Putların Beşincisi: Irkçılık
İslam ülkeleri
insanlardan bir sınıfın, maalesef Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
nitelediği gibi; bizim tenimizden olan, bizim dilimizi konuşan cehennem
davetçisi bir sınıfın belasına uğramıştır. Onlar İslam ehlinin çocuklarıdır
fakat bu yüce dinin davetinden yüz çevirmişlerdir. Allah öncekileri bu din ile
yüceltip aziz kılmış, onları dünya hükümdarları ve âlemin efendileri kılmıştır.
Bu yüce şereften sonra müslümanların neslinin, İslam’dan başka bir şeye davet
ettiklerini, kavmiyetçilik/ırkçılık bayrakları altında toplanıp bir araya
gelmeye davet ettiklerini görüyoruz. Sonra ihtilaf ederek, kimisi: vatan,
kimisi ırk, kimisi dil unsurlarını ön plana çıkararak bunu yapmaktadırlar.
Din ise, onların davet
ettikleri unsurlardan değildir. Nitekim onlardan birçoğu dinin kavmiyetle bir
alakası olmadığını açıkça belirtmişlerdir.[1]
Irkçılık davetçilerinden
birisi olan Ali Nasıruddin, Ma’a’l-Kavmiyye kitabında şöyle diyor: “Arapçılık,
Müslüman olsun, Hristiyan olsun, biz eski mümin arapların dinidir. Çünkü
Arapçılık, İslam’dan ve Hristiyanlıktan önce de bu dünya hayatında mevcut idi. Müslümanların
peygamberin Kur'an'ına, Hristiyanların da Mesih’in İncil’ine bağlı oldukları ve
titizlik gösterdikleri gibi, bizim de Arap kavmiyetçiliğine titizlikle bağlı
olmamız gerekir.”
Mahmud Teymur adlı
yazar bütün açıklığıyla şöyle diyor: “Her asrın kutsal bir peygamberliği
bulunduğuna göre, Arap kavmiyetçiliği bu asırdaki Arap toplumunun peygamberlik
mesajıdır.”
Türk ırkçılığı
hakkında söylenen, yazılıp yayınlanan şeyler de herkesin malumudur. Bilmeyen
yeni nesil için Türkiye tarihinden çok kısa bir anekdot nakledelim:
“5.8.1935 tarihli
Cumhuriyet gazetesinden bir haber: “Atatürk yarım ilahtır. Türklerin babasıdır.
Hiçbir devlet şefi için bu kadar heykel dikilmemiştir.” 1928’lerde bir moda
vardı. Kemalizm'i bir din haline dönüştürmek isteyen çevreler Kemalizm’in
amentüsünü, nutuktan ilavelerle, Türk’ün yeni Kur’an’ını ve yeni sureleri
yazmışlar, camilere sıralar ve musiki aletleri koymayı arzulamışlardı…
Türkün yeni
amentüsü ise o zamanki resmi matbaalardan Hakimiyyeti Milliye matbaasında
basılmış ve geliri Tayyare Cemiyetine bağışlanmıştı. Mustafa Kemal için ne
denmedi ki! Tanrı, Peygamber, Mehdi… Başka şeyler de söyleyenler oldu tabii.
