Onunla Amel Eden Kimse Olmasa Bile Sahih
Hadisle Amel Etmenin Gerektiği
Şeyh el-Elbani rahimehullah Temamu’l-Minne
mukaddimesinde on dördüncü kaide olarak şöyle demiştir: “Onunla amel eden kimse
olmasa bile sahih hadisle amel etmek gerekir:
İmam Şafii radıyallahu anh meşhur
er-Risale’sinde şöyle demiştir: “Ömer b. el-Hattab radıyallahu anh baş
parmaktan dolayı on beş deve diyete hükmetmişti. Amr b. Hazm ailesindeki
mektupta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Her parmaktan dolayı on
deve gerekir” hükmü bulununca buna göre amel etmeye başladılar. Amr b. Hazm
ailesindeki mektubun Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in mektubu olduğu
sabit oluncaya kadar kabul etmediler. Bu hadiste iki delalet vardır: Birincisi;
haberin kabulüdür. Diğeri ise haberin sabit olduğu zaman kabul edilmesidir. İsterse
kabul ettikleri böyle bir haberle daha önceden imamlardan hiçbirinin uygulaması
olmasın. Yine imamlardan birinin bir uygulaması olsa, sonra Nebî sallallahu
aleyhi ve sellem’den bu uygulamaya aykırı bir haber bulunsa, Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen haber için bu uygulama terk edilir. Bu
gösterir ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisi bizatihi sabit
olur, kendisinden sonrakilerin ameliyle değil!”
İtiraz eden birisi şöyle
diyebilir: “Bizim sahabe ve onlara güzellikle tabi olanlardan birinin ameli
olmasa dahi bu hadisle amel etme hakkımız var mıdır?” Ona denilir ki: “Şayet
hadis, hadis ehline göre güvenilir yollarla sabit olmuşsa onunla amel etmek
gerekir. Dört imam ve başkaları gibi fıkıh imamlardan biri bu hadisle amel
etmiş olsun veya olmasın fark etmez. Yine şayet bir kimse: “Biz bu hadisle amel
eden bir sahabe veya tabiin bilmiyoruz” derse, ona denilir ki: Bizim bunu
bilmiyor olmamız, böyle bir şey olmadığını bilmemiz demek değildir. Onlar amel
etmiş, fakat bize nakledilmemiş olabilir. Allah Teâlâ dinini korumaya kefil
olmuştur. O da Kitap ve Sünnettir. Sahabenin ameline gelince sahabi masum
değildir, onun fiili bağlayıcı bir hüccet değildir. Ona vahiy gelmemektedir. Allah
Teâlâ sahabinin fiilini bizim için korumaya kefil olmamıştır. Biz sahabinin,
bildiği ve kendisine ulaşan hadis ile amel ettiğine hüsnü zan ederiz. Haberi
vahid denilen şey bile olsa sahabi onunla amel ederdi. Nitekim kıblenin
değiştirilmesi hakkındaki kıssa buna örnektir. Şayet haber nesh edilmiş veya
tahsis edilmiş ise, nesh eden veya tahsis eden, yahut takyid eden delil
bulunmalıdır. Böyle bir delil varsa bize nakledilir ki, bu da Allah’ın dinini
korumasındandır.
Sahih sünnet ile amel etmeden önce buna
aykırı bir rivayet bulunduğunu araştırmak gerekir mi?
Şeyh Abdulhayy b. es-Sıddık el-Gımarî
el-Hasenî şöyle demiştir: Taklitçilerin Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den
sabit olan sahih sünnetleri reddetmek için sebep olarak ileri sürdüğü
mazeretlerden birisi de hadis ile amel etmenin, ona muarız (aykırı bir delil)
bulunup bulunmadığını araştırmaya ihtiyacı olduğunu söylemeleridir. Bazen hadis
bir şeyin farz veya haram yahut mendup olduğuna delalet eder, halbuki bunun
aksini gösteren veya nesh edildiğini gösteren başka bir muarız bulunabilir
derler. Böyle bir şeyin varlığını veya yokluğunu tahkik etmeye de imamlardan
başkasının ehil olmadığını, onlardan sonra gelen alimlerin ise bunu bilmeye
yolları bulunmadığını da söylerler.
Taklitçilerin Rasûlullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in sünnetini arkalarına atmak ve hiçbir şekilde te’vil
ihtimali olamayan apaçık bir nas bile olsa, imamlarının sözlerini bunun önüne geçirmek
için vesile edindikleri mazeretlerden biri budur.
