anlar. Yardım istenecek olan Allah’tır.
Aynı
şekilde Kur’an’ın mahlûk olduğunu söylemesine, buna davet etmesine, insanları
imtihan etmesine ve Ehl-i Sünnet’e eziyet etmesine rağmen, yine bu sözün küfür
oluşunda âlimler ittifak etmiş olmalarına rağmen halife el-Vasık’a karşı
ayaklanmak isteyenlerin karşısında İmam Ahmed’in konumu da böyledir.
Batınî,
Hululcü, aşırı Muattıla ve buna benzer küfre düşürücü hallerde bulunan yöneticiler
karşısında şeyhulislam İbn Teymiyye ve diğer sünnet imamlarının konumu da
böyledir. Allah en iyi bilendir.
Bu yüzden
fazilet sahibi şeyh İbn Useymin rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “…Uzak
ihtimalle idarecinin kâfir olduğunu varsayarsak bu insanları ona karşı isyan
ettirinceye kadar kışkırtmak, tahrik edip savaş çıkarmak anlamına gelmez mi?
Şüphesiz bu hatadır. Bu yolla maslahatı sağlamak ümit edilmez. İstenen
maslahatı bu yolla elde etmek mümkün değildir. Bilakis bu büyük kötülüklere
sebep olur. Mesela insanlardan bir grup ülkede yöneticiye karşı ayaklansa ve bu
grubun elinde olmayan güç ve yetkiler bu yöneticinin elinde bulunsa durum ne
olur? Bu azınlık grup galip gelebilir mi? Galip gelemez!! Tam aksine kötülük ve
bozgun ortaya çıkar. İşler düzelmez. İnsan öncelikle dinin nazarından
bakmalıdır. Dine de şaşı gözle bakmamalıdır. Delilleri tek taraflı ele
almamalıdır. Bilakis bütün delilleri bir arada değerlendirmelidir.
İkincisi;
bunun nasıl bir sonuç doğuracağına akıl ve hikmet gözüyle bakmalıdır. Bu yüzden
bizler bu gibi yolları çok yanlış ve tehlikeli görüyoruz. İnsanın bu yolu takip
edenleri desteklemesi caiz değildir. Bilakis tamamen uzak durmalıdır. Bizler
hükümetin kendisi hakkında değil, genel anlamda konuşuruz.”[22]
Sadece
yöneticinin kâfir olmasıyla – şayet bunu kabul edersek – insanların ona karşı
ayaklanmasının ve silahla görevden ayırmanın gerekmediğini kabul ettikten sonra
bilmeli ki, zalim de olsa Müslüman yöneticiye karşı ayaklanmak büyük
kötülüklere sürükler.
Nitekim
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh şöyle demiştir[23]: “Yetki sahibine karşı
ayaklanıp da gidermek istediği kötülükten daha büyük bir kötülüğe sebep olmayan
bir grup neredeyse bilinmemektedir.”
Yine
şöyle demiştir: “Yetki sahibi idareciye ayaklanıp da bundan dolayı iyilikten
daha büyük bir kötülüğün meydana gelmemesi çok nadirdir. Mesela Medine’de
Yezid’e karşı ayaklananlar, Irak’ta Abdulmelik’e karşı ayaklanan İbnu’l-Eş’as,
Horasan’da oğluna karşı ayaklanan İbnu’l-Muhelleb, yine Horasan’da ayaklanan
davet sahibi Ebu Muslim, Medine ve Basra’da Mansur’a karşı ayaklananlar ve
benzerleri böyledir.”
“Bunlar
amaçlarına ya ulaşmışlar ya da ulaşamamışlardır. Sonra yönetimleri ellerinden
çıkmış, sonuçsuz kalmıştır. Abdullah b. Ali ve Ebu Muslim birçok insan
öldürmüşlerdir. Her ikisini de Ebu Cafer el-Mansur öldürmüştür. Harre halkı,
İbnu’l-Eş’as, İbnu’l-Muhelleb ve diğerlerine gelince taraftarlarıyla birlikte
yenilgiye uğramışlardır. Ne dinin gereğini yerine getirebilmişler ne de
dünyaları kalmıştır. Allah Teâla ne dini ne de dünyayı ıslah etmeyen bir şeyi
emretmez. Bunu yapanlar Allah’ın takva sahibi dostlarından ve cennetliklerden
olsa da Ali, Aişe, Talha, Zübeyr ve diğerlerinden (Allah onlardan razı olsun)
daha üstün olamazlar. Bununla beraber bunların yaptıkları savaşlar övgüye değer
şeyler değildir. Bu kimseler Allah katında en değerli kimselerdir ve niyetleri
başkalarından daha güzel idi.”
“Harre
halkı da böyledir. Onların arasında da ilim, din ve ahlak sahibi insanlar
vardı. İbnu’l-Eş’as’ın taraftarları arasında da ilim ve din ehli kimseler
vardı. Allah hepsini bağışlasın.”
“İbnu’l-Eş’as
fitnesi zamanında eş-Şa’bî’ye: “Neredeydin ey Amir?” denilince şöyle cevap
vermiştir: “Şairin dediği yerdeydim:
Kurt
uludu ve uluduğunda kurtla ünsiyet ettim, insan sesi neredeyse beni uçuracaktı
Bize
fitne isabet etti ve takva sahibi iyi kimselerden de olamadık, kuvvetli günahkârlardan
da olmadık.”