Kemalizm Türk’ün yeni dini idi ve Kâbe’si anıtkabirdi!”[2]
“Yine Türkiye’de
dinin laikleştirilerek milliyetçiliğe dönüştürülmesi konusunda Mehmet İzzet’in,
resmî ideolojiyi yansıtan, “Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat” isimli bir
kitabı yayımlanmıştır. Söz konusu kitapta bir hayli ilginç kuramsal görüşler
vardır. Mehmet İzzet, milliyetçiliğin tutunabilmesi için dinin mutlaka
zayıflatılması gerektiğini ve toplumun din adına, milliyetçiliği ancak o zaman
kabul edebileceğini belirterek: “Tarihte de görülmüştür ki, dini hissiyat
zayıflamadıkça milliyet hissi kuvvetlenmemiştir” sözlerini dile getirir.”[3]
“Ezanın
Türkçeleştirilmesi fikrini ortaya atan kişi, Türk milliyetçiliğinin fikir
babası sayılan Ziya Gökalp idi. Ziya Gökalp’in Türkçülük uğruna ortaya attığı
bu teorilerin uygulayıcısı da Mustafa Kemal olmuştur. 1931 yılında Dolmabahçe
sarayında bizzat Atatürk’ün başkanlığı ve gözetiminde yürütülen ibadet dilinin
Türkçeleştirilmesi çalışmasına katılan hafızlar, Ramazanın sonuna kadar
Tekbir, Ezan, Kamet, Sala ve Hutbenin Türkçeleştirilmesi üzerinde yoğun bir
şekilde çalışmaya başladılar. Daha sonra Ramazanın bitimiyle 1932 yılının Şubat
ayına kadar geçen süre içerisinde de Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi üzerinde
çalışıldı. Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi çalışmalarında da Atatürk, hem güzel
sesinden ve hem de hitabetteki düzgünlüğünden dolayı Hafız Sadettin Kaynak’ı
çalışmaların organizatörü kılmıştı. Saz ve orkestra heyeti ile birlikte
yürütülen Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi çalışmasına Suleymaniyye müezzini Hafız
Kemal, Beşiktaş’lı Rıza, Sultan Selim’li Rıza, Hafız Burhan, Hafız Yaşar Okur
ve Hafız Nuri katılmışlardı. Saz heyetinde ise Selanikli Kanuni Mustafa, Mısır’lı
Ûdî İbrahim ve Kemânî Nobaryan var idi. Saz heyetine iki erkekle bir kadın,
sesleriyle eşlik ediyorlar ve okunan Türkçe Kur’an’a ritim (!) vermeye
çalışıyorlardı..
Bu müzisyenlerin
Türkçeleştirdiği Ezanın yeni şekli, Diyanet İşleri Başkanlığınca Atatürk’ün de
onayından geçmiş şekliyle tüm müftülüklere ta'mimen Ocak 1932’den itibaren
gönderilmiş oldu…
Ezanın hemen
arkasından tekbir, tehlil ve salavatı şerifelerin Türkçeleştirilmiş şekli de
Diyanet İşleri Reisliğinde bütün müftülüklere ta'mimen gönderildi. Diyanet
İşleri Reisi Börekçizade Rifat Efendinin tüm müftülüklere gönderdiği tebliğde
şunlar yazılı idi:
“Türkçe olarak
camilerimizden ve minarelerimizden okunmaya başlanan Ezanın ahengini sağlamak
ve milli devlet politikamıza aykırı düşmemek üzere (!) tekbir ve salavatı
şerifeler de aşağıdaki şekilde Türkçeleştirilmiştir...”
“Tekbir ve salavatı
şerifeler için bu yeni şekli kullanmayanlar için de Türk Ceza Kanununun 526. Maddesi
gereği ceza öngörüldü. 2 Haziran 1941 tarihli kanunla bu maddeye yapılan
ilaveye göre (herhangi bir yerde, görev dışında bile olsa ve görevli olmasa
bile) Arapça olarak ezan okuyanlar ve tekbir getirip salavat zikredenler için
üç ay hapisle cezalandırma kabul edildi.”[4]
Irkçılık davetçileri
katında bu davanın bir akide, bir din, bir nübüvvet olarak değer bulduğunu
açıkça görüyoruz. Peki, insanların hayatında İslam için geriye ne kalıyor?
Irkçılara göre İslam, milleti daha fazla
kalkındırmaz! Bunun manası; o ilahî vahye dayalı değil, beşerin uydurmasıdır!!!
Şeyh İbn Baz rahimehullah, “Arap
Irkçılığının Tenkidi” adında bir risale yazmış ve şöyle demiştir: “Bu, hedefi
İslam’a karşı savaş açmak olan, İslam’ın hükümlerinden ve öğretilerinden
kurtulmak isteyen cahilî ve inkârcı bir harekettir.”[5]
“Hristiyan Batılılar bu hareketi İslâm’la
savaşmak ve süslü sözlerle Müslüman ülkelerde İslam’ın sonunu getirmek için
ortaya çıkarmışlardır. Bunun üzerine İslam düşmanı birçok Arap bu düşünceyi
benimseyip buna bağlanmış ve sığ düşünceli birçok kimse ile onları taklit eden
cahiller de buna aldanmışlardır. İnkârcılar ve İslam düşmanları da her yerde
buna sevinmişlerdir.”[6]
“Kavmiyetçilik/ulusalcılık bâtıl bir
dava, pek büyük bir hata, apaçık bir tuzak, benzersiz bir cahiliyye, İslam’a ve
Müslümanlara karşı da apaçık bir düşmanlık ve tuzaktır.”[7]
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قُلْ
إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ
وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا
وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ
فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لَا
يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
“De ki: “Eğer babalarınız,
oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar,
durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler,
sizlere Allah’tan, rasulünden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise,
o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğunu
hidayete erdirmez.” (Tevbe 24)
Allah, Nuh aleyhi's-selâm’a kendisiyle
beraber, aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç, ailesini de kurtaracağını vaad
etmişti.
