Son günlerde özellikle Fransa’da meydana gelen olaylar sebebiyle İslam’da suikast saldırılarının hükmü meselesi, din konusunda ilimsizce konuşmayı meslek edinen kimselerin tekrar dillerine düşmüş, cahiller kuru gürültüyle alimlerin sözlerine baskın gelmeye çalışmaktadırlar. Kulaktan dolma olarak haberdar oldukları, sahihini zayıfını bilmedikleri deliller zikretmekte, rivayetlere kaynak olarak aslen hadis kaynağı olmayan eser isimleri vermektedirler.
Menhec olarak mezhep taklidini savunan,
kendilerinin istinbat ve içtihat ehli olmadıklarını itiraf eden kimselerin,
ümmetin genelini ilgilendiren konularda müsrifçe ahkâmlar saçmaları
samimiyetsizliktir. Ey Müslümanlar! Allah’tan korkun! “Bilmediğin
şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi sorguya
çekilecektir.” (İsra 36)
“Onlara güven yahut korku verici
bir haber geldiği zaman, onu hemen yaymışlardır. Halbuki o haberi Peygambere
ve mü'minlerden olan emir sahiplerine götürselerdi, onlardan (kendi
ihtisasları dâhilinde) hüküm
çıkaranlar, onu bilirler (ve daha iyi değerlendirirler)di. Allah'ın, sizin
üzerinizdeki fazlu inayeti ve merhameti olmasaydı, çok azınız müstesna (hepiniz
de) şeytana uyardınız” (Nisa 83)
Ka’b b. Eşref Suikasti Hakkında:
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
Müslümanların yöneticisi idi. Kab b. El-Eşref’i öldürmeye teşvik eden O idi ve
O Allah’ın rasulü, Müslümanların yöneticisi idi. Ama bugün bu işleri yapanlar
bu iki vasfa da sahip değillerdir.
Yönetici onlara anlaşmasını bozan bir
anlaşmalıyı öldürmek için izin verdi mi?
Hem onlar Ka’b b. El-Eşref’in durumunu bu
emirden önce de bilen sahabelerden daha mı gayretliler? Sahabelerden hiçbiri
kendi başına onu öldürmeye gitmemişti. Şüphesiz onlar – Allah onlardan razı
olsun – bunu yöneticileri olan Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem izin
vermeden yapmamışlardır. İzin verdiğinde bunu gerçekleştirdiler. Allah onlardan
razı olsun ve bizleri doğru yola iletsin.
Şeyh Salih b. Fevzan el-Fevzan hafazahullah,
bu delili getirenlere cevap olarak şöyle demiştir: “Ka’b’ın öldürülmesi
kıssasında suikast saldırılarının caiz olmasına bir delil yoktur. Zira Ka’b b.
El-Eşref’in öldürülmesi Müslümanların yöneticisi olan Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in emriyle gerçekleştirilmişti. Ka’b, anlaşma kapsamında olan
halktan idi. Anlaşmaya ihanet edince, Müslümanları onun kötülüklerinden korumak
için öldürülmesine izin verilmesi gerekli oldu. Onun öldürülmesi yöneticinin
izni olmaksızın, insanların ferdî olarak veya onlardan bir cemaatin
tasarrufuyla gerçekleşmemiştir. Bugün bu alanda bilinen suikast saldırıları ise
böyle değildir. Bu taşkınlığı İslam onaylamaz. Çünkü bu, İslam ve Müslümanlar
hakkında büyük kötülüklere sebep olur.”[1]
Ka’b
b. El-Eşref öldürüldüğünde müminler kuvvetli idiler. Bu olaydan sonra
Yahudilerin kuvveti kırılmıştır. Onlardan her biri ancak korkarak
sabahlamışlardır. Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın
es-Sarimu’l-Meslul’da anlattıklarına bakınız.[2]
O zaman Müslümanlar kuvvetli olmaları ve
Yahudilere karşı koyabilecek hazırlıklarının bulunması sebebiyle Ka’b’ı öldürdüklerini
ilan etmişlerdi.
Ama bugün onlar birçok ülkelerde yaptıkları patlatma
ve suikast saldırılarından sonra kaçıyorlar ve onların dışındaki suçsuz
kimseler de bu yüzden şiddetli belalara uğruyorlar.
Yine Müslümanlar – bu günlerde görüldüğü
gibi – misilleme yapacak güce sahip değildirler. Düşmanların bu kimselerin
yaptıkları sebebiyle dininize ve ümmetinize musallat olmaları güzel görülebilir
mi?
Eğer: “Onlar bu saldırılardan önce zaten
bize karşı musallat olmuşlardır” denilirse,
Ümmetin yükünü hafifletmeye çalışmanız mı
yoksa daha da ağırlaştırmaya çalışmanız mı gerekir? Kötülüğün azaltılması dinî
bir hedef değil midir? Yoksa durum şöyle dedikleri gibi midir?: “Onlara
kumaş dokudum, fakat onlar için kumaş dokuyacak kimse görmedim. Bunun üzerine
dokuma tezgâhımı kırdım."
