İbn Kayyım rahimehullah, Salatu'l-Muhibbîn adlı eserinde şöyle der: "Namazın tevhid ve ibadette Allah Teala’yı
birlemekten sonra kulu, Allah’a ulaştıran en yakın yol olduğunu bilelim. Allah
Teala buyuruyor ki: “Haydi, Allah'a secde edip O'na kulluk
edin!”(Necm 62) “Allah'a secde et ve (yalnızca O'na)
yaklaş!”(Alak 19) “Bizim ayetlerimize ancak o kimseler
inanırlar ki, bunlarla kendilerine öğüt verildiğinde, büyüklük taslamadan
secdeye kapanırlar ve Rablerini hamd ile tesbih ederler. Korkuyla ve umutla
Rablerine yalvarmak üzere (ibadet ettikleri için), vücutları yataklardan uzak
kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar. Yaptıklarına
karşılık olarak, onlar için ne mutluluklar saklandığını hiç kimse bilemez.”(Secde
15-17)
“Bundan önce kendilerine ilim verilen
kimselere o (Kur'an) okununca, derhal yüz üstü secdeye kapanırlar. Ve derlerdi
ki: Rabbimizi tesbih ederiz. Rabbimizin vâdi mutlaka yerine getirilir.
Ağlayarak yüz üstü yere kapanırlar. (Kur'an okumak) onların saygısını artırır.”(Secde
107-109)
Seleften bazıları gece namazlarında[1] ve
nafilelerde yetmiş tesbih söylerlerdi. Tesbih, temcid ve tazimden sonra dua
etmeye başlar, ancak tesbih ettikten sonra dua ederlerdi. “Subhane rabbiyel
azim” veya “Subhane rabbiyel a’la” dediğin zaman dua vakti gelmiş demektir.
Nitekim Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem kendisine: “Rabbine
hamdederek O'nu tesbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul
edendir.”(Nasr 3) ayeti inmesinden itibaren her kıyamı, her oturuşu, her rükûsu
ve her secdesinde mutlaka şöyle demiştir: “Subhanekallahumme Rabbena ve
bihamdik. Allahummağfirlî” ve “Subhane rabbiyel a’lâ ve bihamdihi”
ve “Subhane rabbiyel azim ve bihamdihi” Rükû ve secdelerde Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem bunu söylerdi.
Bize özellikle secdede duayı artırmak tavsiye
edilmiştir. Zira secde, kulun Allah Teala’ya en yakın olduğu andır. Abdullah b.
Mesud radıyallahu anh, kardeşlerine bir ihtiyaçları olduğu zaman farzlarda dua
etmelerini tavsiye ederdi. Zira beş vakit namaz duaya icabete en uygun hal
olup, kul, Allah’a farzlar gibi başka bir şeyle daha fazla yaklaşamaz.
Nafilelerle yakınlığı artırmaya devam eder, ta ki Allah Subhanehu ve Teala onu
sever. Allah onu sevdiği zaman onu düzeltir, korur, gözetir, savunur, ona
düşmanlık edene düşman olur ve o Allah’ın dostu olur.
Namaz, muvahhidlerin ve sevenlerin bu dünyada
gözlerinin nurudur. Çünkü onda gözlerin ancak kendisiyle aydın olacağı münacat
vardır. Nefis ancak namazla huzur ve sükunet bulur. Allah’ın zikri ile
nimetlenilir, O’na münacat ile yalvarılır, huzurunda durulur, zilletle O’na
boyun eğilir ve özellikle secdelerle O’na yaklaşılır.[2]
İşte o hal, kulun Rabbine en yakın olduğu
andır. Eğer gerçekten sevenlerden ise, sevenin gözüne bundan daha çok aydınlık,
kalbine bundan daha çok lezzet, hayatına bundan daha çok nimet verici bir şey
yoktur. Bundan ayrıldığı zaman nefsinde bir hafiflik bulur, üzerindeki ağırlığı
bıraktığını hisseder ve bir dinçlik, bir ferahlık bulur. Öyle ki, namazdan
çıkmamayı temenni eder. Zira o gözünün nuru, ruhunun nimeti, kalbinin cenneti,
dünyada istirahatidir. Namaza girip rahatlayana kadar kendisini dar bir
zindanda gibi hisseder.
