Ebu Muaz el-Çubukâbâdî
بسم الله
الرحمن الرحيم
Şüphesiz ibadet/kulluk
insana verilen bir emanettir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّا
عَرَضْنَا الْأَمَانَةَ عَلَى السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالْجِبَالِ فَأَبَيْنَ أَن يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ
مِنْهَا وَحَمَلَهَا الْإِنسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
“Biz
emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; fakat onu yüklenmekten çekindiler;
ondan korktular. Onu insan yüklendi. O çok zâlim ve çok câhil idi.” (Ahzab
72) Bu emaneti koruyan mümin, ihanet edip zayî eden ise kâfirdir.
Emanetin iki açısı vardır. Birincisi: Allah Teâlâ insandan,
yalnız kendisine kulluk etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere ahit
almıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَإِذْ
أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَىٰ
أَنفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ ۖ قَالُوا بَلَىٰ ۛ شَهِدْنَا ۛ أَن تَقُولُوا يَوْمَ
الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَٰذَا غَافِلِينَ
“Rabbin, Âdemoğullarından, onların sırtlarından
zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhid tutarak "ben, sizin
rabbiniz değil miyim?" (demişti). Onlar da: "Evet; buna şahidiz"
demişlerdi. Bu, kıyamet günü, "bizim bundan haberimiz yoktu"
dememeniz içindi” (A’raf 172)
Sonra Allah Teâlâ, onların ruhlarını yaratmış ve annelerinin
karınlarında dünya hayatlarında yaşayacakları süreyi belirlemiştir. Allah,
kendisinden ruhlar âleminde aldığı sözü koruması için onun ruhuna, bitişik
olduğu bedenini emanet etmiştir. Bu emanet; Allah Azze ve Celle’ye ibadette
O’nu birlemek ve kulundan ruhunu alıncaya kadar O’na itaat etmesidir. Allah
Teâlâ şöyle buyurmuştur:
الَّذِينَ
إِذَا أَصَابَتْهُم مُّصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ
“Nitekim bunlar, kendilerine bir musibet geldiği zaman,
"biz, Allah'a aidiz ve elbette Ona döneceğiz" derler.” (Bakara
156)
Emanetçiye gereken, emaneti sahibine bozulma ve
değiştirmeden salim olarak, emanet edildiği şekilde iade etmektir. Emanetçi,
yaratıcısına, sahibine ve rabbine tevhid dini üzere dönerse Allah Azze ve Celle
onu cennetle ödüllendirecektir. Zira o canını tevhid, islam ve iman fıtratı
üzere tutarak emaneti korumuştur. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
يَا
أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ * ارْجِعِي إِلَىٰ رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً * فَادْخُلِي فِي
عِبَادِي * وَادْخُلِي جَنَّتِي
“Ey huzura ermiş olan nefis! Hoşnut etmiş ve hoşnut olmuş
olarak rabbine dön. Kullarım arasına gir; cennetime gir.” (Fecr 27-30)
Allah Teâlâ’nın yarattığı fıtrat olan İslam ve iman
fıtratında sapıklıkla değiştirme ve bozma yaparak emanete ihanet eden ise
nefsine, yani bedeniyle bitişik olan ruhuna küfrün karanlıkları ile nankörlük
etmiştir. Bu yüzden Allah Azze ve Celle onu emanetine hıyanet etmesine karşılık
olarak cehennemde kalıcılıkla cezalandırır. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem şöyle buyurmuştur:
ما من
مولودٍ إلَّا يولَدُ على الفطرةِ، فأبواهُ يُهَوِّدانِهِ وينصِّرانِهِ ويمجِّسانِهِ، كما تُنتِجُ
البَهيمةُ بَهيمةً جمعاءَ، هل تحسُّونَ فيها من جدعاءَ؟ ثمَّ يقولُ: أبو هُرَيْرةَ:
واقرؤا إن شئتُمْ: فِطْرَةَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا
تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ
“Her doğan mutlaka fıtrat üzere doğar. Anne babası onu
yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın dertop bir hayvan
doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza hissediyor musunuz?” Sonra
Ebu Hureye radıyallahu anh dedi ki: “İsterseniz şu ayeti okuyun: “Dosdoğru
olarak yüzünü dîne, Allah'ın fıtratına çevir ki, insanları o fıtrat üzere
yaratmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değişme yoktur.” (Rum 30)”
(Muslim, Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet etmiştir. no: 2658)
Emanetin ikinci açısı ise şudur: Emanetçi, emanet üzerinde
sahibinin istediği dışında bir tasarrfuta bulunamaz. İnsanın bedeninde ve
ruhunda Allah Azze ve Celle’ye itaat ve O’nun emrine isyan etmemek gibi razı
olduğu dışında bir tasarrufta bulunması caiz değildir. Malını sadece helalden
kazanabilir, kadınlardan ancak Allah’ın kendisine meşru kıldığını sevebilir,
insanlardan ancak Allah yolunda cihad veya had cezası olarak öldürülmesi
gerekenler gibi, Allah’ın emrettiklerini öldürebilir. Yeryüzünde ancak ıslah
için çalışabilir, fesat çıkarmak ve Allah’ın kullarına karşı taşkınlık etmek
için çalışamaz. İç âleminde ve dış âlemde Allah’tan sakınır. Buna devam eder ve
Allah Azze ve Celle’ye O’nun sevdiği amellerle yaklaşırsa Allah ona iman ve
ameli oranında naîm ve huld cennetlerinde yüksek dereceler verir. Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
إِنَّ
أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
“Allah katında sizin en üstün olanınız, Allah'tan en çok
korkanınızdır.” (Hucurat 13)
وَمَن
يَأْتِهِ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَأُولَٰئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ
الْعُلَىٰ * جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ
فِيهَا ۚ
وَذَٰلِكَ جَزَاءُ مَن تَزَكَّىٰ
“Kim de O'na iyi amel işlemiş bir mu’min olarak gelirse,
işte böyleleri için en yüksek dereceler vardır. İçinde daimî kalacakları,
(ağaçları) altından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Bu, (küfürden)
temizlenenlerin mükâfatıdır.” (Taha 75-76)
إِنَّ
الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ
عَمَلًا *أُولَٰئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ
يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِن ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِّن
سُندُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُّتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ ۚ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ
مُرْتَفَقًا
“İman edenler ve salih amel işleyenlere gelince, biz
amellerini iyi işleyenlerin mükâfatını elbette zayi etmeyiz. İşte
böyleleri için, (ağaçları) altından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada
altın bilezik takınırlar; sedirler üzerinde oturmuş oldukları halde, ince ve
kalın ipekten yeşil bir elbise giyerler. Ne güzel sevab ve ne güzel dayanak”
(Kehf 30-31)
Bir kimse şöyle diyebilir: “Sapmış olan kâfir kimsenin
kalbiyle hidayet bulması ve Yüce Melik ve kerim hidayet edici olan Allah’tan
hidayet talep etmesi, bunun üzerine Allah’ın ona hidayeti kolaylaştırması ve
İslam nuruna hidayet sebeplerini hazırlaması, nasıl mümkün olur?” Cevap: Bu,
selim fıtrat olan İslam dinine dönüş ile mümkün olur. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
قُلْ
هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ ۗ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ
“De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu"? Ancak akıl sahipleri tezekkür eder.” (Zumer 9)
Bu ayet, Allah Azze ve Celle katındaki en üstün mertebeyi
bilen ile bunu bilmeyene işaret etmektedir. Zira bilindiği gibi, ilim ancak
bilgi edinme ve dirayet yoluyla gelir. Bilgi edindikten sonra hakkın nuruna
hidayet edilen akıl sahibi; bilen âlim konumundadır. Bilgi edindikten sonra
hakkın nurundan kendisini saptıran, kendisine hüccet ikame edildikten sonra
ondan yüzçeviren ve sapıklığın karanlıklarını tercih eden kimse ise bilmeyen cahil
konumundadır.
Akletmeyen kimse, aklı hak sözü anlamaktan ve kavramaktan
aciz olan kimsedir. Bu da ayette geçen: “Ancak akıl sahipleri öğüt alır”
kısmının zahiridir.
Elbab: lub kelimesinin çoğuludur. Lub ise salih/düzgün akıldır.