Ka’b b. El-Eşref haince öldürülmemiştir.
Nevevi’nin Muslim şerhinde[3]
Kadı Iyaz’dan – Allah her ikisine de rahmet etsin - naklettiği sözlere bakın.
Fakat bugün yapılanlar hainlik kapsamının dışında kalmaz.
Sahabe sadece Ka’b’ı öldürmüştür. Zira
sadece onun öldürülmesine izin verilmişti. Ama bu kimseler yaş ya da kuru her
şeyi yok ediyorlar. Çünkü patlatma eylemlerinin ne yuları ne de gemi vardır!
Geçen açıklamalar, aynı zamanda Yahudi Ebu
Rafi Sellam b. Ebi’l-Hukayk’ın ve benzerlerinin öldürülmesini delil getirenlere
de bir cevaptır. Allah en iyi bilendir.
Burada iki önemli mesele vardır:
Birincisi: Had cezalarını kim uygular?
Yönetici mi, yoksa halktan herkes uygulayabilir mi?
İkincisi: Yönetici had cezalarını uygulamazsa
halktan birileri – ayrıntıya gitmeksizin – onu uygulayabilir mi?
Birinci meseleye gelince:
Ehl-i Sünnet’in zikrettiği görüş şudur: Had
cezalarını uygulama hakkı başkalarının değil, yalnız yöneticinin hakkıdır.
Kimsenin bu konuda çekişmesi caiz değildir. Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel
rahimehullah şöyle demiştir: “Fe’y’in taksimi ve had cezalarının uygulanması
yöneticilere aittir. Hiç kimse bu konuda onları eleştiremez ve onlarla
çekişemez.”[4]
İbnu’l-Medinî rahimehullah da aynısını dile
getirerek şöyle demiştir[5]:
“Fe’y’in taksimi ve had cezalarının uygulanması yöneticilere aittir. Hiç kimse
bu konuda onları eleştiremez ve onlarla çekişemez.”[6]
El-Lalkâî, İbnu’l-Medinî’den bir kimsenin
haricilere ve hırsızlara karşı kendisini savunabileceğini söylediğini ve şöyle
dediğini nakleder: “Bütün rivayetler bunların öldürülmesini değil, sadece
vuruşulmasını emretmektedir. Ona had cezasını kendisi uygulayamaz. Lakin onun
durumunu Allah’ın yönetici kıldığı kimseye havale eder ve o da bu konuda
hükmeder.”
Nitekim Kadı allame Şevkanî rahimehullah bu
konuda icma olduğunu açıklayarak şöyle demiştir:
“Lakin bu görevin yöneticiye ait olduğuna şu
husus ile delil getirmek mümkündür: Bize mütevatir olarak geldiğine göre Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem zamanında, onun huzurunda ve onun emriyle olması
dışında hiç kimse had cezası uygulamamıştır. Raşid halifeler döneminde ve
onlardan sonraki bütün asırlarda ve şehirlerde de durum böyleydi. Art arda
gelen asırlarda durum böyle devam etmiştir. Bütün bunlar had cezalarını
uygulama işinin yöneticiye ait olduğunu göstermektedir. Yöneticinin veya İslam
sultanlarının bulunduğu zaman had cezalarını onlar uygular. Eğer İslam
yöneticisi veya Allah’ın hadlerini uygulayacak kimse yoksa bu farz Müslümanlara
farz- kifaye olur. Bu cezalar bir kimseden ancak uygulanmakla düşer. Bu farzlığın
aslı Müslümanlara yönelik olarak kalmaya devam eder..”[7]
Fıkıh kitaplarına[8] bakan âlimlerin
sözlerinin bu nakledilenlerin dışına çıkmadığını görür. Ancak kölesine veya
cariyesine karşı efendinin durumu bundan hariçtir. Bu konunun ayrıntılarına
girmenin yeri burası değildir.