Sevenler: “Namaz kılıyoruz ve namazımızla
rahatlıyoruz” derler. Nitekim imamları, önderleri ve peygamberleri sallallahu
aleyhi ve sellem: “Ey Bilal! Bizi namaz ile rahatlat”[3] dedi.
“Bizi ondan rahatlat” demedi! Yine Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur: “Gözümün nuru namazda kılındı”[4]
Gözünün nuru namazda kılınan kimsenin gözü nasıl başka bir şeyle aydın olur?
Namazsız nasıl sabreder? Gözünün aydınlığı kalbinin huzurudur ve ona
ulaşmasıdır. Lezzeti, ferahlığı, sevinci ve behceti sadece namazdadır ki o,
Allah’a olan bağı, huzurunda durup O’na münacat etmesi ve O’na yakınlaşmasıdır.
Nasıl göz aydınlığı olmasın? Sevenin gözü ondan başkasıyla nasıl aydın olur?
Nerede şu “Namazı kılıyoruz ve namazdan (kurtularak) rahatlıyoruz” diyenlerin
sözü?
Sevenin rahatı ve gözünün aydınlığı
namazdadır. Gafilin ve yüz çevirenin bundan bir nasibi yoktur. Hatta namaz ona
büyük bir yük gibi gelir. Namaza kalktığı zaman kurtulmak istediği kor parçası
üzerindeymiş gibi kalkar ve süratli bir şekilde kılar. Onun için namazda göz
aydınlığı ve kalbi için rahatlık yoktur. Bu ona göz nuru ve rahatlık olmaktan
daha çok bir yüktür. Bir şey kulun göz nuru olursa, kalbi onunla rahat eder ve
ondan ayrılmak zor gelir. Kalbini Allah’tan ve ahiret yurdundan boşaltan kimse
dünya sevgisine müptela olur ve namaz kendisine ağır gelir. Sıhhati yerinde
olması ve vaktinin müsait olmasına rağmen namazı uzatmayı sevmez. Bu
isteksizlik şeytanın bir hilesidir. Bundan Allah Teala’ya sığınırız.
Bilinmesi gerekir ki namaz göze bir aydınlık
ve kalbe rahatlıktır. Namaz altı müşahedeyi bir araya toplar:
Birinci müşahede: İhlâs[5]: O bunu üzerine
yüklenmiştir ve buna davet eder. Kulun rağbeti ve muhabbeti Allah içindir,
O’nun rızasını, O’na yakınlığı ve O’nun sevgisini talep eder, emrine uyar. O
bunu dünya hazlarından biri sebebiyle yapmaz. Bilakis yüce Rabbinin rızasını
gözeterek, O’na muhabbetle, azabından korkarak, bağışlamasını ve sevabını
umarak yapar.
İkincisi: Sadakat ve Samimiyet: O kalbini namazda
Allah için boşaltır, bütün gayretlerini Allah’a yönelmeye toplar, en güzel
şekilde zahiren ve batınen namazı yerine getirir. Zira namazın bir zahiri, bir
de batını vardır. Zahiri görünen fiiller ve işitilen sözlerdir. Batını ise
huşû, murakabe ve kalbi Allah için boşaltmak, tamamen Allah’a yönelmek,
kalbiyle başka bir şeye iltifat etmemektir. Bu namazın ruhu mesabesinde,
fiiller ise namazın bedeni mesabesindedir. Ruhsuz beden olmadığı gibi bedensiz
ruh da olmaz.
Kul efendisi karşısında böyle olmamaktan
çekinmez mi? Namaz vakti geldiği zaman derhal sevdiğine koşar, tam anlamıyla samimiyetle,
sadık aşığın kendisinden bir şey isteyen sevdiğine samimiyeti gibi Mabuduna
samimiyet gösterir. Bütün çabasını sarf eder, hatta bütün gücünü onu güzelce
yapmak, süslemek, düzeltmek ve sevdiğinin huzurunda hoş göstermek için harcar,
onun rızasına ve yakınlığına kavuşmayı ister. Kul, Rabbi, sahibi ve mabudu olan
Allah’a bu şekilde en güzelini sunmaya bütün gayretiyle çalışmamaktan utanmaz
mı?