Müslümanda da, kâfirde de akıl mevcuttur. Ancak buradaki mesele aklın düzgün
bir akıl olup olmamasıdır. Zira aklın düzgünlüğü ile kastedilen, bu aklın
sahibi olan ruhta hayır bulunmasıdır. Bilindiği gibi, akleden ruhtur. Eğer ruh
düzgün olursa, akıl da düzgün olur. Çünkü akıl, istek ve taleplerinde ruhun
kullandığı malzemedir. Dolayısıyla onun hakkın nuru olan İslam’a
yönlendirilmesinde bu bir fırsat veya arzudur.
Ayette geçen “Ancak… tezekkür eder” kısmı ise pekiştirmedir.
Tezekkür: hak bilgisini unuttuktan sonra hatırlamak demektir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
وإذا أخذ
ربك من بني آدم من ظهورهم ذريتهم وأشهدهم على أنفسهم ألست بربكم قالوا بلى شهدنا أن تقولوا يوم القيامة
أنا كنا عن هذا غافلين
“Rabbin, Âdemoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini
almış ve onları kendilerine şâhid tutarak "ben, sizin rabbiniz değil
miyim?" (demişti). Onlar da: "Evet; buna şahidiz" demişlerdi.
Bu, kıyamet günü, "bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindi”
(A’raf 172)
Bu ayet, Allah Azze ve Celle’nin âdemoğullarının hepsini
babaları Âdem aleyhi's-selâm’ın sırtından kıyamet gününe kadar birbiri ardınca
çıkarıp, beşeriyet âleminde var olmalarına kadar sırayla babalarının
bellerinden çıkarıp yaratmasına işaret etmektedir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ onlardan söz almış, birliğini,
rububiyetini, azametini ikrar ve itiraf ettirmiştir. Bu, onlar ruh âleminde
iken olmuştur. Bundan sonra gaybleri bilen yüce melik Allah Azze ve Celle,
onların dünya âleminde bu sözden ve şahitliklerinden gafil olacaklarını, yani
unutacaklarını haber vermektedir.
Burada bu yüce ve incelikli Kur’an tabirine dikkat etmek
gerekir. “Gafele’ş-şe’y” (Bir şeye gafil olmanın) anlamı; bir şeyi
unutma söz konusu olmaksızın ihmal ederek terk etmek demektir. “Gafele
ani’ş-şe’y” (Bir şeyden gafil olmanın) anlamı ise, bir şeyi unutmaktır.
Dolayısıyla ayette geçen: “Enna kunna an haza gafilin” ifadesi bütün
açıklığı ile şuna işaret etmektedir: Allah Subhanehu ve Teâlâ meşieti, iradesi
ve hikmeti ile Âdemoğullarına bu sözü unutturmaktadır. Yani onları unutucu
kılmıştır. Bu, ruh âleminde kendileri aleyhine bu sözü vererek şahitlik
etmelerinden sonra, dünya âleminde yaratıldıkları zaman olmaktadır. Allah Teâlâ
şöyle buyurmuştur:
وَاقْتَرَبَ
الْوَعْدُ الْحَقُّ فَإِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ أَبْصَارُ
الَّذِينَ كَفَرُوا يَا وَيْلَنَا قَدْ كُنَّا فِي غَفْلَةٍ مِّنْ هَٰذَا بَلْ كُنَّا ظَالِمِينَ
“Gerçek vaad olan kıyamet artık yaklaşmıştır, işte o
zaman, küfredenlerin gözleri donakalır ve "yazıklar olsun bize! Biz,
bundan gaflet içinde idik; daha zâlimdik" derler.” (Enbiya 97)
Bu ayet; bu durumun, zelzeleler gibi kıyamet hallerine şahit
olunduğu zaman gerçekleşeceğine işaret ediyor. Sonra kıyamet meydana geldiği
zaman kâfirler büyük hadiselere şahit olacaklardır. İşte o zaman dünya hayatlarında
Allah Azze ve Celle’yi inkârlarından dolayı nefislerine zulmettiklerini itiraf
edecekler, lakin bu itiraf onlara fayda vermeyecektir. Onlar bu dünya hayatında
gaflet içinde olduklarını itiraf ve kabul etmektedirler. Yani verdikleri sözü,
kulluk misakını ve Allah Azze ve Celle’yi birlemeyi unutmuş olduklarını itiraf
ederler.
