İkinci Put: Akıl
İnsanî akla hürmet edip onunla
izzet bulan ve ona dayanan İslam akidesi gibi bir akide yoktur. Yine aklın
değerini İslam’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim gibi ortaya koyan başka bir kitap
da yoktur. Hatta Kur’ân aklı, yaratılış gayesini gerçekleştirmeye çokça
yönlendirmektedir. Bu yüzden:
لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ
“Umulur ki aklederler”
(Bakara 73)
لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ
“Tefekkür eden bir topluluk
için” (Ra’d 3)
لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ
“Kavrayan bir topluluk için”
(En’âm 98) ve buna benzer ayetlerde Kur’ân’ın aklı defalarca imana davet ettiği
görülür.
İslam’ın tefekkür ve aklı
kullanmaya dair emrini, nasları ahmaklık, kabalık, yüz çevirme ve cahillikle
karşılamamaya dair yönlendirmelerini pekiştirmeye ihtiyaç yoktur. Bilakis bize
nasları bütün duyularımızla, önünü arkasını iyice düşünerek karşılamayı
emretmiştir. Allah Azze ve Celle kullarını şöyle nitelemiştir:
وَالَّذِينَ إِذَا ذُكِّرُوا
بِآيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَعُمْيَانًا
“Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır
ve kör davranmazlar.” (Furkan
73) Bilakis onlar işiterek, görerek, şuurlu kulaklarla, basiretli gözlerle
istifade ederek naslara yönelirler. Nitekim düşünüp ibret almaya teşvik
edilmekteyiz:
فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَبْصَارِ
“Ey basiret sahipleri! İbret alın!” (Haşr 2)
Yine bilinmektedir ki müslüman,
İslam hükümleriyle mükelleftir. Hesap ve azap ancak tercih yetkisi olan akıl
sahipleri için söz konusudur. Bu yüzden deli, çocuk ve uyku, bayılma, unutma
gibi sebeplerle aklı devrede olmayan kimselerden mükellefiyetin düştüğünü gösteren
naslar gelmiştir. Nitekim Aişe radiyallahu anha, Rasûlullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
رُفِعَ الْقَلَمُ عَنْ ثَلَاثَةٍ: عَنِ النَّائِمِ حَتَّى
يَسْتَيْقِظَ وَعَنِ الصَّبِيِّ حَتَّى يَحْتَلِمَ وَعَنِ الْمَجْنُونِ حَتَّى
يَعْقِلَ أَوْ يُفِيقَ
“Kalem üç kişiden
kaldırılmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyandan, ihtilam oluncaya kadar çocuktan ve
aklı kendisine dönünceye kadar mecnundan.”[1]
Ebu Zerr radiyallahu anh,
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
إِنَّ اللَّهَ قَدْ تَجَاوَزَ عَنْ أُمَّتِي الْخَطَأَ،
وَالنِّسْيَانَ، وَمَا اسْتُكْرِهُوا عَلَيْهِ
“Muhakkak ki Allah, ümmetimi
hata, unutma ve baskı altında yaptırıldıkları şeylerden dolayı sorumlu
tutmamıştır.”[2]
Ebu Hureyre radiyallahu anh’den:
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
إِنَّ اللَّهَ تَجَاوَزَ عَنْ أُمَّتِي مَا حَدَّثَتْ بِهِ
أَنْفُسَهَا، مَا لَمْ تَعْمَلْ أَوْ تَتَكَلَّمْ
“Muhakkak ki Allah ümmetim için
gönüllerinden geçirip de işlemedikleri veya dile getirmedikleri şeyi
affetmiştir.”[3]
Lakin akla verdiği bütün bu değer
ve önemle birlikte İslâm, aklın sapmaması için aşmaması gereken sınırlar
koymuştur. İslâm, akla teslim olmasını, hikmetini ve sebebini bilmese bile
dinin açık emirlerine uymasını emretmiştir. Nitekim Allah’a karşı işlenen ilk
isyan bu emre uymamak sebebiyle işlenmiştir. Allah Subhanehu ve Teâlâ İblis’e,
Âdem aleyhi's-selâm’a secde etmesini emrettiği zaman o büyüklenmiş, isyan etmiş
ve kendi görüşünü ortaya koyarak kendi yaratılışı ile Âdem aleyhi's-selâm’ın
yaratılışını karşılaştırmış, şöyle demiştir:
قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ
خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ
“Ben ondan daha hayırlıyım,
çünkü beni ateşten yarattın onu ise çamurdan yarattın” dedi.” (A’râf 12)
Hangi sebeple ona secde edeceğini öğrenmek isteyerek emre uymadı. Onun görüşüne
göre kendisi daha faziletli idi ve onun aklı buradaki sebebi idrak edemediği
için emre uymayı reddetti. Bu bir isyan idi ve cezalandırıldı.