حَتَّى
إِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ
زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ
آمَنَ وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلَّا قَلِيلٌ
“Nihayet emrimiz gelip de tandır
feveran ettiğinde dedik ki: “Her birinden iki çift ve aleyhinde söz geçmiş
olanlar hariç aileni ve iman edenleri ona yükle.” Zaten onunla birlikte ancak
çok az kimse iman etmişti.” (Hud 40)
Sonra, Nuh aleyhi's-selâm’ın oğlu helak
olanlardan oldu. O, iman edenlerden olmadığı için, Nuh aleyhi's-selâm’ın
ailesinden olmadığı bildirildi:
وَهِيَ
تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادَى
نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ يَابُنَيَّ ارْكَبْ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ
الْكَافِرِينَ * قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ
الْمَاءِ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِلَّا مَنْ رَحِمَ
وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ * وَقِيلَ يَاأَرْضُ ابْلَعِي مَاءَكِ
وَيَاسَمَاءُ أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى
الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ * وَنَادَى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ
ابْنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنْتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ * قَالَ يَانُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ
إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلَا تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ
إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ * قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ
أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَإِلَّا تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي
أَكُنْ مِنَ الْخَاسِرِينَ
“O, içindekilerle beraber
dağlar gibi dalgalar arasından akıp giderken Nuh, bir
kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: “Ey oğlum! Bizimle birlikte bin ve
kâfirlerle birlikte olma.” Dedi ki: “Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan
korur.” Dedi ki: “Bugün rahmet ettiği kimselerden başka Allah’ın emrinden
kurtaracak hiçbir koruyucu yoktur.” Derken ikisinin arasına dalgalar girdi,
böylece o da suda boğulanlardan oldu. Denildi ki: “Ey yer! Suyunu yut ve ey
gök! Sen de tut.” Su çekildi, iş bitiriliverdi. Ve Cudi üzerinde durdu.
Zalimler topluluğuna da: “Uzak olsunlar” denildi. Nuh, rabbine seslendi. Dedi
ki: “Rabbim! Şüphesiz benim oğlum ailemdendir ve senin va’adin de doğrusu
haktır. Sen hâkimlerin hâkimisin.” Buyurdu ki: “Ey Nuh! Kesinlikle o senin
ailenden değildir. Şüphesiz o salih olmayan bir ameldir. Öyleyse hakkında
bilgin olmayan şeyi benden isteme. Gerçekten ben cahillerden olmayasın diye
sana öğüt veriyorum.” Dedi ki: “Rabbim! Bilgim olmayan şeyi senden istemekten
sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve merhamet etmezsen, en büyük zarara
uğrayanlardan olurum.” (Hûd 42-47)
İşte bu, İslam’ın mizanıdır! İman
edenleri bir araya getiren şey kan bağı değil, din ve akide bağıdır! Babalar,
oğullar, kardeşler, eşler, aşiretler, mallar, ticaret, memleket gibi ırkçı
değerler bir kefede, Allah ve rasulünün sevgisi, Allah yolunda cihad diğer bir
kefededir!
Bunun manası, İslam'ın bütün bu bağları
haram kılmış olması demek değildir! Ancak akide bağı altında oldukları takdirde
bu caizdir:
وَالَّذِينَ
آمَنُوا مِنْ بَعْدُ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ فَأُولَئِكَ مِنْكُمْ
وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ إِنَّ
اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Sonradan iman edip hicret
edenler ve cihad edenler, işte onlar da sizdendir. Akrabalar Allah’ın kitabına
göre birbirlerine daha yakındır. Muhakkak ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir.”