Bilaksi nefsinde, sevdiği bir insana karşı bunu
bulur, Rabbinin menzilesi ise ona göre bundan aşağı olamaz. Nefsine insaf eden
ve amellerini bilen kimse, bu amelleriyle Allah’a yönelmekten ve Rabbinin
rızasını bunlarla talep etmekten çekinir. O kendisinde olanı bilir. Şayet
insanlardan bir sevdiği olsa ona samimiyetle yapmadığı bir güzellik bırakmaz.
Üçüncüsü: Tabi oluş ve İktida: O namazında
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in namazına uymak, onun kıldığı gibi
kılmak için elinden gelen hırsı gösterir. İnsanların sonradan çıkardıkları
eksiltmelere, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den ve hiçbir sahabeden
nakledilmeyen şeylere aldırmaz. Vacip olduğuna inandıkları şeyden az olarak
duranların ruhsatlarına iltifat etmez. Başkaları bu konuda çekişse de onların iskat
ettiklerini gerekli görür. “Belki bu konuda sabit nebevi hadisler ve elinde
delili vardır. Biz falan ve filan mezhebi taklid ederiz” diyenlerin sözlerine
aldırmaz[6]. Bu Allah katında kendisini kurtarmaz ve
sünnet ile amel etmediği için ona mazeret de olmaz. Zira Allah Rasulü
sallallahu aleyhi ve sellem’e itaati emretmiştir. Sadece ona tabi olmayı,
başkasına uymamayı emretmiştir. Başkasına itaat ancak Rasulullah sallallahu
aleyhi ve sellem emrettiği zaman olabilir. Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem dışında herkesin sözü alınabilir de, bırakılabilir de.
Nitekim Allah Subhanehu ve Teâla bizzat yemin
etmiştir ki, bizler aramızda geçenler hususunda Rasule muhakeme olup onun
hükmüne teslim olmadıkça iman etmiş olmayacağız ve başkasının hükmü bizi
Allah’ın azabından kurtarmayacak, bizden Allah Azze ve Celle’nin Kıyemet günü “Rasullere
ne cevap verdiniz”(Kasas 65) nidasına karşı cevabımız kabul edilmeyecektir.
Muhakkak ki bizlerden sorulacak ve cevap istenecektir: Allah Azze ve Celle
buyuruyor ki: “Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de,
gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz!”(A’raf 6) Kime
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir sünneti ulaşır da insanlardan
birinin sözü için onu terk ederse, kıyamet gününde reddedilecek, neler
kaybettiğini anlayacaktır. Allah Teala buyuruyor ki: “And olsun ki, Rasulullah,
sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok
zikredenler için güzel bir örnektir.”(Ahzab 21)
Dördüncüsü: İhsan: Bu murakabedir.
İhsan; Allah’a O’nu görür gibi ibadet etmektir. Zira sen O’nu görmesen de
şüphesiz O seni görmektedir. Bu ancak Allah’a, isimlerine ve sıfatlarına, Allah
Subhanehu ve Teâla’yı semada arşının üstünde istiva etmiş, emrederek ve
nehyederek konuşmasını, yaratmadaki tedbirini, emrin O’nun katından inip yine
kendisine yükselmesini, kulların amellerinin O’na arz edilişini ve ruhlarının
ona muvafakat edişini görürcesine iman etmenin kemalindendir. Bunları kalbiyle müşahede
eder. Yine isimlerini, sıfatlarını, Kayyum, Hayy, Semî, Basir, Aziz, Hakîm,
emredici, yasaklayıcı, seven, gazap eden olduğunu, kulların amellerinden, sözlerinden
ve gizli hallerinden hiçbir şeyin O’na gizli kalmadığını müşahede eder.