İmam İbnu’l-Cevzi rahimehullah
şöyle demiştir: “Başlarında İblisin geldiği, bugünün tabiriyle “aydın” denilen
birçok insan, idraki kıt, sathî akıllarıyla avunup ilâhî hikmete itiraz
etmişlerdir. Şeytan da ateşi çamurdan üstün görüp itiraz etmişti. Hatta ilme
nispet edilen kimselerden, bu konuda ayağı kayıp Allah Teâlâ’nın birçok
fiillerinin hikmetten uzak olduğunu iddia ederek itiraz bataklığında boğulan
çok kimse gördük. Bunun sebebi, olayları sathî akıl, adetler ve alışkanlıklar
etkisinde kalarak Allah’ın fiillerini mahlûkun fiileri ile kıyaslamalarıdır.”[4]
Bu yüzden İslam, akılı idrak
edemediği ve idrakine ulaşamayacağı; Allah’ın zatı, ruhların mahiyeti ve
benzeri konulara dalmaktan yasaklamıştır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
تَفَكَّرُوا فِي آلاءِ اللَّهِ وَلا تَفَكَّرُوا فِي اللَّهِ
“Allah’ın nimetleri hakkında
tefekkür edin, Allah’ın zatı hakkında fikir yürütmeyin.”[5] Yine
şöyle buyurmuştur:
لَا يَزَالُ النَّاسُ يَتَسَاءَلُونَ حَتَّى يُقَالَ: هَذَا
خَلَقَ اللهُ الْخَلْقَ، فَمَنْ خَلَقَ اللهَ؟ فَمَنْ وَجَدَ مِنْ ذَلِكَ شَيْئًا،
فَلْيَقُلْ: آمَنْتُ بِاللهِ
وَرُسُلِهِ
“İnsanlar sorular sormaya devam
eder, sonunda: “Mahlûkatı Allah yarattı, peki Allah’ı kim yarattı?” derler. Kim
böyle bir şey hissederse hemen: “Allah’a ve rasullerine iman ettim” desin.”[6]
Ruh hakkında Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ
قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا
قَلِيلًا
“Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: “Ruh, rabbimin emrindendir. Size
ancak az bir bilgi verilmiştir.” (İsrâ 85) Ruhun mahiyeti hakkındaki cevap, aklın idrak edebileceği
meselelerden olmadığı için verilmemiştir. Yine cennet ve nimetleri, cehennem ve
azabı gibi keyfiyeti gaybî olan konular da aklın idrak edebileceği şeyler
değildir.
İslâm’ın ilk asırlarından beri müslümanlar bu şekilde devam edegelmişler,
aklın değerini ve mertebesini bilip korumuş ve aklın kapasitesinden olmayan
şeylerden de sakınmışlardır.
Müslümanlar akla en güzel görevi vermişler, medeniyetler kurmuşlar, dünya
ve ahiretleri için en güzel şekilde imar etmişler, ilimlerin ortaya
çıkarılması, içtihad esaslarının kurulması ve ferî meselelerin
detaylandırılmasında aklı kullanmışlar, sapmalardan akıl ile sakınmışlardır.
Maddeciler, Dehrîler ve felsefecilere karşı mantık ve akıl ile reddiyeler
vermişler, aklın kullanılması hususunda orta yolu tutmuşlardır.