Şemsuddin Ebu’l-Ferac el-Makdisi’nin
Şerhu’l-Kebir’deki şu sözleriyle icma iddiasına delil getirilmiştir: “Bir
mesele: Had cezasını yönetici veya onun görevlendirdiği kişiden başkasının
uygulaması caiz değildir.” Zira bu Allah Teâla’nın hakkıdır ve bu mesele
içtihada muhtaçtır. Bu işi hakkıyla yerine getiremeyecek kimseye güvenilemez…”
Sonra re’y ehlinin köle veya cariyeye had cezasının efendisi tarafından
uygulanmasını yasaklamalarını ve bu görevin de yöneticiye ait olduğu
görüşlerini zikreder. Onlar derler ki: “…Çünkü had cezası ancak delil ve ikrar
ile farz olur. Bunun için; şahitlerin adil olması, hep birlikte gelmeleri veya
aynı mecliste bulunmaları, zinanın hakikatinin zikredilmesi ve diğerleri gibi
bir fakihin bilmesi gereken şartlar gözetilir. Yine bir fakih, bu konudaki
ihtilafları, bu konudaki doğru görüşü, ikrarı vb. bilmelidir. Tıpkı hür
kimselerin had cezalarında olduğu gibi bu görev yöneticiye veya onun
görevlendirdiği kimseye havale edilir…”[9]
Bu söz ile İmam Ahmed ve İbnu’l-Medini’nin
sözleri muhaliflerin görüşüne aykırıdır. Zira onların sözündeki: “Had
cezalarının yöneticilere ait olması geçmiştir” ifadesi, ilim ehlinin görüşünün
bu şekilde geçtiğine ve müminlerin yolunun bu olduğuna bir delildir. Nitekim
Şevkanî bunu açıkça belirtmiştir. Bu konuda yöneticilerle çekişen için şu
durumlar söz konusudur:
1- Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in esaslarına
muhalefet etmiştir.
2- Anlaşılacağı gibi, yöneticilere karşı
fitnelerin kapısını açmıştır.
3- Müslümanlar arasında kargaşa kapısını
açmıştır. Zira had cezalarının uygulanması içtihada muhtaçtır. Had cezasını
hakkıyla yerine getiremeyecek kimselere bu konuda güvenilemez. Bu işin
yöneticiye bırakılması gerekir.[10]
Aksi takdirde bu çekişme kapısını açar.
Bunun fitneye götüreceğinde bir şüphe yoktur. Bazen bu, cahiliyye naralarının
atılmasına, ırkçılığa, grupçuluğa, mezhepçiliğe ve benzerlerine sebep olur. Ama
yönetici içtihadını uygulayacak kuvvete sahiptir. Bu işi yönetici uyguladığı
zaman bahsedilen kötülüklerden yana ona güvenilir. Allah en iyi bilendir.
Sizler bugün Müslümanların yöneticileri veya
onların vekilleri misiniz? Bu konuda yöneticilerle çekişmek için deliliniz
nedir? Sünnet ve seleften gelen uygulama, bu işte çekişilemeyeceğini
göstermektedir. Sizler selefe tabi olanlar mısınız?
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah da
yöneticilerin zulmüne sabretmeyi emreden hadisler zikrettikten sonra şöyle
demiştir: “Onların zulümlerine sabretmek, onların haklarını vermek ve mazlumun
hakkını Allah’tan istemek emredilmekle beraber, mazlumun bu gibi hallerde isyan
ederek savaşmasına izin verilmemiştir. Çünkü böyle bir durumda savaşmak
fitnedir. “Malı uğrunda öldürülen şehittir, dini uğrunda öldürülen şehittir” buyrulmuştur. Şayet hırsızla vuruşursa bu
fitne olmaz. Çünkü bütün insanlar bu konuda yardımcı olurlar. Zalim kimse
dışında halktan kimse zarar görmez. Yöneticilerle savaşmak ise bunun tam
aksinedir. Zira bunda fitne vardır. Onların zulmünden daha büyük kapsamlı bir
kötülüğe sebep olur. Bu konuda meşru olanı sabretmektir.”[11]
İkinci Mesele: Yönetici had cezalarını
uygulamazsa bakılır; hisbe ehli/polislerin bunu uygulama imkânları var mıdır?
Veya bu, büyük âlimler ve benzerleri tarafından, ağır basan kötülük bir tarafa,
büyük kötülüklere sebep olmadan uygulanabiliyor mu? Şüphesiz bu meselenin
ayrıntıları vardır. Eğer bunu yerine getirmeye imkân varsa zalim engellenir,
mazluma yardım edilir. – Daha önce geçtiği gibi - yönetici veya halka karşı bir
kötülük meydana gelmeksizin kötülüğün kapısı kapatılır. Delillerin genel
ifadelerine ve dinin kaidelerine uygun olan budur. Nitekim Şeyhulislam İbn
Teymiyye rahimehullah şöyle demiştir[12]:
“Doğru görüş, “Eğer bunu adaletle yerine getirmeye güç yetirebilirlerse,
had cezalarını yalnızca yönetici ve onun vekilleri uygulayabilir” diyenin
görüşüdür. Fakihlerin dedikleri gibi bu iş yöneticiye aittir. Bu konuda sadece
yönetici adil olabilir ve güç yetirebilir… Aynı şekilde, yönetici had
cezalarını uygulamazsa veya ondan aciz kalırsa, başkasının bu cezayı uygulama imkânı
var diye bu işin ona havale edilmesi gerekmez…”
“Bu farzlarda asıl, onun en güzel şekilde
yerine getirilmesidir. Yönetici tarafından yerine getirilmesi mümkün olduğu
zaman ikinci bir kişiye ihtiyaç olmaz. Şayet bunu yönetici yerine getirmezse ve
bu cezaların uygulanması, uygulanmamasından daha büyük kötülük getirmeyecekse
sultandan başkaları uygular. Zira bu iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak
kapsamındadır. Eğer bu cezaların uygulanması halinde yönetici veya halk
hakkında daha fazla kötülük meydana gelecekse, bir kötülük daha kötüsüyle
giderilmez. Allah en iyi bilendir.”[13]
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın
kararı delillere ve kaidelere uygundur. Bir şeyin tamamı ele geçmezse, ele
geçen kısmı terk edilmez. Maslahatları ve mefsedetleri gözetmek dinde önemli
bir meseledir. Ancak bu meselenin kayıtları ve şartları vardır. Kapı herkese
açık değildir.
