Bazı kimseler hadis ehlinin mescidlerinde Kur’ân
derslerine katılıp Kur’ân öğrenmiyorlar. Öğrenme imkânları olmasına rağmen Kur’an
öğrenimi terk ettikleri için bu kimselerin namazlarının dahi sahih olmamasından
endişe edilir mi, yoksa Kur’ân’ı zorlanarak okuyan kimsenin iki kat ecir alması
hakkındaki hadisin kapsamında mıdırlar?
Bu kimselerin aynı zamanda tehlikeli konularda cesurca
konuştuklarını, fetvalar verdiklerini görüyoruz. Hatta “Kur’ân dersine gelmek
farz mı?”, “Kur’ân okuyamayan anlayış sahibi olamaz mı?” şeklinde kibir yüklü tuhaf
sözler işitiyoruz.
Aynı kişiler arapça bilmedikleri halde vahiy naslarına
kendilerinin bağımsız bir şekilde muhatap olabileceklerini,
anlayabileceklerini, hatta içtihat edebileceklerini iddia ediyorlar. İlim ehlinin
delillerine tabi olmayı taklit olarak lanse edip, kendilerinin çelişkilerle
dolu yorumlarının taklit edilmemesinden rahatsız oluyorlar.
İlim ehliyle beraber yol tutmak yerine, ilim ehlini
tutarsız görüşleriyle sürekli eleştirip, ayrılık çıkarma yolulunu tercih ediyor,
ilimden nasipleri olmadığı halde kendilerinin yalnız da kalsalar Kur’ân ve
sünnet üzere olan cemaat olduklarını iddia ediyorlar.
İlim ehline karşı delil getirdikleri iddiasıyla itiraz
ediyorlar, delil zannettikleri şeylerin başka bir delil ile ya takyid edilmiş,
ya tahsise uğramış yahut sahih olmayan tarikle gelmiş olduğu veya bu kişiler
tarafından usule aykırı bir şekilde yanlış bir yerde suistimal edildiği ortaya
konduğunda: “İlim ehli nasihat kabul etmiyor, delile yanaşmıyor” şeklinde
sözler ederek yine nefsini haklı çıkarıyor.
Bu anlatılanlar zamanın ne kadar değişip, cahilliğin
yaygınlaştığını, ilme; cehalet, cehalete de ilim denmeye başlandığını
göstermektedir.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “İlim ancak teallum (hocadan
öğrenmek) iledir” buyurmuştur. Bazen kişinin hocası kitaplar olur. Fakat
hocası kitaplar olan kimsenin nefis terbiyesi eksik kalır, bu yüzden bu
kimselerin çoğu kibir sahibi olurlar.
Bu kibir, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in buyurduğu gibi:
“Hakkı kabul etmemek ve (hakkı söyleyen) insanları küçümsemektir.”
Durumu anlatılan kişiler neyin hak, neyin batıl olduğu hususunda da tam bir
körlük içindedirler. Bu yüzden hakkı reddetmeyi çok basit bir şekilde ortaya
koyabilmektedirler.
Kur’an öğrenim halkalarında tevazuyla diz çöküp Kur’ân bile
öğrenemezler, kibirleri engel olur. Çünkü sağda solda ilimsizce fetva vermeye
alışmıştır, ahkâmlar kesmekte, cedellere girmektedir. Kur’ân okumayı bile
bilmediğinin ortaya çıkması ağır gelir. Böyle bir kimse bunu gurur meselesi
yapar, Kur’an öğrenmek için ya bilgisayar programından ya özel olarak tek kişiden
ders almak ister, samimi olunmadığı için bunda da Allah başarılı kılmaz.
Nefsi bu durumda olan kimseler şunu düşünmelidirler: Hiç kimse
annesinden âlim olarak doğmaz. Bu sebeple işlerin başlangıçlarını elden kaçırmış
olmak, ilim talebinin başına tekrar dönmekten alıkoymamalıdır. Nefisler Allah
için zelil edilmedikçe, Allah başarı vermez. Kur’an’ı öğrenen ve öğreten
sahabelerin, tabiinin siyretlerine ve bu konuya herşeyden öncelikli olarak önem
vermelerini okumak, düşünmek, nefis muhasebesi yapmak gerekir.
Zira “Bir kimse Allah katındaki konumunu öğrenmek istiyorsa, Kur’âna
verdiği değere baksın” buyrulmuştur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:
şöyle buyurmuştur:
“Allah, kimin hayrını dilerse onu dinde fakih (kavrayışlı) kılar.”