Akıl daima İslam’ın ve vahyin ekseninde hareket eder. Nitekim İmam Gazali
bu manaya işaret ederek şöyle demiştir: “Aklın görevi; nübüvvete şahitlik edip
onu tasdik etmek ve kendisinin acizliğini itiraf etmektir. Akıl amellerden,
sözlerden, ahlaktan ve akidelerden faydalı olanı ve zararlı olanı bilemez.
Lakin öğrenir, anlar ve tasdik eder. Akıl dinin hizmetinde ve ona itaat halinde
olmalıdır. Nitekim halkın tamamı vahyin aklın yönlendiricisi olduğu hususunda icma
etmişlerdir. Din aklı doğru olana sevk edicidir.”
Aklı Putlaştırmanın Örnekleri
Bu asırda insanın değerinin insan
tarafından takdir edilmesi gerektiği ve bir ilaha ihtiyaç olmadığı iddiası
üzerine kurulu beşerî laiklik ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda da beşerî akıl
hakem haline gelmiş, insanlığın meseleleri hakkında belirleyici unsur olarak
ilahî hidayet değil de, akıl tayin edilmiştir. Yani Allah değil de akıl
kendisine ibadet edilen bir ilah olmuş, akıl mutlak hüküm kaynağı kabul
edilmiştir.
Akıl, onun sınırlı olduğunun itiraf
edilmesiyle beraber, şayet tam bir bilgiye aklın ulaşabileceği iddia edilecek
olsaydı, elbette ilmi araştırma ölçülerinin bir kenara bırakılması, deneylerin
iptal edilmesi gerekirdi. İnsan, daha fazla bilgiye ancak aklın sınırını ve
bilmediğini itiraf etmekle ihtiyaç duyar.
Bütün bunların da ötesinde,
insanın aklı, beşer tabiatında olduğu gibi değişime açıktır. Bunun da sonucu
olarak dün helal gördüğünü yarın haram görebilir, bugün rezillik olarak gördüğü
şeyi ileride güzel görebilir. Geçmişte kutsal saydığı şeylerle hali hazırda alay
edebilmektedir.
Akla nas gibi yetki veren
akılcılık akımı, insanın hevâsını Rahman Azze ve Celle’nin hidayetinin makamına
koymaktadır. Böylece beşerî teoriler, rabbani kesinliklerin üzerine hükmedici
konuma getirilmektedir. Böyle bir şeyi ise ne bir müslüman söyler, ne de akıl
sahibi olan herhangi bir kimse. Akılcılık akımının mensupları, dine muhakeme
olmaktan çok akla muhakeme olurlar. Hatta aklî delilleri dinî delillerin önüne
geçirir ve akla uymayan hadisleri, sahih olsalar dahi yalanlarlar, akla uymayan
ayetleri, açık olsalar dahi tevil eder, Kur’an ibarelerini kendi görüşlerine
boyun eğdirirler. Aklın yetki ve otoritesinin, hakkında dinden bir delil gelmese
dahi güzeli ve çirkini belirleyebileceğini söylerler.
Hatta Şeyh Muhammed Abduh genelleme
ve mugalata yaparak şöyle demiştir: “Kendilerine itibar edilmeyecek bir azınlık
(!) dışında İslam ümmeti, akıl ile nakil çatıştığı zaman aklın delalet ettiği
şeyin alınacağında ittifak etmişlerdir.”[7]
Aynı sapıklığı Mu’tezile/Batinî karışımı bir akımın önderi
olan Said Nursî, Muhakemat kitabının ilk mukaddimesinde şöyle dile getiriyor: “Takarrur
etmiş usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve
nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”[8]
Bu akılcılık akımının cüretkârlığı onlardan birinin şöyle
demesine kadar ileri gitmiştir: “Beşeriyet, yeryüzündeki yönetimini semadan
üstlenecek kimselere muhtaç sayılmaz. Nitekim insanlık, rüşdüne ermiştir. Şu an
kendi meselelerini kendisi halledebilir(!)”
Aklın, sahih ve sarih nassın önüne geçirilmesinin sonucu
olarak, bazı hükümlerin veya çoğunluğunun dinde kararlaştırıldığı, bunların
ilmin ilerlemiş olduğu bu zamana uygun olmadığı şeklindeki sözlerini
söylemişlerdir. Bununla; zina edenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi,
mürtedlik hükümleri, miras hükümleri gibi dinî hükümleri kastetmektedirler.