Yine
Şeyhulislam şöyle demiştir: “Hasen el-Basri şöyle derdi: Haccac Allah’ın bir
azabıdır. Allah’ın azabını ellerinizle uzaklaştıramazsınız. Lakin zilletle
boyun eğerek yalvarmalısınız. Muhakkak ki Allah şöyle buyurmuştur: “Bu sebeple onları azâb ile yakaladık; fakat
onlar yine de Rablarına boyun
eğmemişler ve yalvarmamışlardır.” (Muminun 76) Abdullah b. Ömer, Said b. el-Museyyeb, Ali b. el-Hasen ve diğerlerinin Harre olayında Yezid’e karşı ayaklanmaktan yasaklamaları örneğinde olduğu gibi Müslümanların faziletlileri fitnede ayaklanmaktan yasaklıyorlardı. Yine Hasen el-Basri, Mucahid ve başkaları da İbnu’l-Eş’as fitnesinde ayaklanmaktan yasaklamışlardı. Bu yüzden Ehl-i Sünnet, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olan sahih hadislerden dolayı fitnede savaşılmamasını kararlaştırmış, akidelerinde bu hususu zikreder olmuşlardır. Yöneticilerin zulmüne karşı sabretmeyi ve savaşı terk etmeyi emretmişlerdir. İlim ve din ehlinden birçok kimse fitnede savaşmış olsalar da durum böyledir…”
eğmemişler ve yalvarmamışlardır.” (Muminun 76) Abdullah b. Ömer, Said b. el-Museyyeb, Ali b. el-Hasen ve diğerlerinin Harre olayında Yezid’e karşı ayaklanmaktan yasaklamaları örneğinde olduğu gibi Müslümanların faziletlileri fitnede ayaklanmaktan yasaklıyorlardı. Yine Hasen el-Basri, Mucahid ve başkaları da İbnu’l-Eş’as fitnesinde ayaklanmaktan yasaklamışlardı. Bu yüzden Ehl-i Sünnet, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olan sahih hadislerden dolayı fitnede savaşılmamasını kararlaştırmış, akidelerinde bu hususu zikreder olmuşlardır. Yöneticilerin zulmüne karşı sabretmeyi ve savaşı terk etmeyi emretmişlerdir. İlim ve din ehlinden birçok kimse fitnede savaşmış olsalar da durum böyledir…”
“Bütün bunlar Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in yöneticilerin zulmüne sabretme ve onlara karşı savaş ve ayaklanmayı
terk etme emrini açıklamaktadır. Çünkü kulların dünya ve ahiret işlerinin
iyiliği için uygun olan budur. Kasten veya hata ile buna muhalefet eden bunu
yapmakla iyiliği elde edemez, bilakis kötülük ortaya çıkar. Bunun içindir ki
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem el-Hasen radıyallahu anh’ı: “Şüphesiz
bu oğlum efendidir. Allah bunun vesilesiyle Müslümanlardan iki büyük grubu
barıştıracaktır” sözleriyle övmüştür. Fitnede savaşan, idarecilere
karşı ayaklanan, itaatten el çeken ve cemaatten ayrılan hiç kimseyi ise
övmemiştir.”[24]
Şeyhulislam’ın: “Fitnede savaşan hiç kimse
övülmemiştir” sözünü iyi düşün. O zaman ayaklanmanın fitne kapısı açacağını
anlarsın ve bu konuda heyecana kapılanlardan olmazsın. Hatta idareci zulmeden
birisi ve en kötü günahkârlardan biri olsa dahi böyledir. Zira ona karşı
ayaklanman – genellikle – ancak daha büyük bir kötülük getirir.
El-Fethu’l-Bari’de[25]
İbn Battal’ın şöyle dediği zikredilir: “Bu hadiste – yine – yöneticiye karşı –
zalim de olsa - ayaklanmanın terk edilmesi gerektiğine delil vardır. Çünkü Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem Ebu Hureyre radıyallahu anh’e bunların ve
babalarının isimlerini bildirmiştir. Ümmetinin helakinin bunların eliyle
olacağını haber verdiği halde onlara karşı ayaklanmayı emretmemiştir. Çünkü
ayaklanmak daha fazla helak edici ve onların itaatini kökten yok edicidir. İki
kötülükten hafif olanı ve iki işten kolay olanı tercih edilmiştir.”
Bu bize Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yolunu ve sahabelerin – Allah onlardan razı olsun – metodunu göstermektedir.
Burada Müslümanları yöneticilerin haber ve durumlarını araştırmakla meşgul
etmek ve büyüklerle küçüklerin, erkeklerle kadınların, iyilerle kötülerin
diline dolayıncaya kadar halk arasında bunları yaymak söz konusu değildir. Aksi
halde neden Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ümmetin helakinin ellerinde
bulunduğu bu gençlerin halini bütün sahabelerine bildirmedi? Hâlbuki namaz, zekât
ve benzerlerini bildirmiştir. Şayet bunları halk arasında meşhur edip yaymak
doğru bir yol olsaydı Ebu Hureyre radıyallahu anh bunu neden insanlara yaymadı?
Şüphesiz bütün bunlar savaşlara sebep olan fitnelerin kapılarını kapatan
selefin fıkhını (anlayışını) göstermektedir. Onların yolunu yol edinmeyenler
bunu korkaklık ve geri kalmak olarak görüyorlar. Şikâyetimiz Allah’adır.
Nitekim Şeyhulislam İbn Teymiyye rahmetullahi aleyh
fitne ve savaşlarda geçenleri bilmenin dini hakikatlerden olmadığını açıklamış
ve Ebu Hureyre radıyallahu anh’ın: “Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’den iki kap dolusu ilim ezberledim. Birini aranızda yaydım. Şayet
diğerini de yayarsam gırtlağımı kesersiniz” sözünü zikrettikten sonra şöyle
demiştir: “Bu saklanan ilim zahire aykırı düşen bir batın değildir. Hatta dinin
hakikatlerinden de değildir. Bu sadece fitnelerde ve savaşlarda olacak şeylerin
haberidir. Savaşlar; Müslümanlarla kâfirler arasında olacak savaşlardır.
Fitneler ise Müslümanlar arasında olacak şeylerdir. Bu yüzden Abdullah b. Ömer
radıyallahu anhuma şöyle demiştir: Şayet Ebu Hureyre size halifenizi
öldüreceğinizi haber verse, şöyle şöyle yapacağınızı bildirse elbette Ebu Hureyre
yalan söyledi derdiniz” Bunun gibi haberlerin ortaya çıkması, devletlerinin
değişmesinden bahsettiği için kralların ve yandaşlarının hoşlanmadıkları
şeylerdendir…”[26]
Hükümlerin detaylarının bilinmemesini, dinde zorunlu
olarak bilinmesi gereken meselelerin bilinmemesi ve dinin hakikatlerini
bilmemekle eşit gören, muhaliflerinin namuslarını ve hatta canlarına kıymayı
helal sayan şu kimseler neyin nesi?
Tahaviye şarihi[27]
der ki: “Zulmetseler dahi itaat edilmelerine gelince, bunun sebebi onların
itaatinden ayrılmanın onların zulmünden de daha fazla kötülük getirmesidir.
Hatta zulmetmelerine rağmen onlara sabretmek kötülükleri örter ve ecirleri
katlar.”
