Sözlerin en doğrusu Allah'ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed Aleyhisselam'ın yoludur. Dinde her sonradan çıkarılan şey bidattir.Her bidat sapıklıktır ve her sapıklık da cehennemdedir (Muslim no: 867)

Duâ

Duâ

9 Nisan 2014 Çarşamba

Allah'tan Korkun! Namaz!


İbn Kayyım rahimehullah, Salatu'l-Muhibbîn adlı eserinde şöyle der: "Namazın tevhid ve ibadette Allah Teala’yı birlemekten sonra kulu, Allah’a ulaştıran en yakın yol olduğunu bilelim. Allah Teala buyuruyor ki: Haydi, Allah'a secde edip O'na kulluk edin!”(Necm 62) Allah'a secde et ve (yalnızca O'na) yaklaş!”(Alak 19) Bizim ayetlerimize ancak o kimseler inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”(Secde 15-17)
Bundan önce kendilerine ilim verilen kimselere o (Kur'an) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. Ve derlerdi ki: Rabbimizi tesbih ederiz. Rabbimizin vâdi mutlaka yerine getirilir. Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur'an okumak) onların saygısını artırır.”(Secde 107-109)
Seleften bazıları gece namazlarında[1] ve nafilelerde yetmiş tesbih söylerlerdi. Tesbih, temcid ve tazimden sonra dua etmeye başlar, ancak tesbih ettikten sonra dua ederlerdi. “Subhane rabbiyel azim” veya “Subhane rabbiyel a’la” dediğin zaman dua vakti gelmiş demektir. Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine: “Rabbine hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”(Nasr 3) ayeti inmesinden itibaren her kıyamı, her oturuşu, her rükûsu ve her secdesinde mutlaka şöyle demiştir: “Subhanekallahumme Rabbena ve bihamdik. Allahummağfirlî” ve “Subhane rabbiyel a’lâ ve bihamdihi” ve “Subhane rabbiyel azim ve bihamdihi” Rükû ve secdelerde Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu söylerdi.
Bize özellikle secdede duayı artırmak tavsiye edilmiştir. Zira secde, kulun Allah Teala’ya en yakın olduğu andır. Abdullah b. Mesud radıyallahu anh, kardeşlerine bir ihtiyaçları olduğu zaman farzlarda dua etmelerini tavsiye ederdi. Zira beş vakit namaz duaya icabete en uygun hal olup, kul, Allah’a farzlar gibi başka bir şeyle daha fazla yaklaşamaz. Nafilelerle yakınlığı artırmaya devam eder, ta ki Allah Subhanehu ve Teala onu sever. Allah onu sevdiği zaman onu düzeltir, korur, gözetir, savunur, ona düşmanlık edene düşman olur ve o Allah’ın dostu olur.
Namaz, muvahhidlerin ve sevenlerin bu dünyada gözlerinin nurudur. Çünkü onda gözlerin ancak kendisiyle aydın olacağı münacat vardır. Nefis ancak namazla huzur ve sükunet bulur. Allah’ın zikri ile nimetlenilir, O’na münacat ile yalvarılır, huzurunda durulur, zilletle O’na boyun eğilir ve özellikle secdelerle O’na yaklaşılır.[2]
İşte o hal, kulun Rabbine en yakın olduğu andır. Eğer gerçekten sevenlerden ise, sevenin gözüne bundan daha çok aydınlık, kalbine bundan daha çok lezzet, hayatına bundan daha çok nimet verici bir şey yoktur. Bundan ayrıldığı zaman nefsinde bir hafiflik bulur, üzerindeki ağırlığı bıraktığını hisseder ve bir dinçlik, bir ferahlık bulur. Öyle ki, namazdan çıkmamayı temenni eder. Zira o gözünün nuru, ruhunun nimeti, kalbinin cenneti, dünyada istirahatidir. Namaza girip rahatlayana kadar kendisini dar bir zindanda gibi hisseder.