Şüphesiz Allah gözlerin hain bakışını ve göğüslerde gizleneni bilir. “Yaratan
bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır.”(Mülk 14)
İhsan, bütün kalp amellerinin aslıdır. Zira bu
yüceltmeyi, tazimi, haşyeti, muhabbeti, yönelmeyi, tevekkülü, Allah
Subhanehu’ya zillet ile boyun eğmeyi, nefsin vesveselerine son verip kalbi
Allah Teâla için hazır etmeyi gerektirir. Şüphesiz kul, dudağını Allahın zikri
için kıpırdattıkça Allah kuluyla beraberdir.
Kulun, Allah’a
yakınlıktan dolayı aldığı haz, ihsan makamını gözetmesi nispetinde ve kişinin
iki kişi arasındaki namazının tıpkı göklerle yer arasında kıldığı namazında
kıyamı, rükûu ve secdeleri ile eşit olması oranında olur. Bu, kalbin Rabbi
önünde oluşunu düşünmesiyle olur. Gafil ise bundan yüz çevirir. “Vay o namaz
kılanların haline ki: Onlar kıldıkları namazdan gafildirler.”(Maun 4,5)
Ammar b. Yasir Radıyallahu anhuma’dan:
“Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Şüphesiz
kul, namaz kılar da ona bunun onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide
biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı yazılır.”[7]
Beşincisi: Minnete şahitlik: Allah Subhanehu ve Teâla’nın
kendisini bu makamda kaim edip ehil kılmasındaki minnetine şahit olur, bedeni
O’nun hizmetindeyken kalbini de bu kıyama muvafakat ettirir. Şayet Allah
Subhanehu’nun lütfu olmasaydı bunların hiçbiri olmazdı.
Allah Teâla buyurur ki: “Müslüman oldular
diye seni minnet altında bırakmak isterler; de ki: "Müslüman olmanızla
beni minnet altında tutmayın, hayır; eğer doğru kimselerseniz, sizi imana
eriştirmekle Allah sizi minnet altında bırakır."(Hucurat 17)
Allah
Subhanehu Müslüman’ı Müslüman kılan, namaz kılana namazı nasip edendir. Nitekim
Halil Aleyhisselam şöyle demiştir: “Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş
(müslümanlar) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (müslüman) bir ümmet (ver).
Bize ibadet yöntemlerini (yer veya ilkelerini) göster ve tevbemizi kabul et."(Bakara
128) “Ey Rabbim! Beni ve soyumdan gelecekleri namazı devamlı kılanlardan
eyle”(İbrahim 40) Yalnız Allah için minnet; kulun Allah’a itaati yerine
getirmesi ile olur ki bu Allah’ın kulu üzerindeki en büyük nimetlerindendir.
Allah Teâla buyuruyor ki: “Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır.”(Nahl
53) “Ama Allah size imanı sevdirmiş, onu gönüllerinize güzel
göstermiş; inkârcılığı, yoldan çıkmayı ve başkaldırmayı size iğrenç
göstermiştir. İşte böyle olanlar, Allah katından bir lutuf ve nimet sayesinde
doğru yolda bulunanlardır.“(Hucurat 7)
Bu müşahede, kul için
müşahedelerin en önemli ve en faydalılarındandır. Kulun tevhidi ne kadar büyük
olursa bu müşahededen nasibi de daha tam olur.
Burada bazı faideler
vardır:
Şüphesiz kul, kalp ile amelinden dolayı ucub
ve nefsini görmek arasındadır. Şüphesiz o, Allah Subhanehu’yu, kendisini
hidayete muvaffak kılan el-Mennan olarak müşahede ettiği zaman, nefsini
görmekten, amelini beğenmekten kendini alıkoyar. Böylece kalbindeki ucub
kalkar, diliyle de minnet etmeyi bırakır. Bu, yüksek amel hakkında bir
meseledir.