El-Muallimi rahmetullahi aleyh et-Tenkil’de[28]
şöyle der: “Ebu Hanife, ortaya çıkardıkları zulümlerinden dolayı Abbasi
oğullarına karşı ayaklanmayı müstehap veya vacip görürdü. Onların öldürülmesini
kâfirlerin öldürülmesinden üstün tutardı. Ebu İshak – yani el-Fezari – buna
karşı çıktı. İlim ehli bu konuda ihtilaf ediyorlardı. Onlara karşı ayaklanmayı
iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamak ve hakkı ayağa kaldırmak olarak gören
olduğu gibi bundan hoşlanmayanlar da vardır. Müslümanlara isyandan dolayı bir
ayrılış, sözü ayırmak, cemaati parçalamak, birliği bozmak, birbirlerini öldürmekle
meşgul etmek, kuvvetlerini zayıflatmak, düşmanlarını güçlendirerek açıklarını
kapamak, Müslümanlara kâfirleri yönetici kılmak, Müslümanların öldürülmesine
sebep olmak, onları zelil etmek ve Müslümanlar arasında ayrılığı yerleştirmek
olarak görürler. Böylece sonuç onların hepsi için başarısızlık ve utanç sebebi
olacaktır.”
“Nitekim Müslümanlar ayaklanma tecrübesini
yaşamışlar ancak sonuçta kötülük görülmüştür. İnsanlar Osman radıyallahu anh’e
karşı ayaklanırken sadece hakkı talep ettikleri görüşündeydiler. Cemel
savaşında taraflar önderlerinin hakkı talep ettikleri görüşündeydiler. Bunların
neticesi nebevi halifeliğin sona erip Ümeyye oğulları devletinin kurulması
oldu. Huseyn b. Ali radıyallahu anh zorlandığı şeye zorlandı, o kötülükler
oldu. Sonra Medine’liler ayaklandı ve Harre vakası meydana geldi. Sonra Kur’an
okuyucuları İbnu’l-Eş’as ile birlikte ayaklandı, peki ne oldu? Sonra Zeyd b.
Ali olayı oldu. Rafıziler ondan Ebu Bekir ve Ömer radıyallahu anhuma’dan uzak
olduğunu açıklamasını istediler. Kabul etmeyince onu yardımsız bıraktılar.
Olanlar oldu. Sonra Abbas oğulları ile beraber ayaklandılar ve – Ebu Hanife’nin
ayaklanılması görüşünde olduğu - devletleri kuruldu. Rafıziler – ayaklanma
konusunda Ebu Hanife ile aynı görüşte olan – İbrahim ile birlikte grup
oluşturdu. Şayet onlara başarı yazılmış olsaydı Rafıziler onların devletine hâkim
olacaklardı. Böylece Ebu Hanife onlara karşı ayaklanmaya dair fetvasından
döndü.”
Yine şöyle demiştir[29]:
“Ayaklanmaya karşı çıkanların ve caiz görenlerin delil getirdikleri naslar
bilinmektedir. Muhakkikler bunların arasını şöyle bulmuşlardır: “Ayaklanılması
halinde meydana gelecek kötülük galip zanna göre hafif olacaksa ayaklanmak caiz
olur, aksi takdirde caiz olmaz. Müçtehitler bu konuda ihtilaf etmişlerdir. İki
görüşten doğruya yakın olanı tarihten ibret alan, insanların arasına çok
karışan, savaşları ve askerlerin durumlarını bilenlerin görüşüdür. Ebu İshak
işte böyleydi.”
el-Muallimi rahmetullahi aleyh’in sözünü zalim
idarecilere ayaklanmanın kötülüğünü açıklamak için zikrettim. Ayaklanma
konusunda âlimlerin ihtilafına gelince, bu eski bir ihtilaftır. Bundan sonra
ayaklanmaya karşı çıkmak görüşü karara bağlanmış ve ayaklanmamak Ehl-i
Sünnet’in bir özelliği haline gelmiştir. Ehli Sünnet bunu akidelerini anlattıkları
kitaplarında zikretmişler, kendilerine bu konuda muhalefet eden düşmanlar bidat
ve heva ehli olmuştur.
Nitekim İmam Buhari rahmetullahi aleyh,
el-Lalkai’nin Şerhu Usuli İtikadi Ehli’s-Sunne’de[30]
rivayet ettiği akidesinde şöyle demiştir: “Hicaz, Mekke, Medine, Kufe, Basra,
Vasıt, Bağdad, Şam ve Mısır halkından ilim ehli olan binden fazla kimseyle
karşılaştım. Onlarla birkaç yıl aralıkla defalarca, sonra yine defalarca
görüştüm. Kırk altı yıldan daha fazla bir süreden beri onlar henüz çok sayıda
mevcutken birkaç sene içinde Şam’lılarla, Mısır ve Cezire’lilerle iki defa,
Basra’lılarla dört defa görüştüm. Hicaz’da altı yıl kaldım. Horasan’lı
muhaddislerle Kufe’ye ve Bağdad’a kaç defa girdiğimin sayısını bilemem…” Sonra
bu beldelerdeki birçok kimselerin isimlerini zikreder ve şöyle der:
“Bunların ismini vermekle yetinmemizin sebebi sözü
kısa kesmek ve uzayıp gitmemesi içindir. Ben onlardan herhangi bir kimsenin şu
hususlarda ihtilaf ettiklerini görmedim…” Burada akide ile ilgili meseleleri
zikreder. Bu hususlardan biri de şudur “Yöneticilerle çekişmemek… Muhammed
sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmetine karşı kılıç çekileceği görüşünde
olmamak. El-Fudayl dedi ki: “Eğer benim kabul edileceğini bildiğim bir
duam olsaydı onu ancak yönetici hakkında yapardım. Çünkü o düzelince ülke de,
kullar da güvenliğe kavuşur.” İbnu’l-Mubarek dedi ki: “Ey hayrı
öğreten kişi! Böyle bir şeye senden başka kim cesaret edebilir?”
Sabit ve karara bağlanmış bu icmanın bu meseledeki
ihtilafı ortadan kaldırmasını düşün! İbnu’l-Mubarek’in Fudayl’e söylediğini de
düşün. Muhtemelen – doğrusunu Allah bilir – heva ehlinin Ehl-i Sünneti
korkaklık ve yöneticiler karşısında zayıflıkla itham etmelerine işaret ediyor.
Doğrusunu Allah bilir ya, bu yüzden Ehl-i Sünnet’ten bazıları önlerinde idareciye
dua edilmesine ses çıkarmamışlardır. İbnu’l-Mubarek bu sözü Fudayl’den işitince
ona: “Buna senden başka kim cesaret edebilir?” demiştir. Bu, Fudayl’ın inandığı
şeyi açıkça söylemedeki kuvvetini gösterir. Günümüzde nice âlim ve imam vardır
ki yöneticiye dua ettiği için – Hak gözetilmeksizin – “o paralı işçidir” veya
“Dalkavuk” yahut “Korkak” denilmiştir. Hak üzerinde devam edenden başka hakkın
taraftarı yoktur. Şikayetimiz Allah Subhanehu ve Teala’yadır ve tevekkülümüz de
O’nadır.