Onların bu mazeretleri batıldır. Delilden
yoksundur. Bu ancak taklitçilerin ve onların kuyruğu olan yeni yetmelerin
cehaletleri, donuklukları ve taassuplarına dayalı heveslerinden ibarettir.
Nitekim aşağıda gelecek deliller bunu gösterir:
Bu mazeretin batıl ve bozuk olduğunu
gösteren birinci delil: İmam Takıyuddin es-Subkî’nin İmam Şafii rahimehullah’ın:
“Hadis sahihse mezhebim odur” sözünün manası ile ilgili olarak yazdığı
risalesinde söylediği şu sözlerdir: “Şüphesiz sahih hadislere muarız olan bir
şeyin olmadığı üzerinde ittifak edilmiştir. Usulcüler haberi vahidin, mütevatir
habere, Kur’an’a, icmaya veya akla çelişik olmasının ancak bir varsayım
olduğunu, hakikatte böyle bir şeyin olmadığını söylemişlerdir. Kim böyle bir
şey iddia ederse ona açıklar ve reddederiz demişlerdir.
Yine haberi vahidlerden birbirine çelişik
olup araları cem edilemeyecek iki sahih haber bulunmamaktadır. Şafii hadisleri
araştırıp bu neticeye ulaşmış, bir çok yerde bunu açıklamıştır. Amel etmek için
sadece sıhhati hususunda duraklamış, muarızı bulunmayıp hadis sahih olduğu
zaman onunla amel etmek gerektiğini açıklamıştır. Usulcülerin söylediği şudur:
varsayımlar gerçek değildir. Bu önemli bir noktadır “Hadis sahih olduğu zaman
mezhebim odur” sözü buna işaret etmektedir. Zira bunu mutlak olarak söylemiş ve
sıhhati yanında başka bir şart zikretmemiştir. (Hafız Ebu’l-Feyz rahimehullah,
Mine’l-Mesnevî ve’l-Bettar s.84, el-Envar baskısı)
Takıyuddin es-Subkî, araları
bulunamayacak şekilde birbirine çelişik olan iki sahih hadisin bulunmadığını
beyan etmiştir. Şafii rahimehullah da bunu bir çok yerde açıklamıştır. Bu
yüzden hadisle amel etmek, o hadisin sahih olup olmamasına bağlıdır. Çünkü onun
hakikatte bir muarızı yoktur. Usulcüler varsayımların hakiki olmadığını
söylemişlerdir.
İşte bu bahsi geçen mazeretlerin batıl ve
bozuk olduğuna delalet etmeye yeterlidir. Çünkü din ilimlerinde önemli bir
konumları olan iki büyük imam bunu ifade etmektedirler. Bu iki büyük imamın
söylediği şeyi destekleyen unsurlar şunlardır:
İkinci delil: Aslolan dinde çelişki
olmamasıdır. Zira Allah Teâlâ dinini çelişkili olarak ve birbirine çelişmesi
için indirmemiştir. Bilakis Kur’an’ı ve vahyi birbirini tasdik edici olarak
indirmiştir.
Sünnet’in de Kur’an gibi olduğu hususunda
icma vardır. Hatta sünnet, “Allah’ın kitabı” ismine dahildir. nitekim Hafız İbn
Hacer Fethu’l-Bari’de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in “Aranızda Allah’ın
kitabıyla hükmedeceğim” deyip, onların aralarında ancak sünnetiyle hükmetmesi
hakkında şöyle demiştir: “Çünkü hepsi de Allah Teâlâ katından vahiydir. O
kendisine vahyedilen bir vahiyden başkası değildir. Bu, çelişki bulunmamasının
asıl oluşuna ve sahih hadise tutunmak gerektiğine delildir. Nitekim fıkıh usulünde
kararlaştırıldığı üzere nas bulunmadığı zaman asla tutunulur. Bu asıl,
hadislerde çelişki bulunmamasıdır.
Üçüncü delil; sahih hadis yakîn ifade
eder, ona çelişik olan şey ise varlığında şüphe bulunan bir ihtimaldir. Din
usulündeki kaidelerden birisi, kesin olan şeyin (yakînin) muhtemel varsayımla
terk edilemeyeceğidir.
Dördüncü delil: Sahabe radıyallahu anhum’un ameli zikredilen
bu şartın aksine olarak devam etmiştir. Zira onlar hiç duraklamadan ve muarızı
olup olmadığını araştırmadan hadislerle amel ediyorlardı. Kendilerine bir hadis
ulaştığı zaman ona tutunuyor ve gereğiyle amel ediyorlardı. Bu konudaki
hükümleri çoktur. Şayet bunlar araştırılsa, İbn Kayyım rahimehullah’ın İ’lamu’l-Muvakki’inde
dediği gibi cilt dolusu kitap çıkar.