Yine burada da bu ince Kur’ânî tabire dikkat etmek
gerekmektedir. Gafele’ş-şe’y: bir
şeyi unutma söz konusu olmaksızın ihmal ederek terk etmektir. Gafele
mine’ş-şe’y ise: bir şeyi unutmak demektir. Dolayısıyla bu unutmada temel
ve yüce bir hikmet vardır. Zira İslam’ın özü tamamen Allah Azze ve Celle’ye
gayb üzere kulluk etmektir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
إِنَّ
الَّذِينَ يَخْشَوْنَ
رَبَّهُم
بِالْغَيْبِ لَهُم مَّغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ
“Görmeksizin rablerinden korkanlar için mutlaka bir
mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır” (Mülk 12)
Allah Azze ve Celle’ye gayb üzere kulluğun gerektirdiği
şeylerden birisi, Allah Subhanehu’nun bize bu sözü unutturarak perdelemesidir.
Çünkü âdemoğulları bu sözü dünya âleminde (ruhlar alemindeki yakîn ile) hatırlarlarsa kâfir olan hiçbir kimse
kalmaz, herkes mümin kimseler olurlar. Bu ise Allah Azze ve Celle’ye görmeden
ibadet hikmetine aykırıdır. Tayyib, habisten, yani mümin kâfirden bu hikmet
sebebiyle ayrılır. Bunun neticesinde iman edenler cennetlere, küfredenler ise
cehenneme giderler. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَلَوْ شَاءَ
رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلا
يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ * إِلا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لأَمْلأَنَّ
جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ
أَجْمَعِينَ
“Eğer rabbin dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa
işte ihtilaf edip durmaktadırlar. Ancak rabbinin merhamet ettikleri, (bu
ihtilaftan) istisna teşkil ederler. Zaten Allah, insanları bunun için
yaratmıştır. Ve böylece, rabbinin “muhakkak cehennemi cin ve insanlardan bir
kısmıyla dolduracağım” sözü yerine gelmiş olacaktır.” (Hud 118-119)
Yine “Ennâ kunnâ hâzâ gâfilîn” tabiri, Allah Azze ve
Celle’nin bizleri kendi irademizle unutucu kılmadığını ifade etmektedir. Bu
husus tamamen Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisine uygundur:
ما من مولودٍ
إلَّا يولَدُ على الفطرةِ، فأبواهُ
يُهَوِّدانِهِ
وينصِّرانِهِ ويمجِّسانِهِ، كما تُنتِجُ البَهيمةُ بَهيمةً جمعاءَ، هل تحسُّونَ فيها من جدعاءَ؟
“Her doğan mutlaka fıtrat üzere doğar. Anne babası onu
yahudileştirir, hristiyanlaştırır veya mecusileştirir. Tıpkı bir hayvanın derli toplu bir hayvan
doğurduğu gibi. Bu hayvanda hiç bir kesik aza hissediyor musunuz?”
Yine Esved b. Surey radıyallahu anh’den gelen rivayette
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
ما بالُ
أقوامٍ جاوزَ بهمُ القتلُ اليومَ حتى قتلوا الذرِّيَّةَ؟
ألَا إِنَّ خيارَكم أبناءُ
المشركينَ،
ألَا لَا تقتُلُوا ذُرِّيَةً، ألَا لَا تقتُلُوا ذُرِّيَّةً، كُلُّ نَسَمَةٍ تُولَدُ علَى الفِطْرَةِ، فما
يزالُ عليها حتى يُعْرِبَ عنها
لسانُها،
فأبواها يهوِّدانِها، أوْ يُنَصِّرانِها
“Bazı kimselere ne oluyor da bugün öldürülenler arasında
bebekler de var? Dikkat edin! Hayırlılarınız müşriklerin çocularıdır. Dikkat
edin! Bebekleri öldürmeyin, dikkat edin! Bebekleri öldürmeyin! Doğan her can,
fıtrat üzere doğar, dili dönmeye başlayıncaya kadar bu hal üzere devam eder,
sonra evebeyni onu Yahudileştirir veya Hristiyanlaştırır” (Sahih. El-Elbanî,
Sahihu’l-Cami 5571)
Bu nebevî hadisler de bütün açıklığıyla işaret etmektedir
ki; Allah Azze ve Celle insanı annesinin karnında bir cenin olarak yarattığı
zaman, Allah Teâlâ ona selim bir fıtrat vermektedir. Bu fıtrat; hanif islam
dinidir. Allah Teâlâ ona ruh üfürülmesini emrettiği zaman ve bundan sonrasında,
çocuğa islam dini üzere olan anne ve baba nasip ederse, o zaman çocukluk
çağında ulaşıp edineceği bilgi, selim fıtrata uygun olanın İslam olduğuna
tabiaten yönlenecek, çocuk konuşma çağına geldiğinde ve bilgi edinmeye
başladığında buna uyum gösterecektir. Ama ebeveyni Hristiyan, Yahudi veya başka
bir küfür dini üzere olurlarsa, çocuğun edineceği bilgi ile fıtratında bulunan
İslam muhalefet edecektir.