Nitekim el-Lalkaî yine birçok kimseden bu konudaki
icmayı nakletmiştir. Adı geçen esere müracaat ediniz.
El-Eşari Risaletu Ehli’s-Sugr’da[31]
şöyle demiştir: “İyi olsun kötü olsun Müslümanların idarecilerini ve Müslümanların
işlerini rıza ile veya zorla üstlenen herkesi dinlemek ve itaat etmek
hususunda, icma edilmiştir. Zulmeden veya adalet yapan idarecilere kılıçla
ayaklanmak gerekmez. Yine onlarla beraber düşmana karşı savaşılacağında, beytin
haccedileceğinde, talep ettiklerinde zekâtın onlara verileceğinde, arkalarında
Cuma ve bayram namazlarının kılınacağında da icma etmişlerdir.” Allah ona
rahmet etsin.
Bu icma yukarıda geçen açıklamalara uygundur.
Eşari’nin zikrettiği gibi düşmana karşı bu idareciyle birlikte savaşılması
hususunda muhaliflerin delili yoktur. Çünkü mutlak olarak – bu konuda detay
vardır - itaatten el çekip onunla birlikte savaşmayı terk etmek gerekmez. Allah
en iyi bilendir.
Bunun benzerini es-Sabuni Akidetu’s-Selefi
Ashabi’l-Hadis[32]
adlı eserinde şu şekilde belirtmektedir: “Hadis ashabı Cuma ve bayram namazları
ile diğer namazların iyi ya da kötü her Müslüman imam arkasında kılınabileceği,
zalim ve günahkar olsalar da onlarla birlikte kafirlere karşı cihada çıkılacağı
görüşündedirler. Onlara düzelmeleri ve başarılı olmaları, halkına adaletle
muamele etmesi için dua edilmesi ve onlardan adaletten sapma, zulüm veya korku
görseler de onlara karşı kılıçla ayaklanılmaması görüşündedirler.”
El-İsmailî İtikadu Ehl-i’s-Sunne[33]
adlı eserinde şöyle der: “Onlara düzelmeleri ve adaletle hareket etmeleri için
dua edilmesi görüşündedirler. Onlara karşı kılıçla ayaklanılmasını doğru
görmezler.”
Şeyhulislam İbn Teymiyye[34]
rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “İlim, din ve fazilet sahiplerine gelince
onlar Allah’ın yasakladığı bir şeyde kimseye ruhsat vermezler. İdarecilere
isyan etmek, onları aldatmak, herhangi bir şekilde onlara karşı ayaklanmak bu
yasaklardandır. Nitekim Sünnet ve din ehlinin eskileri ve yenileri ile onların
yolundan gidenlerin adetleri budur.”
Yine şöyle der: “Bu yüzden cemaatten ayrılmamak ve
fitnede idarecilerle savaşmamak da Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin esaslarındandır.
Mutezile gibi heva ehline gelince idarecilere karşı savaşmak onların dininin
esaslarındandır.”[35]
İbn Kayyım rahmetullahi aleyh Hadi’l-Ervah’ta[36],
Ahmed b. Hanbel’in öğrencilerinden Harb’ın meşhur; Mesail adlı eserinden şöyle
dediğini nakletmiştir: “Bunlar, ilim ehlinin, Eser ashabının, sünnete sarılan
Ehl-i Sünnetin ve bu günümüze kadar Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in
sahabelerine uyanların görüşleridir. Hicaz, Şam ve başka yerlerin âlimlerinden
yetişebildiklerime yetiştim. Bu görüşlere muhalefet edenler veya kötüleyenler
yahut söylenenleri kınayanlar muhalif, bidatçi, cemaatten ayrılmış ve sünnet
metodu ile hak yoldan uzaklaşmış kimselerdi.”
Yine şöyle der: “Bu görüş Ahmed, İshak b. İbrahim,
Abdullah b. Mahled, Abdullah b. ez-Zubeyr el-Humeydi, Said b. Mansur ve
meclisine katılıp kendilerinden ilim aldığımız kimselerin görüşüdür…” Bazı meseleler zikrettikten sonra şöyle der:
“Allah’ın idarecilik nasip ettiği kimseye boyun eğmek, ona itaatten el çekmemek,
Allah bir kurtuluş veya çıkış yolu nasip edinceye kadar ona karşı kılıçla
ayaklanmamak, sultana karşı ayaklanmamak, dinleyip itaat etmek, biati bozmamak.
Kim böyle yaparsa o bidatçidir, muhaliftir ve cemaatten ayrılmıştır…”
İmam en-Nevevi rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Günahkâr
ve zalim olsalar dahi onlara karşı ayaklanmak ve savaşmak Müslümanların icmaı
ile haramdır. Nitekim zikrettiğim anlamda hadisler ortadadır. Ehl-i Sünnet
yöneticinin günahla görevinden düşürülmeyeceğinde icma etmiştir.”[37]
Hafız İbn Hacer Tehzibu’t-Tehzib’de[38]
kılıçla ayaklanmak görüşünde olan el-Hasen b. Salih b. Hayy’in hal tercemesinde
şöyle demiştir: “Kılıç görüşündeydi” şeklindeki sözleri; zalim idarecilere
karşı kılıçla ayaklanılabileceği görüşündeydi demektir. Bu selefin eski
görüşüdür. Lakin bu mesele bunun terki üzerinde karara bağlanmıştır. Çünkü
bunun daha kötüsüne yol açtığı görülmüştür. Harre olayı, İbnu’l-Eş’as olayı ve
diğerlerinden ibret alınmıştır…”
Nitekim Şeyh Abdullatif b. Abdirrahman b. Hasen
Âlu’ş-Şeyh[39]
rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “…Bu fitneye düşenler şunu bilmezler: İslam
ehlinin yöneticilerinin çoğu Yezid b. Muaviye zamanından beri – Ömer b.
Abdilaziz ile Allah’ın Ümeyye oğullarından diledikleri dışında - zulme, büyük olaylara, isyanlara, Müslümanların
idaresinde bozukluklara düşmüşlerdir. Bununla beraber meşhur imamlar ve büyük
efendilerin onlara karşı tutumu bilinmektedir: Allah ve rasulünün emri ve dinin
şartı olarak onlara itaatten el çekmemişlerdir…”
Şayet – tartışma gereği – Müslümanların bugünkü
idarecilerinin hepsinin bunların iddia ettikleri gibi kâfir olduklarını kabul
edecek olsak, onlara karşı ayaklanıp savaşmaya yine yol yoktur. – Bu durumda Müslümanlara
karşı savaşılacaktır – Savaş toprakları ve nesilleri helak eden kötülüklere
sebep olur. Zalim idareci hakkında bunu mutlak olarak söylemek nasıl doğru
olabilir ve bu nasıl olur da ilimde köklü kimselerin fetvalarından olabilir?
