Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

Daru's-Sunne Neşidler

18 Mayıs 2018 Cuma

Tarihselci Anlayışa Reddiye 13

Üçüncüsü: Nasları anlamada selefin koyduğu usul ve kaidelere başvurmak

Selefin şer’î nasları anlama hususunda üzerinde gittikleri kaideleri ve esasları vardı. Bu kaideleri ilk toplayan ve açıklayarak şerh eden İmam Şafiî’nin er-Risale adlı kitabıdır. Bu kitap kendisinden sonraki fıkıh usulü ilmine dair kitapların bir çekirdeği olmuştur.
Kaidelerin toplanmasıyla kastedilen; kitap ve sünnet naslarından dinî hükümler çıkarmanın sınırlarının belirlenmesidir. Bu yüzden nasları yeniden yorumlama bidatinin sahipleri İmam Şafiî ve er-Risale adlı kitabına çirkince saldırırlar. Arkun, İmam Şafiî ve er-Risale kitabı hakkında şöyle diyor: “İslâmî aklı hapsetmiş, onu belirli menhecin duvarları arasına sokmuştur.”[1]
İmam Şafiî’nin İslâm’da teşrî kaynaklarını kitap, sünnet, icma ve kıyas ile sınırlaması hakkında şöyle der: “İşte bu büyük hilenin yayılmasına fırsat vermiştir. Şeriatın aslının bizzat ilahî olduğu düşüncesi büyük bir kuruntudur.”[2]
O, el-Cabirî’ye göre: “Arap aklının en büyük şeriat koyucusudur” çünkü o: “Nassa, arap aklına ve aklın faalliğine karşı temel başvuru yetkisi vermiştir.”[3]
Eş-Şerafî ise açıkça şöyle diyor: “Bugün Şafiî’nin menhec usulüne sarılmak kabul edilemez. Zira kitap ve sünneti Şafiî’nin anladığı ve yorumladığı gibi anlamak, öncekilerin zamanında olmayan metodik çıkmazlara götürür.”[4]
Bu ekolün mensupları fıkıh usulü için yeni kaideler konulmasını talep ederler.
El-Cabirî şöyle diyor: “Biz sadece gerçek yenilik isteyen ve bunun zorunluluğunu hisseden müçtehitlerin fikirlerini, fiilen bizzat usul kaideleri koymaya ve meydana gelen gelişmelere uygun olarak yeni bir menhec çıkarmak amacıyla bunun yeniden kurulmasına yönlendirmek istiyoruz.”[5]
Fıkıh usulü ilmini değiştirme davetini temize çekerek şöyle diyor: “Amaç belirli bir zamanda en üstün yolla teşrî hikmetini gerçekleştirmek olduktan sonra, başka menhec kaidelerine dayanmamızda bir engel yoktur.”[6]
Muhammed eş-Şerafî şöyle der: “Fakihlerin koydukları fıkıh kaideleri hakikatinde bizatihi dinîn tabiatinden değildirler. Bunlar sadece insanlar tarafından konmuş kaidelerdir. Bunlar adalete, eşitliğe ve insan haklarına aykırı olabilmiştir.”[7]
Âlimlerin hüküm çıkarmak için koydukları bu kaideleri devre dışı bırakan bu davetin hedefi, şer’î naslar hakkında istedikleri gibi oynamalarını sağlamaktır.
Âlimlerin şer’î nasları anlamak için koydukları bazı kaideleri özet olarak zikredelim:

1- Sebebin özel oluşuna değil, lafızların genel oluşuna itibar edilir:

Bu kaideyi âlimlerin geneli ifade etmişlerdir. Bir olay hakkında ayet inebilir veya o olay sebebiyle bir hadis söylenmiş olabilir. Bunların lafızları hem o olayı hem de başka şeyleri kuşatıcıdır. O zaman ayetin veya hadisin lafzının genel ifadesi ile amel etmek gerekir. Hüküm bu sebebe özel kılınmaz.
Ümmet had cezaları, kefaretler, miraslar, nikah, boşanma ve başka meselelerdeki ayetlerin ümmetin tamamını kapsadığında icma etmiştir. Bununla beraber bu hükümlerin bazıları belirli kimseler hakkında inmiştir.
Yeniden yorumlama ekolünün mensupları bu kaideden kesin olarak uzaklaşmışlar, ayetleri ve hadisleri nüzul sebeplerine özel kılmışlardır.
Bu yorumun neticesi dini hükümler konusunda çözülmedir. Zira Kur’ân belli sebepler için nazil olmuş ve bu sebepler ortadan kalkmıştır. Bunun ardından Kur’ân ile amel de son bulur!
Onlardan biri, vela ve bera (Allah için dostluk ve Allah için düşmanlık) ayetleri hakkında şöyle diyor: “Vela ve bera akidesinin yardımcıları tarafından öne sürülen Kur’ânî delillerin doğruluğunu kabul etmenin bir dayanağı yoktur. Zira naslar açıktır ki yorum ihtimali taşımamaktadır. Lakin çirkinlik ve kan dökme yardımcılarının sunduklarından daha doğru şekilde yorumlanması ihtimali vardır.
Bu ayetlerin anlamını, “Sebeplerin özel oluşuna değil, lafızların genel oluşuna itibar edilir” kaidesiyle, herhangi bir şekilde mutlak zaman ve mutlak mekan hakkında genelleştirmeye imkan yoktur. Ayetler bize belli bir zamanı ve belli şartları anlatmaktadır. İki kardeş veya iki akraba arasındaki duygusal durumun ifade edilmesi, yeni devletin sırlarına ulaşmaya engeldir. Nitekim Kur’ân onlarla dostluktan yasaklama konusunda, o zamanı, o anki şartları ve mekânı, daha sonrasını ve daha öncesini asla kapsamayacak bir açıklıkta bağlayan, nas, lafız ve anlam getirmiştir.”
Sonra şöyle diyor: “Ağız dolusu şöyle demek mümkündür: “Sebeplerin özel oluşuna değil, lafızların genel oluşuna itibar edilir” ve “Nassa rağmen içtihad olmaz” kaideleri gibi beşeri fıkıh kaidelerine hayır!”[8]
El-Cabirî, dinin asrın şartlarına ve değişen durumlara şiddetle uyum sağlaması için hükümleri nüzul sebeplerine bağlamaya davet ederek şöyle diyor: “Bu geniş ve büyük bir kapıdır. Durumların farklılığı ve konumların değişmesiyle uygulamada da değişiklik yapılması konusunda içtihat etmek suretiyle hükümler üzerine akla uygun olanlar açılabilir.”[9]
El-Cabirî, hırsızın elinin kesilmesi cezasını, ayetin nüzul sebebine bağlamaya örnek veriyor: Araplar İslâm’dan ve peygamberliğin gelmesinden önce çöllerde kalan bedevî bir toplum idiler. Himaye aramak için göçebe yaşarlardı. Hırsızı hapisle cezalandırma imkânı yoktu. Zira ne hapis vardı, ne de hapsedilenleri kontrol etmeyi sağlayan duvarlar. Bizim zamanımızda ise – ki bu ilerleme, medeniyet ve sanayileşme zamanıdır – hırsızlığın tekrarını engellemek amacıyla hırsızın elinin kesilmesi uygun değildir. Bilakis uygun olan el kesme yerine hapsetmektir.
Şeyh Ahmed Şakir rahimehullah şöyle demiştir: “Medenîleştirmekle müjdeleyen düşmanlarımızın yaptıklarına bir bakın! Dinimizle onuyorlar ve bize Allah’ın hükmü ve Rasulünün hükmü ile nesh edilen mücrim putperestlerin kanunlarını koyuyorlar. Sonra aramızdan, kendilerini bize nispet eden insanlar yetiştiriyorlar, onların kalplerine bu hükme karşı kin içiriyorlar ve dilleri üzerine şu küfür sözlerini koyuyorlar: “Bu hüküm katıdır, medenî ve ahlaksız bir asır olan bu hayâsız asra uymaz!
Bu hükmü alaya alıyor ve eğleniyorlar!
Bundan dolayı ülkelerimiz her birinde yüzbinlerce hırsız bulunan hapsanelerle doldu. Hırsızlık cezası olarak koydukları kanunlar caydırıcı değildir. Asla da caydırıcı olmayacak ve daha da kötüleşen bu hastalığa deva olmayacaktır.
Nitekim onlardan söz sahibi olan birçok kimseyle tarıştım. Ellerinde bu Kur’ân hükmünün bu asra uygun olmadığı sözünden başka bir şey yoktur!
Suçlu cezalandırılması gereken değil, tedavi edilmesi gereken hastadan başka bir şey değilmiş!
Sonra Allah Teâla’nın bu hüküm hakkındaki şu sözünü unuturlar:
جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنَ اللَّهِ
İrtikâb ettikleri şeye karşı bir ceza ve Allah'tan bir ibret olmak üzere…” (Maide 38) Allah Subhanehu halkı yaratandır, onları en iyi O bilir. İbret olmak üzere hırsızlara verilen bu ceza hakkındaki nas kesin ve açıktır. Bu insanlar nereye gidiyorlar?!
Şayet kendilerini İslâm’a nispet eden bu insanlar akletseydiler, hırsızların kesilen ellerinden bir kısmı her sene kesilde ülkelerin hırsızlardan kurtulacağını anlarlardı. Her sene nadiren hırsızlık meydana gelir, hakikatte suç işleme konusunda okul haline gelen hapishaneler yüzbinlerce hırsızdan boşalırdı.
Şayet akletseydiler elbet bunu yaparlardı. Lakin onlar, kendilerini eğiten efendilerini memnun etmek için batıllarında ısrar ediyorlar. Yazıklar olsun!”[10]