Hatta onlardan biri cüretinde daha da ileri giderek şöyle
demiştir: “Okuma yazma bilmeyen tek kişinin şahitliği nasıl olur da iki kadının
şahitliğine denk olur? Hâlbuki bu kadınlardan her biri yüksekokul diplomasına
sahiptir.” Onlara göre bu, akla uymayan ve kabul edilemeyecek bir şeydir. “Ağızlarından çıkan bu söz ne büyük oldu!
Yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” (Kehf 5) Akılcıların çoğu, haklarına Kur’ân ayetleri bulunmasına rağmen
kabir azabını, cinlerin varlığını, meleklerin varlığını ve bütün hissî
mucizeleri inkâr etmektedirler.
Eski ve yeni Mu’tezile’nin sapkınlıkları, İslam’ın kolaylık
ve müsamahakârlığını, onun geniş Kur’ânî menhecini suistimal etmiştir. Şüphe
yok ki bu tavrın hedefinde yaratıcıyı, vahyi ve nübüvveti inkâr vardır. Aklın
din üzerine hâkim kılınmasına zemin hazırlayıp, asrın hevâlarını temize çekmeyi
ve sapkın toplumlar ortaya koymayı amaçlamaktadırlar.[9]
Kimin Aklı Hakem Olacak?
Akılların farklılığı, akla dayanmayı batıl kılar. Şayet aklı
hakem kılacak olursak ona şartlar ve ölçüler belirlemeliyiz. Bize kimin aklı
hakem olacak? Seçkinlerin aklı mı, yoksa avamın aklı mı? Selefînin aklı mı
yoksa Sufi’nin aklı mı? Usulcü’nün aklı mı yoksa felsefecinin aklı mı?
Hangi topluluğun aklı hakem olmalı? Faziletli topluluklarınki
mi, onlardan sonra gelenlerinki mi?
Sonra, muhakkak ki aklın istikametinde bir menhec vardır,
yalpalamasında başka menhecler vardır. Cahiliyye aklı, İslamî akıldan başkadır.
Cahilî Avrupa aklı livatayı, anneleri ve kızları nikâhlamayı
güzel görmüştür!
İslamî menhecden sapmış olanların aklı, Kur’âniyyun fırkasının
yaptığı gibi, sünneti tamamen iptal etmiştir!
Soruların cevabı şöyle demektir: Muhakeme olmamız gereken
akıl;
İstikametin ve eğriliği olmayan dosdoğru çizginin gereklerini
gözeten, hevâyı bilmeyen ve onun musallat olamadığı, naslardan yüz çevirmeyen,
delillere teslim olan, delillerinde selefî, Allah Teâlâ tarafından temize
çekilmiş, vahiyle irşad edilmiş, tertemiz bürhanlar ile yol alan bir akıl
olmalıdır! Bu da; Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in aklıdır!
Son Söz:
Muhakkak ki akıl ne kadar geniş ve büyük olsa da, kuruntular
sahrasında kaybolur. Aklın hareket alanı nasları anlamak ve manalarını idrak
etmek, ona mutlak bir şekilde teslim olmak, sonra bu nasların gösterdiği yolda
ilerlemek ile sınırlıdır. Ama vahye denk sayılırsa bu, beşeri bir kibirlenmeden
dolayıdır. Bu kibir, sahiplerini akıllarıyla gaybın bilinmezlerini karşılamaya
güç yetirebilmeyi hayal ettirir. O zaman da akıl, dünya hayatının bazı
zorlukları karşısında aciz bir şekilde durup kalır.
Akıl, Allah Azze ve Celle’den bir nimettir. Bu nimet de
tıpkı diğer nimetlerde olduğu gibi, insanın Allah’a şükretmesini gerektirir. Bu
nimetin şükrü; aklın Allah’a itaatkâr olması, helal ile haramı ayırmada, Allah’ın
diğer nimetlerini ve mahlukâtını tefekkür etmede kullanılması ve bütün bunların
da kitap ve sünnet ile kayıtlı olması, aklın, kitap ve sünnetin gösterdiği
yolda yürümesidir. Aklın kitap ve sünnete kayıt koyucu olması veya onlar
üzerine hâkim kılınması bu nimete nankörlüktür ve aklı Allah Azze ve Celle dışında
bir ilah edinmektir!