Sevenler: “Namaz kılıyoruz ve namazımızla rahatlıyoruz” derler. Nitekim imamları, önderleri ve peygamberleri sallallahu aleyhi ve sellem: “Ey Bilal! Bizi namaz ile rahatlat[3] dedi. “Bizi ondan rahatlat” demedi! Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Gözümün nuru namazda kılındı[4] Gözünün nuru namazda kılınan kimsenin gözü nasıl başka bir şeyle aydın olur? Namazsız nasıl sabreder? Gözünün aydınlığı kalbinin huzurudur ve ona ulaşmasıdır. Lezzeti, ferahlığı, sevinci ve behceti sadece namazdadır ki o, Allah’a olan bağı, huzurunda durup O’na münacat etmesi ve O’na yakınlaşmasıdır. Nasıl göz aydınlığı olmasın? Sevenin gözü ondan başkasıyla nasıl aydın olur? Nerede şu “Namazı kılıyoruz ve namazdan (kurtularak) rahatlıyoruz” diyenlerin sözü?
Sevenin rahatı ve gözünün aydınlığı namazdadır. Gafilin ve yüz çevirenin bundan bir nasibi yoktur. Hatta namaz ona büyük bir yük gibi gelir. Namaza kalktığı zaman kurtulmak istediği kor parçası üzerindeymiş gibi kalkar ve süratli bir şekilde kılar. Onun için namazda göz aydınlığı ve kalbi için rahatlık yoktur. Bu ona göz nuru ve rahatlık olmaktan daha çok bir yüktür. Bir şey kulun göz nuru olursa, kalbi onunla rahat eder ve ondan ayrılmak zor gelir. Kalbini Allah’tan ve ahiret yurdundan boşaltan kimse dünya sevgisine müptela olur ve namaz kendisine ağır gelir. Sıhhati yerinde olması ve vaktinin müsait olmasına rağmen namazı uzatmayı sevmez. Bu isteksizlik şeytanın bir hilesidir. Bundan Allah Teala’ya sığınırız.
Bilinmesi gerekir ki namaz göze bir aydınlık ve kalbe rahatlıktır. Namaz altı müşahedeyi bir araya toplar:
Birinci müşahede: İhlâs[5]: O bunu üzerine yüklenmiştir ve buna davet eder. Kulun rağbeti ve muhabbeti Allah içindir, O’nun rızasını, O’na yakınlığı ve O’nun sevgisini talep eder, emrine uyar. O bunu dünya hazlarından biri sebebiyle yapmaz. Bilakis yüce Rabbinin rızasını gözeterek, O’na muhabbetle, azabından korkarak, bağışlamasını ve sevabını umarak yapar.
İkincisi: Sadakat ve Samimiyet: O kalbini namazda Allah için boşaltır, bütün gayretlerini Allah’a yönelmeye toplar, en güzel şekilde zahiren ve batınen namazı yerine getirir. Zira namazın bir zahiri, bir de batını vardır. Zahiri görünen fiiller ve işitilen sözlerdir. Batını ise huşû, murakabe ve kalbi Allah için boşaltmak, tamamen Allah’a yönelmek, kalbiyle başka bir şeye iltifat etmemektir. Bu namazın ruhu mesabesinde, fiiller ise namazın bedeni mesabesindedir. Ruhsuz beden olmadığı gibi bedensiz ruh da olmaz.
Kul efendisi karşısında böyle olmamaktan çekinmez mi? Namaz vakti geldiği zaman derhal sevdiğine koşar, tam anlamıyla samimiyetle, sadık aşığın kendisinden bir şey isteyen sevdiğine samimiyeti gibi Mabuduna samimiyet gösterir. Bütün çabasını sarf eder, hatta bütün gücünü onu güzelce yapmak, süslemek, düzeltmek ve sevdiğinin huzurunda hoş göstermek için harcar, onun rızasına ve yakınlığına kavuşmayı ister. Kul, Rabbi, sahibi ve mabudu olan Allah’a bu şekilde en güzelini sunmaya bütün gayretiyle çalışmamaktan utanmaz mı?