2- Nasların zahirleriyle amel etmek gerekir

Nasları doğru anlamak için ilim ehlinin kararlaştırdığı kaidelerden biri de; zahirinin kastedilmediğini gösteren sahih bir delil gelmediği sürece nassının zahirinin delalet ettiği şeye göre amel etmek gerektiğidir.
Şafiî rahimehullah şöyle demiştir: “Kur’ândan, sünnetten veya icmadan zahirinin kastedilmediğini gösteren bir delil gelinceye kadar, Kur’ân zahiri üzeredir.”[11]
Yine şöyle demiştir: “Allah’ın kitabından, onda yoksa Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinden veya âlimlerin genelinin icmasından bir delil bulunmadıkça, hiçkimsenin zahir (açık) anlamdan batın (gizli) anlama ve genel anlamdan özel anlama geçmeye hakkı yoktur… Şayet hadiste geçen bir şeyi zahirinden batın (içinde gizli) anlama çevirmek caiz olsaydı, hadislerin çoğu birçok anlamlara yorumlanırdı ve hiçkimseye bir diğerinin çıkardığı anlam delil olmazdı. Lakin bu konuda hak birdir. O da; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den veya ilim ehlinin genelinin görüşünden, onun genel olmayıp özel olduğuna ve zahir anlamında olmadığına dair bir delil bulunmadığı sürece sadece zahiri ve umumi/genel anlamıdır.”[12]
Müfessirler şeyhi et-Taberî rahimehullah tefsirinin birçok yerinde bu manayı kabul ederek şöyle demiştir: “Zahir anlamın terk edilerek doğruluğuna delil bulunmayan batın/gizli anlama geçilmesi caiz değildir.”[13]
Kitap ve sünnet naslarının zahir, umum ve mutlak üzere bırakılmaları gerekir. Allah’ın kitabından, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sahih sünnetinden veya âlimlerin icmaından bir delil olmadıkça hiçkimse zahir anlamdan gizli anlama, umum/genel anlamdan has/özel anlama, mutlaktan mukayyede[14] geçemez.
Sözün zahirinden başka anlama yorumlanmasına te’vil (yorum) denilir ve bu da iki kısma ayrılır:
Birincisi: Sahih te’vildir. Bu kelimenin, delil bulunması halinde[15] zahir anlamından, lafzının delalet ettiği diğer bir muhtemel anlama döndürülmesidir. Allah Teâla’nın şu ayeti gibi:
وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا
Her kim bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, içinde dâimi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lanetlemiş ve onun için büyük bir âzâb hazırlamıştır.” (Nisa 93) Ayetin zahiri katilin ebedi olarak cehennemde kalmasıdır.
Fakat Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’den kalbinde zerre kadar iman bulunan kimsenin cehennemden çıkacağına ve her tevbe edenin tevbesinin kabul edileceğine dair hadisler mütevatir olarak gelmiştir. Ayetin, katilin cehennemde ebedi olarak değil de uzun süre kalması şeklinde te’vil edilerek lafzının zahirinden çıkarılması arap dilinin kapsamına uygun bir anlamdır.[16]
İkincisi: Batıl te’vildir. Bu, çıkılan anlamın kastedildiğinde delalet eden sahih bir delil bulunmadan lafzın zahirinden başka bir anlama çevrilmesidir. Mesela cin kelimesinin “mikrop” olarak, ebabil kuşlarının “sivrisinek” olarak, siccil taşlarının “çiçek hastalığı virüsü” olarak yorumlanması böyledir.[17]
Allah Teâla’nın şu ayetinde:
وَالْفَجْرِ * وَلَيَالٍ عَشْرٍ * وَالشَّفْعِ وَالْوَتْرِ
Fecre, on geceye, çifte ve teke,.. yemin ederim” (Fecr 1-3) Fecr kelimesini kainatın ilk patlaması olarak, on geceyi maddenin on gelişme aşaması geçirerek ışığı yansıtacak hale gelmesi olarak, çift ve teki etfarında çekirdeklerin döndüğü hidrojen atomu olarak te’vil etmek de böyledir.[18]
Şu ayetteki:
يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ
Sizi analarınızın karınlarında, bir yaratmadan sonra bir diğer yaratmaya geçerek üç karanlık safhada yaratır” (Zümer 6) üç karanlık safhanın, yeryüzünün üzerinde süren hayatın üç dönüş aşaması olduğuna yorumlanması da böyledir.[19]
Bu naslarla oynayarak anlamlarını tahrif etmek ve Allah’ın ayetlerinde ilhada sapmaktır:
إِنَّ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي آَيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا أَفَمَنْ يُلْقَى فِي النَّارِ خَيْرٌ أَمْ مَنْ يَأْتِي آَمِنًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ
Âyetlerimiz hakkında ilhada sapanlar (yanlış yorumda bulunanlar) bize gizli değillerdir. Kıyamet günü ateşe atılan mı daha hayırlıdır, yoksa güven içinde gelen mi?” (Fussilet 40)
İbn Kayyım rahimehullah şöyle demiştir: “Tahrif şeklindeki te’vil, ilhad (haktan sapmak) türündendir. Zira o, ya ona hakaret ederek, ya lafzını kabul etmekle beraber hakiki anlamından çıkararak nasların aleyhinde olmaya meyletmektir.”[20]
Şayet konuşan kimse muhatabından, delil ve açıklama olmaksızın sözünü zahirinden ve hakikatinden başkasına yorumlamasını istediği takdir edilirse, bu fiil doğruya ulaştırmanın ve hidayet etmenin amaçlanmasına aykırı düşer. O zaman da hidayet bakımından hitabın terk edilmesi, sözün delilsiz olarak zahirinden başkasına çevrilmesiyle mükellef tutmaktan ve muhatabı,  sözün zahirine inanmak suretiyle batıl itikada arz etmekten daha uygun olurdu.[21]