Beşinci delil: Taklitçilerin, sahih
hadisle amel etmeden önce, ona muarız bulunup bulunmadığını araştırmak gerektiği
iddialarını kabul edecek olursak, imamların zamanına göre, şimdiki zamanımızda
bunu bilmenin çok daha kolay olduğunu söyleriz. Zira bizim zamanımızda, yeni
baskı teknolojisi sebebiyle sünnet kitapları sayılamayacak tür ve sayılarıyla
mevcuttur. Araştırmacı kesin olarak muarız bulunup bulunmadığını ortaya
koyabilir ve hiçbir tereddüt ve şüpheye yer kalmaksızın varılan hükme gönüller
mutmain olur. Bilindiği gibi bu durum imamların zamanında mümkün değildi. Onlara
ulaşan sünnet, bugünkü gibi tamamen tedvin edilmiş değildi, bilakis çeşitli
ülkelere dağılmış olan ravilerinin sadırlarında ezberlenmiş olarak hıfzedilmiş
idi.
Nitekim Mansur, İmam Malik rahimehullah’tan,
insanların kendisinin kitabıyla amel etmeye zorlamak için muvafakat istediğinde,
İmam bu mazereti gerekçe göstermiştir. İmam Malik bu fikri kabul etmemiştir. Zira
sahabe hadisleri işitmişler, rivayet etmişler, raviler değişik beldelere dağılmışlardır.
Halife er-Reşid yine anı şeye davet etmiş ve İmam Malik yine aynı gerekçeyi
göstermiştir.
Altıncı delil: kendilerine tabi olunan mezheplerin
imamları, sahip oldukları görüşlerin çoğuna Kur’an ve sünnetten umumî deliller
veya mutlak ifadeler ile hükümde bulunarak tutunmuşlardır. Halbuki bu umumi
ifadeleri tahsis eden (özelleştiren), mutlak ifadeleri takyid eden (kayda ve
şarta bağlayan) deliller mevcuttur. İmamların sözlerinde özellikle de Ebu
Hanife ve Malik’in görüşlerinde bunun örnekleri çoktur. Ahkam hadisleri
konusunda bilgisi olan herkes bunu iyi bilir. Bu konuların baızısında özel
araştırmalar yapılmıştır.
Onlar, görüşleri için açık bir delilin
bulunmasına rağmen, muarızın bulunmasını araştırma gereği duymamışlar, hadisle
amel etmek için böyle bir muarızı bilmeyi şart koşmamışlardır.
Bu
yüzden onların içtihatları birbirinden farklı olmuş, muarızlara vakıf olanlar, onların
görüşlerine reddiye vermişlerdir. Nitekim muarızı reddetmemişler, tahsis veya
takyid eden delil bulunduğunda, umumi ve mutlak delil ile amel etmeyi
sürdürmemişlerdir!
İbn Kudame’nin el-Mugni’sine, Nevevi’nin
el-Mecmu’una, Hafız İbn Hacer’in Fethu’l-Bari’sine, Şevkani’nin Neylu’l-Evtar’ına,
Emir es-San’an’i’nin Subulu’s-Selam’ına ve imamların görüşlerini ve delillerini
zikreden daha başka kitaplara bakanlar bu hakikati görürler ve ilimleri yakîne
erer.
Bu sebepler, İmam Şafii’nin Irak’taki
mezhebini terk edip Mısır’daki yeni mezhebine rücu etmesini gerektirmiştir. Bu
da, bu hususu pekiştiren şeylerdendir.
Yedinci delil; muarız bulunmadığını
bilmek, sünnet hakkında kapsamlı bilgiyi ve hükümleri idrak etmeyi gerektirir. Zira
muarız bulunmadığını bilmek ve kesin olarak muarız bulunmadığına hükmetmek
ancak bu özellikle mümkündür. Sünnet hakkında kapsamlı bilgi ya çok zor veya imkânsızdır.
Nitekim bizzat imamların kendileri bunu açıklamışlardır. İkametu’l-Hucce Ala
Ademi İhatatu Ehadin Mine’l-Eimmeti’l-Erbaa Bi’s-Sunne kitabında bu
açıklanmıştır.
Bu da zorunlu olarak; ümmette içtihadı
sahih ve makbul olan bir müçtehit bulunmamasını gerektirir. Bu şart ise
batıldır ve gerektirdiği sonuç da batıldır.