Bu hadislerden anlaşılmaktadır ki, Kur’ân’ı öğrenme imkânı olduğu halde
öğrenmeyen bir kimse dinde fakih (anlayışlı) kılınmaz. Zira insanlar’ın Allah
katındaki konumu Kur’ân öğrenimine, okumaya, anlamaya verdikleri değere
göredir.
Kur’an öğrenme imkânı olduğu halde terk etmek, farz olan ilmin
terkidir. Bu sebeple Fatiha’yı dahi hatalarla okuyan kimse, bunu düzeltmek için
gereken gayreti göstermediğinde namazı sahih olmaz.
Kur’ân’ı zorlanarak okuyan kimsenin iki kat ecir alması hakkındaki
hadise gelince, bu kimse Kur’an öğrenmek için ilim yolunda olan, fakat dili
dönmeyen, beceremeyen kimse hakkındadır. Yine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve
sellem Fatiha’yı okumayı beceremeyen kimseye, öğreninceye kadar okuması için
bir zikir öğretmiştir. Kur’anı öğrenmeyi terk edip yanlış okumak başka bir şey,
öğrenme yolunda çaba sarf edip elinden geleni yapmak başka bir şeydir. Allah’ın
kitabına değer vermeyenlerin anlayışı işte bu kadar olur, ve bu ikisini aynı
şey zannederler.
Müslümanların selefinin ve halefinin yolunda ilim sahibi
olmayanların ilim sahiplerini eleştirip hatalı bulması diye bir usul yoktur.
Bilakis ilim sahiplerinin hatasını yine ilim sahipleri tespit eder. Bunun
manası, ilim ehlinin, ilim ehli olmayanların söylediklerine hiçbir şekilde
itibar etmeyeceği değildir. Bilakis maksat, ilim ehli olmayan kimselerin hiçbir
şekilde ilim konusunda söz sahibi olmadıklarını ifade etmektir. Avam veya ilim
talebelerinden biri, ilim ehline anlayamadığı bir hususu sorar, ilim ehlinin
cevabından da tatmin olmayabilir. Fakat burada söz hakkı ilim ehlinindir, ona
itibar edilir. Cahillerin itirazlarına değil.
İlim ehli olan kimse hata edebilir ve ilim ehli olmayan birisinin
uyarısıyla da bu hatasını fark edip dönüş yapabilir. Bu mümkündür, çokça da
vaki olmuştur. Fakat lim ehli olmadığı halde ilim ehline itiraz edip de: “Getirdiğim
delilleri kabul etmedi” diyen kimseye itibar edilmez ve bu ilmin edebinden de
değildir. Bilakis had bilmezliktir.
Zira ilmin mertebeleri vardır. Bir kısmı her müslümana farz olan
ilimdir ki, bu konuda taklid caiz değildir. Çünkü taklid ilim değildir. Bu;
kulun ferdî kulluğu ile ilgili meselelerdir. Namaz, abdest, hac, nikâh, zekat,
vs. gibi ferdî kulluğu ile ilgili konularda avam, ilim ehlinden delilleri öğrenerek
ilim ehline tabi olur. Umumî meselelerde ise avamın işi, ilim ehlini taklid
etmektir. Avam, menhec, bid’at, bidatçi, tekfir, fasık, cihad, hadler, feraiz
ve buna benzer umumu ilgilendiren ve içtihad gerektiren konularda ilim ehline
tabi olup taklid etmek zorundadır. Burada
şunun altını çizmek gerekir: “Taklit; sözü delil olmayan birinin sözünü
delilsiz olarak kabul etmektir.”
Âlimlerin, bahsedilen meselelerdeki hükümleri ise delildir. Mesela
hadis ravileri hakkında münekkid muhaddislerin sözleri delildir. Muhaddis, zayıf
ya da sika ravilere dair hüküm belirttiğinde bunu kabul etmeyen kişi hakkı
kabul etmeyen bir kibir sahibidir. Bid’atçi hakkında menhec âliminin verdiği
hüküm haktır, bizatihi delildir. Bunu kabul etmeyen kimse kibir sahibidir.
Hadis ravileri hakkında münekkid muhaddislerin sözleri hüccettir,
ihtilaf ettiklerinde tercihte bulunmanın da bir ilmi, usulü vardır ve bunu
hadis ilmini bilenler değerlendirir.