Bilakis hükmün adaletli olması için detaya gidilmesi zorunludur.
Bu, toplumlarda bulunan çirkinlikleri kabul ettiğim
anlamına gelmemelidir. – hidayetten sonra sapıklıktan Allah’a sığınırız – ancak
kastedilen şudur: mümkün olduğu kadar iyiliği korumak ve mümkün olduğu kadar
kötülüğü kaldırmak.
Fazilet sahibi Şeyh Salih el-Fevzan hafazahullah,
zalim idarecilere karşı ayaklanmayı kötüleyerek şöyle demiştir: “Çünkü onlara
karşı ayaklanmak onların düştükleri yanlış ve bozukluktan daha şiddetlisini
getirir ve onların eziyetlerine sabretmekten daha büyük zararlar meydana
gelmesine sebep olur. Onların eziyetlerine sabretmenin zarar vereceğinde bir
şüphe yoktur. Lakin onlara karşı ayaklanmak, itaatin isyana dönmesi, Müslümanların
ayrılığı, kâfirlerin Müslümanlara karşı musallat olmaları gibi küfür derecesine
varmamış zalim ya da günahkâr idarecilerin eziyetine sabretmenin kötülüğünden
daha şiddetlisine sebep olur.”[40]
Az önce Şeyhulislam’ın şu sözleri geçmişti: “İlim,
din ve fazilet sahiplerine gelince onlar Allah’ın yasakladığı bir şeyde kimseye
ruhsat vermezler. İdarecilere isyan etmek, onları aldatmak, herhangi bir şekilde
onlara karşı ayaklanmak bu yasaklardandır.”
“Herhangi bir şekilde onlara karşı ayaklanmak”
sözünü düşünün. Sebep olacağı kötülüğün hâkim olması ve helak edici belalardan
dolayı bunu söylemiştir.
Yine Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in Hasen
radıyallahu anh’ı, onun vesilesiyle gerçekleşecek barış sebebiyle övdüğü de
geçmişti. Sonra Şeyhulislam şöyle demiştir: “Fitnede savaştığından, idarecilere
ayaklandığından, itaatten el çektiğinden veya cemaatten ayrıldığından dolayı
hiç kimse övülmemiştir.”
Bil ki yöneticileri tekfir konusu – bundan sonra da
onlara karşı ayaklanmak – ilim talebelerinin veya sürünüp emekleyenlerin meşgul
olması caiz olmayan bir konudur. Bilakis içtihat ve istinbat (delil çıkarma)
ehline müracaat edilmesi gerekir. Zira bunun gibi hassas konularda sözü onlara
bırakmamız din ve dünyamız için daha hayırlıdır. Çünkü affetmede hata etmemiz,
- özellikle de yöneticiler meselesinde - cezalandırmada hata etmemizden iyidir.
Yıllardan beri nice davet ve davetçiler – İsrail oğullarının sapmalarından daha
fazla zamandır – ilim ehlinin büyüklerinin nasihatlerini terk ederek, hidayet
ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın en önemli meselelere dalmaları sebebiyle
düşüş, karışıklık ve çelişkiler yaşamışlardır. Ümmetin başından geçen – eski ve
yeni – fitnelerin yeryüzüne geniş çaplı kötülüklerle yayılmasından öğüt
almamışlardır.
Bil ki, bizler yöneticilerin kâfir olduklarını kabul
edersek, onlara karşı ayaklanmak için güç yetmesi şartının yerinde olup
olmadığına bakarız. Kararlaştırılan işin getireceği iyilik ve kötülükleri
değerlendiririz. İşte Yahudilerin ve Hristiyanların ülkeleri! Bunu yapan
Müslümanların oralarda huzursuzluk çıkarmalarına müsaade edemeyiz. Bilakis
onlardan hanif dinlerine sarılarak ve bu dinin emrettiği gibi güzel ahlaklara
bürünerek güçleri yettiğince Allah Azze ve Celle’ye davet eden kimseler
olmalarını isteriz. Zira bu Allah’a davet yollarından biridir. Böyle şaz
fikirlerle İslam’ı çirkin göstermemelidirler. Bu, dinimizde haram kılınan
kötülüklerdendir ve selefimizin metoduna aykırıdır. İmamlarımız bundan
sakındırmışlardır. Kendi ülkelerinde her kâfirle savaşmak caiz olmadığından
Yahudilerin, Hristiyanların ve diğerlerinin ülkelerinde bu işe ruhsat
vermiyorsak, İslam ülkelerinde buna nasıl ruhsat verilebilir?
Sualatu Ebi Davud Li Ahmed[41]
adlı eserde şu rivayet gelmiştir: “İmam Ahmed’e, düşman topraklarında esir olan
imkân bulursa onlarla savaşabilir mi? diye sorulduğunu onun da şöyle cevap
verdiğini işittim: “Eğer onlar canları ve malları konusunda kendisinden emin
olduklarını anlarsa onlarla savaşamaz.” Bu mutlak mıdır diye sorulunca da şöyle
dedi: “Mesele emin olmamaları halinde mutlaktır. Kendisinden emin oldukları
bilinirse savaşamaz.”
İşte bu Müslümanların ahlak ve adabıdır. Bundan
ayrılanlara itibar etme! Müslümanlara kin duyanları dinleyip itaat etme! Bu
suçları işlemek için fırsat kollayanlar İslam’ı ve Müslümanları çirkin
göstermektedirler!
Şunu diyen doğru söylemiştir:
Düşmanlarımızın önünde yapmadıklarımızı söyleriz
Sevdiklerimize ise hem söyler hem yaparız.
Hem sonra bu muhaliflerin çoğunu İslam ülkelerinden
hicret edip Yahudi, Hristiyan ve putperestlerin ülkelerinde eman almaya iten
sebep nedir?
Şüphesiz fikirleri Ehl-i Sünnet metoduna aykırıdır.
Bu da kendilerini sıkıntıya sokan sebeplerden birisidir. Yöneticileri tekfir
etmekte aşırılık yaptıklarında selefin metodunu ve büyük âlimlerin bu konudaki
yolunu gözetmezler. Haram olan kanları helal sayarak büyük fitnelere atılırlar.