Bilaksi nefsinde, sevdiği bir insana karşı bunu bulur, Rabbinin menzilesi ise ona göre bundan aşağı olamaz. Nefsine insaf eden ve amellerini bilen kimse, bu amelleriyle Allah’a yönelmekten ve Rabbinin rızasını bunlarla talep etmekten çekinir. O kendisinde olanı bilir. Şayet insanlardan bir sevdiği olsa ona samimiyetle yapmadığı bir güzellik bırakmaz.
Üçüncüsü: Tabi oluş ve İktida: O namazında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in namazına uymak, onun kıldığı gibi kılmak için elinden gelen hırsı gösterir. İnsanların sonradan çıkardıkları eksiltmelere, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den ve hiçbir sahabeden nakledilmeyen şeylere aldırmaz. Vacip olduğuna inandıkları şeyden az olarak duranların ruhsatlarına iltifat etmez. Başkaları bu konuda çekişse de onların iskat ettiklerini gerekli görür. “Belki bu konuda sabit nebevi hadisler ve elinde delili vardır. Biz falan ve filan mezhebi taklid ederiz” diyenlerin sözlerine aldırmaz[6].  Bu Allah katında kendisini kurtarmaz ve sünnet ile amel etmediği için ona mazeret de olmaz. Zira Allah Rasulü sallallahu aleyhi ve sellem’e itaati emretmiştir. Sadece ona tabi olmayı, başkasına uymamayı emretmiştir. Başkasına itaat ancak Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem emrettiği zaman olabilir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem dışında herkesin sözü alınabilir de, bırakılabilir de.
Nitekim Allah Subhanehu ve Teâla bizzat yemin etmiştir ki, bizler aramızda geçenler hususunda Rasule muhakeme olup onun hükmüne teslim olmadıkça iman etmiş olmayacağız ve başkasının hükmü bizi Allah’ın azabından kurtarmayacak, bizden Allah Azze ve Celle’nin Kıyemet günü “Rasullere ne cevap verdiniz”(Kasas 65) nidasına karşı cevabımız kabul edilmeyecektir. Muhakkak ki bizlerden sorulacak ve cevap istenecektir: Allah Azze ve Celle buyuruyor ki: “Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz!”(A’raf 6) Kime Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir sünneti ulaşır da insanlardan birinin sözü için onu terk ederse, kıyamet gününde reddedilecek, neler kaybettiğini anlayacaktır. Allah Teala buyuruyor ki: “And olsun ki, Rasulullah, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.”(Ahzab 21)
Dördüncüsü: İhsan: Bu murakabedir. İhsan; Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmektir. Zira sen O’nu görmesen de şüphesiz O seni görmektedir. Bu ancak Allah’a, isimlerine ve sıfatlarına, Allah Subhanehu ve Teâla’yı semada arşının üstünde istiva etmiş, emrederek ve nehyederek konuşmasını, yaratmadaki tedbirini, emrin O’nun katından inip yine kendisine yükselmesini, kulların amellerinin O’na arz edilişini ve ruhlarının ona muvafakat edişini görürcesine iman etmenin kemalindendir. Bunları kalbiyle müşahede eder. Yine isimlerini, sıfatlarını, Kayyum, Hayy, Semî, Basir, Aziz, Hakîm, emredici, yasaklayıcı, seven, gazap eden olduğunu, kulların amellerinden, sözlerinden ve gizli hallerinden hiçbir şeyin O’na gizli kalmadığını müşahede eder. Şüphesiz Allah gözlerin hain bakışını ve göğüslerde gizleneni bilir. “Yaratan bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır.”(Mülk 14)
İhsan, bütün kalp amellerinin aslıdır. Zira bu yüceltmeyi, tazimi, haşyeti, muhabbeti, yönelmeyi, tevekkülü, Allah Subhanehu’ya zillet ile boyun eğmeyi, nefsin vesveselerine son verip kalbi Allah Teâla için hazır etmeyi gerektirir. Şüphesiz kul, dudağını Allahın zikri için kıpırdattıkça Allah kuluyla beraberdir.