Hamd’in sahibi olana izafe edilmesi bunun
faydalarındandır. Nefsinde övülecek bir şey görmez, bilakis övülecek şeylerin,
nimetlerin, bütün fazlın ve bütün hayrın tamamının Allah’tan olduğunu müşahede
eder. Bu tevhidin kemalindendir. Tevhid makamı kalbe, ancak bunu bilmesinden ve
müşahede etmesinden sonra yerleşir. Bunu öğrenip kökleştirdikten sonra bu
kendisi için bir müşahede haline gelir. Kalbinde müşahede haline geldiği zaman
da bu, muhabbet, Allah ile ünsiyet, O’nunla karşılaşmak için şevk, O’nun zikri
ve taati ile nimetlenmek ile sonuçlanır. Eğer kalbi bu gayeden mahrum ise kişi için
hayatında hayır yoktur ve vuslat yolu kendisi için kapalıdır. Hatta Allah Teâla’nın
şöyle buyurduğu gibidir: “Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları
(boş) emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir.”(Hicr 3)
Altıncısı: Kendini kusurlu bilmek: Kul, emri yerine
getirmek için elinden gelen gayreti gösterse de o yine kusursuz değildir. Allah
Azze ve Celle’nin kendisi üzerindeki hakkı daha büyüktür. Bunu daha fazla taat
ve kulluk ile karşılamak gerekir. Allah Subhanehu’nun azameti ve celali,
kendisine layık bir kulluk yapılmasını gerektirir. Sultanların hizmetçileri ona
saygı, tazim, vakar, hayâ, korku ve samimiyet ile hizmet ederler. Kalplerini ve
azalarını onun için boş tutarlar. Göklerin ve yerin Malikul Mülk’ü olan Allah
Azze ve Celle ise bu muameleye çok daha fazlasıyla layıktır. Kul kendisinin
Rabbini hakkıyla kulluk edememiş olduğunu bilirse, kusurunu, geri kalışını ve
gerekeni hakkıyla yapamamış olduğunu bilir. Şüphesiz o, amelinin sevabını talep
etmekten çok kusurunun bağışlanmasına muhtaçtır. Şayet o hakkını eda edebilse,
kulluğunun gereklerine elbette müstahak olurdu. Şüphesiz kölenin hizmeti ve
efendisi için çalışması onun hükmü ve mülkünde olmasının hakkıdır. Ondan
çalışmasına ve hizmetine karşılık ücret isterse insanlar onu ahmak sayarlar.
Zira o hakikatte kendisinin sahibidir. Bilakis o her açıdan hakikatte Allah’ın
kölesidir ve O’nun mülkündedir.
Çalışması ve hizmetinin hakkı, O’nun kulu
olmasının hükmüyledir. Eğer kendisine karşılık verirse bu sadece fazlı, minneti
ve ihsanı iledir, kulun hak etmesiyle değildir. Bundan dolayı Peygamber
Sallallahu Aleyhi Ve Sellem şöyle buyurmuştur: “Kolaylaştırın, yakınlaştırın
ve müjdeleyin. Şüphesiz hiç kimse cennete ameliyle giremez.” Dediler ki:
“Sende mi ey Allah’ın rasulü!” Buyurdu ki: “Evet, ben de. Ancak Allah beni
mağfiret ve rahmetine batırmıştır.”[8] Kim
bunu anlarsa amellerin ve taatlerin bağışlanma dilemekle kapanmasının sırrını
da anlar.
Sahihu Müslim’de Sevban Radıyallahu anh’den
rivayet ediliyor: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem namazda selam verdiği
zaman üç defa bağışlanma diler ve “Allahumme entesselam ve minke’s selam
tebarekte ya zelcelali vel ikram” derdi.”[9]
Allah Teâla buyuruyor ki: “Onlar, geceleri
az uyuyanlardı. Seher vakitlerinde bağışlanma dilerlerdi.” (Zariyat 17-18)
Onların bağışlanma dilemelerinin gece namazından sonra olduğu haber veriliyor.