Hatta – birçok ülkede – İslam dininin adaletine aykırı davranırlar. İşte bu
fitnelerin durumudur. – Çoğu zaman – daha şiddetli fitnelere düşmekten başka
tedavisi olmaz. Onların ve başkalarının Hanif dine aykırı davranışlarını çirkin
gördüğümüze dair Allah’ı şahit tutarız. Ancak konu durumu anlama konusudur.
Olanları kabul etme konusu değildir. Bunu iyi düşün.
Bunu
söylemekle beraber bizler birçok durumlarda – yalan dolu çekiştirmelerin sonucu
olarak - bazı yetki sahiplerinin ve Allah Teâla’ya davet edenlere ve
ilim talebelerine eziyet vermeye çalışanların zulmünü kabul etmiyoruz. Lakin
bizler önder imamların yolunu tutuyoruz. Allah bize yeter ve O ne güzel
vekildir. Allah’tan ecir ve selameti bizim için bir araya getirmesini, bol
afiyet vermesini ve kusurlarımızı örtmesini dileriz. Şüphesiz O her şeye gücü
yetendir.
Geçen açıklamaları şöylece özetleyebiliriz: Güvenlik
ve huzur herkesin arzu ettiği büyük bir nimettir. Toplumlarda pek çok
aykırılıkların bulunmasına rağmen en güzel şekilde nasihat ederek güvenliği
korumaya devam etmek selefin ve onların yolundan giden sonraki imamlar ile bu
asrın âlimlerinin yoludur.
Bu nimet ancak – zalim de olsa - kuvvetli bir
devletle gerçekleşir. Kuvvetli bir devlet ise ancak sahibine itaatle ve ümmetin
Allah Azze ve Celle’ye itaat yolunda ona itaat etmesiyle mümkün olur. Müslüman
devlet tarafından bu dengenin kaybedilmesi ya Allah’ın hakkını ya da halkın hakkını
ihlal etmekle olur. Halkın nasihat ederek sabretmesi, davete devam etmesi,
fitneleri söndürmesi ve idarecilerle başkanlara karşı halkı kışkırtanlara
nasihat etmeleri gerekir. Bu harici hareketleri – niyetleri düzgün olsa da –
terk etmeleri gerekir. İlmî, selefî, davetçi ve ıslahçı bir metod takip
edilmelidir. Şu an en büyük cihad davet ve açıklama cihadıdır. Nitekim Allah
Teala şöyle buyurmuştur:
“Onlara
karşı onunla (Kur'ân'la) bütün gücünü kullanarak savaş.” (Furkan 52)
Yani onlara karşı çarpışmakla değil, Kur’an ile ve ona davet ederek savaş
demektir. Bunu düşün.
Hatta Allah’a davet etmek ve bu din hakkındaki
şüpheleri reddetmek, insanlara faydalı ilmi yaymak Allah yolunda en büyük
cihaddır. İmam İbn Kayyım rahmetullahi aleyh şöyle demiştir: “Ancak ilim talebi
Allah yolundan kılınmıştır. Zira bu da cihad gibi İslam’ın desteğidir. Dinin
desteği ilim ve cihaddır. Bu yüzden cihad iki türdür: el ile ve dil ile cihad.
Buna (el ile cihada) birçok kimse katılır. İkincisi delil ve açıklama ile
cihaddır. Bu tür ise rasullere tabi olanlara özeldir. Bu imamların cihadıdır.
Faydasının bolluğu, zahmetinin zorluğu ve düşmanlarının çokluğundan dolayı iki
cihad türünün en üstünü budur. Allah Teala Furkan suresinde – ki Mekkî bir suredir
– şöyle buyurmuştur:
“Eğer
dileseydik, her kasabaya bir uyarıcı gönderirdik. Bu itibarla sen,
kâfirlere itaat etme ve onlara karşı Kur'ân'la bütün gücünü kullanarak savaş.” (Furkan
51-52) Onlara karşı olan bu cihad Kur’an iledir. Bu iki cihadın en büyüğüdür.
Yine bu münafıklarla da cihaddır. Zira münafıklar Müslümanlarla
çarpışmıyorlardı. Hatta görünüşte onlarla birlikteydiler ve düşmanlarına karşı
bazen onlarla birlikte savaşıyorlardı. Bununla beraber Allah Teâla şöyle
buyurmuştur:
“Ey Nebi!
Kâfirlerle ve münafıklarla savaş; onlara karşı sert davran” (Tevbe 73) bilinmektedir ki münafıklara
karşı cihad delil getirmekle ve Kur’an ile olur.
Maksat:
Allah’ın yolu cihad, ilim talep etmek ve insanları Allah’a davet etmektir. Bu
yüzden Muaz radıyallahu anh şöyle demiştir: “Size ilim talep etmeyi tavsiye
ederim. Zira ilmin talep edilmesi Allah’tan korkmaktır. Onun dersini yapmak
ibadettir. İlim müzakeresi tesbihdir. İlmi araştırma yapmak cihaddır.” Bu
yüzden Allah Subhanehu indirdiği kitab ile demiri bir arada zikrederek şöyle
buyurmuştur:
“Gerçek şu
ki, biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik; insanların adaletle
hareket etmeleri için onlarla birlikte kitabı ve adalet ölçüsünü indirdik. Keza
kendisinde çok büyük bir sertlik ve insanlar için faydalar bulunan demiri
yarattık. Bütün bunlar, Allah'ın, kendi dînine ve peygamberlerine, onları
görmeksizin yardım edenleri ortaya çıkarması içindir. Allah, şüphesiz çok
kuvvetlidir; dâima gâlibtir.” (Hadid 25) dinin destekleri olduğu için kitap ile
demir birlikte zikredilmiştir. Nitekim şöyle denilmiştir:
O ancak vahiy ya da keskin bıçaktır
Ceylanlarını tuzağıma meylettirir
Bu akıl sahiplerinin derdine şifadır
Yine bu cahillerin derdine devadır
Sonunda İbn Kayyım rahmetullahi aleyh
şöyle der: “İlim öğrenmek ve öğretmek, Allah Azze ve Celle yolundaki en büyük
işlerdendir.”[42]
Şeyhulislam rahmetullahi aleyh şöyle
demiştir: “Bidat ehlini reddeden mücahittir. Hatta Yahya b. Yahya şöyle derdi:
“Sünneti savunmak en üstün cihaddandır.”[43]
Yine Şeyhulislam şöyle demiştir:
“…böylece anlaşılmıştır ki, kendisine davet iyiliği emretmek ve kötülüğü
yasaklamaktır.”[44]
Yine zulüm anında sabretmek, fitneleri
terk etmek, eski ihtilaftan ve son olarak karara bağlandıktan sonra selefin
icma ettiği hususlardandır. Öyle ki bu, her asırda ve her yerde Ehl-i Sünnet’in
bir özelliği haline gelmiştir. – İcmadan sonra – onlara sadece heva ehli
muhalefet etmiştir.