Yine aklın insanın iyiliğine olan şeylere yönlendirilmesinde
bağımsız olduğunu iddia etmek de bâtıl ve düşük bir iddiadır. Nitekim ilâhî
vahyin yönlendirmesine uymayan milletlerin ve halkların çoğunda aklın
yönlendirmesinin kendilerine bir fayda sağlamadığını görürüz. Onlar sapmış ve
helâk olmuşlardır. Bu konuda Kur’ân’da Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:
وَلَقَدْ
مَكَّنَّاهُمْ فِيمَا إِنْ مَكَّنَّاكُمْ فِيهِ وَجَعَلْنَا لَهُمْ سَمْعًا
وَأَبْصَارًا وَأَفْئِدَةً فَمَا أَغْنَى عَنْهُمْ سَمْعُهُمْ وَلَا أَبْصَارُهُمْ
وَلَا أَفْئِدَتُهُمْ مِنْ شَيْءٍ إِذْ كَانُوا يَجْحَدُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ
وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ
“And olsun ki size vermediğimiz imkânları onlara vermiş
idik. Onlara işitme, görme ve gönüller verdik. Ancak ne işitme, ne görme ve ne
gönülleri kendilerine herhangi bir şey sağlamadı. Çünkü onlar Allah’ın
ayetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Alay edegeldikleri şey, onları
çepeçevre kuşattı.” (Ahkâf 26)
Böyledir, çünkü akıllar insanın hayatında kendi menfaatine
olup alması gereken herşeyi bilemez. Yine insana hayatında zararı olup
uzaklaşması gereken herşeyi de bilemez. Kendisine zarar verecek şeylerden ancak
ilahî dinin ve vahyin nurunun ışığında kurtulabilir. Zira akıllar, gözün görme
hissinin bir aleti olduğu gibi, bir idrak aleti olmanın dışına çıkamaz. Gözü
çıkarsan kendi başına görmez. Ne kadar kuvvetli ve sağlam olursa olsun, göz
sadece aydınlıkta görebilir. Zifiri karanlıkta asla göremez. Her durumda akıl
da tamamen göz organı gibidir. Göz ancak aydınlıkta ve ışık bulunan bir ortamda
görebildiği gibi, akıl da ancak ilahî dinin ışığında ve Allah Teâlâ’nın
nebilere ve rasullerine gönderdiği vahyin aydınlığında idrak edebilir. Kim
bundan başkasını iddia ederse ancak mugalata yapmış, hata ve sapıklığıyla
kibirlenmiş olur.
- inşallah yazı 3. put: Fikir Hürriyeti maddesi ile devam edecek -
[1]
Sahih. Ahmed (6/100, 101, 144)
Tayalisi (1485) İbn Hibbân (1/355) Hâkim (2/67) İbn Carud el-Munteka (148, 808)
Ebû Dâvûd (4398) Nesâî (3432) İbn Mâce (2041) Dârimî (2342)
[2]
Sahih. İbn Mâce (2043)
[3]
Sahih. Buhârî (5269, 6664) Muslim
(127)
[4]
Saydu’l-Hâtır (s.419)
[5]
Sahih ligayrihi. İbn Ebî Hâtim Tefsir
(12111) Taberânî Evsat (6/250) Beyhakî Şuab (1/136) Ebu’ş-Şeyh el-Azamet (1)
el-Lalkai İtikad (927) el-Elbani es-Sahiha (1788)
[6]
Sahih. Buhârî (7296) Muslim (134) Ebû
Dâvûd (4721)
[7]
Bkz.: Fehd er-Rumî, Menhecu’l-Medreseti’l-Akliyye Fi’t-Tefsir.
[8]
Said Nursi, Muhakemat (s.12)
[9]
Bkz.: Enver el-Cundî, el-Muameretu Ale’l-İslam (s.42)