(Enfal 75) Yani, akrabaların hepsi de iman edenlerden iseler onlar birbirlerine
daha yakındırlar demektir.
Fakat bir mümin ile diğer bir mümini kan, dil, ırk,
memleket, menfaat gibi bağlar ayıracak olursa Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem bu konuda şöyle buyurmuştur: “Onu terk edin, zira o kokuşmuş
(cahiliyye)dir.”
Cabir radıyallahu anh’den:
“Bizler Nebî sallallahu aleyhi ve sellem ile beraber bir gazvede idik.
Muhacirlerden biri, Ensar’dan birinin sırtına vurdu. Ensar’lı:
“Ey Ensar! Yetişin!” diye
seslenip onları yardıma çağırdı. Muhacir de:
“Ey Muhacirler! Yetişin” diye
seslenip onları yardıma çağırdı. Bunu duyan Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem:
مَا بَالُ دَعْوَى أَهْلِ
الجَاهِلِيَّةِ؟ ثُمَّ قَالَ: مَا شَأْنُهُمْ " فَأُخْبِرَ بِكَسْعَةِ
المُهَاجِرِيِّ الأَنْصَارِيَّ، قَالَ: فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ
وَسَلَّمَ: «دَعُوهَا فَإِنَّهَا خَبِيثَةٌ» وَقَالَ عَبْدُ اللَّهِ بْنُ أُبَيٍّ
ابْنُ سَلُولَ: أَقَدْ تَدَاعَوْا عَلَيْنَا، لَئِنْ رَجَعْنَا إِلَى المَدِينَةِ
لَيُخْرِجَنَّ الأَعَزُّ مِنْهَا الأَذَلَّ، فَقَالَ عُمَرُ: أَلاَ نَقْتُلُ يَا
رَسُولَ اللَّهِ هَذَا الخَبِيثَ؟ لِعَبْدِ اللَّهِ، فَقَالَ النَّبِيُّ صَلَّى
اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «لاَ يَتَحَدَّثُ النَّاسُ أَنَّهُ كَانَ يَقْتُلُ
أَصْحَابَهُ»
“Cahiliyye dönemindeki gibi
bu seslenmeler de nedir?” diye çıkıştı. Oradakiler:
“Ey Allah’ın rasulü! Muhacirlerden
bir adam, Ensar’dan bir adamın sırtına vurdu” dediklerinde Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem:
“Böyle kokuşmuş geleneklerden
uzak durun” buyurdu. Abdullah b. Ubeyy b. Selul:
“Bize karşı mı toplanıyorsunuz?
Medine’ye dönersek elbette aziz olan zelil olanı oradan çıkaracaktır” dedi.
Bunun üzerine Ömer radiyallahu anh Abdullah b. Ubey hakkında:
“Ey Allah’ın rasulü! Şu habisi
öldürmeyelim mi?” dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
“Hayır, insanlar: “O
arkadaşlarını öldürüyor demesinler” buyurdu.”[8]
Ebu Hureyre radıyallahu anh’den:
Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
مَنْ خَرَجَ مِنَ الطَّاعَةِ، وَفَارَقَ
الْجَمَاعَةَ فَمَاتَ فَمِيتَةٌ جَاهِلِيَّةٌ، وَمَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ
عِمِّيَّةٍ، يَغْضَبُ لِلْعَصَبَةِ، وَيَنْصُرُ الْعَصَبَةَ، أَوْ يَدْعُو إِلَى
عَصَبَةٍ فَقِتْلَةٌ جَاهِلِيَّةٌ، وَمَنْ خَرَجَ مِنْ أُمَّتِي يَضْرِبُ بَرَّهَا
وَفَاجِرَهَا، لَا يَتَحَاشَ مِنْ مُؤْمِنِهَا، وَلَا يَفِي لِذِي عَهْدِهَا،