Yine biz belli bir yönetici hakkında
deliller bunu apaçık ortaya koymadıkça küfür hükmü verilmesi görüşünde değiliz.
Bu hükümde köklü ilim sahibi âlimler bizden önceliklidir. Belirli bir şahsın
tekfirinde Ehl-i Sünnetin kaideleri gözetilmelidir. Bundan dolayı şartların
yerine gelmesi, engellerin ortadan kalkması gerekir. Zira mesele oldukça
tehlikelidir. Bunun neticesi – genellikle – kötü olur. Bizlerden birinin bu
meseleye girmesi ve konumunu belirlemesi gerekmez. Zira falan kimseyi tekfir
etmek veya etmemek dinde bilinmesi zorunlu meselelerden değildir. Müslüman bir
kimsenin bilmemesi caiz olmayan konulardan da değildir. Her mükellefin falan idarecinin
tekfiri gerektiren bir iş işlemesi sebebiyle Müslüman mı yoksa kâfir mi
olduğuna dair açıklamayı kabul etmesi gerekmez.
Namazın farz oluşunu ve zinanın
haramlığını kabul etmek gerekir. Zira bunları her mükellef bilmek zorundadır.
Ama önceki mesele ehli olan âlimlere özel bir konudur.
Burada atlanılmaması gereken bazı konular
var. Bu konuları anlamak, gayretli kimselere karşı atılan şüpheler ordusunun
önünde sağlam ilmî yolun metoduna göre hareket etmek için büyük bir yardımdır.
Allah’tan başarı ve doğruluk dileyerek diyorum ki:
1- İdarecinin söz, fiil ve inanç olarak
işlediği amelin büyük küfür olup olmadığını, küfrünün açık mı yoksa ihtimalli
mi olduğunu, mutlak küfür mü yoksa başkalarında bulunmayıp o şahısta bulunması
gereken şartlardan sonra gerçekleşen bir küfür mü olduğunu bilmek zorunludur.
İnsanların çoğu detay gerektiren meselelerde mutlak tekfir yapmaktadır.
2- Şayet idarecinin büyük küfre girdiğini
ve bunun apaçık olduğunu kabul edersek, bunun tekfirini gerektirir mi? Burada
genel ifade ile belli bir şahıs hakkındaki ifade, tür ile fert, söz ile
söyleyen ve fiil ile fail arasında fark vardır. Yani genel, tür, söz veya fiil
olarak küfür olan eylemden dolayı söyleyen veya işleyen kimsenin kâfir olması
gerekmez.
Müslümanın tekfir edilmesinden önce
tekfirin şartlarının yerine gelmiş olması ve engellerinin ortadan kalkmış
olması zorunludur. Nitekim cahil, korkan, te’vil eden veya heva sahiplerinin şüphelerine
veya fetvalarına güvenmiş bir kimse olabilir. Hakkında küfrüne hükmedilebilmesi
için – dinen – bunu hak ettiği ortaya çıkıncaya kadar şüphenin giderilmesi ve
mazeretin kaldırılması zorunludur.
3- İdarecinin apaçık bir şekilde büyük
küfre düştüğünü kabul edersek ona hüccet ikamesi yapılması zorunludur. Bundan
sonra hak ettiği hüküm verilir. Bu konu âlim veya cahil herkese düşen bir konu
mudur yoksa âlimlerin ve sözlerin delalet ettiği manaları, meselelerin
derecelerini, dinin hükümlerini güzelce bilen, söylenen sözün sadece zahirindeki
anlamı değil, maksadındaki zorunlulukları idrak eden ve özür sahipleriyle
başkalarına caiz olanlar arasındaki farkları idrak eden kadılara düşen bir konu
mudur?
4- Şayet bir idarecinin kâfir olduğunu,
ona hüccet ikamesi yapıldığını ve mazeretinin ortadan kalktığını kabul edersek,
bundan dolayı bu hükmü küçüklerin kalabalıklarında yaymak ve minberler
üzerinden bağırmak mı gerekir?
5- Sonra şayet bütün bunları yaymanın
caiz olduğunu kabul edersek, ümmetimizin – bu günlerde – içinde bulunduğu bu
durumda bunların yayılması maslahatın gereği midir? Yoksa bunlar büyük kötülüklere
ve tehlikelere mi sebep olur? Çünkü bu idareciye karşı kılıçla ayaklanmayı
gündeme getirir. Müslümanların ise buna gücü yoktur. Kanlar dökülecek, haramlar
delinecek, bütün pusuda bekleyenler – ki bunların kötülüğü daha büyüktür –
işleri ellerine geçirecek, ümmeti en kötü azaba sokacaklar ve durum daha da
kötüleşecektir. Bunların ardından ümmet ancak parçalanır ve zillete düşer. Şikâyetimiz
Allah’adır.
Bu tehlikelerin – bu zincirleme içinde –
gözetilmesi konunun önemindendir. Bu olmadığı takdirde – Suriye ve benzerlerinde
olduğu gibi - insanlar kan denizinde yüzerler, fitneler üzerlerine çöreklenir.
Bu beladan Allah’a sığınırız.
Bilmek gerekir ki, belirli bir şahsa hükmetmek
şartları ve engelleri gözetmeyi gerektirir. Asıl ve itikadi meselelerden değil,
içtihadi bir meseledir. İlim ehli arasında olan bu konudaki ihtilaf,
sapıklıkla, fasıklıkla veya tekfirle suçlamayı gerektirmez. Ehil olan âlimlerden
birbirinden farklı hüküm veren her iki âlim de ecir alır. İsabet eden iki ecir,
hata eden de bir ecir alır ve hatası bağışlanır. Abartanlara ve delilsiz
sözlerin peşinden koşturanlara aldanma!
Bu ümmet için kötülüğe anahtar olmaktan
Allah’a sığınırız. Nitekim Nebi sallallahu aleyhi ve sellem – mertebesi küçük
ve kuvveti zayıf olsa dahi - bir Müslümanı tekfir etmekten sakındırmışken,
nasıl olur da tekfir kapısına dindeki kapısından girmeden, elinde kuvvet
bulunan kimse tekfir edilebilir?