Şeyhulislam İbn Teymiyye rahimehullah’ın
koyduğu şartlarla beraber zikrettiği şeylerde ümmete zarar verecek bir kötülük
yoktur. Muhaliflerin yaptıklarında ise daha önce zikredilen kötülükler söz
konusudur. Zira yönetici aciz olursa had
cezalarının uygulanmasında fitne olmaz. Çünkü o zayıf ve acizdir. Eğer yönetici
bunu yerine getirmiyorsa, Şeyhulislam fitneden selamette olmayı şart koşmuştur. Yine halkın da fitneden salim olmalarını şart
koşmuştur. Bu, onun kararlaştırdığı görüşün tamamındandır. Allah’a hamd olsun.
Aksi halde maslhatların ve mefsedetlerin
ancak dinin ölçülerine göre takdir edileceğinin bilinmesi gerekir. Büyük âlimler
bu alanın uzmanlarıdır. Bu kapı herkese açık değildir.
Muasırların yaptıkları şeyler kötülükler
olarak geri dönmektedir. Bu nerede, imamların menheci nerede?
Her hâlükârda, Şeyhulislam’ın zikrettiği
şartlardan birinin yerine gelmemesi halinde halktan fertler, kötülükleri
engellemek için had cezalarını uygulamayı terk ederler.
Muhtemelen bu sebeple fazilet sahibi Şeyh
Salih el-Fevzan hafazahullah şöyle demiştir: “Özetle, had cezalarının
uygulanması sultanın yetkilerindendir. Eğer Müslümanların sultanı bulunmuyorsa
iyiliği emredip kötülüğü yasaklamakla, Allah Teâla’ya hikmet ve güzel öğüt ile
davet etmekle ve en güzel olan mücadele ile yetinilir. Fertlerin had cezalarını
uygulamaları caiz değildir. Çünkü bu – anlattığımız gibi – karışıklığa ve
fitnelerin meydana gelmesine sebep olur. Bunda, ele geçecek maslahattan daha
büyük kötülükler vardır. Kabul edilen din kurallarından birisi, kötülüklerin
engellenmesinin, iyiliklerin elde edilmesinden önce gelmesidir.”[14]
Şeyh Abdulaziz b. Baz rahimehullah, kendilerine
güvence verilenlerden kabalık edenler hakkında sorulan bir soruya cevap
verirken onların şer’î mahkemeye havale edileceklerini zikretmiştir. Şer’î bir
mahkeme olmadığı zaman ne yapılacağı sorulunca da şöyle cevap vermiştir: “Şer’î
bir mahkeme bulunmazsa sadece nasihat edilir. Yöneticilere nasihat edilir ve
onlar hayra yönlendirilirler. Bu konuda Allah’ın diniyle hükmetmelerine kadar
onlarla yardımlaşılır. Ama iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan el uzatır,
öldürür veya vurursa bu caiz değildir. Lakin yöneticilerle Allah’ın kullarına
Allah’ın diniyle hükmetmelerine kadar en güzel şekilde yardımlaşılır. Aksi
halde nasihat etmek, onu hayra yönlendirmek, kötülüğe en güzel şekilde karşı
çıkmak gerekir. Yapılması gereken budur. Allah Teâla: “Allah’tan
gücünüz yettiği kadar sakının” (Tegabun 16) buyurmuştur. Çünkü el ile
karşı çıkmak, öldürmek veya dövmek daha fazla kötülüğe sebep olur. bu konuyu
bilen hiç kimse şüphe etmez ki, bu daha büyük kötülük getirir.”[15]
Şayet şöyle denilirse: Bazı sahabelerin bazı günah işleyen
kimseleri had cezası olarak öldürdüklerine dair rivayetler gelmiştir. Bunlardan
birisi de şudur:
Ömer b. El-Hattab
radıyallahu anh Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e muhakeme olmayı kabul
etmekten yüz çeviren birini öldürmüştür.