Burada da çok önemli bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. Her
çocuğun fıtratında bulunan İslam fıtratının silinmesi ya da giderilmesi mümkün
değildir. Bu, kıyamet gününe kadar insanda bakî kalmaya devam eder. Çünkü sonra
kıyamet gününde, perde açıldığı zaman bunu hatırlayacaktır. Lakin çocuğun
ebeveyni vasıtasıyla elde ettiği bilgi, ya İslam fıtratına uygun düşer ya da
muhalif olur. Bundan dolayı Allah Azze ve Celle bize zikredilen ayette, insanın
dünya hayatında ruhlar âleminde verdiği sözden gafil olduğunu, yani selim
fıtratın unutucu olduğunu haber vermiştir. Lakin bunun izi kalbinde ve nefsinde
mevcuttur.
Bilindiği gibi unutmak; bir şeyin insan zihninden, yani akıl
ve anlayışından kaybolmasıdır. Bir şeyi hatırlamaması da böyledir. Dolayısıyla
bu şeye karşı insanın idrak ve şuuru perdeli olur. Bu, insanların yüce melik
olan Allah’a gayb üzere kulluk etmesinin hakikatiyle örtüşür. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
وَلَوْ تَرَىٰ
إِذِ الْمُجْرِمُونَ نَاكِسُو
رُءُوسِهِمْ
عِندَ رَبِّهِمْ رَبَّنَا أَبْصَرْنَا وَسَمِعْنَا فَارْجِعْنَا نَعْمَلْ صَالِحًا إِنَّا مُوقِنُونَ
“Suçluların, rablerinin huzurunda başlarını önlerine
eğmiş oldukları halde "Rabbımız! Gördük ve dinledik; bizi dünyaya geri
çevir de sâlih amel işleyelim. Artık biz inancı sağlam kimseleriz"
deyişlerini bir görsen.” (Secde 12)
Bu ayette kâfirlerin kıyamet gününde ve hesap anında bunu
itiraf ve kabul ettiklerini görüyoruz. O zaman onların akılları, kalpleri
üzerinde bulunan örtüler kalktıktan sonra düzgünleşir, ruhları düzgün bir
şekilde tefekkür etmeye başlar, hakkın sesini işitir ve hakkın nurunu görürler.
Sonra, o anda bir ve kahhar olan Allah’ın vahdaniyet ve azametini bütün
duyularıyla görmelerinden sonra kesin bir kanaatle itiraf ederler. Nitekim
yakîn ancak marifet ve ilim ile gelir. Hiç kimsenin önceden bilmediği bir şey hakkında
yakin sahibi olması mümkün değildir. Bu, hakikate uygundur. Zira onlar kendi
nefisleri aleyhinde ruhlar âleminde söz verdikten sonra, dünya hayatına Allahın
vahdaniyet, rububiyet ve azametini unutmuş olarak geliyorlar.