Kulun, Allah’a yakınlıktan dolayı aldığı haz, ihsan makamını gözetmesi nispetinde ve kişinin iki kişi arasındaki namazının tıpkı göklerle yer arasında kıldığı namazında kıyamı, rükûu ve secdeleri ile eşit olması oranında olur. Bu, kalbin Rabbi önünde oluşunu düşünmesiyle olur. Gafil ise bundan yüz çevirir. “Vay o namaz kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler.”(Maun 4,5)
Ammar b. Yasir Radıyallahu anhuma’dan: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Şüphesiz kul, namaz kılar da ona bunun onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı yazılır.”[7]
Beşincisi: Minnete şahitlik: Allah Subhanehu ve Teâla’nın kendisini bu makamda kaim edip ehil kılmasındaki minnetine şahit olur, bedeni O’nun hizmetindeyken kalbini de bu kıyama muvafakat ettirir. Şayet Allah Subhanehu’nun lütfu olmasaydı bunların hiçbiri olmazdı.
Allah Teâla buyurur ki: “Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler; de ki: "Müslüman olmanızla beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimselerseniz, sizi imana eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır."(Hucurat 17)
 Allah Subhanehu Müslüman’ı Müslüman kılan, namaz kılana namazı nasip edendir. Nitekim Halil Aleyhisselam şöyle demiştir: “Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (ver). Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et."(Bakara 128) “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan eyle”(İbrahim 40) Yalnız Allah için minnet; kulun Allah’a itaati yerine getirmesi ile olur ki bu Allah’ın kulu üzerindeki en büyük nimetlerindendir. Allah Teâla buyuruyor ki: “Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır.”(Nahl 53) “Ama Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârcılığı, yoldan çıkmayı ve başkaldırmayı size iğrenç göstermiştir. İşte böyle olanlar, Allah katından bir lutuf ve nimet sayesinde doğru yolda bulunanlardır.“(Hucurat 7)
Bu müşahede, kul için müşahedelerin en önemli ve en faydalılarındandır. Kulun tevhidi ne kadar büyük olursa bu müşahededen nasibi de daha tam olur.
Burada bazı faideler vardır:
Şüphesiz kul, kalp ile amelinden dolayı ucub ve nefsini görmek arasındadır. Şüphesiz o, Allah Subhanehu’yu, kendisini hidayete muvaffak kılan el-Mennan olarak müşahede ettiği zaman, nefsini görmekten, amelini beğenmekten kendini alıkoyar. Böylece kalbindeki ucub kalkar, diliyle de minnet etmeyi bırakır. Bu, yüksek amel hakkında bir meseledir.