Allah Teâla kullarına hacda ifada’dan sonra bağışlanma dilemelerini emrediyor:
“Sonra insanların (topluca) akın ettiği yerden siz de akın edin ve Allah'tan
bağışlanma dileyin. Şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”(Bakara
199)
Abdest alanın abdest aldıktan sonra şöyle
demesi meşru kılınmıştır: “Allah’ım beni tevbe edenlerden ve
temizlenenlerden kıl.” Bu, abdestten sonraki, hacdan sonraki, namazdan
sonraki ve gece kıyamından sonraki tevbedir. Bilcümle, kul bu durumda bütün
amellerinde bu makamın hakkını ifa edemediğinin bilincindedir. O her amelinin
ardından Allah’tan bağışlanma dilemeye başlamıştır. Taati arttıkça tevbesi ve
bağışlanma dilemesi de artmaktadır. Seven kul bu müşahedeyi gerçekleştirdiği
zaman veda eden kimse gibi namaz kılar.[10] Şüphesiz
o, namazından ayrıldığında kalbinde, bedeninde ve diğer hallerinde bunun etkisiyle
ayrılır, yüzünde, dilinde ve diğer azalarında bunun alameti görülür. Bunun
semeresini kalbinde kalıcılık yurduna yönelmek, aldanış yurdundan yüz çevirmek,
dünyaya ve acil olana hırs göstermemek şeklinde bulur. Nitekim namaz onu hayâsızlıktan
ve çirkinliklerden alıkoymuş, Allah ile karşılaşmayı ona sevdirmiş ve kendisini
Allah’tan alıkoyan her şeyden nefret ettirmiştir. O, namaz vakti gelinceye kadar sanki bir
zindandaymış gibi kederli ve düşüncelidir. Namaz vakti geldiğinde ise nimeti,
sevinci, göz nuru ve kalbinin hayatı olan namaz için kalkar, kılar. Hayat onun
için sadece namaz ile güzeldir. Bütün bunlarla beraber o, namazının kabul
edilmemesinden de korkar.
Peygamber Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’in
hanımı Aişe Radıyallahu anha’dan: “Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve Sellem’e: “Ve
Rablerine dönecekleri için yapmakta oldukları işleri kalpleri çarparak yapanlar”(Müminun
60) ayetini: “Onlar içki içenler ve hırsızlık yapanlar mıdır?” diye sordum.
Buyurdu ki: “Hayır ey Sıddîk’ın kızı! Lakin onlar oruç tutan, namaz kılan, zekât
veren ancak kabul edilmemesinden korkanlardır. Onlar, hayırda yarışan ve öne
geçenlerdir.”[11] Bu
iki anlama yorumlanır:
Birincisi: Kusurunu ve eksikliğini müşahede
etmek.
İkincisi: Muhabbette sadakat. Zira sevgisinde
sadık olan, sevdiğine imkân nispetinde yakınlaşır. Ondan özür dileyerek ve
çekinerek ona yönelir ve onun üstünlüğünü saygıyla takdir eder. Bu
yaratılmışlara muhabbet hakkındaki müşahededir.
Namazı zahiren ve batınen hakkıyla yerine
getirmeye hırs göstermeliyiz. Zira bunun dünyanın kötülüklerini def etmede
şaşırtıcı bir etkisi vardır. Dünya kötülüklerini def etmede ve ahiret
menfaatlerini celp etme hususunda namaz gibisi yoktur. Şüphesiz namaz
günahlardan alıkoyucu, kalp hastalıklarını ve vücut illetlerini def edici,
kalpleri nurlandırıcı, yüzleri ağartıcı, organlara ve gönle dinçlik verici,
rızkı çekici, karanlığı kovucu, karışık şehvetleri uzaklaştırıcı nimetleri
muhafaza edici, nikmetleri def edici, rahmetin menzili, kederlerin kaldırıcısı,
sıhhatin koruyucusu, gönlün ferahlatıcısı, tembelliği giderici, kuvveti
artırıcı, göğsü genişletici, ruhu besleyici, bereketi çekici, şeytandan
uzaklaştırıcı ve Rahman’a yakınlaştırıcıdır. Bilcümle, namazın vücut ve kalp
sağlığını muhafaza etmede ve kuvvetlendirmede, kötülükleri def etmede şaşırtıcı
bir etkisi vardır. Bir derde, hastalığa veya belaya duçar olan hiç kimse yoktur
ki namaz kılan kimsenin bundan nasibi daha az olmasın ve akibeti daha selametli
olmasın.
Bunun sırrı; namazın Allah Azze ve Celle ile-
kulun Rabbine olan bağı miktarında - bir bağ olmasındandır. Ona hayır kapıları açılır, kötülük sebepleri
ondan kesilir, Allah Azze ve Celle ona muvaffakiyet, sıhhat, afiyet, zenginlik,
rahat, nimet, ferahlık ve sevinç verir ki bunların hepsi Allah’ın katındandır.