Akide ve menheci konusunda güvenilen âlimlerinin şahıslar hakkında
yaptıkları cerh ve tadile dair açıklamalar da kabul edilmesi gereken birer hüccettir.
Bu konuda âlimler ihtilaf ederse yine tercih için ilmî usuller vardır.
Fakat cahil bir kimse hadis ravileri hakkında konuştuğu zaman nasıl
hadsizlik yapmış olursa, menhec âlimlerinin bid’atçi hakkında verdiği hüküm
hakkında: “Onu taklit etmek zorunda mıyım, ben onu bidatçi olarak görmüyorum”
diyen kimse de hadsizlik yapmıştır ve onun sözüne itibar edilmez. Bilakis ilim
ehlinin bidatçi olduğuna şahitlik ettiği birisine arka çıktığı için, bu kimse
de bid’atçi olarak değerlendirilir.
Umumi meselelerde hükmetmek, fetva vermek âlimlerin hakkıdır ve bu
hükümleri kabul noktasında avama ve ilim talebelerine düşen şey âlimlere tabi
olmaktır. İlmi edebiyle öğrenen herkes bunu bilir. Lügaten buna taklid dense
de, ıstılah olarak bu, delile tabi olmaktır. Zira âlimlerin bu konudaki
hükümleri delildir.
Burada dikkat edilecek husus, âlim olarak sözüne itibar edilecek
kimsenin adalet sıfatına sahip olması; yani büyük günahları açıktan işlememesi,
doğru sözlü olması ve işinin ehli olduğunun bilinmesi veya buna dair zannın
kuvvetli olmasıdır. Buna rağmen âlim hata eder de, bu âlime tabi olan kimseler
deliller konusunda ayrıntılı bilgi sahibi olmadıkları için, bu âlimin
şahitliğine uyarak hataya tabi olurlarsa, onlara bir günah yoktur. Zira onlar
ancak üzerlerine düşeni güçlerinin yettiği kadarıyla yapmışlardır.
Bu tıpkı mahkeme kadısının, şahitlerin şahitliği hususunda elinden
gelen araştırmayı yapıp, güvenilir olduklarına hükmettiği şahitlerin sözüne
başvurması, bu şahitlerin ifade verirken hata etmeleri durumunda, bu hatayı
fark edemediği sürece mahkeme kadısının sorumlu olmaması gibidir.
Nitekim Umm Seleme radıyallahu anha’dan gelen rivayette Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem: “Bana davalarınızı arz ediyorsunuz, biriniz
davasını diğerinden daha güzel arz edip kendini haklı çıkarabilir ve ben de
onun lehine hüküm vermiş olabilirim. Bu kendisine verdiğim bir ateştir…”
veya bu manada buyurmuştur.
Evet, avam anlamasa da umumi meselelerde âlimlerin getirdikleri
delillere tabi olmak zorundadırlar ve bu âlimlerin fasık kimselerden
olmadıklarını araştırmak zorundadırlar. Zira avama göre âlimler; kendilerinin
bilmedikleri bir konuya şahitlik eden şahitler konumundadırlar.
Fakat ferdî kulluklarında ise avam ya da âlim herkes doğrudan
vahyin delillerine muhatap olup nasları anlamakla mükelleftir. İbadet
konularıyla da ilgili birçok ihtilaflı meseleler vardır ki, avam bunların
içinden çıkamaz, sahihini zayıfını bilemez, usulün inceliklerine vakıf
değildir. Bu yüzden ilim ehli bu konularda içtihat ederek vahyin naslarına
muhatap olurken, avam ise ilim ehlinin içtihadıyla ortaya çıkan sonuçlara göre
vahyin naslarına muhatap olur. Hiçbir konuda âlimlerle âlim olmayanlar bir
değildir.
Bu sebeple ilim ehli olmayan bir kimse, ilim ehline itiraz eder de,
ilim ehli herhangi bir sebepten dolayı bu itirazı kabul etmezse, söz ilim
ehlinindir. Böyle bir durumda cahillerin cürümde bulunarak: “Getirdiğim
delilleri kabul etmiyor, insanlar da ona taassup ediyor” gibi sözleri yaygınlaştırması
affedilemeyecek bir ilim terörüdür. Bunun arkasından önce cahillerin önder
edinilmesi ortaya çıkar, sonrasında da haricilik fitnesi zuhur eder.