Hamd’in sahibi olana izafe edilmesi bunun faydalarındandır. Nefsinde övülecek bir şey görmez, bilakis övülecek şeylerin, nimetlerin, bütün fazlın ve bütün hayrın tamamının Allah’tan olduğunu müşahede eder. Bu tevhidin kemalindendir. Tevhid makamı kalbe, ancak bunu bilmesinden ve müşahede etmesinden sonra yerleşir. Bunu öğrenip kökleştirdikten sonra bu kendisi için bir müşahede haline gelir. Kalbinde müşahede haline geldiği zaman da bu, muhabbet, Allah ile ünsiyet, O’nunla karşılaşmak için şevk, O’nun zikri ve taati ile nimetlenmek ile sonuçlanır. Eğer kalbi bu gayeden mahrum ise kişi için hayatında hayır yoktur ve vuslat yolu kendisi için kapalıdır. Hatta Allah Teâla’nın şöyle buyurduğu gibidir: “Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir.”(Hicr 3)
Altıncısı: Kendini kusurlu bilmek: Kul, emri yerine getirmek için elinden gelen gayreti gösterse de o yine kusursuz değildir. Allah Azze ve Celle’nin kendisi üzerindeki hakkı daha büyüktür. Bunu daha fazla taat ve kulluk ile karşılamak gerekir. Allah Subhanehu’nun azameti ve celali, kendisine layık bir kulluk yapılmasını gerektirir. Sultanların hizmetçileri ona saygı, tazim, vakar, hayâ, korku ve samimiyet ile hizmet ederler. Kalplerini ve azalarını onun için boş tutarlar. Göklerin ve yerin Malikul Mülk’ü olan Allah Azze ve Celle ise bu muameleye çok daha fazlasıyla layıktır. Kul kendisinin Rabbini hakkıyla kulluk edememiş olduğunu bilirse, kusurunu, geri kalışını ve gerekeni hakkıyla yapamamış olduğunu bilir. Şüphesiz o, amelinin sevabını talep etmekten çok kusurunun bağışlanmasına muhtaçtır. Şayet o hakkını eda edebilse, kulluğunun gereklerine elbette müstahak olurdu. Şüphesiz kölenin hizmeti ve efendisi için çalışması onun hükmü ve mülkünde olmasının hakkıdır. Ondan çalışmasına ve hizmetine karşılık ücret isterse insanlar onu ahmak sayarlar. Zira o hakikatte kendisinin sahibidir. Bilakis o her açıdan hakikatte Allah’ın kölesidir ve O’nun mülkündedir. 
Çalışması ve hizmetinin hakkı, O’nun kulu olmasının hükmüyledir. Eğer kendisine karşılık verirse bu sadece fazlı, minneti ve ihsanı iledir, kulun hak etmesiyle değildir. Bundan dolayı Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Kolaylaştırın, yakınlaştırın ve müjdeleyin. Şüphesiz hiç kimse cennete ameliyle giremez.” Dediler ki: “Sende mi ey Allah’ın rasulü!” Buyurdu ki: “Evet, ben de. Ancak Allah beni mağfiret ve rahmetine batırmıştır.”[8] Kim bunu anlarsa amellerin ve taatlerin bağışlanma dilemekle kapanmasının sırrını da anlar.
Sahihu Müslim’de Sevban Radıyallahu anh’den rivayet ediliyor: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem namazda selam verdiği zaman üç defa bağışlanma diler ve “Allahumme entesselam ve minke’s selam tebarekte ya zelcelali vel ikram” derdi.”[9] 
Allah Teâla buyuruyor ki: “Onlar, geceleri az uyuyanlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (Zariyat 17-18) Onların bağışlanma dilemelerinin gece namazından sonra olduğu haber veriliyor. Allah Teâla kullarına hacda ifada’dan sonra bağışlanma dilemelerini emrediyor: “Sonra insanların (topluca) akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”(Bakara 199)
Abdest alanın abdest aldıktan sonra şöyle demesi meşru kılınmıştır: “Allah’ım beni tevbe edenlerden ve temizlenenlerden kıl.” Bu, abdestten sonraki, hacdan sonraki, namazdan sonraki ve gece kıyamından sonraki tevbedir. Bilcümle, kul bu durumda bütün amellerinde bu makamın hakkını ifa edemediğinin bilincindedir. O her amelinin ardından Allah’tan bağışlanma dilemeye başlamıştır. Taati arttıkça tevbesi ve bağışlanma dilemesi de artmaktadır. Seven kul bu müşahedeyi gerçekleştirdiği zaman veda eden kimse gibi namaz kılar.[10] Şüphesiz o, namazından ayrıldığında kalbinde, bedeninde ve diğer hallerinde bunun etkisiyle ayrılır, yüzünde, dilinde ve diğer azalarında bunun alameti görülür. Bunun semeresini kalbinde kalıcılık yurduna yönelmek, aldanış yurdundan yüz çevirmek, dünyaya ve acil olana hırs göstermemek şeklinde bulur. Nitekim namaz onu hayâsızlıktan ve çirkinliklerden alıkoymuş, Allah ile karşılaşmayı ona sevdirmiş ve kendisini Allah’tan alıkoyan her şeyden nefret ettirmiştir.  O, namaz vakti gelinceye kadar sanki bir zindandaymış gibi kederli ve düşüncelidir. Namaz vakti geldiğinde ise nimeti, sevinci, göz nuru ve kalbinin hayatı olan namaz için kalkar, kılar. Hayat onun için sadece namaz ile güzeldir. Bütün bunlarla beraber o, namazının kabul edilmemesinden de korkar.
Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in hanımı Aişe Radıyallahu anha’dan: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e: “Ve Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar”(Müminun 60) ayetini: “Onlar içki içenler ve hırsızlık yapanlar mıdır?” diye sordum. Buyurdu ki: “Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Lakin onlar oruç tutan, namaz kılan, zekât veren ancak kabul edilmemesinden korkanlardır. Onlar, hayırda yarışan ve öne geçenlerdir.[11] Bu iki anlama yorumlanır:
Birincisi: Kusurunu ve eksikliğini müşahede etmek.
İkincisi: Muhabbette sadakat. Zira sevgisinde sadık olan, sevdiğine imkân nispetinde yakınlaşır. Ondan özür dileyerek ve çekinerek ona yönelir ve onun üstünlüğünü saygıyla takdir eder. Bu yaratılmışlara muhabbet hakkındaki müşahededir.
Namazı zahiren ve batınen hakkıyla yerine getirmeye hırs göstermeliyiz. Zira bunun dünyanın kötülüklerini def etmede şaşırtıcı bir etkisi vardır. Dünya kötülüklerini def etmede ve ahiret menfaatlerini celp etme hususunda namaz gibisi yoktur. Şüphesiz namaz günahlardan alıkoyucu, kalp hastalıklarını ve vücut illetlerini def edici, kalpleri nurlandırıcı, yüzleri ağartıcı, organlara ve gönle dinçlik verici, rızkı çekici, karanlığı kovucu, karışık şehvetleri uzaklaştırıcı nimetleri muhafaza edici, nikmetleri def edici, rahmetin menzili, kederlerin kaldırıcısı, sıhhatin koruyucusu, gönlün ferahlatıcısı, tembelliği giderici, kuvveti artırıcı, göğsü genişletici, ruhu besleyici, bereketi çekici, şeytandan uzaklaştırıcı ve Rahman’a yakınlaştırıcıdır. Bilcümle, namazın vücut ve kalp sağlığını muhafaza etmede ve kuvvetlendirmede, kötülükleri def etmede şaşırtıcı bir etkisi vardır. Bir derde, hastalığa veya belaya duçar olan hiç kimse yoktur ki namaz kılan kimsenin bundan nasibi daha az olmasın ve akibeti daha selametli olmasın.
Bunun sırrı; namazın Allah Azze ve Celle ile- kulun Rabbine olan bağı miktarında - bir bağ olmasındandır.  Ona hayır kapıları açılır, kötülük sebepleri ondan kesilir, Allah Azze ve Celle ona muvaffakiyet, sıhhat, afiyet, zenginlik, rahat, nimet, ferahlık ve sevinç verir ki bunların hepsi Allah’ın katındandır.
Şunu iyi bil ki ey kardeşim! Şüphesiz kulun Allah Azze ve Celle huzurunda olacağı iki durum vardır:
  • Namazda O’nun huzurunda durur.
  • Onunla karşılaştığı (kıyamet) gününde O’nun huzurunda durur.
    Kim birinci duruşun hakkını ikame ederse ikinci duruş ona kolay gelir. Kim de bu birinci duruşu hafife alırsa ikinci duruşta hakkını ödeyemez ve şiddetle karşılaşır.