Hafsa bt. Ömer
radıyallahu anha sihir yapan bir cariyenin öldürülmesini emretmiştir.
Cundeb el-Hayr b.
Ka’b el-Ezdî radıyallahu anh – sahabeden oluşu hakkında ihtiaf bulunsa da – bir
sihirbazı öldürmüştür.
A’mâ bir adam Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem’e hakaret eden bir cariyeyi öldürmüştür.
Cevap: Bu kıssalardan bazısı sahih olarak
gelmiş, bazısı ise sahih değildir.
Selefin uygulamasında genel durum, had
cezalarını sultana bırakmak ve bu konuda onunla çekişmemektir.
Ömer radıyallahu anh’ın öldürdüğü münafık
hakkındaki kıssa sahih değildir. Bilakis sahih olan rivayetlere de aykırıdır. Nitekim
Ömer radıyallahu anh, Hatıb’ın öldürülmesi için Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’den izin istemiştir. Bununla beraber onun öldürülmeyi hak ettiğine
inanıyordu. Bunun gibi bazı hallerde Ömer radıyallahu anh, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’den bazı insanları, kendiliğinden öldürmek için öne
atılmaksızın, izin istemişti.
Zikredilen bazı şeylere karşı çıkanlardan
biri müminlerin emiri Osman radıyallahu anh’dır. O zaman Osman radıyallahu anh,
Abdurrahman b. Zeyd’e sihir yapan cariyeyi öldürmesini emreden Hafsa
radıyallahu anha’ya karşı çıkmıştır:
Ahmed’in[16] rivayet
ettiğine göre bu haber Osman radıyallahu anh’e ulaşınca o buna karşı çıkmıştır.
Bunun üzerine Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuma gelmiş, cariyenin durumunu
haber vermiştir. Der ki: “Sanki Osman kendisinin izni olmadan bu iş yapıldığı
için karşı çıkıyor gibiydi”
İbn Ebi Şeybe’nin[17]
rivayetine göre bu haber Osman radıyallahu anh’a ulaşınca şiddetle karşı
çıkmıştı. İbn Ömer radıyallahu anhuma ona gelmiş ve o cariyenin sihirbaz
olduğunu ve bunu itiraf ettiğini söylemişti. Onun yaptığı büyüyü bulmuşlardı.
Osman radıyallahu anh buna sadece kendisinin izni olmadan öldürüldüğü için
karşı çıkıyor gibiydi.
Beyhaki’nin[18]
rivayetinde; bu haber Osman radıyallahu anh’e ulaşınca buna öfkelendi. İbn Ömer
radıyallahu anhuma ona geldi ve şöyle dedi: “O cariye sihirbaz idi. Sihir
yaptığını da itiraf etti ve o büyüyü çıkardım.” Bunun üzerine Osman radıyallahu
anh vazgeçti. İbn Ömer radıyallahu anhuma dedi ki: “Sanki kendisinin emri
olmadan öldürüldüğü için öfkelenmişti.”
Şerhu’l-Kebir[19] adlı
kitabın sahibi de bununla delil getirerek şöyle demiştir: “Hafsa radıyallahu
anha’nın fiiline gelince, Osman radıyallahu anh ona karşı çıkmış ve bu
kendisine ağır gelmiştir…”
Bu, müminlerin emiri olan Osman radıyallahu
anh’ın Hafsa radıyallahu anha’ya sihirbaz cariyeyi kendisinin izni olmadan
öldürmesinden dolayı karşı çıktığına dair açık bir delildir. Şayet Hafsa
radıyallahu anha’nın fiilinin caiz olduğunda ittifak olsaydı Osman radıyallahu
anh ona şiddetle öfkelenmezdi.
Şerhu’l-Kebir’de[20],
efendinin, cariyeyi sopayla cezalandıracağı, ancak bir rivayette el kesme veya
öldürmenin sultan tarafından yapılacağı geçer. Zira efendi kölenin sahibidir.
Şafii’nin mezhebinin zahiri de budur…”
Sahabe ve onlardan sonrakiler ihtilaf ettikleri
zaman onların sözlerinden harici delillerle, âlimlerin çoğunluğunun görüşüyle,
dinin kaideleri ve ruhuyla destekleneni tercih ederiz. Bütün bunlar had
cezalarını uygulama işinin sultana bırakılmasını ve bu konuda çekişmemek
gerektiğini desteklemektedir.
Yine şöyle denilir: Hafsa radıyallahu anha
tevilde bulunmuştur. Cariyesi hakkında bu tevili yapmaya daha hak sahibidir.
Çünkü o, cariyesini te’dib edebilir, ona had cezası uygulayabilir. İbn Ömer
radıyallahu anhuma’nın: “Onun cariyesi sihirbaz idi ve sihir yaptığını itiraf
etti, o büyüyü çıkardım” demesi de bunu destekler. Allah en iyi bilendir.