Zira bir şeyin nisyanı (unutmak), o şeyin hatırdan, ilimden
ve akıldan kaybolmasıdır. Dünya hayatında onlara bu olmuştur. Lakin bir şeyi
unutmak; hatırdan, ilimden ve akıldan o şeyin tamamen yok olması demek
değildir. Bundan dolayı Allah Azze ve Celle onların akıllarından, kulaklarından
ve gözlerinden perdeyi kaldırdığı zaman, kendi nefisleri hakkında ruh âleminde
vermiş oldukları sözü hatırlayabilirler ve böylece yaratılmış oldukları dünya
diyarında Allah’ın vahdaniyet, rububiyet ve azametini ikrar ederler. Onlar sözü
hatırladıkları zaman yakin sahibi olurlar. Bunun delili Allah Teâlâ’nın şu
ayetidir:
لَقَدْ كُنْتَ
فِي غَفْلَةٍ مِنْ هَذَا فَكَشَفْنَا عَنْكَ
غِطَاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَدِيدٌ
“Oysa sen bütün bunlardan gafildin. Şimdi o gaflet
örtüsünü senden kaldırıp açtık. Artık bugün gözün keskindir.” (Kaf 22)
Aynı şekilde onların verdikleri bu sözü unutmalarını
pekiştiren şeylerden birisi, önceki ayette geçen: “bizi dünyaya geri çevir
de sâlih amel işleyelim” ifadesidir. Onlar Allah’ın rububiyet, vahdaniyet
ve azametine kesin kanaat edip yakin sahibi oldukları zaman, Allah Azze ve
Celle’den sadece dünyaya geri dönmeyi talep edecekler.
Onlar, dünyaya tekrar döndürüldüklerinde salih amel
işleyeceklerini kesin olarak söylerler. Bu, onların kıyamet gününde ve hesap
gününde, dünya hayatında unutmuş oldukları Allah Azze ve Celle’ye ibadet ve
O’nu birlemeyi hatırlayacaklarını ifade etmektedir. Bu yüzden hidayet, irşad,
yönlendirme veya hidayet sebeplerinin hazırlanmasını değil de, sadece dünyaya
döndürülmeyi isterler.
Mesela ayette: “Bizi dünyaya tekrar döndür ki,
rasullerini tasdik edelim ve salih amel işleyelim” diyecekleri geçmez. Hâlbuki
salih amele hidayet edilme, onun gerçekleştirilmesinden önce bilinmesini
gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
اقرأ وربك الأكرم*
الذي علم بالقلم*علم الإنسان ما لم يعلم
“Oku! Rabbın sonsuz kerem sahibidir. O Rab ki,
kalemle yazmayı öğretti. İnsana bilmediğini de öğretti.” (Alak 3-5)
Aynı şekilde buna diğer bir ayetle de delil getirmek
mümkündür:
وَأَنذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْتِيهِمُ الْعَذَابُ
فَيَقُولُ الَّذِينَ ظَلَمُوا رَبَّنَا
أَخِّرْنَا
إِلَىٰ أَجَلٍ قَرِيبٍ نُّجِبْ دَعْوَتَكَ وَنَتَّبِعِ الرُّسُلَ ۗ أَوَلَمْ
تَكُونُوا أَقْسَمْتُم مِّن قَبْلُ مَا لَكُم مِّن زَوَالٍ
“İnsanları, azabın kendilerine geleceği o günü
hatırlatarak uyar. (O gün gelince küfürleriyle) zulmetmiş olanlar:
"Rabbımız! Bizi yakın bir vakte kadar ertele ki, senin davetine icabet
edelim ve peygamberlere uyalım" derler. Hâlbuki siz daha önce, sizin için
(dünyadan âhirete) göçüş olmadığına yemin etmemişmiydiniz?” (İbrahim 44)
“Azab kendilerine geleceği gün” ifadesi, kıyamet ve
hesap gününe işaret etmektedir. Zira “Hâlbuki siz daha önce sizin için
dünyadan ahirete göçüş olmadığına yemin etmemiş miydiniz” buyrulmuştur.
Allah Azze ve Celle, kâfirlerin ahirete intikali ve hesap gününü inkâr
etmelerinden bahsetmektedir.
Açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır ki, bu kıyamet gününde
olacaktır. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara: “Daha önce yemin etmemiş
miydiniz” buyurmaktadır. Yani siz dünya hayatında iken yemin etmiştiniz.
