İbnu’l-Kayyım rahimehullah, İ’lamu’l-Muvakkiîn’de (1/39 vd.)
şöyle demiştir:
“…Şurası unutulmamalı ki, Allah Teâlâ, mü’minlere, kendi
aralarındaki ihtilaflı konuları, Allah’a ve rasulüne havale etmelerini, “eğer iman
etmiş iseler” ifadesiyle emretmiştir. Onlara bunun hem dünyada, hem ahirette
kendileri için en hayırlı sonucu vereceğini de haber vermiştir.
Mü’minler fıkhî konularda tartışmışlar ancak bu tartışmaları
ile dinden çıkmamışlardır. Ashab-ı kiram da müminlerin efendileri ve onların en
kâmil imanlıları olmalarına rağmen fıkhî hükümlerin birçoğunda tartışmışlardır.
Ne var ki onlar, Allah Teâlâ’nın isimleri, sıfatları ve fiillerinden tek bir meseleyi
bile tartışma konusu yapmamışlardır. Aksine başından sonuna kadar istisnasız
olarak kitap ve sünnetin söylediğini kabul etmiş, O’nun isim, sıfat ve
fiillerini te’vile zorlamamış, manalarını bozmamış, herhangi birini iptal edici
bir tavır içine girmedikleri gibi, onlar hakkında örneklendirme yoluna da
gitmemişlerdir. Onlar bu meselelerin ne başı, ne de sonu ile
ilgilenmemişlerdir. Herhangi biri, “O’nun isim ve sıfatları hakiki manalarının
dışına taşınmalı, mecazi manalara yorumlanmalıdır” dememiştir. Onlar, O’nun
isim ve sıfatlarını kabul etmiş, teslim olmuş, iman ve saygı ile karşılamış,
hepsini tek parça olarak değerlendirmiş, hepsi hakkında tek yol izlemişlerdir.
Hevâ ehli ve bid’at ehlinin yaptıkları gibi parçalara ayırıp, ellerinde açık
bir delil olmaksızın bazısını kabul edip bazısını reddtme yoluna
gitmemişlerdir. Hâlbuki hevâ ve bid’at ehli kimselerin, kabul etme hususunda
takındıkları tavrın aynısını, inkâr etme hususunda da takınmaları gerekirdi.
Hükümlerin bazılarında tartışma, kişiyi imandan çıkarmaz. Bundan
maksat, müminlerin: “Allah Teâlâ’nın: “Eğer Allah’a ve ahiret gününe iman
ediyorsanız o (tartıştığınız konuları) Allah’a ve rasulüne götürün” (Nisa
59) ayetinde emrettiği gibi, ihtilaf ettikleri konuları Allah’a ve rasulüne
havale ederek tartıştıkları zaman imandan çıkmayacaklarıdır. Çünkü bir şarta
bağlanan hüküm, o şartın ortadan kalkması ile ortadan kalkar.
Ayette geçen “herhangi bir şeyde tartışırsanız” ifadesindeki
“bir şey” şartın devamında nekre olarak gelmiştir. Bu da, müminlerin, dinin
ince-kaba, açık-kapalı her türlüsü ile tartıştıkları dinî konuların tamamını
kapsar. Allah’ın kitabı ve Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetinde
bunlarla ilgili herhangi bir açıklama bulunmasa ve bulunanlar da yeterli
olmasaydı Allah Teâlâ böyle bir emri vermezdi. Çünkü ihtilaflı bir konuyu,
hakkında çözüm bulunmayan bir kaynağa havale etmek imkânsızdır.
Diğer taraftan “Allaha havale”nin manası; O’nun kitabına,
rasulüne havalenin manası da hayatta iken kendisine, vefatından sonra da
sünnetine havale demek olduğu hususunda âlimler icma etmişlerdir.
Ayrıca bu havale, imanın gereklerinden sayıldığı için; bunun
olmaması, imanın olmamasını gerektirir. Zira lazımın olmadığı yerde melzum da
olmaz. Özellikle bu iki şey arasında lazımiyet-melzumiyet birbirine daha fazla
bağlıdır. Bunlardan birisi olmazsa, diğeri de olmaz. Sonra bu havalenin
kendileri için daha hayırlı olduğunu bildirmiş, sonuç olarak da bunun en
hayırlı sonuç olduğu ifade edilmiştir.
Allah Subhanehu ve Teâlâ, Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem’in getirdiğinden başkasını hakem tayin edip onun hakemliğine müracaat
etmenin, tagutu hakem olarak benimsemek ve ona müracaat etmek olduğunu haber
vermiştir. Tagut: Kulun kendisiyle haddini aştığı her türlü ma’bud, kendisine
uyulan ve itaat edilen varlıktır. Her kavmin tagutu, Allah ve rasulü dışında
kendisinin hakemliğine başvurulan, Allah dışında ibadet edilen, Allah’tan bir
yol gösterme olmaksızın kendisine ittiba edilen veya insanların bilmedikleri
konularda kendisine itaat etmeyi Allah’a itaat kabul ettikleri kimselerdir.