Sizler yöneticiler misiniz yoksa had cezası
uyguladığınız kimseler köleleriniz ve cariyeleriniz olup siz onların efendileri
misiniz?
Siz ne onlardan ne de bunlardan olmadığınıza
göre, Hafsa radıyallahu anha kıssasını neden delil getiriyorsunuz? Çoğunluğun
buna ruhsat vermediğini, Osman radıyallahu anh’ın buna karşı çıktığını ve Hafsa
radıyallahu anha’nın cariyesinin sihirbaz olması sebebiyle onu öldürdüğüne delil
getirdiğini görüyorsunuz. Bütün bunlar sizin aleyhinizdedir!
Cündüb el-Ezdî sihirbazı öldürdüğünde Velid
b. Ukbe b. Ebi Muayt Cündüb’ün hapsedilmesine emir vermişti.[21]
O bir sahabe idi ve Osman radıyallahu anh onu Kufe valisi olarak atamıştı. Bu
da onun Cündüb’e karşı çıktığını göstermektedir. Nitekim bu Osman radıyallahu
anh’ın emriyle olmuştur. Çünkü Velid, Osman radıyallahu anh’ın Kufe valisi idi.
Allah en iyi bilendir.
Bazıları, bazı kâfirlere, yöneticiye başvurmaksızın suikast saldırısı
yapmanın caiz olduğuna şunu delil getirmişlerdir: Ebu Davud, Nesaî ve başkaları[22]
İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan şu hadisi rivayet etmişlerdir:
“Âmâ bir
adamın bir ümmü veledi/kendisine çocuk yapan cariyesi vardı, Nebi sallallahu
aleyhi ve sellem’e söver, onun hakkında yakışıksız şeyler söylerdi. Âmâ onu
bundan nehyeder, fakat kadın vazgeçmez, âma yine onu men eder ama dinlemezdi.
Kadın bir gece Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında yakışıksız
şeyler söylemeye, ona sövmeye başladı. Bunun üzerine âmâ hançeri aldı kadının
karnına sapladı ve üzerine yüklenip onu öldürdü. Ayakları arasına bir çocuk
düştü. Kadın orayı kana buladı. Sabah olunca olay Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem'e anlatıldı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem halkı toplayıp
şöyle dedi:
“Yapacağını yapmış olan
şu adamı Allah’a havale ediyorum, şüphesiz benim onda bir hakkım var, ama ayağa
kalkarsa müstesna.” Bunun
üzerine âmâ kalktı, safları yararak ve titreyerek Nebi sallallahu aleyhi ve
sellem'in önüne gelip oturdu ve:
“Ey Allah’ın
Rasûlü! Ben o cariyenin sahibiyim. Sana söver ve senin hakkında çirkin sözler
söylerdi. Onu nehyederdim dinlemez, men ederdim vazgeçmezdi. Benim ondan inci
tanesi gibi iki oğlum var. O bana karşı da yumuşaktı. Dün gece yine sana
sövmeye ve hakkında çirkin sözler söylemeye başladı. Ben de hançeri alıp
karnına sapladım, üzerine yüklenip onu öldürdüm!” dedi. Bunun üzerine
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Dikkat
edin! Şahid olunuz ki o kadının kanı hederdir” buyurdu.
Diyorlar ki,
“Bu a’mâ cariyesini Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e sövdüğü için
öldürdü ve Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem de ona karşı çıkmadı. Biz de
Müslümanların ülkelerine giren bu kimselerin çoğunun ülkelerimize bu cariyeden
daha fazla zarar verdiklerini görüyoruz. Onları öldürdüğümüz için bize neden
karşı çıkıyor ve onların durumunu yöneticilere bırakmamızı neden gerekli
kılıyorsunuz?
Bu şüpheye
inşaallah birkaç açıdan cevap verilecektir:
Birincisi: Kadı’nın
– özellikle kanlar hususunda - ancak delil ile hükmedebileceği bilinmektedir.
Bu kıssada da Nebi sallallahu aleyhi ve sellem – adam katil olmakla beraber –
a’mâ adamın sözüyle amel etmiştir. Bu hüküm Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e
hastır. Çünkü diğer kadıların aksine, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in
delillere başvurmadan kendi bilgisiyle hüküm vermesi caizdir. Bu da ancak Allah
Azze ve Celle’nin Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e vahyetmesi ile olmaktadır.
Nitekim
es-Sindî Sunenu’n-Nesaî ta’likinde[23] şöyle demiştir: “Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem vahiy ile o adamın doğru söylediğinden haberdar
edilmiş olabilir.”