Bundan sonra kâfirler Allah Azze ve Celle’den: “Rabbimiz
bizi yakın bir vakte kadar ertele” diye talep ederler. Yani, bu konuşmanın
vaktinden önce olan bir vakit isterler. Secde suresindeki ayette: “Rabbimiz,
gördük ve dinledik, bizi geri döndür” demişlerdi. Zira erteleme veya süre
verilmesi talebi, adeten nihayet veya uzaklık türündendir. Yani mesela isyankâr
olan veya taatte kusurlu bir insan ölmek üzere iken o sırada süre verilmesini
veya ecelinin ertelenmesini ister. Ta ki salih ameller işleyerek itaat
edebilsin. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
وَأَنفِقُوا
مِن مَّا رَزَقْنَاكُم مِّن قَبْلِ أَن يَأْتِيَ أَحَدَكُمُ
الْمَوْتُ فَيَقُولَ رَبِّ لَوْلَا أَخَّرْتَنِي إِلَىٰ أَجَلٍ قَرِيبٍ فَأَصَّدَّقَ وَأَكُن مِّنَ الصَّالِحِينَ
“İçinizden herhangi birine ölüm gelmezden ve
"Rabbım! Ölümümü yakın bir zamana kadar ertelesen de, sadaka verip
iyilerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah
yolunda sarfedin.” (Munafikun 10)
Döndürülme talebi adeten, sürenin tamamlanmasından sonra
sürenin uzatılması için olur. Bunun anlamı; onların Allah Azze ve Celle’den
kıyamet gününde kendilerine süre verilmesi veya ertelemesini istemeleridir.
Kıyamet gününde akıllarını, kulaklarını ve gözlerini örten perdenin
açılmasından sonra bu olacak değildir. Dolayısıyla onlar ruh âleminde vermiş
oldukları sözü unutmuş oldukları, dünya hayatında yaratılmış bir halde iken
olacaktır.
Onların: “Davetine icabet edip rasullere tabi olalım”
diyerek, hidayet sebeplerini talep etmeleri bunu pekiştirmektedir. Dünya
yurduna dönmeyi istedikleri zaman onların akıllarını, kulaklarını ve gözlerini
örten perde kalkmıştır. Onlar, ruhlar âleminde verdikleri sözü
hatırlamışlardır. Az önce işaret edildiği gibi bunu, onların hidayet ve irşad
sebeplerini talep etmemeleri pekiştirmektedir. Allah’ın vahdaniyeti, rububiyeti
ve azameti hakkındaki yakinlerini ilan etmişlerdir.
Yine diğer taraftan Allah Teâlâ’nın kullarına merhametinden
dolayı insanı İslam fıtratı üzere yarattığını söylememiz mümkündür. Zira sapmış
olan insan hidayet bulmayı dilediği zaman kalbinde ve nefsinde hidayeti
azmetmesi gerekir.
Burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır: İnsanda salih
niyet, salih kalp ve salih nefsin kaynağı nedir? Cevap: selim fıtrattır.
İnsanın selim fıtrat olan islam dininden başka döneceği şey yoktur. Bu da salih
aklın yani lub’bun hakkı tezekkür etmesi yoluyla olur. Yani selim fıtrat,
unuttuktan sonra hatırlar. Allah Teâlâ: “Ancak akıl sahipleri tezekkür eder”
buyurmuştur. Çünkü insan doğduğu zaman, konuşma çağına geldiğinde bilgi
edinmeye başlar. Doğduğu sıradaki selim fıtratı unutucu özelliktedir. İnsanın
edindiği bilgi bu fıtrata ya uyumludur, ya da muhaliftir. Eğer kişi kâfir ise
elde ettiği bilgi selim fıtrata aykırı olacaktır. Mümin ise elde ettiği bilgi,
marifet, tasdik ve iman fıtratıyla uyumlu olacaktır. Bu selim fıtrata dönmek
sayılır. Zira edindiği imanî akide yaratılışında bulunan fıtratıyla uyum
içindedir.
Selim fıtrat onu yeniden tevhid dinine yönlendirir. Bu ise
temizliği ve saflığı bakımından farklılık gösterir. Nebiler en temiz ve en saf
fıtrata sahiptirler. İnsanın fıtratı temizlendikçe imanı daha fazla düzgünleşir.