3- Muteşabih nasları Muhkem naslara arz etmek

Muhkem: sadece tek şekilde tefsir edilmeye ihtimali olan nastır.
Muteşabih: birçok anlama gelme ihtimali olan nastır.[22]
Allah Azze ve Celle muteşabih nasların muhkem olanlara döndürülmesini emrederek şöyle buyurmuştur:
هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آَيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آَمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ
Kitab'ı sana indiren O'dur. O kitabın bir kısmı muhkem âyetlerdir; bunlar Kitab'ın aslıdır: diğerleri ise, muteşâbih âyetlerdir. Kalblerinde eğrilik bulunan kimseler, fitne çıkarmak ve (heveslerine uygun) tevilini yapmak için müteşâbih olan âyetlere tâbi olurlar. Oysa müteşâbihin tevilini Allah tan başkası bilmez. İlimde yüksek dereceye erişmiş olanlar ise, "biz ona inandık; hepsi de Rabbımız katındandır" derler. Bunu, akıl sahiplerinden başkası düşünmez.” (Al-i İmran 7)
İbn Kesir rahimehullah şöyle der: “Allah Teâlâ Kur’ân’da kitabın anası olan muhkem ayetlerin yani: hiçbir insana kapalı gelmeyecek şekilde delaleti apaçık olan beyanların bulunduğunu haber veriyor. Diğer bir kısım ayetlerin de insanlardan çoğuna veya bazılarına delaleti kapalı gelen ayetler olduğunu bildiriyor. Kim kendisine kapalı gelen muteşabihleri, açık olanlarına döndürür ve müteşabih olanlara muhkem olanlarla hükmederse hidayet bulur. Kim de aksini yaparsa sapar.”[23]
Müteşâbihlere dayanarak muhkem olanları terk etmek sapıklığa götürür. Nitekim Haricîler ve Mutezile:
فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ
Şefaat edenlerin şefaatleri onlara fayda vermez” (Muddessir 48) ayeti gibi müteşabih olan ayetlerle, şefaatin ispatı konusunda açık muhkem nasları reddetmişlerdir.
Cebriyye fırkası da kulun meşiyetinin ve seçme hakkının bulunmasının ispatı konusundaki muhkem nasları, müteşabih naslarla reddetmişlerdir. Mesela şu ayette olduğu gibi:
وَمَا تَشَاءُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا
Allah dilemedikçe onlar dileyemezler. Şüphesiz Allah alîm ve hakîmdir” (İnsan 30)