فَلَيْسَ مِنِّي، وَلَسْتُ مِنْهُ
“İtaatten çıkıp cemaatten
ayrılan öldüğünde cahiliyye ölümüyle ölür. Kim kör bir bayrağın altında
savaşır, asabiyeti (taassupta bulunduğu grup) için öfkelenir, asabiyeti
desteklemek için savaşır veya asabiyete çağırırken öldürülürse cahiliye üzere
öldürülmüş olur. Kim de iyisini kötüsünü ayırmadan ümmetime karşı ayaklanıp
vurursa, mümininden sakınmaz ve ahit sahibinin ahdini gözetmezse o benden
değildir, ben de ondan değilim.”[9]
Mut’im b. Cubeyr radıyallahu
anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
ليس منا من دعا إلى عصبية وليس منا من قاتل
على عصبية وليس منا من مات على عصبية
“Asabiyete (taassub ve kör
taraftarlığa) davet eden, asabiyet için savaşan ve asabiyet üzere ölen bizden
değildir.”[10]
Haris el-Eşari radıyallahu
anh’den: Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
من دَعَا بِدَعْوَى جَاهِلِيَّة
فَإِنَّهُ من جثا جَهَنَّم، فَقَالَ رجل: يَا رَسُول الله، وَإِن صَامَ وَصلى؟
قَالَ: نعم، وَإِن صَامَ وَصلى؛ فَادعوا بدعوة الله الَّتِي سَمَّاكُم الله بهَا
الْمُسلمين الْمُؤمنِينَ عباد الله
“İnsanlara cahiliye
adetlerinde olduğu gibi seslenen kişiler cehennem odunu olacaktır.” Bir
adam:
“Ey Allah’ın rasulü! Oruç tutsa,
namaz kılsa da mı?” dedi. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Oruç tutsa da, namaz kılsa
da öyledir. Allah Teâlâ nasıl size “Müslümanlar, müminler ve Allah’ın kulları”
demişse, siz de birbirinizi buna uygun şekilde çağırın.”[11]
Ubey b. Ka’b radıyallahu anh bir
adamın “Ey falancı, ey filan oğullarının mensubu” dediğini işitti. Ona dedi ki:
“Babanın aletini ısır.” Bunu
söylerken kinaye yapmadı. Ona:
“Ey Ebu’l-Munzir! Sen müstehcen
konuşan biri değildin” dediler. Dedi ki:
“Ben Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim:
مَنْ تَعزَّى بِعَزَاءِ
الْجَاهِلِيَّةِ، فَأَعِضُّوهُ بِهَنِ أَبِيهِ وَلا تَكْنُوا
“Kim cahiliyye nispeti ile
gurur duyarsa ona babasının şeyini ısırtın ve bunu üstü kapalı söylemeyin.”[12]
Begavi dedi ki: “Kim
cahiliyye ile övünürse” sözünde kastedilen; “Ey Falana ait olan, ey filan
oğullarının mensubu” demelerinde olduğu gibi kendisini nispet ederse demektir…
Diğer hadiste:
مِن لم يتعز بعزاء اللَّه،
فَلَيْسَ منا
“Kim Allah’a nispet edilmekle
izzet duymazsa bizden değildir” buyrulmuştur. Bunun iki açısı vardır:
Birincisi, kabilecilik davasıyla
cahiliye nispetinden dolayı gurur duymayın. Lakin: “Ey Müslümanlardan olan”
deyin. Bu İslam nispetidir.