Zira hissi ve manevî temizlik, hem bedeni, hem ruhu temizler. Müslümanın üzerine
yaratılmış olduğu fıtratıyla kazandığı iman ve ilme yaklaştıkça imanı ve sabatı
artar. Bundan dolayı imanıyla mutmain olan müminin nefsi, huzur ve sükûnet
içindedir. Çünkü kazandığı iman ve ilim,
yaratılmış olduğu selim fıtrat ile uyum içindedir. Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur:
الَّذِينَ
آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُم بِذِكْرِ اللَّهِ ۗ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ
تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
“İşte onlar, îman edenler ve kalbleri Allah'ın zikri ile
mutmain olanlardır. Şunu iyice biliniz ki, kalbler, Allah'ın zikriyle mutmain
olur (rahat ve huzura kavuşur.)” (Ra’d 28)
Kâfir ise türlü dünya nimetlerinden faydalanmasına rağmen, nefsinde
rahatsızdır, sıkıntı içindedir ve sürekli olarak huzursuzdur. Eğlenmek onu
mutlu etmez. Hakiki saadete muhtaçtır. Çünkü kazanmış olduğu küfür akidesi,
Allah Azze ve Celle’nin kendisini üzerine yaratmış olduğu İslam fıtratı ile
uyum içinde değildir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
قَالَ
اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا ۖ بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ ۖ فَإِمَّا
يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَىٰ * وَمَنْ أَعْرَضَ عَن
ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا
وَنَحْشُرُهُ
يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَىٰ
“Onlara şöyle buyurmuştu: "Hepiniz cennetten yere
inin. Bundan böyle artık birbirinize düşmansınız. Benden size bir hidayet
elbette gelecektir. Kim benim hidayetime uyarsa, ne sapıtır, ne de bedbaht
olur. Kim de beni anmaktan yüz çevirirse, onun için dar bir geçim vardır.
Kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz.” (Taha 123-124)
Eğer o, edindiği bilgi ile selim fıtrata döner ve onu hatırlarsa,
bu Allah’ın izniyle hidayeti amaçlama hususunda niyetini, kalbini ve nefsini
ıslah etmesine bir sebep olur. Çünkü kalbin ıslahı dışarıdan gelmez, niyetin,
kalbin ve nefsin ıslahına işaretle birlikte ancak içeriden gelir.
Aynı şekilde, insanı kuşatan hidayet sebeplerinden ayrılmak
suretiyle selim fıtrata dönüşün tamamlanması mümkün değildir. Çünkü mutlak
surette muhayyer bırakılmış bir kimse bulmak mümkün değildir. Lakin şunu
söylememiz mümkündür: fıtrata dönüş ve niyet, kalp ve nefsin ıslahına çalışmak,
insanın seçebileceği ve kendisine üstün tercih derecelerinin kolaylaştıran
amellerdir.
Özetle, müslüman olsun, kâfir olsun kul, Allah Azze ve Celle’nin
kendisini üzerine yarattığı selim fıtrata dönmekte eşittir. Müslüman, temiz fıtratına
yakınlaştıkça Allah Azze ve Celle’ye yakınlığını artırır. Kâfir ise dosdoğru
olan hak yola hidayet bulur. Bu, islam fıtratına döndüğünde bulacağı İslam
yoludur. Hiçbir kapalılığı olmayan apaçık bir şekilde bu ona belirir.
Bizler âdemoğullarıyız. Bizim nefislerimizden ruhlar âleminde
söz alınmış, Allah’ın rububiyet, vahdaniyet ve azameti ikrar ettirilmiştir. Bu
sözü yerine getirmenin gerekleri; dünya yurdunda bizi yaratan Allah Subhanehu’ya
ibadet, itaat, boyun eğmek ve nefsin sahibine teslim olmasıdır. Lakin bizler,
Hakîm olan Allah Azze ve Celle’nin imtihan hikmeti gereği, bu dünya hayatında,
vermiş olduğumuz o sözden gafletteyiz. Bize düşen şey Allah subhanehu ve Teâlâ’ya
bu dünya yurdunda ibadet etmektir.