Şunu iyi bil ki ey kardeşim! Şüphesiz kulun
Allah Azze ve Celle huzurunda olacağı iki durum vardır:
- Namazda O’nun huzurunda durur.
- Onunla karşılaştığı (kıyamet) gününde O’nun huzurunda durur.Kim birinci duruşun hakkını ikame ederse ikinci duruş ona kolay gelir. Kim de bu birinci duruşu hafife alırsa ikinci duruşta hakkını ödeyemez ve şiddetle karşılaşır.
[1]
Yani rükûda yetmiş defa “Subhane rabbiyel azim”, secdelerde yetmiş defa
“subhane rabbiyel a’la” derlerdi. Bununla beraber Rasulullah sallallahu aleyhi
ve sellem’in bu sayıda tesbih ettiği nerededir? O, bu kadar süren bir miktarda
rükû ederdi.
[2]
Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Kulun Rabbine en yakın olduğu
an secde halidir. O halde duayı artırınız” buyurmuştur. İbn Kayyım rahimehullah
der ki: “Kitap ve sünnette zikredilen yakınlık, kulluğa, istemeye ve dua edici
olmaya hastır. Allah Teala buyurur ki: “Kullarım
sana, beni sorduğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit
dua edenin dileğine karşılık veririm.”(Bakara 186) Bu yakınlık dua içindir.
Sahih’te, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: “Kulun rabbine en yakın olduğu durum secde halidir.” Ve “Rabb
ile kul arasındaki en fazla yakınlık gecenin ortasında olur.” Bu yakınlık
özel yakınlıktır, ihata yakınlığı değildir.
[3]
Ebu Davud (4985) Ahmed, (5/364 no: 23137) Taberani (2614)
[4]
Hakim; Müstedrek (2/174 no: 2676) Ahmed, (3/128 no: 12315) Nesai
(7/61 no: 3939-40), Nesai; Sunenu'l-Kubra, Taberani üç Mu’cem’inde ve
Abdurrazzak; Musannef’inde rivayet ettiler.
[5]
İbnul Kayyım rahimehullah der ki: “İhlâssız ve sünnete uymayan amel, çorabına
kum dolduran yolcu gibidir. Ağırlık yapar, fayda vermez.” Bil ki ey kardeşim!
İhlâs, zor bir geçittir lakin maksada ancak onunla ulaşılır. Faydası çok olup,
bunun eksikliği şiddetli ve tehlikesi büyüktür.
[6]
Muhtemelen şöyle diyen olabilir: “İmamımın ölümünden sonra sahih oluşu ortaya
çıkan hadislerle amel edebilir miyim?”
Cevap: Onlarla amel etmen gerekir. Zira imamın onu
sahih olarak tespit edebilseydi sana da bunu emrederdi. Uyulacak yol şeraittir.
Kim bunu yaparsa hayra ulaşır. “Ancak imamımın aldığı hadisle amel ederim”
diyen kişi pek çok hayrı elinden kaçırır. Nitekim bu mezhep taklitçilerinde
görülen bir durumdur.
[7]
Ahmed; (4/321 no: 8914)
[8]
Buhari (5/2373 no: 6102)
[9]
Muslim (1/414 no: 591)
[10]
Sa’d b. Ebi Vakkas Radıyallahu anh’den: “Birisi Rasulullah Sallallahu Aleyhi Ve
Sellem’e geldi ve dedi ki: “Ey Allah’ın rasulü! Bana tavsiyede bulun!” O da
şöyle buyurdu: “Sana insanların elindekinden ümidi kesmeni tavsiye ederim. Seni
tamahtan sakındırırım. Zira o hazır bir fakirliktir. Namazını veda eden kimse
gibi kıl. Seni özür dilemek zorunda bırakacak şeylerden sakın.” Bunu Hakim
rivayet etmiş ve sahih demiş, Zehebi de muvafakat etmiştir.
[11]
Hakim; Müstedrek (2/427 no:3486) Tirmizi (3175) İbn
Mace (4198) Ahmed (25302, 25746) ve Ebu Yala Müsned’inde rivayet
etmiştir.