Sekizinci delil: sünneti terk etmek için
iller olarak öne sürülen bu mazeret donuktur. Bu mazeret, onların imamın
sözlerini de terk etmelerini gerektirir. Zira imamın sözlerinde de birçok
çelişki vardır. Aynı imamdan tek bir meselede hem haramlığına, hem caiz
olduğuna, hem mekruh olduğuna dair sözler rivayet edilir. Fıkıh kitaplarından
haberdar olanlar bunu bilir. Bu durum bütün mezheplerde bolca mevcuttur. Zira
imamın birçok sözlerinde bu çelişkili ifadeler sabit olmuştur. Bütün sözlerinde
de bu çelişkinin olması mümkündür!
Onlar böylece imamın sözüyle amel etmek
için de o söze aykırı bir muarız bulunup bulunmadığını araştırmak zorunda
kalırlar! Halbuki onlar bizzat, hadisin muarızını araştırmaya ehil
olmadıklarını, kendilerinin itiraf ettikleri gibi araştırmaya ehil değildirler!
Onlar yalnızca imamın araştırmaya ehil
olduğunu söylüyorlar!
Böylece azıcık aklı olan için hadisle
amel etmemek için öne sürdükleri bu mazeretin aslında Allah’ın şeriatının
tamamıyla amel etmeyi terk etmeyi gerektirdiği ortaya çıkmaktadır. İddia edilen
bu mazeretin gereği olarak insanlar olaylarda, ibadetlerde, muamelelerde ne Allah’ın
indirdiği kitapla ve sünnetle, ne de imamların sözleriyle sorumlu tutulamazlar,
çünkü sünnette veya falan imamın sözünde buna çelişen bir muarızın bulunması
ihtimali vardır! Subhanallah!
Bu düşüncenin batıllığını ve sapıklığını
açıklamaya gerek bile yoktur!
Dokuzuncu delil; Onların durumları
şaşırtıcı ve tuhaftır. Mazeretlerinin imamlarının sözleriyle amel etmeyi terk
etmeyi de gerektirdiğinden ya gafiller ya da bilmezden geliyorlar. Onlar
kitaplarında tek bir meselede imamlarının veya o imamın usulüne göre hareket
eden tercih ashabının çelişkili sözlerini zikrederler, çelişkili olmasına rağmen
bütün bunlarla amel edilmesini caiz ve hatta vacip görürler! Özellikle imamdan
veya mezhep içindeki meşhur imamlardan birinden iki görüş rivayet edilse, o
zaman tek bir meselede aynı şahıstan; farz kılan ve haram kılan veya caiz kılan
ve haram kılan her iki görüşte de
sakınca yoktur!!
Mezhepte
meşhur olan birbirine çelişik görüşlerle amel etmek caiz, hatta vaciptir!! Aklî
zorunluluk iki çelişik şeyin veya iki zıddın bir araya gelmesinin imkânsız
olmasını gerektirir. Zira onlar kendi akıllarıyla düşünmüyorlar, ancak başkalarının
akıllarıyla düşünüyorlar!!
İşte o taklitçilerin imamlarından rivayet
edilen çelişkili sözlerdeki amelleri ve uygulamaları böyledir!!
Mezheplerine aykırı olan sahih bir hadis
gördüklerinde, ona aykırı bir muarız bulunabileceği ihtimali sebebiyle, onunla
amel etmenin caiz olmadığını iddia ederler!!
Hak karşısında inat eden ve batıl
üzerinde donup kalan bu kimselerin akıllarına hayret! Nasılda meseleleri ters
yüz edip, cehaletin yuva yaptığı akıllarıyla, “belki muarız vardır”
ihtimaliyle, hevasından konuşmayan,
ancak vahiyle konuşan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadisiyle amel
etmeyi terk etmeye hükmediyorlar! Hâlbuki hakikatte itiraz ederek reddettikleri
ve amel etmekten yüz çevirdikleri hadislerin çoğunda böyle bir çelişki yoktur.
Onlar yalnızca, delilleriyle açıklandığı üzere bâtılın en bâtılı olan hevâ ile
itiraz ediyorlar!
İmamın veya mezhebindeki bazı âlimlerin
çelişkili sözlerine gelince, bunlarla amel etmeyi terk etmek için muarız olarak
görmüyorlar! Hâlbuki bu çelişkiler muhtemel veya zanni değil, mezhep
kitaplarında şahit olunan sabit çelişkilerdir!
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
sünnetini reddedip onunla amel etmeyi terk etmelerine sebep olan “çelişki
ihtimalinin ne olduğunu” da bilmiyor olmaları daha da hayret vericidir! Bununla
beraber İmamın veya mezhebindeki âlimin, gereğiyle ameli vacip kabul ettileri
sözündeki çelişkiyi ise bilmektedirler!
Onlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in sünnetini çelişkili görüyor, bu yüzden çelişki olup olmadığını
araştırmadıkça onunla amel etmeyi caiz görmüyorlar, böylece bu amelleri günahkârlıktır!
İmamlarının sözlerini çelişkiden
selamette görüyor ve bu yüzden hiç duraklamadan ve muarız araştırmadan onların
sözüyle amel ediyorlar!
Şayet kişiye içtihat et, sonra mümkün
olan en sapık şeyi ortaya çıkar denilse, bundan daha büyük bir sapıklık ve
aptallık ortaya çıkaramazdı.
Bu deliller, sünnet ile amel konusunda
muarız araştırmayı şart koşmanın batıl olduğunu kesin olarak ortaya
koymaktadır. Kime lafzının delaletini bildiği bir hadis ulaşırsa, mantukundan,
mefhumundan veya işaretinden gücü yettiği kadar anladığı şeyle hemen amel
etmesi farzdır. Muarız bulunup bulunmadığını araştırması gerekmez. Eğer amel
ettikten sonra ona muarız bir delil ortaya çıkarsa, fıkıh usulünde
kararlaştırılan yok ile iki delilin çelişmesi halinde tutulacak yola koyulur.
Sahabe ve tabiinin üzerinde oldukları yok
budur. Onlar işittikleri hadisle derhal amel ediyor, muarız bulunup
bulunmadığını araştırmıyorlardı. Sonra kendilerine bir muarız ortaya çıkarsa
gereğine göre amel ediyorlardı. Onların bu konudaki örnekleri çoktur.
Mezheplere uyanların sünnetle amel etmek
için koştukları bu şartı sahabeden ve tabiinden hiç kimse öne sürmemiştir. Kur’an
ve sünnet deliliyle onlar ümmetin en hayırlı ve en bilgili nesilleridir.
Hakkatte bu sünnete itiraz ve onu arkaya atıp mezheplerle ameli öne geçirmek
için utanç verici ve çirkin bir vesiledir!!
Ancak imamlarının çelişki, zahir, hakikat
ve mecaz içeren sözlerine çelişen bir delil olup olmadığını araştırmayı şart
koşmazlar!
Fıkıh kitaplarında aynı meselede hem
cevaz, hem haramlık, hem mekruhluk hükümlerinin zikredildiği birçok konu
sabittir. Bu, onların böyle bir şart koşmadaki, mezheplerini desteklemek ve onu
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetiyle amel etmenin önüne
geçirmek şeklindeki habis maksatlarına apaçık bir delil değil midir? Bu yüzden
Sünnetle amel etmemek için zayıf gerekçeler öne sürerler fakat imamlarının çelişkili
sözleriyle amel etmeyi vacip görürler!
Şüphesiz onlar bu görüşleriyle sapıklıkta
çok çok ileri gitmişilerdir. Bir de bunu “selefilik” olarak sunmaları yok mu,
Allah hâinlerin ve münafıkların dillerini koparsın! Amin.
Utanmaz ahlaksız saptırıcılar, “Allah’ın
indirdikleri ile hükmetmiyorlar” diye “Müslümanım” diyen kimseleri mürted ilan ediyor,
Allah’a ve rasulüne iftira ederek, bu kimselerle savaşmaya cihad diyorlar! Böylece Allah'ın indirdiğine aykırı hükümler uyduruyorlar!
Asıl cihad olan Yahudilerle ve diğer İslam düşmanlarıyla savaşmayı terk
ediyorlar, dinleri konusunda da insanları saptırıp şirke davet ediyor, mezhep
taklit ederek kendileri şirkin içinde bocalıyorlar.
Böyle ne yaptığını bilmeyen
kalabalıklardan beslenen, kameralar karşısında poz verme sarhoşluğuna düşmüş hoca
ve hatip taslaklarının yahut hükümetlerle oy ve seçim pazarlığına girmiş
şaklabanların mı hakikate uyarmasını, ittiba tevhidine çağırmasını
bekliyorsunuz? Bu davet asırlar önce geldi, bu asırlar içinde defalarca
müceddidler tarafından tekrar edildi, lakin gaflete dalmayı, yaşadığı gibi
inanmayı, “böyle gelmiş böyle gider”ci, hak ile bâtılı birbirine karıştırıp gri
tonlar elde etmeyi pek seven bir ümmet olmakta ısrarcı olduğumuzdan mıdır,
hakkın ifade edilmesi hiç işimize gelmiyor!