4- Bir konuda varid olan bütün nasları bir araya getirmek

 Meseler ve hükümler, o konuda gelen bütün naslar bir araya getirilmeden açıklığa kavuşmaz. Zira onlar tek kaynaktan gelmektedir. Aralarında çelişki veya ihtilaf olması mümkün değildir. Nitekim Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
إنَّ القرآنَ لم ينزل يكذِّبُ بعضُه بعضًا؛ بل يصدِّقُ بعضُه بعضًا؛ فما عرفتم منه فاعملوا به، وما جهلتم منه فردُّوه إلى عالمه
Şüphesiz Kur’ân, bir kısmı diğer kısmını yalanlamak için inmemiştir. Bilakis birbirini doğrular. Ondan bildiklerinizle amel edin, bilmediklerinizi de âlimine arz edin.”[24]
Naslardan birine tutunup diğer nasları terk etmek caiz değildir. Bu, kitabın bir kısmına inanıp diğer kısmını inkâr etmek olur. Nitekim Allah Teâla, Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur:
أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ
Kitabın bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara 85)
Eski ve yeni bidat ve sapıklıkların çoğu bu büyük kaidenin ihmalinden kaynaklanmıştır. Bazı bidatçılar bir nassa tutunmuşlar, diğer nasları terk etmişlerdir. Hâlbuki terk ettikleri nas, onların tutundukları nassı tahsis edebilir (özelleştirebilir), takyid edebilir (sınırlayabilir), beyan edebilir, nesh edebilir veya başka bir durum söz konusu olabilir.
Şatibi rahimehullah şöyle demiştir: “Cahillerin çoğunun bozuk delillerle ve sahih delillerle kendi lehlerine hüccet getirdiklerini görürsün. Herhangi bir delili seçerler, sonra diğer delillere bakmazlar.”[25]
Hariciler tehdit ayetlerine tutunarak vaad ayetlerini terk ettiler ve kastedilenleri başka türlü anladılar. Müslümanları tekfir ettiler ve kanlarıyla mallarını mübah saydılar.
Mürcie de vaad naslarına tutunarak tehdit ayetlerini terk ettiler ve kastedilenleri başka türlü anladılar. “Küfür ile beraber itaatin fayda vermediği gibi, iman ile beraber günahlar zarar vermez.” Dediler.
Naslar, umumi olanları has/özel kılıcı olanlarına, mutlak/sınırsız olanları mukayyed/sınırlayıcı olanlarına, mücmel/kapalı olanları mubeyyen/açıklayıcı olanlarına, muteşabih/birden çok anlamlı olanları muhkem/tek anlama delalet edenlerine arz edilerek araları bulunur. İlimde köklü olanların yolu budur.

[1] Tarihiyetu’l-Fikri’l-Arabiyi’l-İslâmi (74)
[2] Tarihiyetu’l-Fikri’l-Arabiyi’l-İslâmi (297)
[3] El-Cabiri, Tekvinu’l-Akli’l-Arabi (105) el-Cabiri, Beyyinetu’l-Akl (22)
[4] Abdulmecid eş-Şerafi, Libenat (143)
[5] Vichetu Nazar (63)
[6] Vichetu Nazar (62)
[7] Muhammed eş-Şerafi, el-İslâm ve’t-Tarih (64)
[8] Mısır’lı yazar Seyyid el-Kumenî http://quemny.blog.com sitesindeki “Nazariyetu En Kullu Muslim İrhabî” başlıklı makale.
[9] Vichetu Nazar (59)
[10] Umdetu’t-Tefsir (1/681)
[11] Er-Risale (580)
[12] İhtilafu’l-Hadis (1/480)
[13] Tefsiru’t-Taberi (1/15)
[14] Bugün ise tam tersi iddia edilerek çok eşliliği veya boşanmanın sınırlanmasını dinde aslı olmayan kayıtlara bağlamaktadırlar.
[15] El-İhkam Fi Usuli’l-Ahkâm (3/59)
[16] Tefsiru İbn Kesir (1/710)
[17] Muhammed Abduh Amme Cüzü Tefsiri (155) bkz.: Tefsiru’l-Menar (7/319)
[18] El-Kitab ve’l-Kur’ân (235)
[19] El-Kitab ve’l-Kur’ân (208)
[20] Es-Savaiku’l-Mursele (1/217)
[21] Bkz.: es-Savaiku’l-Mursele (1/310)
[22] El-Bahru’l-Muhit (2/85)
[23] Tefsiru İbn Kesir (2/6)
[24] Sahih. Ahmed (6663) Elbani Şerhu Akideti’t-Tahaviye tahrici (1/218)
[25] El-İ’tisam (1/167)

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)