Yine bundan dolayı kendimizi veya
başkalarını – batıl yolla – idarecilerin hatalarını savunmakla meşgul etmemiz
ve savunacak bir yönü olmayan apaçık meselelerde, arkadaşımız için veya âlimlerden
biri için tevil ediyormuşuz gibi mazeret bulmaya kendimizi zorlamamız da
gerekmez. Bilakis onların düzelmeleri için dua etmemiz, - şayet mümkünse –
onları günahlardan, Allah Azze ve Celle’ye karşı harp olan isyanlardan sakındırmamız,
onlara Allah’ın hakkını ve halkın onlar üzerindeki hakkını hatırlatmamız
gerekir. Nitekim bizler işlerin sonucunu fitnelere götüren metotlardan sakındırılmışızdır.
Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“Ey îman
edenler! Barış (ve kurtuluş) dîni olan İslam’a tam olarak girin” (Bakara 208)
Maksat:
Hak, iki taraf arasında orta ve iki dağ arasındaki vadidir. Bizler sözleri
yerinden kaydırmaktan ve idarecilerin hatalarıyla meşgul olmaktan, insanları
onlara karşı kışkırtmaktan, zulümlerine karşı sabretmeyi terk etmekten
yasaklandık. Aynı şekilde hidayet ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın onlar
veya başkaları hakkında dedikodu yapmaktan da yasaklandık. Bize onların hidayet
bulması, düzelmeleri, Allah’ın onların vesilesiyle ülkelere ve kullara iyilik
vermesi için dua etmek meşru kılınmıştır.
Birisi
şöyle diyebilir: “Büyük âlimler bir idarecinin kâfir olup olmadığında ihtilaf
ederlerse ne yapmamız gerekir?”
Cevap:
Susmak en selametlisi, bundan yüz çevirip meşgul olmak en hikmetlisidir. Bu
konuda konuşmayı terk eden kendisine düşen kötülükleri geri çevirmiş olur. O –
hata etmiş olsa bile - kötülüğe
bulaşmadan iyilik işlemiştir. Bu konuya dalan ve fitneleri tutuşturan ise güzel
bir şey yaptığını zannetse bile kötülük işlemiştir.
İdareci
itikadıyla, amelleriyle veya sözleriyle büyük küfür derecesine ulaşmış da bunu
açığa çıkarıp yayıyor ve insanları bunu bilmeye davet ediyorsa, - genelde –
mutlaka bu idarecinin kötülüğünden daha fazla kötülük getirir. Buna karşı
susmak, insanları meclislerinde, mescidlerinde ve minberlerinde bununla meşgul
etmekten alıkoymak, bunun yerine din ve dünyaları için kendilerine daha faydalı
olan şeylerle meşgul etmek, selefin metoduna sarılmak gerekir.
Bununla
beraber onları Allah Teâla’ya sadık olmaya, hayırlısını seçmesi ve kötülükleri
onlardan savması, idarecilerini ıslah etmesi, hakka yönlendirmesi ve salih
yardımcıyla rızıklandırması için Allah’a dua edip yalvarmaya teşvik etmelidir.
Zira idarecinin düzelmesi, ülkelerin ve kulların düzelmesini getirir. Allah en
iyi bilen ve en hikmetli olandır.
[1] No: 2346
[2] Bkz.:
Sahihu’l-Cami (6042)
[3]
Fetava’ş-Şer’iyye Fi’l-Kadaya’l-Asriyye (s.125-127 – ikinci baskı. Hazırlayan: Muhammed b. Fehd el-Husayn)
[4] Muslim No: 1846
[5] Buhari (7052)
Muslim (4752)
[6] Muslim (4763)
[7] İbn Ebi Asım
es-Sunne (1079)
[8] Şeyh Elbani
rahmetullahi aleyh Zılalu’l-Cenne’de (2/499) isnadı sahih demiştir.
[9] Mecmuu’l-Fetava
(28/390-391)
[10] Mecmuu’l-Fetava
(28/64-65)
[11] Mecmuu’l-Fetava
(14/268)
[12] Mecmuu’l-Fetava
(30/136)
[13] Minhacu’s-Sunne
(1/547-548)
[14] Mecmuu’l-Fetava
(25/46)
[15] Minhacu’s-Sunne
(1/115) Tahkik: Muhammed Reşad Salim
[16]
İ’lamu’l-Muvakki’in (3/15-16 Daru’l-Fikr baskısı)
[17] El-İstikamet
(2/165-167)
[18] Mecmuu’l-Fetava
(14/103)
[19] Mecmuu’l-Fetava
(4/442-443)
[20] El-İstikamet
(2/217)
[21] Gıyasu’l-Umem
(s.96) bkz.: Şeyh Abdulmuhsin el-Ubeykan, el-Havaric ve’l-Fikri’l-Muteceddid
(s.40)
[22]
El-Fetava’ş-Şer’iyye Fi’l-Kadaya’l-Asriyye (s.86-87)
[23] Minhacu’s-Sunne
(1/391)
[24] Minhacu’s-Sunne
(4/527-531)
[25] Fethu’l-Bari
(13/11 Kitabu’l-Fitne, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in “Ümmetimin helaki
beyinsiz gençlerin eliyle olacaktır” sözü babı, hadis no: 7058)
[26] Mecmuu’l-Fetava
(13/255-256)
[27] (2/542)
[28] (1/93-94)
el-Mearif baskısı.
[29] Et-Tenkil
(1/93-94) Daru’l-Mearif baskısı
[30] (2/193-197
no:320 Daru’t-Taybe baskısı)
[31] (s.297)
Mektebetu’l-Ulum ve’l-Hikem baskısı.
[32] (s.106)
Mektebetu’l-Guraba baskısı.
[33] (s.50)
Daru’r-Reyyan baskısı.
[34] Mecmuu’l-Fetava
(35/12)
[35] El-İstikamet
(2/215-216)
[36] (s.401, 399)
Mektebetu’l-Medeni baskısı.
[37] Şerhu Muslim
(13/432-433)
[38]
Tehzibu’t-Tehzib (2/263)
[39]
Ed-Dureru’s-Seniyye (7/177-178) bkz.: Şeyh Abdusselam el-Abdulkerim,
Muameletu’l-Hukkam (s.12)
[40] Bkz.:
el-Fetava’ş-Şer’iyye Fi’l-Kadaya’l-Asriyye (s.93)
[41] (s.332 no:1588)
Tarık b. Avadullah’ın tahkikiyle.
[42] Miftahu
Dari’s-Seade (1/70)
[43] Mecmuu’l-Fetava
(4/13)
[44] Mecmuu’l-Fetava
(15/166)