İşte bunlar dünyanın tagutlarıdırlar. Düşünüp incelediğin zaman, insanların
çoğunun Allah’a ibadetten onlara kulluğa, Allaha ve rasulünün hakemliğinden
onların hakemliğine, Allah’a itaat ve rasulüne ittibâdan, onlara itaat ve
ittibaya yöneldiklerini görürsün. Onlar bu ümmetin kurtuluşa ermişleri olan
sahabe ve tabiun’un yolunu tutmamış, onların hedeflerine yönelmemişler, hem
menhec hem de hedef olarak onlardan ayrılmışlardır.
Sonra Allah Teâlâ haber veriyor ki; “Onlara: Allah’a ve
rasulüne gelin” denildiği zaman bundan yüz çevirir, davetçiye icabet etmez ve
başkalarının hükümlerine razı olurlar. Ardından onları Allah ve rasulünden yüz
çevirip, başkalarının hâkimliğine müracaat etmelerinin, malları, bedenleri,
basiretleri, dinleri ve akıllarına büyük musibetler getireceği ile tehdit
etmiştir. “Eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah onların bazı günahları
sebebiyle başlarına bir felaket getirmek ister.” (Maide 49) Onlar
maksatlarının yalnızca iyilik ve uyumdan ibaret olduğunu ileri sürerek mazeret
beyan ederler. Yani ana gayeleri her iki zümreyi razı edip aralarını bulmaktı.
Bunların bu davranışları aynen Rasulün getirdiği ile onun zıddı olanların
arasını bulmaya çalışıp, bununla da iyilik yaptığını ve tarafların arasını
düzeltip, uyumlu hale getirdiğini sananlara benzemektedir. Halbuki iman,
rasulün getirdiği ile onun karşıtları arasında yol, hakikat, inanç, siyaset ve
yorum bakımından tam bir savaş hali ilan etmeyi gerektirmektedir. Katıksız iman
işte bu savaşı başarmakla mümkündür, uyum sağlamakla değil. Başarı Allah’tandır.
Allah Teâlâ yine bu
ayeti kerimede insanlar aralarında meydana gelen küçük büyük her türlü
tartışmada Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i hakem tayin etmedikçe
imanın meydana gelmeyeceğine yemin etmektedir. Dahası, iman için hakem tayin
etmenin yetmediği, aksine O’nun vereceği hüküm karşısında en ufak bir sıkıntı
ve darlık duymadan bunu kabul etmek gerektiğini, bununla da yetinmeyip tam
manasıyla bu hükme teslim olup, boyun eğmenin, imanın gerçekleşmesi için şart
olduğunu beyan etmiştir.
Allah Teâlâ, diğer bir ayette de, bununla beraber şöyle
buyurmuştur: “Allah ve rasulü bir işe hükmettiği zaman gerek mümin erkek,
gerekse mü’mine kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim
de Allah ve rasulüne âsî olursa apaçık bir sapıklık etmiş olur” (Ahzab 36) Bu
ayette O, Allah ve rasulü bir konuda karar verdikten sonra, hiçbir müminin
seçme hakkının olmadığını haber vermiştir. Bundan sonra başka şeyleri
seçenlerin de apaçık bir şekilde sapıklığa düştüğünü bildirmiştir.
Allah Teâlâ: “Ey iman edenler! Allah’ın ve rasulünün önüne
geçmeyin, Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.” (Hucurat 1)
buyurmaktadır. Yani O konuşmadan siz konuşmayın, o emretmeden siz emretmeyin, O
fetva vermeden siz fetva vermeyin, bir konuda O nihâî kararı verip onaylamadan,
siz kesin hükümler vermeyin demektir.
Ali b. Ebi Talha’nın rivayetine göre İbn Abbas radıyallahu
anhuma: “Yani kitap ve sünnete aykırı konuşmayın” demiştir.
Avfî’nin İbn Abbas radıyallahu anhuma’dan rivayeti ise
şöyledir: “O’nun sözü önünde konuşmalar yasaklandı.” (Taberi tefsiri, 26/116)
Bu ayetin en özlü yorumu şudur: Bir konuda Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’den önce konuşmaya veya bir iş yapmaya acele
etmeyin. Nitekim Allah Teâlâ: “Ey iman edenler! Seslerinizi Nebi’nin sesinden
fazla yükseltmeyin. Biribirinize bağırdığınız gibi, Nebi’ye yüksek sesle
bağırmayın. Öyle yaparsanız farkına varmadan amelleriniz boşa gider” (Hucurat
2) buyurmaktadır. Bu ayete göre Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
yanında seslerini yükseltmeleri, amellerin boşa çıkmasına sebep oluyorsa, re’y,
akıl yürütme, zevk, siyaset ve bilgilerin onun önüne geçirilmesi ve onun tercih
edilmesi durumunda halleri nice olur?
Bunlar amelleri boşa çıkarmada ötekinden daha öncelikli
olmaz mı? Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Müminler ancak Allah’a ve rasulüne
gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, o nebî ile beraber bir iş üzerinde bir
araya geldikleri vakit, O’ndan izin istemedikçe bırakıp gitmezler” (Nur 62) Bu
ayete göre, O’nunla birlikte oldukları zaman gidilecek bir yere izin almadan
gitmemek, imanın bir gereği olduğuna göre, bir konuda yorum yapmadan, görüş
belirtmeden önce izin almak daha evla olarak imanın bir gereği olacaktır. O’nun
izin vermesi ise, izin verdiğini gösteren bir delil ile bilinir…”