Şayet: Bu
delilsiz olarak hadisin tahsis edilmesidir denilecek olursa
Cevap: Bunu
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in şu sözü tahsis etmektedir: “Şayet
insanlara iddia ettikleri her şey verilecek olsaydı, insanlar kişilerin
kanlarını ve mallarını iddia ederlerdi. Lakin yemin, iddia edene düşer.”[24] Hadis,
sadece iddiaya itibar edilmeyeceğine delil olmaktadır.
Nitekim Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sizler davalarınızı
bana getiriyorsunuz. Biriniz delilini diğerininkinden daha kuvvetli sunabilir
ve onun lehine hükmedebilirim…”[25]
Bu, Nebi
sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlar arasında delil ile hükmettiğini
göstermektedir. Nitekim bazen kendi bilgisiyle hüküm vermiştir. Bu da kendisine
has özelliklerdendir. İlim ehlinin tercih edilen görüşüne göre başkaları bu
hükümde değildir.
İkincisi:
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in halktan fertlere ölümü hak edenleri
öldürmeleri için ruhsat vermediğini gösteren hususlardan birisi, a’mâ adamın
insanları yararak ve titreyerek gelmesidir. Yani yaptığından dolayı korkuyordu.
Bir rivayette: “sallanarak geldi” şeklindedir. Bu, yürüyüşte sarsılmak
demektir. Şayet a’mâ adam yaptığı şeyin ruhsat verilmiş bir fiil olduğunu
bilse, bunun sonucundan ve Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in öfkelenmesinden
korkmazdı.
Yine, a’mâ
adam başlangıçta yaptığı şeyi itiraf etmemiştir. Bilakis oturanlarla beraber
oturmuş, yaptığı şeyi ancak Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlara: “Yapacağını
yapan adamı Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz benim onun üzerinde bir hakkım
vardır. Ancak kendisi kalkarsa müstesna” diyerek yaptığı vaazından sonra
haber vermiştir. Bu da a’mâ adamın bu işte ruhsat verilmediğini bildiğini gösterir.
Üçüncüsü: A’mâ
adam, ümmü veled cariyesini kendisine ait olduğu için, had cezasını gerektiren
bir suç işlediğinde efendisi olarak onu cezalandırabileceği ve öldürebileceği
görüşünde idi. Bununla beraber, daha önce açıklandığı gibi bu, tercih edilmeyen
bir görüştür. Sizler ise yönetici olmadığınız gibi Müslümanlardan ve
diğerlerinden öldürdüğünüz kimselerin efendileri de değilsiniz!
Dördüncüsü:
Şayet bu hükmün insanlardan fertlere de caiz olduğunu kabul edersek, şüphe yok
ki olacak olan olur. Şayet bu durum daha büyük kötülüklere sebep olmasaydı,
meydana gelenler bunun aksine bir şekilde gerçekleşmezdi. Anlaşmalı kimseleri
halktan fertler öldürürse bu büyük bir kötülüğe sebep olur. Vakıa sizlerin
Müslümanları ve diğerlerini öldürmekle kalmadığınızın en büyük şahididir.
Bilakis sizler kendinizi de öldürmektesiniz! Delil nerede, iddia nerede?
Bu
fikirlerin sahiplerinden birisi maksadını gerçekleştirmekten aciz kaldığında kendisini
öldürmeye ve imkân bulursa kendisiyle beraber aynı fikre ortak olduğu
kardeşlerini de öldürmeye kalkışıyor. Yakalanıp sırlarının ortaya
çıkarılmasından korkuyorlar. Böylece birçok suçları bir araya getirmiş
oluyorlar. Bu, âlimlerin menhecini terk edip dinini oradan buradan öğrenenlerin
akibetidir. Kötü sondan Allah’a sığınırız!
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’in
“Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” dememeleri için İbn Selul’ü öldürmeyi terk
ettiğini bilmiyorlar mı? Halbuki İbn Selul, Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e
söverek öldürülmeyi hak etmişti.
Allah Azze ve Celle’nin şu ayetini
bilmiyorlar mı? “Müşriklerin Allah'tan başka yalvardıkları putlara sövmeyin
ki, onlar da haddi aşarak bilmeden Allah'a sövmesinler” (En’am 108)
Bu kimseler; “Kâfirlerin kurban olduğunu açıklamayanlar bozguna
uğramışlardır” diyor. Peki bu nasıl oluyor? Halbuki ayet zayıflık
hallerinde müşriklerin öldürülmesi bir tarafa, onlara sövmekten dahi
yasaklamaktadır! Kur’an yenilgiye ve başarısızlığa mı davet ediyor? Zayıflık
haliyle kuvvet halini ayırt etmiyorlar mı?
Bunlar bize bu kimselerin fıkhının, selefin oldukça önem verdiği bu
konuda nereye vardığını göstermektedir.