İkincisi: Bu hadiste kastedilen
musibet anında teselli ve sabır ile taziyede bulunarak Allah Azze ve Celle’nin
emrettiği gibi:
{إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ}
“Biz Allah’a aidiz, O’na
dönücüleriz” (Bakara 156) demektir. “Allah’a nispet edilmek” ile
kastedilen, O’na aidiyetle taziyede bulunmaktır. “Ona babasının şeyini” sözünde
kastedilen zekeri/cinsel organıdır. Derim ki: “Atalarıyla övünenlere: “babanın
aletini ısır” sözünü açıkça söylemek kastedilmiştir. Bu çirkin söz, övündüğü
kabilesine (mezhebine, tarikatına) mensubiyeti reddetmek için açıkça söylenir.”[13]
Abdullah b. Amr b. el-Âs radıyallahu anhuma’dan: Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
إِنَّ أَعْدَى النَّاسِ
عَلَى اللهِ مَنْ قَتَلَ فِي الْحَرَمِ، أَوْ قَتَلَ غَيْرَ قَاتِلِهِ، أَوْ قَتَلَ
بِذُحُولِ الْجَاهِلِيَّةِ
“Allah katında en azgın olan kişi Harem bölgesinde birini öldüren veya kendi
katilinden başkasını öldüren veya cahiliyye’den kalma davalardan dolayı birini
öldüren kişidir.”[14]
Özetle: Irkçılık, ulusalcılık Allah’a
ortak koşma türlerindendir. Zira bu davanın gerekleriyle amel etmek, bu davanın
uğruna savaşmak, bu dava uğruna nefret besleyip uzaklaşmak veya bu dava uğruna
dostluk yapmak, ırkı ve milliyeti bu hususlarda belirleyici unsur kılmak, bu
davayı Allah’ın dışında kendisine ibadet edilen bir nidd (denk) edinmek
demektir. Vela ve berâ yani dostluk ve düşmanlık yalnızca Allah için yapılması
gereken ulûhiyet/ibadet rükünlerindendir. Velâ ve berâ, “la ilahe illallah”
tevhid sözünün içeriğindendir. “Allah’tan başka ibadete layık hak ilah yoktur”
kavli, vela ve berada da ortak edinmeyi reddetmektedir. Bunun delili Allah
Teâlâ’nın şu ayetidir:
وَمِنَ
النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ
اللَّهِ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ
“İnsanlardan öyleleri vardır ki
Allah'tan başka denkler edinirler de onları Allah'ı sever gibi severler. İman
edenlerin ise Allah’ı sevmeleri daha güçlüdür.” (Bakara 165)
“Haktan sonra sapıklıktan başka bir şey yoktur. Her
Müslümanın böyle bir şirke düşmekten sakınması gerekir.”[15]
- İnşaallah yazı, çağın yeni putlarının 6.sı: Vatan maddesi ile devam edecektir -
[1]
Şeyh İbn Baz, Nakdu’l-Kavmiyyeti’l-Arabiyye
[2]
Asım Uysal, Kelime-i Tevhide Nasıl İnanmalıyız (s.90); A. Dilipak, Kemalizm,
Beyan yy. (s.12, 150 vd.), M. Doğan, Batılılaşma İhaneti (s.87 vd.) H.H.
Ceylan, Din-Devlet İlişkileri (2/115 vd.)
[3]
Asım Uysal, Kelime-i Tevhide Nasıl İnanmalıyız (s.121)
[4]
Hasan Huseyin Ceylan, Cumhuriyet Dönemi Din-Devlet İlişkileri (2/280, 281, 286
vd.)
[5]
İbn Baz, Nakdu’l-Kavmiyyeti’l-Arabiyye (s.74)
[6]
A.g.e.
[7]
A.g.e.
[8]
Sahih. Buhari (4905, 4907, 3518)
Muslim (2584) Tirmizi (3315) Ahmed (14632) İbn Hibban (5990, 6582) Nesai
Sunenu’l-Kubra (8812)
[9]
Sahih. Ahmed (2/296) Muslim (1848)
İshak b. Rahuye (145) Ebu Avane (4/421) Beyhaki (8/156) İbn Hibban (10/442) İbn
Mace (3948) Nesâî Sunenu'l-Kubrâ (3579)
[10]
Hasen ligayrihi. Ebu Davud (5121) İbn
Adiy el-Kamil (3/146) Beyhaki el-Adab (170) Deylemi (5274) Elbani Daifu’l-Cami
(4935)
[11]
Sahih. Nesai Sunenu’l-Kubra (8815)
Tirmizi (2863-64) Tayalisi (1161) İbn Huzeyme (1895) Hâkim (1/421) Ahmed
(4/130) İbn Hibban (8/43) Ebû Ya'lâ (3/140) Taberânî (3/327)
[12]
Sahih. Buhari Edebu’l-Mufred (962)
İbn Hibban (7/424) Ziyau’l-Makdisi el-Muhtare (4/11, 12) Nesai Sunenu’l-Kubra
(8813-14) Ahmed (5/136) Tahavi Şerhu Muşkili’l-Asar (3204) Taberani (1/199)
el-Elbani es-Sahiha (269)
[13]
Begavi Şerhu’s-Sunne (13/121)
[14]
Sahih. Ahmed (2/179) İbn Ebi Şeybe
(7/403)
[15]
Dr. Muhammed Said el-Kahtani, el-Vela ve’l-Bera Fi’l-İslam (s.218)