Allah Teala buyurur ki: “Gecenin bir kısmında O'na secde et; gecenin uzun bir bölümünde de O'nu tesbih et. Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (ahireti) ihmal ediyorlar.”(İnsan 26-27)


[1] Yani rükûda yetmiş defa “Subhane rabbiyel azim”, secdelerde yetmiş defa “subhane rabbiyel a’la” derlerdi. Bununla beraber Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sayıda tesbih ettiği nerededir? O, bu kadar süren bir miktarda rükû ederdi.
[2] Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Kulun Rabbine en yakın olduğu an secde halidir. O halde duayı artırınız” buyurmuştur. İbn Kayyım rahimehullah der ki: “Kitap ve sünnette zikredilen yakınlık, kulluğa, istemeye ve dua edici olmaya hastır. Allah Teala buyurur ki: Kullarım sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin dileğine karşılık veririm.”(Bakara 186) Bu yakınlık dua içindir. Sahih’te, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Kulun rabbine en yakın olduğu durum secde halidir.” Ve “Rabb ile kul arasındaki en fazla yakınlık gecenin ortasında olur.” Bu yakınlık özel yakınlıktır, ihata yakınlığı değildir.
[3] Ebu Davud (4985) Ahmed, (5/364 no: 23137) Taberani (2614)
[4] Hakim; Müstedrek (2/174 no: 2676) Ahmed, (3/128 no: 12315) Nesai (7/61 no: 3939-40), Nesai; Sunenu'l-Kubra, Taberani üç Mu’cem’inde ve Abdurrazzak; Musannef’inde rivayet ettiler.
[5] İbnul Kayyım rahimehullah der ki: “İhlâssız ve sünnete uymayan amel, çorabına kum dolduran yolcu gibidir. Ağırlık yapar, fayda vermez.” Bil ki ey kardeşim! İhlâs, zor bir geçittir lakin maksada ancak onunla ulaşılır. Faydası çok olup, bunun eksikliği şiddetli ve tehlikesi büyüktür.
[6] Muhtemelen şöyle diyen olabilir: “İmamımın ölümünden sonra sahih oluşu ortaya çıkan hadislerle amel edebilir miyim?”
Cevap: Onlarla amel etmen gerekir. Zira imamın onu sahih olarak tespit edebilseydi sana da bunu emrederdi. Uyulacak yol şeraittir. Kim bunu yaparsa hayra ulaşır. “Ancak imamımın aldığı hadisle amel ederim” diyen kişi pek çok hayrı elinden kaçırır. Nitekim bu mezhep taklitçilerinde görülen bir durumdur.
[7] Ahmed; (4/321 no: 8914)
[8] Buhari (5/2373 no: 6102)
[9] Muslim (1/414 no: 591)
[10] Sa’d b. Ebi Vakkas Radıyallahu anh’den: “Birisi Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e geldi ve dedi ki: “Ey Allah’ın rasulü! Bana tavsiyede bulun!” O da şöyle buyurdu: “Sana insanların elindekinden ümidi kesmeni tavsiye ederim. Seni tamahtan sakındırırım. Zira o hazır bir fakirliktir. Namazını veda eden kimse gibi kıl. Seni özür dilemek zorunda bırakacak şeylerden sakın.” Bunu Hakim rivayet etmiş ve sahih demiş, Zehebi de muvafakat etmiştir.
[11] Hakim; Müstedrek (2/427 no:3486) Tirmizi (3175) İbn Mace (4198) Ahmed (25302, 25746) ve Ebu Yala Müsned’inde rivayet etmiştir.

Meclislerin Keffareti

Meclislerin Keffareti
"Subhâneka'llâhumme ve bihamdik ve eşhedu en lâ ilâhe illâ ente estağfiruke ve etûbu ileyk" (Taberani 10/164, el-Elbânî Sahîhu'l-Câmi (4487)