Şeyhulislam rahimehullah’ın şu sözlerini[26]
düşünün: “Maslahatlarla mefsedetler ve iyiliklerle kötülükler çelişirse veya
bunlar karışırsa bunlardan ağır basanının tercih edilmesi gerekir. Zira emir ve
yasaklama maslahatın elde edilmesini ve mefsedetlerin def edilmesini içeriyorsa
buna çelişen duruma bakılır; eğer kaçırılan maslahatlar veya meydana gelen
mefsedetler daha çoksa bu emredilen bir şey olmaz. Hatta mefsedeti
maslahatından çok ise bu haram olur. Lakin maslahatlar ve mefsedetler dinin ölçüleriyle
tartılır. İnsan naslara tabi olmaya ne zaman güç yetirirse bundan sapamaz. Aksi
halde benzerlerini bilerek görüşüyle içtihat eder. Bundan ve hükümlere delaletinden
haberdar olan kimsenin naslara ihtiyaç duyması azdır”
Şeyhulislam’ın sözlerindeki maksat açıktır. Burada maksadın şu olduğu
kabul edilmiştir: kişi başka bir nas ile çelişmedikçe nas ile amel eder. Daha
önemli olan bir şeyi kaçırmadığı sürece veya delilin yasakladığı daha kötü bir
şey meydana gelmediği sürece delil ile amel eder. Ama naslar çelişirse
maslahatlarla mefsedetleri tartar. Bütün bunlarda ölçü dindir. Naslardan
haberdar olan maslahatları ve mefsedetleri bilmede başarılı olur. Bu
konudaki sahih araştırmadan sonra daha önemli bir farzı yerine getirmek için
bir farzı terk eden kimse dinin naslarına tabi olmuştur. Nasların dışına çıkmış
olmaz.
Şeyhulislam rahimehullah şöyle demiştir[27]:
“İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak en büyük farzlardan veya
müstehaplardan olduğuna göre bunun maslahatının mefsedetine ağır basması
zorunludur. Çünkü rasuller bunun için gönderilmiş, kitaplar bunun için
indirilmiştir. Allah fesadı sevmez. Bilakis Allah’ın bütün emirleri maslahatın
kendisidir. Nitekim Allah Teâla iyiliği ve iman edip salih ameller işleyen
ıslahatçıları övmüş, fesadı ve fesatçıları birçok yerde kötülemiştir. İyiliği
emir ve kötülüğü yasaklamanın mefsedeti, maslahatından fazla ise bir farz terk
edilmiş yahut bir haram işlenmiş olsa dahi Allah onu emretmemiştir.”
Yine şöyle der[28]: “Lakin
şayet kötülüğe karşı çıkmak, ancak ondan daha çirkin olanıyla devam ediyorsa,
kötülüğün bu şekilde giderilmesi de bir kötülüktür. İyilik, ancak mefsedeti
maslahatından fazla olan karşı çıkmayla elde edilebiliyorsa, bu iyiliği bu
şekilde kazanmaya çalışmak da bir kötülük olur.”
[4] Abdus b.
Malik el-Attar’ın Ahmed b. Hanbel’den rivayet ettiği Usulu’s-Sunne (s.66 no:30)
bkz.: el-Lalkâî, Şerhu Usuli İtikadi Ehl-i’s-Sunne (1-2/160)
[7]
Vebilu’l-Gamam Ala Şifau’l-Evam (2/332) Muhammed Subhi Hallak hafazahullah’ın
tahkikiyle, Mektebetu İbn Teymiyye ve Mektebetu’l-İlm baskısı. Bkz.:
Ebu’l-Hasen Yahya b. Ebi’l-Hayr el-İmranî eş-Şafiî el-Yemenî – vefatı hicri
558) el-Beyan Fi Mezhebi’l-İmam Şafiî (12/376) Kasım b. Muhammed en-Nurî
tahkikiyle, Daru’l-Minhac baskısı.
[8] Mesela
Şemsuddin el-Makdisi’nin Şerhu’l-Kebir’ine (26/175-176) bakınız. Tahkik: Şeyh
Abdullah b. Abdulmuhsin et-Turkî. Hecr baskısı.
[13] Buna benzer açıklamalar için Şeyh İbn Baz
rahimehullah’ın sözlerine bakınız Mecmuun Fetava ve Makalatun Mutenevvia
(6/64-65)
[17]
El-Musannef (9/416 no:7961, 10/135-136 no: 9029) kıssanın aslı için bkz.:
el-Muvatta ve Abdurrazzak’ın Musannef’i.
[22] Ebu
Davud (4361) Nesai (4070) Bkz.: Keşfu’l-Gumme Beyanu Hasaisi Rasulillah
sallallahu aleyhi ve sellem ve’l-Umme kitabının tahrici (s.234) isnadı
sahihtir.
[24] Buhari
(4552) Muslim (1711) “Delil getirmek iddia edene düşer” ziyadesi ile rivayeti
için bkz.: İrvau’l-Galil (4261)