Bunu hatırlamak için İbn Mes’ud radiyallahu anh’ın mescidde
taşlarla zikreden kimselere ve İbn Abbas radiyallahu anhuma’nın Harura’da
toplanan kişilere: “aranızda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabı
yok” yani ilim ehli, hadis ehli yok demesini düşünün. Seleften bir imam: “Hadis
ehlinden birini gördüğüm zaman Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in
sahabesinden birini görmüş gibi oluyorum” diyor! Çünkü o, ilmini Rasûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem’den ve ashabından ilim alanlardan almıştır.
Kitaplardan, internetten isnadı kopuk bir şekilde değil!
Evet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ulaşan silsile sahibi
hadis ehlinden ilmi alıp yüklenenin ilim isnadı muttasıldır, zamanımızda
hatiplik yapan, meydanlarda konuşan, videolarda cazlayan ve kendilerini ilme
nispet eden kimselerin isnadları ise munkatı veya mu’dal bile değildir. Aslında
onların bir isnadları da yoktur. Yaşlarının ilerlemiş, saç sakallarının
ağarmış, falan veya filan suudludan güya icazet almış olmasına aldanmayın.
Kim selefin menhecini getirip, bizzat seleften delillerle bunu
önünüze getiriyorsa ona bakın. Selefilik iddia edip İbn Useymin, İbn Baz,
Elbani, İbn Abdilvehhab, İbn Teymiyye, İbn Kayyım gibi isimlerden öteye
geçmiyor, her meselesini bu âlimlere arz ediyorsa onun bir sahtekâr yol kesici olduğunu
anlayın. Zira bu âlimler selefî âlimler olsalar da, hiçbiri selef değildir.
Selefilik bu âlimlere değil, bu âlimlerin menheclerini benimsediği selefe
uymaktır. Yani ihtilafları yalnız Kur’an ve Sünnete arz etmek, nasları anlamada
sahabeye, tabiine, tebau’ttabiine, onların yolunda güzelce giden imamlara
uymaktır.
Asrın cahilleri insanları ancak karanlıklara götürür. Zira cehaletlerinden
kaynaklı bir cesaretle büyük dalalet fırkalarının görüşleri arasında, farkında
olmadan geçişler yaparak konuşmaktalar, bilgisiz, delilden haberi olmayan ve
yalnızca hislerine göre yönelimleri olan insanları edebiyatlarıyla
büyülüyorlar. Cehaletin şerrinden Allah’a sığınırız.
Bulundukları bölgelerde başlarında ilim ehli bulunmayan kardeşlere
tavsiye edeceğimiz şey, cahilleri önder edinmekten aman sakınsınlar! Evlerinde oturup
ağaç kökü dişlemek zorunda kalsalar bile onlara yanaşmasınlar, çünkü o bâtıl
bir fırkadır!
Kur’ân ve sünneti yegâne delil kabul edip, selefin menhecini menhec
edinmiş, sünneti ve sünnet ehlini savunan, bid’ati ve bid’at ehlini kahreden
bir âlim varsa – ilim talebesi değil, âlim varsa – ondan da ayrılmasınlar, zira
o âlim, tek başına bile olsa cemaattir. İshak b. Rahuye rahimehullah’ın ve
başka imamların dedikleri gibi.
Dinin alametlerin bid’at, hurafe ve israiliyyatla doldurulduğu bu
zamanda cihad, yani Allah’ın kelimesinin yüceltilmesi, ancak ilimle, ilim
ehlinin mücadelesine iştirak edip nasipdar olmakla olur. Ümmetin aslî değerleri
yok olmaya yüz tutmuşken, nefislerinin hevasına uyup, yiyip içip yan gelip
yattıkları yetmezmiş gibi, bir de yüklendikleri vebalden dolayı geçmiş
zamanlardan beri gözlerine uyku girmeyen alimleri, ilimle meşgul olmanın gece
namazından üstün olduğunun farkında olanları kınayanlar elbette bu ilmi
yüklenip diğer nesillere aktarmaktan mahrum olacaklar, sermayelerini hayatları
döneminde tüketeceklerdir.
Allah kalplerimizi, ayaklarımızı, ellerimizi ve dillerimizi hak
üzerinde sabit kılsın. Hakka karşı tevazu göstermeyen, ilmi takdir etmeyen,
edep gözetmeyen ve ortaya çaba koymadıkları halde çaba sahiplerini yıpratmaktan
başka işi olmayanları da bizden uzak eylesin.